DARWİNİZM

Alm. Darwinismus (r), Fr. Darwinisme (m), İng. Darwinism. Hayâtın ve canlı varlıkların meydana gelişini, tesâdüfî olaylarla açıklamaya çalışan biyolojik bir görüş veya faraziye. “Evrim teorisi, evolusyon teorisi, tekâmül nazariyesi” gibi isimlerle de anılır. Kelime olarak evrim; basitten mükemmele doğru değişme, gelişme, tekâmül demektir. İlkel olanla yetinmeyip mükemmel olanı aramak mânâsına gelir.

Darwinizm savunucularının, hayâtın başlangıcı ve canlıların çeşitliliğiyle ilgili görüşleri şöyledir: “Hayat ve canlı varlıklar, tesâdüfen meydâna gelmiştir. Önce inorganik maddelerden organik maddeler ortaya çıkmış, sonra bu organik varlıklar biyolojik varlıklara dönüşmüştür. Herhalde, bütün canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca yıl önce denizlerde tesâdüfen meydâna gelmiş, bundan da zamanla küçük deniz bitkileri ve hayvanları, sonra karadaki bitki ve hayvanlar, en sonra da çeşitli dönüşümlerden geçerek insan yeryüzünde gözükmeye başlamıştır.” gibi laflar söylüyorlar. Böylece Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratılmadığını, Kur’ân-ı kerîmin ve mukaddes kitapların, hâşâ hikâye olduklarını, ilk canlı maddeyi vücûda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne uymayacağını anlatıyorlar.

Darwinizm ve diğer adıyla evrim teorisi yalnız Darwin’in olmaktan çıkmış yukarıdaki gibi özetlenebilen şeklini almıştır. Teori, Darwinizm ismiyle anılmakla berâber, öne sürülen görüşlerin pek çoğu ile Darwin’in alâkası yoktur.

Bâzı çevreler bilhassa materyalist ve ateist (dinsiz) kimseler için “Darwinizm” âdetâ yepyeni bir “din” veya “mezhep”tir. Profesör Gish, evrimcilerin görüşleriyle ilgili olarak; “Evrim felsefesi, aslında evrimcilerin kendi dünyâ görüşleri içerisinde yer alan bir inanç sistemidir.” demektedir.

İlk canlının meydana gelişiyle ilgili görüşler Oparin ve Haldene’nin hipotezlerine dayandırılır. Bunlara göre: İlk atmosferin terkibi bugünkü gibi değildi ve yapısında serbest oksijen yoktu. Metan (CH4), amonyak (NH3), su buharı (H2O) ve hidrojen (H2) gazlarından meydana gelmişti. Bu gazlar, yoğun ultraviole (mor ötesi) ışınların enerjisiyle reaksiyona girmiş ve organik maddeleri meydana getirmişti. Evrimciler; organik maddelerin yağmur sularıyla sıcak denizlere sürüklendiğini, kendi aralarında birleşerek “koaservat” denen daha kompleks bileşikler yaptığını ve bunlardan da, “amip benzeri” ilk hayat hücresinin meydana gelmiş olabileceğini iddia ettiler. Meselâ, fizyolojist Haldene: “Bundan milyonlarca sene evvel, sıcak denizlerde, güneşten gelen ultraviole şuâlar tesiriyle, inorganik gazlardan, organik bileşikler meydana gelmiş ve ekviproduktif hassası olan ilk molekülün, yâni aldığı gıdâ maddelerini, kendi gibi canlı şekle çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir tesâdüf eseri teşekkül etmiş” olmak ihtimâlini söylemiştir. Fakat, bu bir hipotez (faraziye) olup, bir tecrübe ve hattâ bir teori (nazariye) bile değildir.

Ekviproduktif özelliği olan bir molekülün nasıl meydana geldiğini gösteren bir bilgi, hatta bir nazariye bugün mevcut değildir. Fen bilgileri, müşâhede ve tedkik ilimleridir. Fen olayları, önce his uzuvları ile veya bunları takviye eden âletlerle gözlenir ve olayın sebepleri tahmin olunur. Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrar edilerek, bu sebeplerin tesirleri, rolleri tespit edilir. Bir hâdisenin sebebi ve oluş tarzı biliniyorsa, buna inanılır. Fakat tecrübe edildiği hâlde, sebepleri anlaşılamayan hâdiseler de vardır. Bunlara sebeb olarak, birçok fikirler ileri sürülür. Bilim adamlarının, sebebi ispat edilemeyen hâdiseler hakkındaki şahsî kanâatlerini ifâde eden bu fikirlerine “faraziye” veya “hipotez” denir. Bu fikirler mutlak değildir. Bir hâdiseyi, muhtelif adamların başka başka tefsir ettikleri de olur.

Bir hipotez, bir çok bilim adamı tarafından benimsenip, geniş bir geçerlilik kazanırsa, “teori” adını alır. Teoriler, hipotezlere göre daha güçlü görüşlerdir. Gerek hipotez, gerekse teoriler fen bilimlerinde bulunabilir. Fakat bunlar ispat edilip “bilimsel kânun” hâline gelmedikçe, fen bilimlerine mâl edilemez. Fen biliminin malı olamaz. Bir gerçekmiş gibi savunulamaz. Bunlar bilim adamları tarafından, her zaman şüpheyle bakılan, tenkit ve yoruma açık görüşlerdir. Yanlışlığı ispat edilenler, reddedilerek terk edilir veya gözden geçirilerek yenileri kurulur. Haldene’nin sözü, nihâyet teori olmaktan çok uzak bir hipotezdir. Laboratuvarlarda, “hayâtın kimyevî temelleri” olarak amino asitler, koaservatlar ve proteinler ve daha nice hassas terkipler îmâl edilebilse de, bunlarda çok basit de olsa canlı bir yapıya ulaşılamaz. Bugüne kadar hiçbir kimyâger veya biyolog amino asitleri birleştirerek canlı bir yapı meydana getirememiştir. “Hayât”, sâdece, bir maddî elementler kompozisyonu olarak ele alınamaz. Bu kimyevî terkibin ve maddî elementler kompozisyonunun üzerinde “ilâhî bir kudretin” varlığı gerekmektedir.

Evrim, iddia edilmiş fakat hiçbir zaman insanlar tarafından gözlenememiştir. Meselâ, hiç kimse, kâinâtın veya hayâtın başlangıcını, herhangi bir türün evrimle değiştiğini görmemiş, bir balığın bir kurbağaya dönüştüğüne veya bir maymunun insan hâline geldiğine şâhid olmamıştır. Evrimi müşâhade etmek mümkün olmadığı gibi, deneyle de ispat edilemez.

Evrimin, deney metodlarıyla ispatının mümkün olmadığını, evrimciler de, açık sözlülükle kabul etmektedirler. O hâlde, deneye dayalı metodlarla incelenemeyen bir teorinin, ilmî olduğu nasıl iddiâ edilebilir? O hâlde, açık bir ifâdeyle söylemek gerekirse, evrim teorisi bir zandan ibârettir ve deneye dayalı bilimin dışındadır.

Canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini ilk yazan Fransız doktoru Lamarck’tır. 1809’da neşrettiği Filozofi Zoolojik ismindeki kitâbında “Canlıların bir asıldan türeyebileceğini” yazdı. Fakat aynı asırdaki biyologlar, Lamarck’ın verdiği misâllerin, hayvanların birbirlerine dönmesi değil, canlıların bulundukları muhite intibak etmelerini (adaptasyonu) göstermekte olduğunu söylediler. İkinci olarak İngiltereli bir biyoloğun oğlu olan Charles Darwin, 1859’da yayınladığı Türlerin Menşei ismindeki kitabında canlılar arasındaki hayat mücâdelesini anlattı. “Canlılar bulundukları muhite uymak için mücâdele eder. Bu hayat mücâdelesini kazananlar yaşayabilir, kaybedenler ölür.” dedi. Hayat mücâdelesindeki elenmelerine, “doğal seleksiyon=tabiî ayıklanma” adını verdi. Canlıların muhite uyduklarını, bunun için ufak değişikliklere uğradıklarını yazdı. Bunun sonucunda her türün bireyleri arasında çeşitlilik, varyasyon (değişme) olduğunu ileri sürdü. Misâl olarak da, zürâfaların ataları arasında uzun ve kısa boyunlu varyetelerin (âit olduğu türden çok ufak farklarla ayrılan bireylerin) var olduğunu söyledi. Dünyânın kuraklık devrelerinde kısa boyunluların ot bulamayarak açlıktan öldüklerini, uzun boyunluların ise, ağaç yapraklarına uzanarak hayatlarını devâm ettirdiklerini ve bugünkü zürâfaların, o uzun boyunluların nesilleri olduğunu iddâ etti. Buna da çeşitli îtirâzlar oldu. İlme, gerçeğe dayanmayan bu hususlar gerçek ilim adamları tarafından devamlı reddedildi. Hattâ Darwin de göz, beyin gibi karmaşık organların nasıl meydana geldiğini anlamaktan âciz olduğunu bildirmiş, bir arkadaşına yazdığı mektupta, “Gözün teşekkülünü düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum.” demiştir.

Bütün evrim teorilerinde asıl gâye, insanın maymundan veya başka bir hayvan türünden geldiğini îzah veya isbât etmeye kalkışmak değildir. Bu teorilerde temel görüş; hayvan olsun, bitki olsun, bütün organizmaların birbirlerinden meydana geldikleri ve bunların bir kaynağa, ortak bir ataya irca edilmelerinin mümkün olduğu fikridir. Başka bir ifâdeyle, evrimciler türlerin sâbit olmadığına, eski türlerin zaman içinde değişmesiyle günümüzdeki türlerin meydana geldiğine ve bu değişimin günümüzde de devâm ettiğine inanırlar. Yeni türlerin meydana gelişinde tesâdüflerin ortaya çıkardığı âni değişimlerin (mutasyonlar) asıl rolü oynadığını iddia ederler.

Mutasyonlar, herhangi bir sebeple kromozomların genlerinde meydana gelen âni değişmelerdir. Tabiatta çok az rastlanan, tür hudutlarını aşmayan ve çoğu öldürücü olan olaylardır. Gen mutasyonları DNA kıvrımlarındaki hatâlardır. Mutasyonlar sonucunda ana ve babadan, bir veya birkaç karakter bakımından değişik yavrular doğabilir.Meselâ, gen mutasyonları yüzünden Drosophila (Sirkesineği)nın gözleri kırmızı veya beyaz olabilir. Kanatları kısa, uzun veya vazîfe görmüyor olabilir. Fakat bunlar hep organlardaki karakter değişimleridir.

Deneysel mutasyonlarla yeni organlar veya türler meydana getirilmemiştir. Aslında mutasyonların meydana gelme ihtimâli de çok azdır (milyonda bir ihtimal). Bir milyon fertten  ancak birisinde görülebilmektedir.Kaldı ki, mutasyonların çoğu zararlı ve öldürücüdür. Yeni türlerin oluşumunu, göz ve beyin gibi karmaşık yapılı organların meydana gelişini, tamâmen tesâdüflere bağlı olan ve milyonda bir ihtimalle meydana gelebilen, çoğu sakatlayıcı, kısırlaştırıcı, düşürücü ve öldürücü olan mutasyon olaylarına bağlamak mümkün değildir.

Evrim teorileri, hayâtı “tesâdüflere” ve “mücâdeleye” indirgemede aynı fikirdedirler. Bu görüşlere göre “hayat bir mücâdeledir” ve yeryüzünde bir mükemmeliyet aramak beyhûdedir. Tesâdüflerin ortaya çıkardığı değişmeler hayat çarkını çevirmektedir. Kısaca hayat, tesâdüflerin eseridir. Yâni, bir yaratıcısı, bir nizam vereni yoktur derler.

İşte bu sebepten bilhassa materyalist görüşün hâkim olduğu felsefî ekoller ve diğer ateistler (dinsizler) bu teoriye dört elle sarılmışlardır. Çünkü kendileri de kâinâtın ve hayâtın bir yaratıcısı, bir nizam vericisi olduğuna inanmamakta, mukaddes kitaplarda bildirilenleri ve peygamberlerin haber verdiklerini inkâr etmektedirler. Düşüncelerini haklı çıkarmak ve geniş insan kitlelerine yayabilmek için de çok çeşitli yollara başvurdukları bilinmektedir. Propaganda bu yolların en çok kullanılanıdır. Bunun için de her türlü basın yayın vâsıtalarından istifâde etmekde, sık sık buralarda hayâtın tesâdüfîliğini, insanın maymundan veya başka bir hayvandan geldiğini tekrarlamaktadırlar. Böylece ilmî çevrelerde reddedilerek tartışılması çoktan bırakılmış olan “evrim konusu”, materyalist görüşün kontrolündeki yayın organlarında aktüel tutulmaya çalışılmaktadır. Meselâ; bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu bir kemik parçasında tetkikler yaparak, hayat üzerinde kıymetli bilgiler toplamaya uğraşırken, beri taraftan, fen ilimlerini anlamayanlar radyodan veya bir broşürden bunu haber alıp, “İnsanların aslı olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların maymundan hâsıl olduğu hakikat hâlini aldı.” şeklinde yalan haberler yayıyorlar.

Bugün paleontoloji mütehassısları (yâni ilk zamanda yaşamış canlıların iskeletlerini ve fosillerini inceleyenler), türlerin, fosillere göre, birdenbire yeryüzünde göründüklerini, aralarında geçiş formlarının bulunmadığını açıklamaktadır. Meselâ, on beş yıl evrim üzerinde araştırmalar yapan Amerikalı Prof. T. D. Gish, bir makâlesinde şöyle demektedir: “Bütün jeolojik delillerden anlaşılan şudur ki, yeryüzünde hayat birdenbire ve çok kompleks (karmaşık) yapıdaki canlılarla başlamıştır. Fosillerden elde edilen sonuçlar, Kambriyan devrindeki hayvanların kendilerinden daha aşağı yapılı organizmalardan değil, doğrudan kendi yapılarıyle yeryüzünde göründüklerini ortaya koymaktadır. Bundan başka, büyük canlı grupları arasında geçiş formu olarak dikkate alınabilecek tek bir fosil bile bulunamamıştır. Dolayısıyla mercanlar doğrudan mercan ve ahtapotlar da ahtapot olarak meydana gelmiştir.” Fransız profesörü Vialleton; “Canlı vücutlarındaki teşkilâtlanma tarzlarının jeolojik devirler boyunca ağır ve tedricî bir tekâmül tâkib ettiği görülmez. Önce tek hücreli bir canlı, sonra basit hücre grupları, daha sonra da çok hücreli canlılar görülmez. Canlılar daha başlangıçtan îtibâren açık şekilde ayrılan muhtelif tiplerde yaratılmıştır.” demektedir.

Evrimcilerin, sürüngenlerle kuşlar arasında geçiş formu olarak ileri sürdükleri fosillerden birisi Arkeopteriks’tir. Arkeopteriks, sürüngen benzeri özellikleri bulunan büyük bir kuştur. Kanatlarının kenarlarında pençe şeklinde kısımlar, gagasında dişler ve kuyruğunda omurga mevcuttur. Bu özelliklerden dolayı bir sürüngenden geldiği savunulmaktadır.

Halbuki günümüzde kuşların çoğundan farklı özelliklere sâhip, nâdir kuş türleri mevcuttur. Meselâ; Güney Amerika’da yaşayan ve “tepeli tavuk” olarak da bilinen Hoatzin kuşu (Opisthocomus hoatzin), gençlik devresinde kanatlarında iki pençeye sâhiptir ve küçük bir omurgayla uçmaktadır. Ayrıca, Afrika’da muzculgiller (Musophagidae) familyasından Turako kuşu (Touroco coryhaix)nun genç olanlarının da kanatlarında pençeler mevcuttur ve bu da uçmaktadır. Bu kuşlar uygun tabakalarda fosil olarak bulunsaydı, evrimciler bunları da sürüngenlerle kuşlar arasında geçiş formları olarak adlandıracaklardı.

Günümüzdeki kuşlar dişsiz olduğu gibi, eskiden yaşayıp nesilleri tükenmiş dişli kuşların varlığı da gâyet tabiîdir. Nitekim günümüzde yaşayan kurbağaların bir kısmı dişli, bir kısmı ise dişsizdir. Dişsiz sürüngenler de mevcuttur. Arkeopteriks de nesli tükenmiş dişli bir kuştur.

En son araştırmalar da, Arkeopteriks’in bir geçiş formu olmadığını ispatlamıştır. Nitekim 1972 yılında Yale Üniversitesi profesörlerinden John Ostron, Arkeopteriks’in yaşadığı Jura devrinden daha eski tabakalar arasında, zamânımızda yaşayan kuşlara benzer fosiller bulmuştur.Yayınladığı makâlede de; “Jura’dan daha yaşlı tabakalar arasında gerçek kuşların varlığının, Arkeopteriks’in bir geçiş formu olmadığını gösterdiğini” ifâde etmiştir.

Evrimcilerden Prof. Max Westenhofer, türler arasında geçiş formlarına rastlanamadığından, Araştırma ve İlerleme adlı eserinde âdetâ yakınarak; “Balıklar, sürüngenler, memeliler gibi büyük hayvan grupları dünyâ yüzünde birdenbire esas şekilleriyle belirivermişlerdir sanki. Bir türün diğerine dönüştüğüne dâir hiçbir yerde hiçbir işâret yoktur. Değişim ancak türlerin içinde mevcuttur.” demektedir.

Her çeşit canlının kendi türü içinde değişebildiğini, gerek paleontoloji mütehassıları ve gerekse “Yaratılış Görüşü” taraftarları da kabul etmektedir. Ancak bu değişmenin (tekâmülün) tür sınırları içinde kaldığını ve bir canlının başka türlere dönmediğini ifâde etmektedirler.Meselâ, birinci zamandaki derisi dikenliler neyse, şimdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin mutasyonla omurgalı hâle döndüğü görülmemiş ve buna âit bir fosil bulunamamıştır.

Halbuki, canlıların yapısında, en basitinden, en mükemmeli olan insana doğru, düzgün bir tekâmül bulunduğunu, daha önce İbrâhim Hakkı hazretleri, Mârifetnâme kitabında, misaller vererek yazmış, fakat bunun, türlerin değişmesi demek olmadığını da bildirmiştir.

Müşâhedeler göstermiştir ki, çevre şartları, bâzı değişmelere ve sapmalara sebeb olsa bile, türler, kendi ana hususiyetlerini korurlar. İntibak (adaptasyon), tabiî eleme (seleksiyon), âni sıçramalar (mutasyon) gibi tâbirler ile ifâde edilen gelişmeler, dâimâ, bir türün kendi içindeki değişmelerini ifâde eder. Yoksa, bir türün, başka bir türe dönüşmesi tarzında düşünülemez. Bugüne kadar yapılan ciddî araştırmalar, bu hükmü, hep doğrulaya gelmiştir.Kesin olarak anlaşılmıştır ki, türler farklı ırklara dönüşebilir, fakat başka bir türe dönüşemezler.

Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınlarından, Y. Doç. Dr. Turan Güven ve ekibi tarafından hazırlanan ve Liselerde ders kitabı olarak okunan Biyoloji-I isimli kitapta yaratılışla ilgili olarak şöyle denilmektedir:

“Yaratılış görüşünde, bütün canlı çeşitleri ayrı ayrı yaratılmıştır. Bu canlılar, ilk yaratıldıkları günden beri bâzı değişmeler geçirmiş olmakla berâber, tamâmen başka türlere dönüşmemişlerdir.

Değişmeler, sâdece o türün değişme sınırları içinde kalmıştır. Bir türün populasyonu içinde görülen böyle değişmelere “varyasyon” adı verilir.

Dünyânın ilk yaratılışı, insanlar tarafından gözlenemeyen tek ve tekrarlanamaz bir olaydır.

Yaratma olayı yalanlanamaz. Çünkü, günümüzde yaratma olayı, her sâniye devâm etmektedir. İnsan, kendi varlığı üzerinde biraz düşünürse, bir yaratıcının varlığını ancak o zaman idrak edebilir.

Dînimize göre, kâinât ve kâinâttaki bütün varlıklar Allah tarafından yaratılmıştır. Bu yaratma bir anda olabileceği gibi, belli kânunlar doğrultusunda yavaş yavaş da olabilir. Meselâ toplu iğne başı büyüklüğündeki bir insan zigotundan fetüsün teşekkül etmesi ve bunun da akıl almaz şekilde düzenli farklılaşmalar geçirdikten sonra, çocuk olarak doğması, yaratma olayına güzel bir misâldir.

Özetle belirtilecek olursa, yaratılış görüşüne göre kâinâttaki bütün canlı ve cansız varlıklar “bir yaratıcı” tarafından yaratılmıştır. Yaratılış görüşünü savunan bilim adamları, kâinâtın çok ince bir düzen içinde işlediğini, bu düzenin kendiliğinden ve tasâdüfen meydana gelmeyeceğini belirtmektedirler. Gerçekten kâinatta hiçbir şey durup dururken kendiliğinden meydana gelmez. Günümüzde, biyoloji ile ilgili birçok bilim adamı, hayâtın çeşitliliğini, bir hücre içinde geçen hayat olaylarının olağanüstü intizamını ve kâinatın çok ince bir düzenle işlediğini görerek, Allah’ın varlığını idrak ettiklerini belirtmişlerdir.”

En son araştırmalar ve incelemeler göstermiştir ki, bir tür, şu veya bu sebeplerle, farklı ırklara bölünebilmekte ve fakat başka bir türe dönüşememektedir. Çünkü, buna, “verâset kânunları” engeldir. “Merinos”, “Kıvırcık”, “Dağlıç”, “Karaman” hep koyun türünün (Ovis aries) farklı ırklarıdır. Bir türe mensup fertler, öteki türden fertlerle kendiliklerinden çiftleşemezler; çiftleşseler bile döl meydana getiremezler; döl meydana getirseler bile, bu döl, yaşama gücünden mahrumdur; döller yaşasalar bile kendi aralarında üreyemezler, kısırdırlar. Türlerin vasıflarının sâbitliğini sağlayan bu mekanizmadır. Katır (Equus mulus), erkek eşekle kısrağın çiftleşmesinden meydana gelen kısır bir melezdir. Üreyip neslini devâm ettiremez.

Canlılarda paleontolojik devirlerde zamanla tekâmül görülmekte, fakat bu değişmeler her türün kendi içinde olmaktadır. Meselâ; dördüncü zamânın yeni tabakalarında “kromanyon” ismi verilen insan iskeleti bulunmuştur. Bizim iskeletimizden farklı olduğu hâlde paleontoloji mütehassısları bunlara “ilk insanlar” demiştir. Diğer taraftan, üçüncü zaman sonunda yaşayan, “antropoit” denilen ve bugünkülere benzemeyen maymun iskeletleri bulunmuştur. Antropoloji mütehassısları bunların maymun olduklarını söylüyor. Fen istismarcıları, taklitçileri, dinlere inanmayanlar yaptıkları tercümelerde kromanyon insanına ve antropoit maymununa, “insanın ceddi olan veya insanla maymun arasında geçit teşkil eden fosil” diyorlar.

Günümüzde tekâmül teorisinin değişik kültür seviyesinden insanlara anlatılmak istenmesinin asıl sebebi ideolojik olup, ilmî değildir. Bu teori materyalist felsefenin telkini için bir vâsıta olarak kullanılmaktadır.

Evrimciler, iddialarını ispat etmek için, bâzı körelmiş organların varlığından bahsederler. Onlara göre, bu organlar kullanılmaya kullanılmaya körelmiştir, bir işe yaramaz. Örnek olarak da insanda kör barsak ve kuyruk sokumunu gösterirler.

Profesör Gish, evrimcilerin bu iddialarına şu cevâbı vermektedir: “...Kör barsak ise, bâdemciklerin yapısına giren yabancı unsurlara karşı aktif organ olarak iş görür. Kuyruk sokumu kemiği, kuyruğun kullanılmayan izi değil, aksine kalça kemerinin bâzı kasları (Pelvis kasları) için mühim bir tutunma noktasıdır. Ayrıca rahat oturmayı temin eder. Bu kısım olmaksızın rahat oturmak mümkün değildir.” Tavşanlarda da kör barsak ve apandisit, selüloz sindirici mikroorganizmaların barınma ve üreme organıdır.

Her canlı bireyin hücrelerinde, türüne mahsus sayıda kromozom bulunur. Kromozomların şekli, büyüklüğü ve sayısı her tür için sâbittir. Meselâ; Bezelyede hücre başına 14 kromozom, Patateste 48, Bal arısında 32, İnsanda 46 kromozom mevcuttur. Bu sayı, diploit adını alır ve 2n ile gösterilir. İnsan için 2n=46’dır.

Türlerde kromozom sayısını sâbit tutmak için cinsiyet hücreleri olgunlaşmadan önce mayoz bölünme geçirerek diploit sayısını yarıya (n) indirger. Mayoz, yalnız eşey hücrelerinde görülür. Döllenme sonucu hâsıl olan zigot, dişiden “n” ve erkekten “n” kromozomu alarak “2n” sayısına ulaşmış olur. Böylece türlerin sâbit kromozom sayısı korunmuş olur.

Evrimcilerin iddia ettiği gibi, canlılar basitten mükemmele doğru birbirinden türemiş olsaydı, kromozom sayılarında da evrim sıralamasına uygun olarak bir düzen bulunması gerekirdi. Başka bir ifâdeyle; eğer türler, tek hücrelilerden çok hücrelilere, omurgasızların omurgalılara gelişmesi netîcesinde meydana gelseydi, kromozom sayılarında da düzenli bir artış beklenirdi.

Halbuki, canlılarda sınıflandırma basitten mükemmele doğru olduğu hâlde, buna uygun olarak kromozom sayılarında düzenli çıkış veya inişe rastlanmamaktadır. Meselâ; yuvarlak solucanlardan Ascariste 2, bir hücrelilerden Radiolariada 800, Salyangozda 24, Emyste (Bataklık kaplumbağası) 50, Serçede 60, Fârede 44, İnsanda 46, Böceklerden Lyandrada 380, Sivrisinekte 6 kromozom bulunmaktadır.Türlerdeki bu kromozom sayılarının düzensizliği, evrim nazariyesini reddetmektedir. Kromozom sayılarını, evrimin ispat malzemesi olarak ileri süren evrimciler, tam bir yenilgiyle karşılaşırlar.

Kromozom sayısının yüksek veya düşük oluşu, organizmanın gelişmiş veya ilkel oluşuna bağlı değildir. Bâzı canlı türlerinin kromozom sayıları aynıdır.Meselâ; insanın, kurt bağrı bitkisinin ve bir çeşit tropikal balığın kromozom sayıları 46’dır. Bu türlerin kromozom sayılarının aynı oluşu, birbirinden türediklerini veya yakın akraba olduklarını göstermez. Çünkü, kromozom sayıları aynı olmasına rağmen, taşıdıkları genler ve genleri meydana getiren DNA’ların şifreleri farklıdır. Her canlı türünün organizasyon ve karakter programı genlerde kotlanmıştır.Hayat programı türlerde farklıdır. Hatta bu programlanma, tür içindeki bireylerde bile, mayoz bölünmede krossing-over esnâsındaki gen alış verişiyle çeşitlenir. Üreme hücrelerinin mayoza uğrayarak, kromozom sayılarını yarıya indirgemesi esnâsında, homolog kromozomların birbirine sarılarak aralarında gen değişimi yapmalarına “krossing-over” denir. Krossing-over olayı ile, aynı türün fertleri arasında farklı özellikler ortaya çıkar. Krossing-over sâyesinde aynı ana babanın birbirine benzemeyen çocukları olur. Üreme hücrelerinde mayoz esnâsında krossing-over olmasaydı, türlerde yavrular, tek yumurta ikizleri gibi birbirinin tıpatıp benzeri olurdu. Mayoz, türlerde kromozom sayısını sâbit tuttuğu gibi, tabiatta çeşitliliği de sağlar.

Semâvî kitaplara göre, insan müstakil yaratılmıştır ve bütün târih boyunca, hep kendi türü içinde kalarak gelişmiştir.

Evet, insanın kendi türünün aslî özelliklerini kaybetmeksizin önemli istihâleler geçirmesi mümkündür. Nitekim, insanoğlu “döl yatağında” tek hücreli bir canlı olmakla başlayıp, doğumuna kadar, çok değişik istihâleler geçirmektedir. (İstihâle; bir hâlden başka hâle geçiş, başkalaşma, metamorfoz demektir.) Biyologlar insanın “döl yatağındaki” bu gelişimine, “ontogenez tekâmül” diyorlar. Yine biyologlar “ana rahmindeki” bu gelişme ve büyüme vetiresini (sürecini) safhalara ayırarak incelemişlerdir. Onlar, döllenmeden iki haftalık oluncaya kadar geçen devreye “germinal devre”, iki haftalıktan iki aylığa kadar olan devreye “embriyal devre” ve iki aylıktan doğuma kadar olan devreye de “fetal devre” adını verirler. Biyologlar, “germinal devre”yi de morula, blastula ve gastrula adını verdikleri üç safhaya ayırırlar ki, bütün bu tasnifler, yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı kerîmin verdiği haberlere uygundur. Yüce dînimiz İslâma göre de insan “dölyataklarında kılıktan kılığa girer” ve orada çeşitli safhalardan geçerek gelişir. Bu hâli, El-Hac sûresinin 5. âyeti ve Âl-i İmrân sûresinin 6. âyetleri bildirmektedir.

Şimdi, “evrimciler” soruyorlar; insanın “dölyataklarında” geçirdiği bu mâcerâ, sakın, insan türünün geçirdiği mâcerânın bir özeti olmasın? Yâni, insan, “ana rahminde” kılıktan kılığa girerek gelişmektedir, acabâ, insan türü de böyle mi gelişti?

Darwinistler, bir türün gelişim istihâlelerini, sanki türden türe geçiliyormuş gibi, bir açık gözlülük ile saptırmak istemişlerdir. Oysa, insan, dölyataklarında, hangi kılığa girerse girsin, daimâ, insan olarak kalmış, insanın genetik özelliklerini ifâde etmiştir. Oysa Darwinistlere göre, insanın dölyataklarındaki mâcerâsı; “döllenmiş bir yumurta hücresinin, önce çok hücreliye, oradan omurgasızlara, oradan balığa, oradan amfibyaya, reptilyaya, nihâyet iptidâî memelilere (meselâ kanguruya), sonra maymuna ve iptidâî insana dönüşerek geliştiğini” ifâde etmektedir.

Her canlı türünün gelişme modeli farklıdır. İnsanın “dölyatağındaki mâcerâsını” incelediğimizde görüyoruz ki, insan, gelişiminin her safhasında, genetik yapı olarak dâimâ insandır. Bu durum diğer canlılar için de geçerlidir. Her canlı, gelişimin her safhasında kendi türünü ifâde eder. Meselâ, maymun kendi türünün özellikleri içinde, doğum öncesi ve sonrası safhalardan geçerken, insan, ondan farklı olarak kendi türünün gelişim modelini yaşar. Bu gelişim modellerinin birbiriyle alâkası yoktur. Sâdece, dış ve kaba benzerliklere bakarak, türleri birbirine ircâ etmek (döndürmek, katmak) insanı komik duruma düşürebilir. İlim için en büyük tehlike, “kaba kıyaslamalar”dır.

Değişik ırklara ve renklere ayrılmalarına rağmen, bütün insanlar, aynı genetik yapıya sâhiptirler ve aynı “gelişim devreleri”nden geçerek olgunlaşırlar. Farklı ırklar, kendi aralarında evlenerek üreyebilmektedirler. Evet, hiç şüphe yoktur ki bütün insan ırkları, bir tek türü ifâde ederler. Yâni, bütün insanlar, Âdemoğullarıdır.

Irkların nasıl teşekkül ettiği konusu, ayrı bir araştırma sâhasıdır ve bu konuda önemli yayınlar da yapılmaktadır. Irkların teşekkülü, ister İbn-i Hâldun ve Lamarck gibi düşünerek “coğrafî ve kozmik etkiler” ile, ister Darwin ve taraftarları gibi “tabiî eleme” (seleksiyon) ile yahut “mutasyon”larla açıklansın, ırklar dâimâ bir türü ifâde ederler. Bu husûsu, bütün canlı tabiatta müşâhede etmek mümkündür. Aynı tür bitki ve hayvanlar arasında da değişik renk ve biçimlere, yâni ırklara rastlamak, her zaman mümkündür. Bu sebepten, insanlar arasındaki renk, iskelet ve kafatası biçimlerinin farklılıklarından hareketle, ırkları, sanki ayrı türlermiş gibi görmeye ve göstermeye çalışmak çok yanlıştır. Çünkü, bu tip iddiâlar, her şeyden önce, modern biyolojinin verileri (gerçekleri) ile ve “verâset kânunları” ile çelişmektedir.

Evrimciler etiketlerine sığınarak ilimde sahtekârlık yapmaktan da sıkılmamışlardır. 1912 yılında Londra Tabiat Târihi Müze Müdürü Arthur Woodward ile tıp doktoru Charles Dawson tarafından, İngiltere’nin Sukses şehrinde, Piltdown yakınındaki bir çukurda bir fosil bulundu. Sonradan “Piltdown adamı” adı verilen bu fosil, maymun-insan arası kabul edilen fosiller içinde en güvenilir olarak şöhret buldu. Çünkü kafatası, çene kemikleri ve dişleri tamdı. Bu yaratığın kafatası ve dişleri insanınkine, çene kemikleri ise maymunun çene kemiğine benziyordu. 40 yıl bu fosile dayanılarak, insanın maymundan nasıl evrimleştiğine dâir makâleler ve kitaplar yazıldı. İlk insanın topraktan yaratılmadığı savunuldu. Mukaddes kitaplarla alay edildi.

Bu fosilin şüpheli bâzı taraflarının bulunduğunu, bu bakımdan yeniden tedkikten geçmesini isteyen bilim adamlarına önceleri müsâde edilmedi. Fakat son senelerde (1953’te) bir Alman heyeti bu fosil üzerinde yeni bir çalışma yapmaya muvaffak oldu. Kemik parçalarını Flor, Azot ve X ışınları testlerine tâbi tuttu. Çalışma sonunda bu heyetin yaptığı açıklama ilim çevrelerinde büyük şaşkınlığa ve hayrete sebeb oldu. Sonuç, ilim adına yüz kızartıcı bir skandaldı. Hâdise şu idi: Ch. Dawson, insan kafatasını alıp, bunu 10 yaşında bir orangutan maymununun çene kemiğine yerleştirmişti. Çene kemiğine insana âit dişleri yerleştirmek için de, çene kemiğinin bâzı yerlerini eğelemiş ve bu kemiklere eskiye âit olduğu görüntüsünü verebilmek için de, potasyum bikromat ile yer yer lekelemişti. Tabiî, bunu önce toprağa gömüp daha sonra çıkararak merâsimle takdim etmişti. Bu sahtekârlık ortaya çıktığında ise Ch. Dawson çoktan ölmüştü. Olay, târihe “Piltdown Sahtekârlığı” olarak geçti. Sahtekârlığı çıkaran ekipten Le Gros Clark, 40 yıl bu sahtekârlığın fark edilememesini haklı olarak şöyle sormaktaydı: “Dişler üzerinde yıpranma intibâını vermek için sun’î olarak oynanmış olduğu o kadar âşikâr ki, nasıl olur da şimdiye kadar bu izler dikkatten kaçmış olabilir?”

İnsanın maymundan geldiğini ispat için ileri sürülen delillerden birisi de “Nebraska adamı” olarak adlandırılan varlığa âit bir tek azı dişidir. 1922’de Nebraska’da Pliosen devrine âit bir tek azı dişi bulundu. Evrimciler, bu dişin tahmînen bir milyon yıl önce yaşamış bir insana âit olduğunu îlân ettiler. Bir tek azı dişinden ilhâm alarak Nebraska adamının eşi ile berâber gazetelerde hayâlî resimleri çizildi. Amerika ve İngiltere basınında bunun için günlerce makâleler yazıldı. Sonra yapılan tedkikler o dişin bir çeşit domuza âit olduğunu ortaya koydu(!).

1921 yılında Dr. Davidson Black, Çin’in Pekin şehrinden 40 km uzağındaki bir çukurda iki azı dişi buldu. Daha fazla bir delile gerek duymadan, sırf bunlara dayanarak insan benzeri bir varlığın Çin’de yaşamış olduğunu açıkladı. Bu varlığı da Pekin Adamı (Sinantropus pekinensis) adını verdi.

Kazı ile görevli Dr. W. C. Pee, 1927’de bir azı dişi daha ve 1928’de de kafatası parçaları ile iki alt çene kemiği buldu. Davidson Black, bu fosillerin de Pekin adamına âit olduğunu îlân etti. Evrime delil olarak ileri sürülen bu materyaller, iki diş hariç 1941-1945 yılları arasında kayboldu (!).

O’Connel’a göre; “Pekin adamının insana yakın bir varlık olarak tarif edilmesi tam bir hîlekârlıktır. Evrim düşüncesiyle Pekin adamı için yapılan modeller, eldeki fosillere uymamaktadır. Bu hakikati gizlemek için Pekin adamına âit fosiller ortadan kaldırılmıştır.” Prof Gish; “Pekin adamı için yapılan tarafgirlik ve hîlekârlık, bir domuz dişine dayanılarak Nebraska adamı için de yapılmıştır. Pildown adamı da ayrı bir sahtekârlıktır.” demektedir.

Java adamı olarak ileri sürülen varlık da; yarım kafatası, uyluk kemiği, iki büyük ve bir küçük azı dişinden ibârettir. Bu parçalar, Doğu Hind Adalarında birbirinden uzak mesâfelerde ve 1891-1898 yılları arasında bulundu.

Fosiller üzerindeki araştırmalarıyla dünyâca ünlü Koenigswald, Vallois gibi bilim adamları; “Java adamı denilen varlık, hakikatte bir maymundur. Maymun kafatası ile insan uyluğu birleştirilmiş, adına Java adamı denilmiştir.” demektedirler. Bu hususta en önemli açıklama ise Dubois’in îtirafıdır. Bu fosilleri bulan ve Java adamı adını veren Mr. Dubois, ölmeden önce gerçeği îtiraf etmiştir: “Java adamı olarak ileri sürdüğüm varlık, gerçekte bir gibbon maymunudur.” demiştir. Fakat iş işten geçmiş, Java adamı evrimciler arasında müstesnâ yerini almıştır.

Önceleri ateşli bir evrim taraftarı olan Douglas Dewar insanın atası olarak yayınlanan resimlerle ilgili olarak, İnsan Özel Yaratık adlı kitabında; “İnsanın farazî cetlerinin bir dişe, kafatası parçasına veya bir çene kemiğine dayanarak uydurma resimlerinin çizilerek toplumun kandırılması bir skandaldır. Toplum bu resimlerin hayal mahsulü olduğunu bilmemektedir.” demektedir.

Biyologlar, insan ile hayvanlar arasındaki farkı, yalnız madde bakımından inceliyor. Halbuki insanla hayvan arasındaki en büyük fark, insanın rûhudur (Bkz. Rûh). İnsanlarda “İnsânî rûh” vardır. İnsanın en şerefli mahluk olması bu rûhtan gelmektedir. Kur’ân-ı kerîm, bu rûhun ilk olarak Âdem aleyhisselâma verildiğini bildirmektedir. Hayvanlarda bu rûh yoktur. Maddecilerin, felsefecilerin bu rûhtan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli, yapısı maymuna benzese de insan insandır. Çünkü rûhu vardır.Maymun ise hayvandır. Çünkü bu rûhtan ve rûhun hâsıl ettiği üstünlüklerden mahrûmdur. Rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler bitki ve hayvanların kuvvetleri gibi değildir.

Görülüyor ki insan ile hayvan tamâmen birbirinden ayrıdır. Aralarında hiçbir zaman bir geçiş olamaz, birbirine dönemez. Hayvanlar içinde insana en yakın hayvanın maymun olduğu, asırlar önce İslâm âlimlerinin kitaplarında meselâ İbn-i Haldun Târihi mukaddimesinde ve Mârifetnâme’nin 28. sayfasında yazılıdır. Hayvanlar, derece derece birbirlerinden üstündür.Meselâ, en aşağısı süngerlerdir. En üstünleri ise, at, maymun ve papağandır. Hayvanların üstünlük sırasını İslâm âlimlerinden Ali bin Emrullah, Darwin’den çok önce yazmıştır. Darwin 1809’da doğup, 1882 yılında ölmüştür. Ali bin Emrullah ise 1507’de doğmuş, 1570’te vefât etmiştir. Darwin, İslâm âlimlerinin kitaplarından bu gerçeği öğrenerek; “Hayvanların yaratılışlarında, bir tekâmül, bir üstünlük sırası vardır.” demiştir. Fakat sonradan materyalistler tarafından Darwin’in bu görüşleri istismar edilmiştir. Sözleri değiştirilerek “Hayvanlar, birbirine döner. Yüksele yüksele insan olur.” şeklinde gençliğin önüne sergilenmiştir. Bu fikirlerine de “Darwin Teoirisi” adını vermişlerdir. Ayrıca Kur’ân-ı kerîmde isyân eden bâzı kimselerin cezâ olarak maymuna çevrildiği bildirilmektedir. Ancak; bunlar için Behcet-ül-Fetâvâ’da diyor ki: “Maymunlar, eski insanlardan maymuna çevrilenlerin soyundan değildir.Maymunların insan soyundan olduğunu söylemek yanlıştır. Çünkü insandan çevrilenler üç günden çok yaşamadı, yok edildiler.” denilmektedir. Esâsen Darwin bile insanların maymundan türediğini söylememiştir. Söylese bile ilmî hiçbir değeri olmaz. İlk insan, topraktan yaratılan Âdem aleyhisselâmdır. Maymun ve diğer canlıları da yaratan Allahü teâlâdır. Bir İtalyan profesörü de; “İnsanlar maymundan değil ayıdan türemiştir.” diyerek şöyle bir iddiâda bulunmuştur: “İnsanların maymundan değil, ayıdan geldiğine dâir üç delîlim vardır:

1. Ayı yavrusunu döverken insan gibi tokatlar, maymun ise ısırır.

2. Ayı dişisi ile yavrularından ayrı bir yerde yatar.Halbuki maymunlar hep berâber yatarlar.

3. Oyuncakçı dükkanına giden bebekler, ayı oyuncaklarını tercih ederler. Bu delîller ceddimizin ayıdan geldiğini göstermektedir.” diyor.

İtalyan profesörünün nazariyesinin, ceddinin maymundan geldiğini söyeleyenlerinki gibi asılsız olduğu meydandadır. İlmî hiçbir değeri yoktur. İslâmiyet, insanın toprak maddelerinden yaratıldığını bildirmektedir. Bu husus, yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle açıklanır: “And olsun, biz, insanı salsaldan (kuru ve pişmiş çamurdan) sûretlenmiş bir balçıktan yaratmışızdır.” (El-Hicr sûresi: 26). Bu “balçık”, hayâtın bütün sırlarını ihtivâ eden ve husûsî bir sûrette terkib edilmiş bir hârika ve hülâsadır. Nitekim yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurulur: “And olsun, biz insanı, balçıktan bir hülâsadan yaratmışızdır.” (El-Mü’minûn sûresi: 12)

İlk yaratılan insan, “bir tek can” hâlinde tomurcuklandı, sonra, henüz esrârını çözemediğimiz bir biçimde “iki cinse” ayrıldı. Böylece, hazret-i Âdem ile hazret-i Havvâ, yanyana gelişerek “insan türünün nüvesi” oldular. Nitekim bugün dahi, “erkek”, kendi bünyesinde X ve Y faktörlerini (kromozomlarını) birlikte taşımaktadır. Yâni, hazret-i Âdem’in oğulları, tıpkı ataları gibi, yine her “iki cinse” kaynaklık etmektedirler. Bu husus, yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle açıklanmaktadır: “Ey insanlar! Sizi, bir tek canlıdan yaratan, ondan, yine zevcesini vücuda getiren ve ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbiniz’den çekinin.” (En-Nisâ sûresi: 1)

Hadîs-i şerîfte ise: “İnsanlar hazret-i Âdem’in çocuklarıdır. Hazret-i Âdem ise topraktan yaratıldı.” buyrulmaktadır.

Hıristiyanlar ve Yahûdîler de, insanların Âdem aleyhisselâmdan geldiklerine inanırlar. Maymun veya ayıdan geldiğini söyleyenler ise hiçbir dîne uymayan ateistler olmuştur.

Darwinizm’in ilmî bir teoriden çok “metafizik bir teori” olduğu ilim dünyâsınca kabul edilmiştir. Eski ABD başkanlarından Reagan bile; “Eğer bu teori okullarda okutulacaksa, İncil’in yaratılışa dâir bahsi de berâber okutulmalıdır.” demiştir. Yine eski başkanlardan Carter de; “Benim inancım, yaratılıştaki hâkimiyet Allah’a âittir.” demiştir.

İçlerinde Nobel ödülü almış profesörlerin de bulunduğu 200 bilim adamı, Darwinizmin hiçbir bilimsel temele dayanmadığını, hayâtın oluşması biçimini kesinlikle îzah etmediğini ve hayâtın bir tesâdüf eseri oluşmadığını belirttiler. Fransa’da 13-19 Ekim 1991 târihleri arasında Paris’in 170 kilometre güneybatısındaki târihi Blois Şatosunda düzenlenen “Hayâtın Başlangıcı” konulu ilmî sempozyumda bir araya geldiler. Bu ilim adamları arasında Stanley Miller, Nobel Kimya ödülü sahibi Manfred Elgen, NobelTıp ödülü sahibi Christian de Duve ve Nobel Fizik ödülü sahibi Pakistanlı alim Abdüsselam da hazır bulundu.

Toplantıya katılan İtalya’nın Prouse Üniversitesi genetik profesörlerinden Guiseppe Sermonti, Darwinizm’in bir hatâ olmaktan çok ahlâk kurallarını çiğneyen bir canavar olduğunu belirterek genetikteki gelişmelerin Darwin teorisiyle taban tabana zıt olduğunu belirtti. İtalyan Sienne Üniversitesi Profesörlerinden Roberto Fondi; “Bilinen en eski kayaçlar 4 milyar yaşındadır. İlk canlılar, bakteriler ve su yosunlarının ortaya çıkmaları 3.5 milyar sene önce olduğuna göre aradaki kısa sürede ilk canlının oluşmasının mümkün bulunmadığını bu da kâinâtın bir yaratıcısının bulunduğunu bize gösterir.” dedi. Prof. Fondi; “Kanada’da yapılan kazılarda 3 milyar sene önce tek hücrelilerin birarada bulunması Darwin nazariyesinin çürüklüğünü bize gösterdi.” şeklinde konuştu.

Toplantıya katılan Amerikan Harward Üniversitesi Matematik Profesörü Schutzenberger de; “Dünyânın ve daha geniş ölçüde kâinâtın ve insanların doğuşunu tesâdüflere bağlamanın imkânı yoktur. Her şey belirli bir uyum içinde meydana getirilmiştir.” dedi. Schutzenberger; “Yapılan deney ve incelemeler hiçbir olayın tesâdüfî olmadığını her şeyin ilâhî irâde dâhilinde gerçekleştiğini gösteriyor.” şeklinde görüşlerini özetledi.

İngiliz ilim birliğinin 1980 senesinde Salford’da düzenlediği toplantıda Swansea Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. John Durant; “Darwin’in insanın menşei ile ilgili görüşleri, modern bir efsâne olup çıktı. Bu efsâne ilmî ve içtimâî gelişmemize zarardan başka bir şey vermedi.Tekâmül masalları, ilmî araştırmalar üzerinde tahrib edici tesir yaptı. Tahrifâta, lüzumsuz münâkaşalara ve ilmin büyük ölçüde suistimallerine yol açtı. Şimdi Darwin’in teorisi dikiş yerlerinden patlamış, geriye perişan ve bozuk bir düşünce yığını bırakmıştır.” dedi. Prof. Durant’ın vatandaşı hakkında söylediği bu sözler, Darwincilere ilim adına verilen en enteresan cevaplardan biridir.

DAUDET, Alphonse

Fransız yazarı. 1840 yılında Fransa’nın güney bölgesinde yer alan Nimes’te doğdu. Oldukça başıboş ve sefâlet içinde geçen renkli gençlik yıllarından sonra hayâtını kazanmak endişesi içinde gezdi. Alais Kollejinde yardımcı öğretmen oldu. Kardeşi Ernest Daudet’in yardımını gördü. Paris’e gitti.

1868 yılında Le Petit Chose=Küçük Şey adlı ve hayâtının ilk zamanlarını anlatan eseriyle romancılık sâhasına girdi. Bir kısım yazılarının yanında Lettres de mon Moulin=Değirmenimden Mektuplar (1869), Contes du Lundi=Pazartesi Konuşmaları (1873) adlı eserleriyle bir hikâyeci olarak tanınır. Fakat onun gerçek bir romancı olduğunu belirtmek gerekir. Hikâyelerinde letâfet ve zarâfeti ön plâna alan Daudet, Tartarin de Tarascon (1872) adlı romanında popüler yönden dikkat çekmiş bir kahramanı ortaya koymuştur. Bu eserini Fromont Jeune et Risler aine= Genç Froman ve BüyükRisler (1874), Jack (1876), Le Nabab (1877), L’Evangeliste=İncil Yazarı (1883) adlı romanları takib etmiş ve Daudet bu eserlerinde romanının son şeklini bulmuştur. Sapho =Safo (1884) adlı romanı eserlerinin en iyisi kabul edilmektedir.

Yazarın bu eserlerine Les Rois en Exile=Sürgündeki Krallar (1877), Numa Roubestan (1881), Tartarin sur Les Alpes=Tartarin Alplerde (1885),İmmortel=Ölümsüz (1888), Port-Tarascon=Taraskon Limanı (1890), La Petite Paroisse=Küçük Cemâat (1895), Suotien de Famille= Evin Direği (1898) adlı eserlerini de ilâve etmek gerekir. Ayrıca Souvenirs d’un Homme de Lettre=Bir Edebiyatçının Hâtıraları (1888) ve Trente ans de Paris=Paris’te 30 Yıl adlı iki ciltlik hâtıra eseri vardır. Oyunlarının en güzeli olan Arlesienne=Şehirli Kızı (1872) yılında yazmıştır.

Kuruluşundan îtibâren Concurt Akademisine üye oldu. Eserleri natüralist ekole girerse de tam mânâsıyla natüralist değildir. Kitaplarının hayâtı tanıtan vesîkalar olmasını istemesi bir başka özelliğidir.

Emile Zola ile aynı yaşta olan Daudet, 1870 yılından sonra doğacak olan natüralist cereyânın içinde kısmen yer alır. Bilindiği gibi bu cereyânın asıl temsilcileri Emile Zola (1840-1902) ile Mapussant (1850-1903)dır. Daudet, Edmond de Goncourt gibi geçmişi zengin bir yazardır. Bundan dolayı Zola’nın tilmizliğini kabul ederek natüralizme tamıtamına bağlı kalamazdı. Bu sebepten Zola ile araları açılan Daudet’in natüralizmi nazariyâtta kalmıştır. Bu yönü ile Zola onun eserlerinin fantaisistes (fantezist) olduğunu söylemiştir. Zâten felsefe îtibâriyle Darwin’in evolution (gelişme) ve heredite (irsiyet) hakkındaki nazariyesine sıkı sıkıya bağlı olan Zola’nın felsefesine Daudet’in bağlı kalmasına imkân yoktu. Zirâ Daudet daha başlangıçta hassas ve şâir ruhlu bir yazar olarak ortaya çıkmıştır. Gerek romanları gerekse hikâyelerinde yer alan sahneler, derin ve ince duyguların çocukluk hâtıralarıyla beslenmiş şeklidir. Hayattan alınmış notlar, portreler, hakîkatle hayâl, duygu ile müşâhede, hâsılı her şey onun eserlerinde güzel ve açık bir üslûpla imtizâc hâlindedir. Eserlerinin romantizme, natüralizme ve realizme açık olduğunu ve bunlar arasında gidip geldiğini söylemek de mümkündür. Belki de eserlerindeki çekicilik sırrı buradadır. Onun asabî, heyecânlı sanatı derin olmaktan ziyâde latiftir.

Daudet, 1897 yılında Paris’te öldü. Öldüğü yıllarda natüralist mektep de can çekişiyordu. Yukarıda da belirtildiği gibi Edmond be Goncourt’la birlikte bu ekol içinde tam mânâsıyla yer almamıştı.

DÂVÂ

Alm. Gerichtliche Klage (f), Prozess (m), Fr. Proces (m), demande (f), İng. Suit; claim. Bir hakkın, devlet kanalıyla devletin organları olan mahkemeler vasıtasıyla kullanılması. Dâvâ; aslî (başlıbaşına bir iddia olup, başka bir dâvâyla ilgisi bulunmayan) ve fer’î (asıl dâvânın teferrûatından olarak, diğer bir şey hakkında hüküm verilmesinin istenilmesi) olur. İhtilaflı ve ihtilafsız veya cezâ dâvâsı, hukuk dâvâsı, idârî dâvâ, amme (kamu) davası, şahsî dâvâ olarak da târif edilir.

Hukuk dâvâları: Edim dâvâları, tesbit dâvâları, yenilik doğuran olmak üzere üçe ayrılır: Hak sâhibinin, bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını, yâni bir ediminin yerine getirilmesini istediği dâvâlara “edim” dâvâları denir.Mahkemelerdeki dâvâların çoğu bu çeşittir. Alacak dâvâları, tazminât dâvâları gibi. Bir hukûkî bağın var olup olmadığının tesbit edildiği dâvâlara “tesbit dâvâları” denir. Evlilik dışı çocukların neseplerinin tesbiti gibi.

Mahkeme gününe kadar var olmayan veyahut hâkimin kararı olmadan var olmayacak olan hukûkî sonuçları meydana getiren dâvâlara “yenilik doğuran dâvâlar” denir. Boşanma davaları gibi.

Dâvâ edene dâvâcı, dâvâ edilene de dâvâlı denir. Dâvâ konusu olan husûsa “dâvâ olan şey” denir.

DAVENPORT, John

Şark ilimleri ile uğraşan İngiliz bilim adamı. On dokuzuncu asrın sonunda yaşamış olan Lord John Davenport Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı Kerîm adındaki İngilizce kitabı ile meşhurdur. Bu kitab önce Londra’da, sonra birkaç kere de Hindistan’da basılmış, 1928’de Türkçesi yayınlanmıştır. Kitapta şöyle demektedir:

Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, Müslümanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebeb olmuştur.Müslümanlar muharebede kılınca boyun eğen yabancı din adamlarını, dâimâ afla karşılamışlardır. Juryo diyor ki: “Müslümanların Hıristiyanlığa karşı davranışı, papalığın ve kralların müminlere uygun gördüğü muâmele ile aslâ kıyas edilemez. Meselâ 1572 yılı Ağustosun 24. günü, yâni Saint Bartelemi yortu günü, Dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerina’nın emriyle Paris civârında 60.000 Protestan öldürüldü. Böylece nice işkencelerle dökülen Hıristiyan kanları, Müslümanların harp meydanlarında döktükleri Hıristiyan kanlarından kat kat daha fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı İslâmiyetin zâlim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin hiçbir vesîkası yoktur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslümanların, gayr-i müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir çocuğunki kadar yumuşak olmuştur”

John Davenport’un bu kitabı misyonerler tarafından piyasadan toplanıp kaybedilmek istenmiştir.

DÂVUD ALEYHİSSELÂM

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdârdı. Soy bakımından Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna dayanır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs’te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefât etti. Kendisine İbrânî dilinde Zebûr kitâbı verildi. Sesi çok güzel ve tesirliydi. İsmi Kur’ân-ı kerîmde on altı yerde geçmektedir.

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İsrâiloğullarına birçok peygamberler gönderdi. Bu peygamberler insanları Tevrât’ın hükümleriyle amel etmeye dâvet ettiler. Fakat zaman geçtikçe azgınlaşan İsrâiloğulları, Tevrât’ın hükümlerini değiştirdiler, peygamberlerini dinlemediler, ahlâkları tamâmen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi hükümdârı Câlût’u karşılarına belâ gönderdi. Câlût, İsrâiloğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Tâlût isimli bir hükümdâr gelerek memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût’un üzerine yürüdü. Tâlût’un ordusunda bulunan Dâvûd aleyhisselâm, Câlût’u öldürdü. Tâlût’un ölümünden sonra, Dâvûd aleyhisselâm İsrâiloğullarının hükümdârı oldu. Bir müddet sonra Allahü teâlâ kendisine peygamberlik vazîfesi ve Zebûr adlı kitabı verdi. İnsanları Allahü teâlânın dînine dâvet etti ve adâletle hükmetti. Filistin, Sûriye ve Arap Yarımadasının birkısmını fethederek memleketi genişletti. Kudüs’ü başkent yaptı. Ayrıca Amman, Haleb, Nusaybin ve Ermenistan’ı da fethetti.

Mescid-i Aksâ adıyla Kur’ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını başlattı. Mescidin yapılıp bitirilmesi işini oğlu Süleymân aleyhisselâma vasiyet ederek, yüz yaşında vefât etti. Kabrinin Kudüs sûru dışında olduğu rivâyet edilir.

Dâvûd aleyhisselâmın çok güzel ve tesirli sesi vardı. Kendisine İbrânî dilinde Zebûr kitabı geldi. Bu kitap, manzum şeklinde olup, eski manzum kitapların en meşhurudur. Zebûr, meşhur dört ilâhî kitaptan biri olup, Tevrât’tan sonra gönderilmiştir. Vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrât’ı kuvvetlendirdi. Onu açıklayıp onunla amel etmeye çağırdığından,Tevrât’ın hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. Dâvûd aleyhisselâm, hazret-i Mûsâ’nın getirdiği dîni kuvvetlendirdiğinden resûl olmayıp, Benî İsrâil’e gönderilen nebîlerden biridir.

Dâvûd aleyhisselâm çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Gündüzü oruçla, geceyi namaz kılarak ibâdetle geçirirdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyurdu. Bir gün oruç tutar, öbür gün tutmazdı.

Allahü teâlâ mûcize olarak dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti. Yanık sesiyle Zebûr’u okumaya başlayınca, kuşlar havadan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebûr’u tekrar ederlerdi.

Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli verebilme mûcizesi vermişti. Demirden zırh yapar, elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd’un huzûruna gelip, ona tam bir bağlılıkla hizmet ederlerdi.

Kur’ân-ı kerîmde Bakara, Nisâ, Mâide, En’âm, İsrâ, Enbiyâ ve Sâd sûrelerinin birçok âyet-i kerîmelerinde Dâvûd aleyhisselâmdan bahsedilmektedir.

DÂVUD EFENDİ

On beşinci yüzyılda Bursa’da yetişmiş olan evliyâdan. Büyük velî Emîr Sultan hazretlerinin dördüncü halîfesidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1499 (H. 904) senesinde Bursa’da vefât etti.

Önceleri Bursa’daki Muhammed Han medresesinde ilim tahsiliyle meşgûlken, Emir Sultan hazretlerinin halîfelerinden Lütfullah Efendinin üstün hâllerini görerek onun hizmetine koştu ve sohbetlerinde bulundu. Lütfullah Efendinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişerek ilim ve ahlâk yönüyle olgunlaştı, tasavvuftaki yüksek derecelere kavuştu. Bu durumu gören eski talebeler; “Biz ondan çok önce hizmet ve sohbete kavuşmuşken, Dâvûd Efendi hepimizi geçti. Bu ne iştir?” dediler. Bu sözü duyan Lütfullah Efendi; “Rehbere her bakımdan teslim olmayınca, maksada kavuşmak ham hayâldir.” buyurarak, işin iç yüzünü açıkladı.

Dâvûd Efendi, Lütfullah Efendinin kızıyla evlenip dâmâdı oldu. Lütfullah Efendinin vefâtından sonra hocasının yerine ilim öğretmeye devâm etti. 1499 senesi Receb ayında vefât etti. Bursa’da Emîr Sultan Câmii şerîfi civârında defnedildi.