DÂRE KUTNÎ
Onuncu yüzyılda yetişmiş büyük hadîs âlimi. İsmi, Ali bin Ömer bin Ahmed bin Mehdî, künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Dâre Kutnî diye meşhûr olmuştur. 918 (H. 306) senesinde Bağdât’ın Dâre Kutn Mahallesinde doğdu. 995 (H. 385) senesinde Bağdât’ta vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsiline başlayan Dâre Kutnî, Bağdât’ta zamânın âlimlerinden ilim öğrendi. Ebû Saîd el-İstahrî’den fıkıh ilmini, İbn-i Mücâhîd, Muhammed bin Hasan en-Nakkâş ile bâzı âlimlerden kırâat, yâni Kur’ân-ı kerîmi okuma ilmini öğrendi. Basra, Kûfe, Vâsıt, Sûriye ve Mısır’a giderek, Ebü’l-Kâsım el-Begâvî, Ali bin Abdullah bin Mübeşşir el-Vâsıtî, Ebû Saîd el-Adevî, Yûsuf ibni Yâkub Nişâbûrî, Ebû Hâmid bin Hârûn el-Hadramî gibi pekçok büyük âlimden ve zamânın en meşhûr muhaddislerinden hadîs-i şerîf öğrendi ve ilim aldı. Tekrar Bağdât’a döndü. İlimde zamânının üstâdı oldu. Pekçok talebe yetiştirdi. Ebû Hâmid İsferâyinî, Ebû Abdullah Hâkim, Ebû Nuaym el-İsfehânî, Ebû Kâsım et-Tenûhî, Ebû Muhammed el-Cevherî gibi pekçok âlim, ondan ilim öğrendi ve rivâyetlerde bulundu. Fakat onların en meşhurları, Hâkim Nişâbûrî, Ebû Hamîd İsfehânî, Ebü’t-Tayyib Taberî ve Hilyet-ül-Evliyâ kitâbının sâhibi Ebû Nuaym el-İsfehânî’dir. Hadîs ilminde hâfız derecesinde olan, yâni yüz bin hadîs-i şerîfi senet ve metinleriyle ezbere bilen Dâre Kutnî 995 senesi Zilkâde ayının sekizinci Çarşamba günü Bağdât’ta vefât etti. Bâb-üd-Deyr Mezârlığında Mâruf-ı Kerhî’nin yanına defnedildi.
Dâre Kutnî, zamânının muhaddisi, yâni yüksek hadis âlimi olup, ilmiyle amel eden, İslâmiyete uymakta çok gayretli, güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Hadis ilmi dışındaki fıkıh, kırâat ve edebî ilimlerde de zamânının bir tânesiydi. Çok zekiydi. Hangi ilimden olursa olsun, onun yanında bir şeyden bahsedildiği zaman, onun o ilimde mutlaka bilgisi olduğu görülürdü.
Dâre Kutnî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:
Bütün hastalıkların başı fazla yemektir.
Namazını vaktin sonunda kılan kimse, namazını kaçırmış olmamakla berâber, ilk vakitte kılmadığından dolayı kaybettiği fazîlet, bütün dünyâ içindekilerden daha hayırlıdır.
Sizden biriniz, bir arkadaşının bir iyiliğini bilirse, onu duyursun. Zîrâ bu o kimseyi iyiliğe teşvik eder ve iyiliğe olan hevesini arttırır.
Cömerdin (ikram ettiği) yemeği şifâ, cimrinin (ikrâm ettiği) yemeği ise hastalıktır.
Eserleri: Dâre Kutnî’nin eserlerinin en meşhuru, Sünen-i Dâre Kutnî adlı hadîs kitâbıdır. Bu eserinde yalnız mühim fıkıh meselelerine dâir hadîs-i şerîfleri ve bunların muhtelif rivâyetlerini vermiştir. Bu eseri onun fıkıh ilmindeki yüksek derecesini göstermeye kâfidir.
Diğer eserleri şunlardır: 1) İlel-ül-Hadîs, 2)İlzâmât ales-Sahîhayn, 3) Kitâb-ül- İstidrâkât vet-Tetebbû, 4) Erbeûn fil-Hâdîs, 5) Kitâb-ül-İfrâd, 6) Kitâb-ül-Mücteba, 7) Kitâb-ül-Müstacâr-fil-Hadîs, 8) Kitâb-ür-Rü’yâ, 9) Kitâb-üt-Tashîf, 10) Kitâb-ül-Kırâet. 11) Garîbü’l-Luga, 12) Ma’rifetü Mezâbib-il-Fukahâ
Alm. Missmut (m)- Verestimmung (f), Arger, Zorn (m), Fr. Broulle, Faacherie (f), İng. Anger, irritability. Dostluğu, yakınlığı bırakmak. İnsanlar arasında kırgınlığa, muhabbetsizliğe sebeb olan dargınlık, cemiyeti kemiren mânevî hastalıklardandır. Erkek olsun, kadın olsun maddî menfaata dayanan işler için birbirlerine darılması, yâni onu terk etmesi, aradaki bağlılığı kesmesi hiç uygun değildir. Medenî, görgülü bir insanın yapacağı davranış böyle olmamalıdır. Olgun bir insan, hatâ arayan, en küçük şeyden alınan, kırılan değil, affeden, hoşgörü sâhibi olandır.
İslâm dîninde iyi bir insan; hemen kırılmayan, bütün insanlara güler yüzlü, tatlı dilli davranarak gönülleri alan insandır. İnanan bir insan, örnek kimsedir. Her yerde, herkese iyilik yapar. Müslümanlığın güzel ahlâkını, şerefini, her yerde herkese gösterir.
Dargın olana, üç gün içinde gidip barışmak çok iyidir. Güçlük olmaması için, üç gün müsâade edilmiştir. Daha sonra günâh başlar ve gün geçtikçe artar. Günâhın artması, barışıncaya kadar devâm eder. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem dargınlıkla ilgili olarak buyurdular ki:
Mü’minin mü’mine üç günden fazla darılması helâl olmaz. Üç geceden sonra, ona gidip selâm vermesi vâcib olur. Selâmına cevap verirse, sevapta ortak olurlar. Vermezse günâh ona olur.
Sana darılana git, barış. Zulüm yapanı affet. Kötülük yapana iyilik et!
Alm. Hirsel (f), Fr. Millet (m), İng. 1. Millet 2. Maize, corn. Familyası:Buğdaygiller (Gramineae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Güneydoğu, İç Anadolu, Karadeniz, Ege, Marmara ve Doğu Anadolu bölgelerinde.
Tohumları buğday gibi besin maddesi olarak kullanılabilen, bir veya çok yıllık bitki. Memleketimizde insan gıdası ve hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Van Gölü kıyı bölgelerinde ve Hakkâri’de darı türlerinden biri olan “cin darı” kavrulup taştan geçirilerek kavuzlarından ayrılır. Dâne kısmı süt ve ayranla karıştırılır ve bir nevi ekmek yapılır. Bu darı aynı zamanda bozanın da hammeddesidir. Mısır (Zea mays) bundan başkadır. (Bkz. Mısır)
Koca darı, Muğla ve Hatay bölgesinde ekmeğin ham maddesidir. Ekmeği arpa ekmeğinden lezzetlidir. Koca darı nişastası dokuma sanâyii için çok elverişlidir.
Darının yeşil kısımlarında bitki gençken “durrin” denilen bir glikozit bulunur. Bu, hayvanları zehirleyebilir. Onun için hayvanlara darılar çok taze ve yeşilken yedirilmemesi lâzımdır. Bu gibi tâze otları, gölgede 24 saat kuruttuktan sonra hayvanlara vermelidir.
Yurdumuzda en çok darı yetiştirilen illerimiz, sırası ile; Urfa, Diyarbakır, Zonguldak, Muğla, Siirt, Aydın, Hatay, Bitlis ve Adıyaman’dır.
İklim istekleri:Esas îtibâriyle tropik iklimin yerli ürünüdür. Fakat, mutedil iklime de iyi adapte olmuştur. Fazla yağıştan zarar görmez. Kum darı ve cin darı fazla rutubetten hoşlanmazlar. Darı tohumları 8-12 derecede çimlenirler. Darılar kurağa dayanıklıdır. Fakat kurakta gelişmeleri durgunlaşmaktadır. Kuraklık geçince hızlı gelişmelerine devam ederler.
Toprak istekleri:Koca darı, çok değişik toprak tipleri üzerinde yetişir ve iyi mahsul verir. Fakat en yüksek verim kumlu-killi topraklar üzerinde sağlanır. Kökleri çok derinlere inebilir. Diğer darı çeşitleri daha yüzden kök sistemine mâliktirler. Fakat çok değişik toprak tipleri üzerinde yetişebilirler. Toprakların organik maddelerce zengin olması, verimin daha fazla olmasını sağlar.
Toprak işlemesi, ekimi, hasat ve harman:Toprak pullukla sürüldükten sonra, diğer toprak işleme âletleri ile ikilemeye ve gerekirse üçlemeye tâbi tutulur.Kâfi miktarda rutûbet mevcut ise sun’î gübre veya çiftlik gübresi verilir. En iyi ekim zamanı mısır ekiminden takrîben 2 hafta sonradır. Toprak sıcaklığı 13-15 derece olmalıdır. En iyi ekim şekli, âletlerle sıraya ekimdir. Ekim derinliği toprağın durumuna göre 1-3 cm, dekara atılacak tohum miktarı 0.5-5 kg kadardır. Tohumlar çimlendikten sonra, gerekli zamanlarda çapalama ve sulama işleri yapılır. Dâne mahsulü için yetiştirilen darıların hasadı, dânelerin renkleştiği zamandan birkaç gün sonra biçilir. Bir müddet demet halinde kurutulur. Daha sonra demetler toplanır, harman edilir.
Büyük hadis âlimlerinden. İsmi Abdullah bin Abdurrahmân bin Fadl bin Behrâm, künyesi Ebû Muhammed’dir. 798 (H. 181) târihinde Semerkand’da doğup, 869 (H. 255)da Bağdat’ta vefât etti.
Hicâz, Şam, Mısır,Irak,Horasan’da büyük âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. Semerkand’a kâdı tâyin edildi. Ancak bir hüküm verdikten sonra istifâ etti. Nadr bin Şümeyl, Ebû Nadr Hâşim bin Kâsım,Mervân bin Muhammed et-Tâtârî, Ya’lâ bin Ubeyd gibi tanınmış âlimlerden (rahmetullahi aleyhim) rivâyetlerde bulundu. Ondan da; Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İmâm-ı Buhârî, Hasan bin Sâlih el-Bezzâr, Zührî ve daha başkaları (rahmetullahi aleyhim) hadîs-i şerîf rivâyet etti. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, Sahîh-i Müslim, Sünen-i Ebî Dâvûd ve Tirmizî’de mevcuttur. Müslim ondan yetmiş üç hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Zamânındaki ve kendinden sonraki hadîs âlimleri onun hadîs ilmindeki üstünlüğünü medh etmişlerdir.
Dârimî hazretleri, hadîs-i şerîf ilminde olduğu gibi, tefsîr ve fıkıh ilimlerinde de derin bir âlimdi.
Eserleri: 1) Müsned-i Dârimî (En meşhûr ve kıymetli eseri budur). 2) El-Câmi-us-sahîh: Buna Sünen-i Dârimî de denir. 3) Sülâsiyyât.
Alm. Münze, Münztätte (f.), Fr.l’hotel (m) de la monnaie, İng. Mint. Genellikle mâdenî para basılan yer. Darphânenin târihi eskilere dayanmaktadır. İlk darphânenin basit usûlde M.Ö. 640-630’larda Lidyalılar tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Abbâsîler devrinde, tâcir ve sarraflar, değerli mâdenleri halktan râyice göre satın alarak darphânede para olarak bastırabiliyorlardı. Osmanlı Devletinde ilk para baskısı Osman Gâzi zamânında yapıldı. Selçuklular döneminde olduğu gibi Osmanlı Türklerinin de birçok yerlerde, özellikle altın, gümüş ve bakır mâdenlerinin bulunduğu civarlarda darphâneleri bulunmaktaydı. 1453 yılında İstanbul’un fethiyle birlikte Fâtih Sultan Mehmed, para ve pul için ayrı ayrı darphâneler kurdurmuştu. Pul basılan yere “Pul Darphânesi” denirdi.
Osmanlı Devletinde, 1843 yılına kadar birçok şehirlerde para bastırılırken, darbedilen paraların ve meskûkâtın (sikkelerin) darp ve îmâli bu târihten sonra İstanbul darphânesinde yapılmaya başlanmıştır. İlk darphânenin yeri, Bâyezîd civârında, bugün de mevcut olan “Simkeşhâne Han” da bulunmaktaydı. Darphâneyi sevk ve idârede işin başında bulunanlara “Darphâne Emini” denilmiştir. Daha sonraları darphâne ismi “Darphâne-i Âmire” olarak değiştirilmiş, müdürlerine de, “Meskûkât-ı Şâhâne Müdürü” denmeye başlanmıştır. Birinci Mahmud zamânında Darphâne Emininin ismi “Darphâne Nâzırı” olarak değiştirilmiş; Tanzimâta kadar bu adla devâm etmiştir. 1922’den sonra âmire ünvânı “Darphâne-i Millî” olarak değiştirilmiş, müdürleri de Darphâne-i Millî Müdürü olmuştur.
1789’da darphâne tâmir edilerek makinaları yenilendi. Tanzimâttan sonra Darphâne, müdürlük olarak Mâliye Nâzırlığına bağlandı. 1842 târihine kadar çekiçle dövme sûretiyle yapılan para basım işlemi, çıkartılan bir kararnâmeyle sarkaç usûlüne, 1853’te pres, 1911’den sonra ise makina presi usûlüne geçildi. Sultan Abdülazîz Han devrinde yapılan Darphâne binâsı Cumhuriyet döneminde de kullanılmaya devâm edildi. 1932 senesinde çıkartılan bir kânunla bugünkü şekilde bir düzenleme getirildi. Hâlen Mâliye Bakanlığına bağlı olarak Darphâne ve Damga Matbaası Müdürlüğü olarak para basmanın dışında altın ve gümüş külçe ve bu mâdenlerden yapılmış ziynet eşyâsının vs. damgalanma işlerini de yapmaktadır. Darphâne, 1967’de Beşiktaş’ta yapılan bugünkü binâsına taşındı. Bahçelievler-Yenibosna semtinde Darphane için Modern ve büyük bir binâ yapılmaktadır (1992). 1984’te Hazîne ve Dış Ticâret Müsteşarlığına bağlı ayrı bir bütçeye sâhip kuruluş hâline getirildi.
Alm. Armenhaus (n), Fr. Asile (m), des pauvres, İng. Poorhouse. Kadın-erkek, yoksul, sakat ve kimsesiz çocukları korumak için, Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde yaptırılarak hizmete sunulan “düşkünler yurdu”.
Dârülaceze’nin temeli, 7 Kasım 1892 târihinde Kâğıthâne’de, atış alanı sırtlarında atılmıştır. Devrin sadrâzamı Halil Rıfat Paşa, Dârülaceze’nin yapılmasında önderlik etmiştir. Yapıldığı devirde (28 Ocak 1895 yılında) çıkarılan kararnâmelere göre:Yurdun yönetimi, Dâhiliye Nezâreti (İçişleri Bakanlığı)ne bağlanmıştır. Yurdun yönetim kurulu başkanlığı, belediye tarafından seçilen ve pâdişâhça onaylanan bir memur tarafından yapılırdı. Üyelikleri ise; Vakıflar İdâresi, Müftülük ve Zaptiye Nezâreti tarafından seçilen birer memurdan olurdu. Bundan başka ayrıca, Dârülaceze’de Ermeni, Rum, Katolik ve Yahûdî azınlıkları da birer temsilci bulundururlardı. Kurul, hiç ücret almadan görev yapardı.
Dârülaceze’nin bugünkü idâresi 23 Temmuz 1908’de İstanbul Belediyesine bağlandı. 14 Mart 1910’da da Belediye Sağlık İşleri Müdürlüğüne verildi. 3 Ekim 1912’de yönetimi Sıhhiye Müdürlüğüne devredildi. Günümüzde Dârülaceze İstanbul Belediyesine bağlı olarak 1946’da kurulan bir döner sermâye işletmesi ile yönetilir. Dârülaceze’nin başlıca amacı, binânın hizmet alanı içerisinde ibâdethâne olarak; câmi, havra ve kilisenin bulunması, din ve ırk ayrımı gözetmeden, düşkünleri barındırmak, kimsesiz çocuklara bakmak, iş sâhibi yapmak, bu gibi âciz ve zavallı kimselerin râhat bir hayat sürmelerini, ümitlerini kaybetmemelerini sağlamaktır. Dârülaceze’nin döner sermâyeli işletme şartnâmelerine göre ancak İstanbul halkı buradan faydalanabilir. Dârülaceze 28.500 metrekarelik bir alan üzerine 25 yapı hâlinde kurulmuştur. Bunlardan önemlileri şunlardır:
Bir Müdiriyet binâsı, 3 hastâne, 1 çocuk yuvası, 5 düşkünler pavyonu, 1 câmi, 2 hamam ve diğer ihtiyaçlar için kullanılan başka binâlardan ibârettir.
İstanbul Şehir Tiyatrosunun ilk şekli ve adı. Türk tiyatro târihinde, tiyatronun kuruluş ve gelişmesinde Dârülbedâyi topluluğu öncülük etmiştir. Teşkilâtın ilk adı Dârülbedâyi-i Osmânîdir. Türkiye’de ilk düzenli bir tiyatro kurulması ve sahne sanatçılarının yetiştirilmesi fikri 1914 yılında Şehremini Operatör Cemil Topuzlu tarafından ortaya atılmıştır. Bu fikrin gâyesi, Türk halkına tiyatroyu sevdirmekti.
Meşrûtiyet devri öncesi yurdumuzda, sahne hayâtı ve sanatı, Ermeni ve Rumların paylaştığı faâliyetlerle devâm ediyordu. Bunlardan Rumlar özellikle pandomim ve kantoda, Ermeniler de melodram ve komedi oyunlarında temâyüz etmiş toplulukları meydana getiriyordu. Türkler ise, tulûatçı ve orta oyuncularıydı. Başlıcaları; Kavuklu Hamdi, Küçük İsmâil, Kel Hasan, Abdürrezzak, Şevki, Naşit gibi sanatçılardı. Bu sanatçılar küçük kumpanyalar hâlinde temsilsiz oyun verirler, oyundan önce kanto ve çalgı çalarak seyircilerini kendilerine benzetmeye çalışırlardı. 1908’de meşrûtiyetten sonra, temsilden önce verilen kanto ve çalgı fasılları kaldırılmış; bunun yerine yurt konuları işleyen, cemiyetin problemlerine ve dilimize çevrilmiş eserleri (tiyatro eserleri) sahnelere konmaya başlanmıştır. Bu tür telif eserleri o zaman en çok oynayan sanatçı da Ahmed Fehim Efendidir.
Cemil Topuzlu Bey, Şehremini olarak İstanbul’da bir belediye konservatuvarı kurmak istiyordu. Belediye meclisinde kendisine taraftar bulunca alınan kararla bu iş için o zamânın parasıyle 3000 lira ayrıldı. Akabinde meşhur tiyatrocu Parisli (Paris Tiyatro Müdürü) Andre Antoine’la Paris elçiliğimiz aracılığıyle anlaştı. Antoine, anlaşma îcâbı İstanbul’a geldi ve konservatuvar için Şehzâdebaşı’nda Letâfet apartmanı tahsis olundu.
Konservatuvar açılış törenleri hazırlıkları sürerken bu arada Birinci Dünyâ Savaşı koptu. Bu durum karşısında Andre Antoine, memleketine dönmek zorunda kalınca, bu iş de böylece yarım kaldı.
Savaş sırasında, Dârülbedâyi sanatçıları, Asker Âilelerine Yardım Cemiyeti faydasına Hüseyin Suâd’ın adapte ettiği Çürük Temel adlı oyunu sahneleyerek halka sundular. Bundan sonra, Halit Fahri Ozansoy’un Baykuş adlı manzum piyesi sahneye kondu. Savaş sonrasında oyunlara devâm edildi.
1927 yılında Dârülbedâyi adında bir dergi çıkarıldı. Bu dergi 1935 yılından sonra Türk Tiyatrosu adını aldı. Günümüzde de Şehir Tiyatrosu organı olarak yayınını sürdürmektedir. Dârülbedâyi 1931-1932 mevsim döneminde Belediye Meclisinin genel kararıyla Şehir Tiyatrosu olarak adını değiştirdi. Yeni bir tüzükle Şehir Tiyatrosu, İstanbul Belediyesi’ne bağlandı.
Bugünün şehir tiyatroları, Dâârülbedâyi’nin teşkilât temelleri üzerine kurulmuştur. İstanbul’un çeşitli yerlerinde oyunlar sahnelenmektedir.
1914’te yetim ve öksüz kalan çocukları korumak amacıyla açılan yurtlar.
Birinci Dünyâ Harbi sırasında bilhassa doğu, güneydoğu ve batıda birçok bölgemiz Rus, İtalyan, Yunan ve Fransız işgal kuvvetlerinin kıyımına uğradı. Bu mezâlim sırasında açıkta kalan binlerce çocuk İstanbul ve düşman işgaline uğramayan bâzı vilâyetlerimize getirildi. Bunlar harbin başlarında İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyanların boşalttıkları okullara yerleştirildiler. Bu okullara “yetimler yurdu” mânâsına gelen Dârüleytâm denildi.
1916’da kabul edilen kânunlarla Dârüleytâmlara gelir bulunmak istendi ise de bir netice alınamadı. İttihat ve Terakki Partisinin kötü idâresi dolayısıyla sâhipsiz kalan çocukların pek çoğu açlık ve sefâletten hayâtını kaybetti. 1918’de savaşın bitmesi ve mütârekenin imzâ edilmesinden sonra İstanbul’a gelen İtilaf devletlerinin okul binalarına yerleşmesi sonucu binlerce çocuk tekrar açıkta kaldı. Bunlardan bir kısmı boş saraylara yerleştirilirken bir kısmı da İstanbul dışındaki vilâyetlerde, kapatılan okullara yerleştirildiler. Kalan öğrenciler İstanbul’da toplanıp Şehir Yatı Mektebi adıyla Özel İdâreye devredildiler. Bu öğrencilerden yetenekli olanlar 1927’de Dârüşşafaka’ya alındılar. Kısa bir süre sonra Dârüleytâm tamâmen kaldırıldı.
Alm. Üniversitat (f), Fr. Üniversite (f), İng. Üniversity. Türkiye’de, üniversiteye 1933 senesine kadar verilen isim. İlk kuruluş yıllarında modern mânâda bir üniversite eğitiminden çok lise seviyesinde eğitim veren bu müessese, sonradan değerli ilim adamlarının çalışmalarıyla yüksek bir ilim yuvası hâline geldi.
1845’te toplanan Maârif Komisyonunun kararıyla devlet dâirelerine memur yetiştirmek gâyesiyle bir Dârülfünûn açılması çalışmalarına başlanmıştır. Ayasofya’da eski Cebehâne Kışlası ile Sultan Saraylarının arsasına üç katlı ve yüz yirmi beş odalı bir binâ tahsis edildi. Mekteb-i Hukukun kuruluşuna kadar eğitim hizmetlerinde ve devlet işlerinde kullanılan bu binâda, idâdî ve rüştiyelerden sonra, 14 Ocak 1863’te Dârülfünûn öğretimi başladı. Laboratuvarı ve çok geniş bir kütüphânesi olan Dârülfünûnun’da, Kimyâger Derviş Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Hekim Sâlih Paşa ve Müneccim Osman Efendi gibi devrin kıymetli ilim adamları ders veriyorlardı.
1865’te Çemberlitaş semtinde Nuri Paşa Konağına taşınan Dârülfünûn, kısa bir süre sonra çıkan yangında kütüphâne ve laboratuvarı yanınca, eğitime ara vermek zorunda kaldı. Maârif Nâzırı Safvet Paşanın gayretleriyle Türbe’de ikinci bir Dârülfünûn binası yaptırıldı. 1870’te açılan okulun ilk rektörü Yanyalı Hoca Tahsin Efendi olmuştur. Kısa bir süre sonra, karışıklıkların merkezi olması sebebiyle bu okul 1871’de kapatıldı.
1896’da Sadrâzam Said Paşanın Sultan İkinci Abdülhamid Hana sunduğu bir lâyiha ile Dârülfünûn’un tekrar tesisine başlanmış, fakat Osmanlı-Yunan savaşının çıkmasıyla iş yine tehir edilmişti. Bir Eylül 1900’de Sultan İkinci Abdülhamid Hanın isteği ile Dârülfünûn-ı Şahâne adıyla tekrar tesis edildi. Mülkiye, Hukuk, Tıbbiye mekteplerinin yanına Ulûm-ı Aliyye-i Dîniyye, Edebiyat, Ulûm-i Riyâziye ve Tabiiye kolları ile Türkçe, Arapça, Farsçadan başka Fransız, Alman, İngiliz ve Rus filolojilerini toplayan bir bölüm ilâve edildi. Yeniden kurulan okulda yerli hocalardan başka Avrupalı hocalar da ders veriyordu.
İkinci Meşrûtiyetten sonra, 21 Eylül 1908’de, Vezneciler’dekiZeyneb Hanım Konağına taşındı ve program yeniden düzenlendi. 1912’de Lüleburgazlı Emrullah Efendinin hazırladığı programla Dârülfünûn’un modern üniversite hâline getirilme çalışmalarına başlandı. Zeyneb Hanım Konağının yeterli olmamaya başlamasıyle Yerebatan’da Kimya, Feyzullah Efendi Konağında Jeoloji, İbrahim Paşa Konağında Doğu Dilleri ve Safvet Paşa Konağında Coğrafya Enstitüleri tesis olundu.
Birinci Dünya Savaşı esnâsında Almanya’dan edebiyat, fen ve hukuk fakülteleri için davet edilen profesörler ile öğretim kadrosu güçlendirildi. Savaştan sonra yeni bir yönetmelik hazırlandı. Buna göre Dârülfünûn’u her yıl seçilen bir rektör (emin)ün başkanlığı altında fakülte temsilcilerinden meydana gelen bir dîvân (senato) idâre edecekti.Yine bu yönetmeliğe göre dört medrese (fakülte) bulunacaktı: Edebiyat, Hukuk, Tıb ve Fünûn.
Cumhûriyetin îlânından sonra Dârülfünûn’a eski Harbiye Nezâreti binâsı (İstanbul Üniversitesi merkez binası) öğretim için verildi ve ilk rektör İsmâil Hakkı Baltacıoğlu oldu. 1924’te çıkan kanunla Dârülfünûn’a hükmî şahsiyet (tüzel kişilik) verildi. 31 Mart 1933 târihli ve 2252 sayılı Üniversite Kânunu ile Dârülfünûn lağv edilmiş ve yeni üniversite kurma işi Maârif Vekâletine verilmiştir.
Hadis ilminin öğretildiği medreselere verilen isim. İlk defa Selçuklu atabegi Nûreddîn tarafından Şam’da açıldı. Böylelikle hadis öğrenimi câmilerden medreselere geçmeye başladı. Sonradan Dârülhadîs medreselerinde Kur’ân-ı kerîme âit ilimler de okutulmaya başlandığından, bu medreselere DârülKur’ân ve’l-Hadîs ismi verildi.
Anadolu’da ilk Dârülhadîs, İlhanlı vezîri Şemseddîn Cüveynî’nin Sivas’ta kurduğu medresedir. Osmanlı Devletinde ilk Dârülhadîs Bursa’da, ikincisi ise 1447’de Sultan İkinci Murad tarafından Edirne Üçşerefeli Câmii Külliyesi içinde öğretime açılmıştır. İstanbul’da ilk Dârülhadîs, Süleymâniye Câmii Külliyesi dâhilinde faaliyete başladı. Daha sonra gittikçe fazlalaşan Dârülhadîslerin sayısı 17. asırda 135’e kadar çıkmıştır.
Diğer medreselere göre daha yüksek seviyeli, Dârülhadîslerin müderrisleri de rütbe olarak daha yüksekti. Meselâ, Dârülhadîs müderrislerinin yüz akçe yevmiyeli oldukları devirde diğer müderrisler altmış akçe yevmiye alırlardı. “Kibâr-ı Müderrisîn” olarak isimlendirilen bu müderrisler, merâsimlerde diğerlerine başkanlık ederlerdi.
İslâm dîninin hükümlerinin tatbik edilmediği ülke, islâm ülkesinin siyâsî hâkimiyet sınırları dışında kalan yer, siyâsî ekonomik ve sosyal düzenlemelerin İslâm dîninin hükümlerine göre yapılmadığı ülke.
Dârülharbde yasama, yürütme ve yargı yetkileri Müslümânların elinde değildir. Dârülharb terimi Müslüman olmayan ülkelerin hepsini ifâde eder. Bu sebeple o ülkede yaşayan insanların Müslüman olup olmaması önemli değildir.
Darülharb olan bir ülke belli şartlarda İslâm ülkesine dönüşür. Birincisi; dârülharb olan ülke halkının tamamen Müslüman olmasıdır. Bu durumda İslâmiyetin hükümlerine göre yapılan kanunlar yürürlüğe girer, dolayısıyla bu ülke darülharb olmaktan çıkıp İslâm ülkesi olur. İkincisi de Müslümanların dârülharb olan ülkeyi feth ederek İslâm hükümlerini yürürlüğe koymasıdır. Halkının çoğunluğu Müslüman olmasa bile İslâm hâkimiyetinin tanındığı, siyâsî, hukûkî, ekonomik ve idârî düzenlemelerin İslâm dîninin hükümlerine göre yapıldığı bir ülke dârülharb olmaktan çıkıp İslâm ülkesi olur.
İslâm ülkesiyle harb (savaş) durumunda olan ülke bu duruma son vererek barış antlaşması yaparsa dârüssulh (barış ülkesi) olarak adlandırılır. Bu andlaşma geçici olabileceği gibi devamlı da olabilir. Bu andlaşmanın devamlı olabilmesi için barış ülkesi halkının İslâm devletine cizye ve haraç ödemeyi kabul etmesi lâzımdır.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’ye göre bir yerin dârülharb olması için; dârülharb olan bir memleketle sınır olması, içerisinde İslâmiyetin hükümlerinden başka küfür ahkamının icrâ edilmesi, daha önceki emân (güven) andlaşmalarına bağlı olan bir Müslüman ve zimmînin kalmamış olması lâzımdır. İmâmeyne yâni İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmam-ı Muhammed’e göre; herhangi bir İslâm beldesinde küfür ahkâmı icrâ edilmeye başlandığı, küfür ehli bir hükümdarın istilâsına uğradığı takdirde o belde dârülharb hâline gelir. Hükümdarı harbî yâni müslüman olmayan herhangi bir ülke dârülislâm olan bir memlekete bitişik olsa dahi dârülharb olur.
Bir İslâm ülkesinde bulunan zimmîler yani İslâm devletinin himâyesindeki gayr-i müslim vatandaşlar, İslâm hükûmetine isyân edip bâzı İslâm şehirlerini istîlâ etseler ve Müslümanlarla harb etmeye teşebbüs etseler bu insanların yerleştiği yerler dârülharb olur.
Kendilerine Müslüman dedikleri halde harama helâl diyen, güneşe tapan, İblise (şeytana) tâzim (hürmet) eden, İslâm hükûmetine isyân edip bulundukları yerde, başkalarıyla birlikte İslâmiyetin dışındaki hükümleri uygulayan kimselerin bulundukları yer darülharb olur. İslâm askeri bunlarla harb eder, harbîlere uygulanan hükümler uygulanır.
Dârülharbde İslâmın vekârını, şerefini korumak ve fitneden sakınmak Müslümanlara vaciptir. Düşman ordusu kuvvetli ise sulh yapmak, mal vermek bile câiz olur. Mürtedler (dinden dönenler) kuvvetli olup şehirleri alırlar ve oraları dârülharb olursa hükümetin zarûret hâlinde onlarla da sulh yapması câiz olur.
Dârülharbde îmâna gelen kimsenin farzı, haramı işitince, dârülislâmda îmâna gelen veya bâliğ olan kimsenin o anda farzları yapması, haramlardan kaçınması lâzım olur. Dârülharbde îmâna gelen kimse, farz olduğunu işitinceye kadar kılmadığı namazları kazâ etmez.
Dârülharbde bulunan Müslümanların işlerini, İslâmiyetin hükümlerine uygun yapması, İslâm dîninin emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınması lâzımdır.
İslâm memleketi. İslâm dininin hükümlerinin kânun olarak tatbik edildiği yer. Yasama, yürütme ve yargı yetkisinin Müslümânların elinde olduğu, Müslümân devlet başkanının otoritesinin kabûl edildiği, siyâsî, ekonomik ve sosyal düzenlemelerin İslâm hukukuna göre yapıldığı ülke.
Müslümanların hâkimiyetinde bulunan yerler dârülislâmdır. Müslümanlar bu yerlerde güven ve emniyet içinde yaşayarak dinî vazîfelerini yerine getirirler. İslâm mücâhidleri gayri müslimlere ait bir ülkenin herhangi bir beldesini feth ederek içinde İslâm hükümlerini icrâya başlasalar o belde dârülislâma dönüşür. Bu hususta bütün İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir.
Fıkıh âlimlerinin yâni İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre İslâm hâkimiyetinden çıkan ülke dârülharbe dönüşür. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerine göre ise dârülislam olan bir ülkenin darülharb olması için şu üç şartın bulunması lazımdır.
1. Dârülharb yâni kâfir memleketi olan bir ülkeye bitişik olmalıdır.
2. İçerisinde İslâm dîninin hükümleri uygulanmayıp, küfür ahkâmı icra edilmelidir.
3. İçinde daha önceden yapılan emân (güvenlik) anlaşmalarına uyan bir Müslüman veya zimmî (gayri müslim) vatandaş kalmamalıdır.
Bu üç şart tahakkuk etmedikçe bir ülke veya belde dârülharb sayılmaz.
Yukarıda yazılı olan üç şartın meydana gelmesiyle dârülharbe dönüşen bir İslâm beldesi, tekrar Müslümânlar tarafından feth edilse, daha önceki hükmüne döner, yâni dârülislâm olur.
İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebû Yûsuf’a göre herhangi bir İslâm beldesinde küfür hükümleri icrâ edilmeğe başlandığı, Müslüman olmayan bir hükümdarın istîlâsına mârûz kaldığı takdirde dârülharb olur. Çünkü bir yerin dârülharb olması, gayri müslimlerin, İslâm hükümlerinin icrâsına mânî olması, kuvveti ve ordusu sebebiyledir. Bunları da gayri müslim hükümdârları veya hükümetleri temsil eder. Buna göre bu İslâm beldesi, başka bir İslâm beldesine bitişik de olsa dârülharb olur.
Gayri müslimlerin eline geçen İslâm şehirlerinde vâlî ve hâkimler İslâmiyetin hükümlerine göre hareket ediyorlarsa bu şehirler dârülharb olmaz, dârülislâm sayılır. Böyle şehirlerde Müslümanların seçtiği vâli, hâkim veya bunların veya cemâatin seçeceği imâm cumâ namazını kıldırır. Ancak Müslümân olmayan kimseler tarafından işgâl edilip İslâmî hükümlerin yasak edildiği yerler dârülislâm olmaktan çıkar. Nitekim, Cengiz Han Asya’daki İslâm şehirlerini alıp Müslümanları şehîd etti. Ahkâm-ı İslâmiyyeyi yasak etti. Aldığı şehirler dârülharb oldu.
1870 yılında Osmanlı Devletinde ilk ve orta öğretim kız mekteplerine kadın öğretmen yetiştirmek için açılan okul.
Osmanlı Devletinde kızlar için ilk iptidâiye (ilkokul) ve rüştiye (ortaokul) mektepleri 1858 yılında açıldı. 1869 Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nde bu okullara öğretmen yetiştirmek amacıyla bir kız öğretmen okulunun açılması öngörüldü. Nitekim bu maksatla 26 Nisan 1870’te Dârülmualimât adıyla İstanbul’da Sultanahmed semtinde bir konakta açılan okulda eğitime başlandı. Bu ilk kız öğretmen okulu, Dârülmuallimât-ı Sıbyan ve Dârülmuallimât-ı Rüştiye bölümlerinden meydana geliyordu. Sıbyan muallimliğinin öğretim süresi iki, rüştiye muallimliğinin dört yıldı. Mektepte ulûm-i dîniye, hesap, kavâid-i lisan, nakış, resim, hat, târih ve coğrafya dersleri okutuluyordu.
1910-11 öğretim yılında Fâtih semtinde Dârülmuallimâtın bir yatılı bölümü açıldı. 1913’te bâzı büyük vilâyet merkezlerinde de yeni Dârülmuallimâtlar açıldı. 1916’da Dârülmuallimât için yeni bir nizamnâme ve müfredât programı vücuda getirildi. Buna göre Dârülmuallimât ibtidâî, izhârî ve âlî olmak üzere üçe ayrıldı. 1918’de çıkan Fâtih yangını sırasında okulun yanması üzerine mektep, Çapa’daki binâsına taşındı. İlk uygulamalı dersler burada başlatıldı. 1922’de Maârif Vekâletine bağlanan Dârülmuallimât 1924’te Kız Öğretmen Okulu adını aldı.
Sultan Abdülmecîd döneminde rüştiyelere (ortaokul) erkek öğretmen yetiştirmek üzere açılan okul (1847). Daha sonra okulun programında yapılan düzenlemelerle iptidâîlere (ilkokul) ve idâdîlere (lise) de öğretmen yetiştirilmesine başlandı. Böylece Dârülmuallimîn iptidâî, rüştiye ve idâdî olmak üzere üç bölümden meydana geldi. Medrese öğrencilerinin alındığı okulun iptidâîye kısmı iki, rüştiye ve idâdî kısımlarının ise öğretim süreleri üç yıldı. Talebelerine maaş bağlandı. Okulun iptidâî kısmında hesap, coğrafya, kitâbet, târih, Farsça, cebir, hendese (geometri), resim, Fransızca, kozmoğrafya, hikmet, kimyâ; rüştiye kısmında Arabça, Farsça, coğrafya, târih, inşâ, rik’a, hesap, hikmet, astronomi, kimyâ, cebir, hendese usûl-ü defterî, resim; idâdî bölümünde ise hesap, muâmelât, usûl-ü defterî, cebir, mantık, târih, lisân-ı ecnebi, hüsn-i hat, resim, inşâ-ı Türki, ilm-i Selefat, hendese, kozmoğrafya, mebâdi-i ulûm-i tabiiye ve hıfzıssıhha dersleri öngörülmüştü. Dârülmuallimler 1875 yılından îtibâren yaygınlaştırılarak İstanbul dışında da açılmaya başladı. Bosna, Girit, Amasya, Sivas, Kudüs, Erzurum, Van, Musul, Aydın, Konya, Haleb, Elaziz ve Trabzon gibi vilâyet merkezlerinde yeni Dârülmuallimînler açıldı.
Dârülmualliminîn idâdî şubesi 1880 yılında kapatıldı. Bunun yerine idâdî ve sultânîlere öğretmen yetiştirmek üzere Dârülmualliminîn iptidâî ve rüştiye şûbelerinin yanında bir de âlî şûbesi açıldı (3 Kasım 1891). Her üç şûbede de öğretim şûbesi ikişer yıl olarak tesbit edildi. Yeni yönetmeliğe göre iptidâi şûbelerine gireceklerin yapılacak imtihanda Arapça, sarf ve nahv, hüsn-i hat ve imlâ, kırâat-ı Türkî’den başarı göstermesi, güzel ahlâk sâhibi, sağlam ve 20-30 yaş arasında olması gerekiyordu. Son maddeler diğer şubeler için de geçerliydi. İptidâî şubesi mezunları veya eş seviyede bilgiye sâhip olanlar, rüştiye şubesine kabul ediliyorlardı. Rüştiye şûbesi ile idâdî ve sultânî okullarını bitirenler, bir yıl içinde mürâcaat ettikleri takdirde âlî şûbesine kayıt yaptırabiliyorlardı.
İstanbul Dârülmuallimîn mektebinin âlî kısmı 1909’da kaldırılarak öğrencileri Dârülfünûn’a alındı. Dârülmuallimîn mektebinin adı 1924’te Erkek Öğretmen Okulu olarak değiştirildi.
Kızlar ağası olarak da bilinen ve Osmanlı sarayında bütün enderûn ve harem ağalarının en büyüğüne verilen isim. Teşrifâttaki mevkii, kapı ağası ve sonradan rütbesi yükselen silâhdar ağadan yüksekti. Derecesi sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonraydı.
Dârüssaâde ağasının asıl vazîfesi, Topkapı Sarayının harem kısmını idâre etmekti. Bu vazîfesini emri altındaki zenci ağalar vâsıtasıyla yerine getirirdi.
Hareme gelen zenciler en aşağı rütbede hizmete başlardı. Sonra sırasıyla acemi ağalığı, nöbet kalfası, ortanca, hâsıllı, on ikinci hâsıllıktan terfî ile yaylabaşı gulamı, yeni saray baş kapı gulamı olurlar ve nihâyet en kâbiliyetli olan Dârüssaâde ağası (kızlar ağası) tâyin olunurdu.
Hadım ağalarının en kıdemlisi, muhâfız kapı oğlanlarına kethüdâ tâyin olunur, sonra terfi ederek baş kapı oğlanı olur, daha sonra sultan ve sultanzâdelerin merkezi olan eski saray ağalığına geçer ve oradan da münhal (boş) olduğu takdirde Dârüssaâde ağalığına getirilirdi.
Dârüssaâde ağalarının rütbeleri bu müessesenin ihdâsından îtibâren uzun süre ak ağaların altında bulunmuş ise de, pâdişâha devamlı yakın olmaları hasebiyle mânen derece olarak yüksektiler. Sonradan maddeten de ak ağaların üst rütbesine çıktılar.
Dârüssaâde ağası tâyin olan zâta pâdişâhın huzûrunda samur kürk giydirilir ve tâyinini bildiren bir hatt-ı hümâyûn verilirdi. Azilleri hâlinde Mısır’a gönderilerek “âzâdlık” denilen bir maaş tahsis edilirdi. Hizmete devâm eden ağaların ise belli miktarda hasları vardı.
Dârüssaâde ağalarının nüfuzları bilhassa 17. ve 18. asırlarda çok arttı. Gerçekten bu devirde yaşayan Hacı Mustafa Ağa, Hacı Beşir Ağa devlet idâresinde geniş selâhiyetleri bulunan kişiler hâline gelmişlerdi.
Haremeyn-i şerîfeyn de denilen Mekke ve Medîne Evkâfının idâresine Dârüssaâde ağaları nezâret ederlerdi. Haremeyn Evkâfının geliri her sene tahsil edildikten sonra deftere kaydedilerek pâdişâha arz edilirdi. Daha sonra bunlar Mekke, Medine ve Kudüs’e gitmek üzere görevlendirilen surreler ile yerlerine gönderilirdi. Defterler ise kontrolden geçtikten sonra, Dârüssaâde ağası tarafından bir sene boyunca saklanırdı. Haremeyn hazînesi devlet hazînesinden ayrı olarak idâre edilir, pâdişâhın yazılı müsâadesi olmadan bir akçe bile sarf edilemezdi.
Pâdişah vakıflarının idâresi de ağaların vazîfesi cümlesindendi. Dârüssaâde ağaları nezâretleri altındaki vakıfların işlerini tedkik etmek üzere her çarşamba günü dîvân kurarlardı. Dîvânda Harameyn Evkâfı müfettişi, muhâsebecisi, mukâtaacısı ile rûznâmeci, baş halîfe, yazıcı gibi memurlar hazır bulunurlardı.
Haremeyn Evkâfına âit mukâtaaların ihâlesi, ferağ, intikal ve mahlûlât işleri, selâtin (pâdişâh) câmileri hademelerinin azil ve tâyinleri bu dîvânda görüşülür ve karâra bağlanırdı. Bütün kararlar mütevellîlerin arzlarıyla alınırdı. 1834’te Haremeyn Vakfı Nezâreti teşkil olunmuş ve Haremeyn Evkâfının idâresi bu memuriyete devredilmiştir.
Sarayın Bîrûn kısmı memurlarından olan çadır mehterbaşısı, hazînedârbaşı, bezirgânbaşı, pişkeşçibaşı da Dârüssaâde ağasının emri altındaydı.
İstanbul’da öksüz ve yetim çocukların eğitimini sağlamak maksadıyla açılan ilk parasız yatılı okul.
1865 senesinde Müslüman fakir çocukların öğrenim imkânına kavuşmaları için “Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye” adında bir cemiyet kuruldu. Cemiyeti kuranların başında, Mâliye Nâzırı Yûsuf Ziyâ Paşa, Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Vidinli Mareşal Tevfik Paşa geliyordu. Cemiyet, önce Bâyezîd’de Sîmkeşhâne Çarşısının yanında Vâlide Emetullah Hanımefendinin mektebini tâmir ederek işe başladı. Okuma-yazma ile başlayan öğretim, Kur’ân-ı kerîm, ilmihâl bilgileri, matematik, geometri ve coğrafya dersleri ile devâm ediyordu.
Öğrencilerin sayısının hızla artması ve bu mektebin kâfi gelmemesi üzerine, devrin pâdişahı Abdülazîz Hanın maddî ve mânevî desteği, hayır sever Müslümanların da yardımlarıyle “Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye”, 1869 senesinde Dârüşşafaka Lisesinin inşâsına İstanbul-Fâtih semtinde başlandı. İnşâat dört sene sürdü. 12 Haziran 1873 günü derslere törenle başlandı. Okula ilk defa elli dört öğrenci alındı. 1923 senesinde lise eğitimine geçildi. 1927 senesine kadar lise öğretimi devam etti. Bu günkü tüzük 1953 yılında kabul edilmiştir.
İki ayrı binâ hâlinde yapılan Dârüşşafaka Lisesinde önce kız ve erkek öğrenciler ayrı binâlarda okurdu. Sonra kızlar alınmayıp sâdece erkek öğrenciler okumaya başladı. 800 öğrenci kapasiteli olarak yapılan Dârüşşafaka Lisesinde Türkiye’nin her yerinden babası ölmüş çocuklar imtihanla alınmaktadır. 1955 senesinde bâzı dersler İngilizce okutulmaya başlandı. Önce hazırlık sınıfında İngilizce öğretilip, bu sınıfı başaranlar orta ve lise kısmını aynı okulda bitirmektedir. 1971 yılından îtibâren öğrencilerin karışık okuduğu lise bir dernek tarafından idâre edilmektedir. Öğrencilerin bütün ihtiyaçları yemek, giyim, ders araçları dernek tarafından karşılanmakta ve öğrenciler yatılı okumaktadır.
İsmâil Safa, Ahmed Râsim, Riyâziyeci Sâlih Zeki, Hüseyin Remzi Bey buradan mezun olmuşlardır.
İlk kurulduğu zamanlar dersleri cemiyet üyeleri vermekteydi. Daha sonraları tâyin edilen öğretmenler vermeye başladı. Öğretim süresi bir yıl hazırlık, üç yıl orta, üç yıl da lise olmak üzere toplam yedi yıldır. Eğitim öğretim ücretsizdir. Dârüşşafaka Lisesi, aynı isimle İstanbul-Fâtih semtinde hâlen eğitim ve öğretimini sürdürmektedir (1993).
Dârüşşefaka Lisesine girebilmek için:
1. Babası ölmüş olmak,
2. 12 yaşından büyük olmamak,
3. Mâli durumu yeterli olmamak,
4. İlkokulu o öğretim yılında bitirmiş olmak,
5. Sağlık durumu yatılı öğretime elverişli olmak gerekmektedir.
(Bkz. Hastahâne)