D
Türk alfabesinin beşinci harfi. Sessizlerin dördüncü harfidir. Harf ses bilimi bakımından diş sessizlerinin süreksiz ve yumuşağıdır. Osmanlı alfabesinin onuncu (dal), Arap alfabesinin sekizinci (dal) ve on beşinci (dat) harfidir. Türkçe kelimelerin sonlarında bulunmaz. Ayrıca, “D” Romen rakamlarında 500 sayısını gösterir. D, açı birimi olarak, dik açının sembolüdür. Kimyâda D, deuteryum’un sembolüdür.
Kıyâmetin kopmasına yakın, çıkacak olan büyük bir hayvan. Kıyâmetin büyük alâmetlerindendir.
Kıyâmet gününe inanmak, İslâm dîninde îmânın altı esâsına dâhildir. Bir Müslüman kıyâmet gününün varlığına kalbiyle inanır. O gün elbette gelecektir. Zîrâ Kur’ân-ı kerîm bunu haber vermektedir. Kıyâmet kopmadan önce bâzı alâmetler ortaya çıkacaktır. Pekçok olan bu alâmetlerden biri de, “Dâbbetülerd” denilen bir hayvandır. Bu hayvanda, her hayvanın rengi ve benzerliği bulunur. Onu öldürmek isteyen muvaffak olamaz. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmin Neml sûresi 82. âyetinde meâlen; “İnsanlara vâdolunan öldükten sonra dirilmek ve azâb olunmak yaklaşınca, biz onlara yerden dâbbeyi (hayvanı) çıkarırız.” buyurmaktadır.
İslâm âlimleri, kıymetli tefsir kitaplarında ve bunların şerhlerinde âyet-i kerîmede bahsi geçen “dâbbe”yi açıklarken, bunun “Dâbbetülerd” olduğunu uzun bildirmektedir. Dâbbetülerd hakkında ayrıca birçok hadîs-i şerîf de vardır. Bir hadîs-i şerîfte Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Dâbbetülerd’ın yanında Mûsâ aleyhisselâmın asâsı ve Süleymân aleyhisselâmın yüzüğü bulunur. Müminin (İslâmiyete inanan kimsenin) yüzüne asâ ile dokunur. Kâfirin (inanmıyanın) yüzüne yüzüğün mührünü vurur. Cehennemliktir, diye yazılır. Yüzü tamâmen siyâh olur.” buyurdu. (Bkz. Kıyâmet)
Dâbbetülerd hakkında bilgilerin tamâmı dînî kaynaklıdır. Daha geniş bilgi için; Hayât-ül Hayavân, Tezkîre-i Kurtûbî ve İhlâs Holding A.Ş. yayınlarından olan Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye adlı eserlere bakılmalıdır.
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Karacaoğlan ve Köroğlu’nun havasını yaşatan, bir Türkmen saz şâiri. Toroslar’ın Erzin, Payas, Adana ve Kozan çevrelerinde konup göçen aşîretlerden Avşar (Afşar) boyuna mensuptur. Avşarlar ise Kozanoğullarına bağlıydı.
Asıl adı Veli’dir. Tahmînen 1785’te doğdu. Babası Âşık Mûsâ adında bir saz şâiridir. Güney ve Orta Anadolu’yu dolaşmıştır. Açık Türkçeyle millî vezin ve şekillerle şiir söylemiştir.
İngilizler tarafından kışkırtılarak Osmanlı Devletine isyân ettirilen, göçebe Türkmenlerindendir. On dokuzuncu asır ortalarında yabancı devletler, bilhassa İngiliz câsusları göçebe Türkmen aşîretlerinin arasına girerek onları devlete karşı kışkırtıyorlardı. Osmanlı Devleti ise buna mânî olmak için göçebe aşîretleri belirli bölgelere yerleştirmek üzere idârî bir teşebbüste bulundu. Fakat bu dağlı aşîretlerle uğraşmak kolay olmuyordu. Ancak 1865 yılında Derviş Paşa kumandasında Fırka-i İslâhiyye adında bir ordu kurdu. Târihçi Ahmed Cevdet Paşa da bu orduya, inceleyici ve danışman olarak katıldı. Bütün direnmelere rağmen bu orduyla Kozanoğulları fesadına son verildi. Aşîretler, Anadolu içlerinde belirli yerlere yerleştirildi. Avşar aşîretinin Sivas civârında olduğu sanılmaktadır. Dadaloğlu bu iç hâdiseler esnâsında Osmanlıya sert bir şekilde karşı çıkmış ve diğer şiirlerinin yanısıra bu daldaki şiirleriyle de şöhret bulmuştur.
Tahmînen 1868’de ölmüştür. Şiirleri 1923’ten sonra Anadolu’da yayımlanmaya başlamıştır. Ancak bu şiirlerin sayısı azdır. Bâzılarının ona âit olma ihtimâli zayıftır. Şiirleri derlemeye dayandığı için, çok az şiiri dışında büyük ölçüde değişikliğe uğrayarak günümüze kadar gelmiştir. Şiirleri Cingözoğlu Osman, Karacaoğlan, Âşık Sâzi, Deli Aziz ve Hurûfî şâir Âşık Veli’nin şiirleri ile karıştırılmaktadır. Şiirlerinde sâde ve sanat endişesinden uzak bir dil kullanmıştır. Ancak üç beş şiirle şöhrete ulaşmıştır.
Alm. Berg (m), Fr. Montagne (Mont) (m), İng. Mountain (Mount). Çevresine göre çok yüksek olan yeryüzü şekli. Her yüksek yeryüzü şekli dağ değildir. “Tepe” ismi verilen yeryüzü şekliyle dağ arasındaki fark, kapladığı sahanın büyüklüğü ile yüksekliğidir. Dağlar tepelere göre daha geniş saha kaplar ve yükseklikleri tepelerden çok fazladır. Tabanının genişliği ve yüksekliğinin çok fazla olmasına rağmen tepesi düz olan yerler dağ niteliği taşımaz. Böyle yüksekliklere “yayla” adı verilir. Bir yükseltinin (engebenin) dağ olabilmesi için, tabanının geniş ve yüksekliğinin fazla olmasının yanında tabanı üzerine oturtulmuş bir koni şeklinde tepesinin çok dar bir yüzeye sâhip olması gerekir.
Dağlar tek tek engebeler hâlinde olabildikleri gibi yanyana sıralanmış şekilde de bulunurlar. Birbirinin devamı şeklinde uzanan dağlara “sıradağlar” denir. Dağların çok olduğu, sarp ve dik yamaçların sık sık rastlandığı, aralarında yüksek yaylaların bulunduğu geniş bölgelere “dağlık bölge” ismi verilir. Dağların deniz seviyesinden olan yüksekliklerine “dağın mutlak (salt) yüksekliği”, eteklerinden îtibâren doruğa kadar olan yüksekliklerine ise “dağın nisbî (bağıl) yüksekliği” denir.
Dağlar hakkında araştırma yapan bilim dalına “oroğrafya” adı verilir. On dokuzuncu asır ortalarında gelişmeye başlayan oroğrafya, dağları dış görünüşleri bakımından inceler. İç bünyelerini inceleyen bilim dalı ise “jeoloji”dir. Dağların dış görünüşleri îtibâriyle incelenmesi iki yönde olur: a) Biçimleri (görünüşleri) bakımından, b) Meydana geliş şekilleri bakımından.
Görünüş bakımından, alçak, orta yükseklikte, yüksek, tek dağlar, sıra dağlar, geçitli, geçitsiz dağlar, dilinmiş, yıldız şeklinde uzanışlı (bir noktadan her yöne doğru dağ kollarının açılarak uzanışı), kuş tüyü uzanışlı (kuş tüyü veya yaprak damarları gibi uzanan) ve ızgara uzanışlı dağlar şeklinde isimler alırlar.
Meydana geliş şekilleri bakımından dağlar incelenirken de genel olarak ikiye ayrılır:1) Meydana geliş zamanlarına göre, 2) Meydana geliş hâdiselerine göre.
Meydana geliş zamanlarına göre dağlar genç ve eski dağlar olarak ayrılır. Sarp, keskin çizgiler taşıyan dağlar, uzun zaman dış tesirlere mâruz kalmadığı için yakın bir geçmişe sâhiptir. Yumuşak çizgiler taşıyan bir dağın erozyona uğradığı, yâni çok eski zamanlarda meydana geldiği anlaşılır. Bu târifler genel olup, bâzı özel durumlarda bunların tersi olduğu da görülür.
Dağlar genellikle kırılmalar, kıvrılmalar veya yanardağ püskürmelerinden meydana gelmiştir. Bu sebepten kırık dağlar, kıvrım dağlar ve yanardağ isimleri de verilir. Yerkabuğunun iyice sertleşip, kırılgan bir özellik almış bulunan bölümlerinin çeşitli yer hareketleri sonucu kırılarak (fay kaymaları bu şekildeki bir harekettir) meydana gelen dağlara “kırık dağlar” denir. Yurdumuzda Batı Anadolu’daki bâzı dağlar ve Orta Avrupa ile Orta Asya’nın bâzı dağları kırık dağlardır. Yerleşmiş eski yığınlar kuşağının aralardaki oynak ve kıvrılabilen bölümlerinin yan taraflarda meydana gelen sıkıştırma gibi hareketler netîcesinde sıkışma ve kıvrılmalarından meydana gelen dağlar, “kıvrım dağları” ismini alır. Yeryüzünde genellikle birbirine paralel olan sıradağlar kıvrım dağlardır. Türkiye’de kuzey ve güneydeki sıradağlar, Avrupa’da Pirenelerden Asya’da Himalaya Dağlarına kadar olan dağ silsilesi ve Amerika kıtasının batısını bir uçtan diğer uca kateden sıradağlar kıvrım dağlarıdır. Yer kabuğunun zayıf, dayanıksız yerlerinin yer merkezindeki lavların püskürmesi neticesinde meydana gelen, yapısı, yüksekliği ve biçimi püskürme olaylarına bağlı olan dağlar “volkan dağları” veya “yanardağ” ismiyle anılırlar. Yurdumuzdaki Ağrı, Süphan, Erciyes, Nemrut, Karadağ, Karacadağ birer yanardağdır.
Dünyâdaki Yüksek Dağlar
Adı |
Yüksekliği |
Dağ Sırası |
Everest |
8848 m |
Himalaya |
Godwim Austen |
8611 m |
Karakurum |
Kantsindzunga |
8585 m |
Himalaya |
Daulagiri |
8168 m |
Himalaya |
Nanga Parbat |
8126 m |
Himalaya |
Ullug Mustay |
7723 m |
Kuenkum |
Kungur Tag |
7719 m |
Pamir |
Tiris Mir |
7699 m |
Hindikuş |
Minya Konka |
7590 m |
Szetşuan |
Mustag Ata |
7555 m |
Pamir |
Türkiye’deki Yüksek Dağlar
Dağın Adı |
Yüksekliği |
Bölgesi |
Büyük Ağrı Dağı |
5137 m |
D.Anadolu |
Süphan |
4058 m |
D.Anadolu |
Cilo Dağı |
4116 m |
D.Anadolu |
Demirkaşık Dağı |
3756 m |
Akdeniz |
Lorut Dağı |
3558 m |
Akdeniz |
Kaçkar Dağı |
3932 m |
Karadeniz |
Üç Doruk Tepe |
3709 m |
Karadeniz |
Uludağ |
2543 m |
Marmara |
Akdağ |
2446 m |
Ege |
Bozdağ |
2414 m |
Ege |
Erciyes Dağı |
3917 m |
İç Anadolu |
Karacadağ |
1938 m |
G. Doğu Anadolu |
Alm. Holzapfel (m), Fr. Pomme (f) sauvage, İng. Crab apple. Familyası: Ballıbabagiller (Labiatae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Ege bölgesi.
Morumsu çiçekli, 0.5-1.5 m boyunda çok senelik otsu bir bitki. Elma otu olarak da tanınır. Bitkinin yaprakları uzunca ve mızraksı olup, 2-5 cm uzunluğunda ve tüylüdür. Yaprağın tabanında genellikle iki küçük kulakçık bulunur. Çiçek durumu 15 cm kadar uzunlukta ve yapışkandır. Çanak yaprakları yeşil, iki dudaklı ve dişlidir. Taç yaprakları morumsu renkli olup, çanak yapraklarından daha büyüktür.
Kullanıldığı yerler: Ege bölgesinde “elma yağı” veya “dağ elması yağı” ismi verilen bir uçucu yağ çıkartılmaktadır. Bu uçucu yağ % 3 civârında olup, sarımsı veya renksizdir. Aynı zamanda güzel kokulu ve yakıcı taddadır. % 60 kadar sineol taşır. Gaz söktürücü, ter kesici ve idrar arttırıcı etkileri vardır. Yüksek miktarlarda kullanılması zararlıdır. Günde 3-5 damla bir fincan suya damlatılarak içilebilir.
DAĞ KEÇİSİ (Rupicapra Ricapra)
Alm. Gemse, Fr. Chamois, İng. Chamois. Familyası: Boynuzlugiller (Bovidae). Yaşadığı yerler:Avrupa ve Kafkasya’nın yüksek dağları. Özellikleri: Çift parmaklı, geviş getiren, çevik bir hayvan. Ömrü: 22 yıl. Çeşitleri: Beyaz dağ keçisi ayrı bir tür olup, Kuzey Amerika’da yaşar.
Çift parmaklılar takımından, tıknaz gövdeli, boynu ve bacakları uzun, çevik bir hayvan. Bir sıçrayışta 7 m öteye atlayabilir. Tırnaklarının oturduğu kısım esnektir. Boyu 120 cm, yüksekliği 75 santimetredir. Boynuzları parlak, uzun ve geriye doğru çengel uçlu olup, göz çukurlarının üzerindedir. Kuyruğu kısadır. Genellikle deve tüyü renginde olup, yılda bir kere yavrular. Her defasında (nisan ve mayısta)genellikle oğlak denen iki yavru verirler.
Anadolu’da dağlık yerlerde yaygın olan, eti ve derisi için avlanan dağ keçisi, Balkanlar, Alpler, Pireneler ve Kafkasya’da da yaşar. Soğuk bölgeye uygun olarak kulak ve burnunun içi kıllıdır. Dağ keçileri ürkek birer hayvan olup, yalçın kayalık yerlerde, genellikle yaşlı bir tekenin önderliğinde küçük sürüler hâlinde dolaşırlar. Yüksek dağların sarp ve tehlikeli yamaçlarında rahatça gezer. Yazın buzlu tepelere çıkar. Avlanması gâyet zor ve tehlikelidir.
Alm. Bergkrankheit (f), Fr. Mal (m) desmontagnes, İng. Mountain sickness. 2000 metreden daha yükseklere çıkan şahıslarda ortaya çıkan bir takım rahatsızlıklar. Yükseklere çıkıldıkça hava basıncı düşer ve buna bağlı olarak oksijen miktarı azalır. Adapte olabilecekleri zamandan daha kısa sürede yüksek rakımlara çıkan kişilerde oksijen azlığının rahatsızlıkları ve belirtileri görülür. Bebekler, çocuklar ve âdet öncesi safhada kadınlar dağ tutmasına daha hassastırlar. Üç bin metrede yaşayan kişiler düşük rakımlarda kısa bir süre kalıp tekrar geriye döndüklerinde (tezat görülse de) bu hastalığa büyük hassasiyet gösterirler.
Dağ tutması belirtileri 2000 metreden îtibâren başlayabilir. 3000 metreden îtibâren bârizleşir. Belirtiler oksijen azlığına bağlı olarak meydana gelir. Baş ağrısı, baş dönmesi, bayılma eğilimi, görme ve işitme bozuklukları, nefes darlığı, aşırı takatsizlik, bulantı, kusma, iştahsızlık, uyku bozuklukları, nabızda süratlenme başlıca belirtileridir. 5000 metrenin üzerinde deride nokta büyüklüğünde kanamalar ve gözde retina tabakasında kanamalar husûle gelebilir. Herhangi bir tedbir alınmadan altı bin metre yüksekliğe çıkıldığında “kollaps” denilen çevresel damar iflâsı meydana gelir. Yükselme kanın terkibinde önemli değişiklikler yapar, akciğerler ve kalbin yükünü arttırır.
Basıncı düzenlenmemiş uçak veya balonla çok âni yükselmeler tipik yüksek rakım hastalığına sebeb olur. Günümüzün modern havacılığında uçak içinde basınç ve oksijen yoğunluğunun değişmezliği sağlandığından, bu türlü rahatsızlıklar hemen hemen hiç görülmemektedir. Tedbir alınmadan üç bin metre üzerine âni çıkışlarda 24-48 saat içerisinde akciğerde ödem (doku aralığında su toplanması) gelişir. Nefes darlığı, beyaz, pembe veya bâzan kanlı balgamla birlikte öksürük, yüksek olmayan ateş, çarpıntı, yukarda zikredilen belirtilere ilâveten görülür. Morarma ve nefes darlığı şiddetli olabilir. Beyin ödemi nâdir olmakla birlikte tehlikelidir. Şiddetli baş ağrısı, dengesiz yürüme, gayri irâdî kaba el hareketleri, çift görme, işitme ve görme halüsinasyonları sıktır. Şiddetli vakalarda koma ve ölüme kadar gidebilir.
Dağcılıkta, korunmada en iyi yol, 2500 metrenin üzerindeyken, günde 250-330 metreden fazla yükselmemek, 4000 metrenin üzerinde bâzı günler dinlenmektir. Çıkış çok yavaşsa, belirtilerin ortaya çıkması hafif olur. Aşırı yüksekliklerde her insanda dağ hastalığı belirtileri görülür. Hastalığın şiddetinde yüksekliğin yanısıra yorgunluk da önemli rol oynar. Yorulmaya yol açan durumlardan ve aşırı çalışmalardan kaçınılmalıdır. Normalden fazla su içmek koruyucudur. Ayrıca çeşitli koruyucu ilâçlar tavsiye edilmektedir.
Tedâvi: Su kaybı ve nefes darlığı şiddetli olmadıkça dağ hastalığı iki üç günde düzelir. Bu vakalarda vücudun eksilen sıvısını serum vererek yerine koymak, aktiviteyi azaltmak ve hastayı düşük rakımlara indirmek tedâvide yeterlidir.
Bir de müzmin dağ hastalığı (monge)vardır. Yüksek rakımda uzun süre kalmakla olur. Kırmızı kan hücrelerinin fazla yapılması, nefes darlığı ve kalp yetmezliği ile karakterizedir. Deniz seviyesine inmekle süratle düzelir.
Alm. Bergsteigen (n), Bergsport, Alpinismus (m), Fr. Alpinism (m), İng. Mountaineering, Alpinism. İnsanoğlunun erişilmesi zor olan zirvelere çıkma arzusundan doğan bir çeşit spor. Bu arzu insanı en zor şartlarda bile yılmadan başarıya ulaştırmaya zorlar. İşte dağcılık, insanların gücünü isbât etme duygusunun bir ifâdesidir. Bu sebepledir ki, gerek deney ve gerekse araçların yardımıyla günümüzde başlı başına bir spor olmuştur. Ağır bir spor olduğu için hem güç hem de rûhî yönden sağlam kişiler tarafından yapılabilir. Soğukkanlılık ve âni karar verme, son noktaya varıncaya kadar tehlikeleri göze alabilmek esastır.
Sağlam kişilerin yapabileceği bir spor olduğundan, bu spora başlayacak olanların tam teşekküllü sağlık kurullarından rapor almaları lâzımdır; yoksa 2000-4000 m mesâfelerden sonra “dağ hastalığı” (dağ tutması)na yakalanmaları muhtemeldir. Bu rahatsızlık kandaki oksijen basıncının azalması sonucu ortaya çıkar. Orta kulakta ve barsakta bulunan havanın genişlemesi sonucu, kulak ağrıları, solunum sıklıkları ortaya çıkar. Bu durumlar ortaya çıkınca tırmanmaktan vazgeçmelidir.
Dağcılık malzemeleri: Rüzgâr geçirmeyen elbise, yün iç çamaşır, özel ayakkabı, kalın çorap, başlık, kar gözlüğü, buz baltası, üzengi, delikli çivi, tırmanma ipi, pusula, izci çakısı, piton, buz tırnağı, çekiz, halka, uyku tulumu, burgu, takoz, barometre ve çok yükseklere çıkıldığında oksijen tüpü.
Dağcılık terimleri:
1. Birbirine halatlarla bağlanmış gruba “kâfile”;
2.Yamaç üstündeki düzlüklerde ağaç veya taştan yapılmış evlere “dağ evi”;
3. Fırtınalı havalarda geçici olarak barınmaya mahsus küçük dağcı kulübelerine “kulübe sığınak”;
4.Tırmanılması güç yerlerde herhangi bir ihtimale karşı sökülmeden bırakılan halata “sâbit halat”;
5.Keçi ve katırların ilerlemesine elverişli taşlık yola “keçi yolu”;
6. Deniz seviyesinden olan yüksekliği ölçmeye yarayan âlete “antimetre”;
7. Dağcıların tırmanışta karşılaşabilecekleri tabiî engellere “buz, buzullar bölgesi, kar, çığ, kasırga”;
8. Buzulların vâdiye yürümesine “kayma”;
9. Dağcıların aşacakları engellere “çok sarp ve dik eğilimli kaygan yerler”;
10.Hatâsız tırmanışlara “kolay ve serbest tırmanış”;
11. Dağcılık sporunda geri plânda dağcı işçileri, tecrübeli önderlerine “kılavuz, taşıyıcı, eğitmen ve sığınak bekçisi”;
12.Kayalık ve dik yamaçlara “duvar kayalar”;
13.Kaya duvarının yatay kısmına “teras”;
14. Birbirine çok yakın iki kaya duvarı arası boşluğa “düz kayalar koridorları”;
15. Düşey bir kaya ile dışarıya doğru dik açı yapan çıkıntı duvara “dam”;
16.İki sarp yüzeyin birleştiği yatay tepe çizgisine “mahya”;
17. Bir çatlak üzerinde buzul köprüsüne “kaya gagaları, buzul çatlakları köprüsü”;
18.İki kılçık çizgisi arasındaki oyuk bölgeye “eyer”;
19. Bir kaya duvar üzerindeki büyük kayalık çıkıntıya “mahmuz”;
20. Bir yanı kapalı küçük vâdiye “körboğaz”;
21. Buzul kütlesinin bloklar olarak parçalandığı bölgeye “buzul boğaz”denir.
Tırmanma tekniği: Yokuşta yürürken yorulmamak için (S) çizerek çıkmalıdır. Çok dik yerlerden inerken ağırlıklarını topuklarına vermelidir. Çok yorulmamaya ve terlememeye dikkat etmelidir. Az su içmelidir. Dik kayalara tırmanırken ayaklarla iyi basmalı ve sağlam tutunmalıdır. Gücünü ve irâdesini zamânında ve yerinde kullanmalıdır. Çıkışlarda az mola vermeli yuvarlanacak kaya ve çığ tehlikesini dâimâ göz önünde bulundurmalıdır.
Dağa tırmanmada güçlük dereceleri:
1. Derece güçlük: Ellerden faydalanmaksızın tırmanılan hafif eğimli sırtlar.
2. Derece güçlük: Ellerden arasıra faydalanmayı gerektiren hafif eğimli sırtlar.
3. Derece güçlük: Tırmanılması güç yerler, dik yamaçlar.
4. Derece güçlük: Halat kullanmayı ve iyi bir dağcılık tekniğini gerektiren, tırmanılması çok güç dik, fakat ellerle tutmaya elverişli yamaçlar.
5. Derece güçlük:Tutulması çok güç, halatsız tırmanılması imkânsız dik engelli yamaçlar.
6. Derece güçlük: Dik olduğu gibi yüzeyleri kaygan kayalık. Buraya tırmanmak için halat ve çivilerden başka üzengi kullanmak gerekir.
Türkiye’de dağcılık sporu: Memleketimizde spor olarak dağcılık çalışmaları 1920’lerde başladı.Türkiye’de ilk dağa tırmanış Hamilton ismindeki bir İngiliz’in Erciyes Dağına yaptığı tırmanıştır. Birinci Dünyâ Savaşından sonra, dağcılık daha çok askerî bir hareket olarak kendini gösterdi. 1924’te Albay Cemil Cahit Bey, subay ve erlerden meydana gelen bir grupla Erciyes’in doruğuna çıktı. 1926’da “Dağcılık Tâlimgâhı” adı alltında ilk dağcılık okulu kuruldu.
Dağcılık sporundaki önemli gelişmeler 1930’lu yıllarda kendini gösterdi. İlk dağcılık kulübü o dönemin İstanbul Vâlisi Muhittin Üstündağ tarafından “Türk Yürüyücülük, Dağcılık ve Kış Sporları Kulübü” adıyla kuruldu (1933). Aynı senelerde Bursa’da Bursa Dağcılık ve Kış Sporları Kulübü kuruldu. Bu gelişmelerden sonra dağcılık sporu târihinde ilk federasyon, 1938 yılında “Dağcılık ve Kış Sporları Federasyonu” olarak kuruldu. 1939’da aynı federasyon “Türkiye Dağcılık ve Kayak Federasyonu” şeklini aldı.
Başkanlığına Latif Osman Çıkıgil ve ekibi getirildi. 1966 yılında ise yalnız dağcılıkla ilgili “Türkiye Dağcılık Federasyonu” kuruldu. Başkanlığına yine Latif Osman Çıkıgil getirildi. Bu çalışmalardan sonra dağcılık sporuna ilgi arttı. 1969’da ilk defâ Avusturya ve Alman dağcıları ile Türk dağcıları Cilo ve Ağrı dağlarına tırmandılar. Bundan bir yıl sonra Türk dağcıları da İtalya, Almanya ve Avusturya’da o ülkenin dağcılarıyla tırmanmaya başladılar (1970). 1977 yılında Dünyâ Dağcılar Birliği (UIAA)ne üye olundu. Bu târihlerden sonra üniversiteler de dağcılık sporuyla alâkalanmaya başladılar. Türkiye’de hemen her mevsim tırmanmaya elverişli dağlar bulunmaktadır. Umûmiyetle bu spor ülkemizde üniversite gençleri tarafından yapılmaktadır. Yurdumuzda yeni yeni tanınan bu spor gün geçtikçe gelişmektedir.
Yurdumuzda Dağcılık Sporuna
Elverişli Dağlar
Karadeniz bölgesi:
Kaçkar Dağı -3932 m
Verçinin Tepe -3709 m
Hunut Dağı -3580 m
Varoş Dağı -3458 m
Akdeniz bölgesi:
Demirkazık Tepe -3756 m
Torasan Dağı -3374 m
İç Anadolu bölgesi:
Erciyes Dağı -3917 m
Küçük Erciyes -3703 m
Büyük Hasan Dağı -3268 m
Doğu Anadolu bölgesi:
Cilo Dağı -4146 m
Büyük Ağrı -5137 m
Mercan Dağı -3449 m
Küçük Ağrı -3896 m
Süphan Dağı -4058 m
Marmara bölgesi:
Uludağ -2545 m
Rekortmen dağcılık: 1786 Fransız Paccord ve Boluent 4810 m yüksekliğindeki Cervin Tepesine, 1897 İngiliz Chympe 4478 m yüksekliğindeki Cervino Tepesine, 1897 İçviçreli Zurbriggen ve İngiliz Fit Zigereld Tonganı’daki 6010 m yüksekliğindeki Klinanjora Tepesine, 1899’da İngiliz H.J. Mackinder Arjantin’deki 7040 m yüksekliğindeki Acancagya Dağına, 1950’de Fransız Mavire Herzo ve Luisla Chenal, Nepal’daki 8091 m yüksekliğindeki Anna Puma Dağına, 1953’te Yeni Zellendalı E.Hillary ve Nepali N.Tensing Nepal’daki 8882 m yüksekliğindeki Everest Dağına tırmanmışlardır. Bayan dağcılar olarak 1950 yılında Claude Kogan 8135 m yüksekliğindeki Chonyu Dağının 7550 metresine ulaşmıştır. Yine Tibetli iki bayan doğuda 7595 m yüksekliğindeki Kongur Tiube Dağına tırmanmayı başarmışlardır.
Rusya Federasyonu’na bağlı, Kafkas Sıradağlarının kuzey kanadı ve Hazar batı kıyısında yer alan muhtar bir Türk Cumhûriyeti. Coğrafî mevki bakımından 45°33’ ve 45°35’ doğu boylam dâiresi ile 41°15’ ve 45°8’ kuzey enlem dâirelerinde yer alır. Kuzey kesiminde Kalmuk ülkesi, doğusunda Hazar Denizi, güneyinde Âzerbaycan, güneybatısında Gürcistan, batısında ve kuzeybatısında Çeçenistan ve Kuzey Kafkasya ülkeleri ile çevrilidir.
Târihî geçmişi bakımından Dağıstan M.Ö. 1200 senelerine kadar uzanmakta ve ülkede çeşitli antik kültür izlerine rastlanmaktadır. Bu ülke birçok göç dalgalarının mecrası olmuştur. Özellikle 8. asırdan sonra İskit göçebelerinin bu bölgeyi etkiledikleri bilinmektedir. İslâm fetihleri, Emevîler devrinde özellikle ülkenin Derbent bölgesine kadar ulaşmış, 1455’te Timuroğulları tarafından aynı bölge fethedilmiştir. Bundan sonra Osmanlıların eline geçen ülkede İslâmiyet hızla benimsenerek yayılmıştır.
Osmanlılar, Ruslar ve İranlılar arasında asırlarca anlaşmazlık konusu olan Dağıstan, İran’da Afşarlılar Hanedanın kurucusu Nâdir Şahın öldürülmesinden sonra 1747’de Rusların eline geçti. Buna rağmen yerli emirlerin Ruslara karşı direnmesi 1818’e kadar sürdü. Bu yılda, Şemhal’den başka Dağıstan’ın bütün yerli emirleri Rusya’ya karşı direndiler. 1819’da Yermolof’un komutasındaki Rus ordusu ayaklanmayı bastırdı. Masum ve Üsmi emirliklerini ortadan kaldırdı. 1830’larda Müslümanların ileri gelenleri, Ruslara karşı cihâd îlân ettiler. Gâzi Molla ve Hamza Beyin ölümüyle bu savaşın önderliği Şeyh Şâmil’e geçti. Dağıstan halkı uzun yıllar devâm eden bu savaşlar esnâsında başlarında Şeyh Şâmil olduğu halde kendilerinden çok üstün Rus ordularına karşı kahramanlık destanları yazdılar.Kuvvetini îmânından alan bu olağanüstü karşı koyma, Çarlık Rusya’sı ordularını perişan etti. Nihayet 1859’da Şeyh Şâmil’in esir düşmesiyle Dağıstan Rusların eline geçti. Rusya 1917 ihtilâline kadar bu bölgeyi elinde tuttu. Bu târihte bağımsız bir cumhûriyet hâline gelmek isteyen Dağıstan, 1920’ye kadar iç savaş yüzünden çok zarar gördü. Nihâyet 1920’nin sonbaharında komünist rejim hâkim oldu. Aynı yıl Kasım ayında SSCB’nin üyesi hâline geldi.
1989’da Rusya’da başlayan Glasnost ve prestroika politikası ile Dağıstan’da millî ve mânevî değerlere dönüş başladı ise de bağımsızlığını îlân edemedi. Rusya Federasyonu’na bağlı özerk cumhûriyet olarak kaldı.
Dağıstan, beş coğrafî bölgeye ayrılır: Birinci bölgede Kafkas Dağları yer alır. İkinci bölgede ise 20-40 km genişliğinde bir kemer meydana getiren yükseklikleri 600-900 metreyi aşan tepeler vardır. Burada yağış oldukça fazladır. Bölge sık ormanlarla kaplıdır. Üçüncü bölge dağlarla ve Hazar Denizi kıyıları arasında uzanan 3-32 km genişliğinde bir kıyı düzlüğüdür ve genellikle kum ve deniz tortularıyla örtülüdür. Burada petrol ve tabiî gaz yatakları vardır. Dördüncü bölge, Terek Irmağı ile deltasının aşağısında alçak ve bataklık kısımdır. Toprak tuzlu ve çoraktır. Beşinci bölge Nogoy bozkırlarıdır. Kuzey-güney doğrultusunda uzanan alçak tepeler ve fazla derin olmayan çukurlardan meydana gelir.
İklimi sıcak ve kurudur. Alçak bölgelerde ortalama sıcaklık ocak ayında -3,6°C, temmuz ayında 23°C civârındadır. Dağlık bölgelerde bitki örtüsü vâdi ve kanyonlarda yaprak döken ormanlardan, yüksek tepelerde çam ve huş ağacı ormanlarından daha yüksek kesimler ise Alp Çayırlarından meydana gelir. Kuma Irmağının güneyinde kalan kısım çalılarla kaplı yarı çöl bir yapıya sâhiptir.
Yüzölçümü 50.300 km2 olup, nüfûsu 1.823.000’dir. Dağıstan’da çoğunluğu Türk olmak üzere 80 kadar etnik grup vardır. Dağıstan’ın aşılması güç bir ülke olması, burasını kendi topluluklarından ayrılan aşîretlerin sığındığı insanların bir birinden uzak ve ayrı kabîleler hâlinde yaşadığı bir bölge hâline getirmiştir. Dünyânın hiçbir yerinde bu kadar etnik grup bir arada görülmemiştir. Nüfûsun % 30’u şehir ve kasabalarda yaşar. Başkenti Mahaçkale olup, diğer önemli şehirleri Derbent, Kızılyar, ve Buynaksk’tır.
Dağıstan’da birçok dil konuşulur. Bunların başında Avar, Andı, Lezgi dil grupları gelir. Ülkede yalnız bir köy halkının konuştuğu ve 200-300 âileden başka kimsenin anlamadığı diller de vardır. Hâkim dil Âzerî Türkçesidir.Resmî dil Rusçadır. Türkler aralarında ortak dil olarak Kalmuk Türkçesini kullanırlar.
Edebiyat, Dağıstan dillerinde yazılı olmaktan çok, dilden dile gelmiştir. Folklor çok zengindir.Halk türküleri üçlük ve destan gibi kısımlara ayrılır. Daha çok dînî konuları manzum olarak işler. Ayrıca halk masalları, atasözü, bilmece gibi neviler, bizimkileri andıran yazılı edebiyat, özellikle Avarlar ve Laklarda görülür. Bunlarda edebiyat 17. asırdan îtibâren başlamıştır.
Yeraltı mâdenleri bakımından çok zengin olan Dağıstan’da, kömür ve demir mâdenleri işletilmektedir.Kıyı bölgesinde doğal gaz ve petrol çıkarılmaktadır. Hızlı akan ırmaklar üzerinde hidroelektrik santralleri kurulmuştur. Şişe cam yapımı önemli bir sanâyi koludur.Halk geçimini tarımdan ve hayvancılıktan sağlar. Topraklarının ancak % 15’i tarıma elverişlidir. Tepe yamaçlarında seki biçiminde tarlalar açılmıştır. Halk çoğunlukla kışın Nogay bozkırı otlaklarında, yazın ise yüksek dağ otlaklarında oturur ve çok sayıda koyun beslenir. Tahıllardan en çok mısır ve buğday ekilir.Kıyı bölgesinde balıkçılık gelişmiştir. Ayrıca kiraz, kayısı, elma, armut, ayva ve kavun dâhil olmak üzere her çeşit sebze ve meyve yetişmektedir.
Mâden, deri, ağaç işleri, yün dokumacılığı ihraç yapılabilecek ölçüde gelişmiştir. Bakır, çelik ve gümüş işlemeciliği, ağaç ve deri nakışçılığı ve kiremitçilik meşhurdur.
Dağıstan’da ulaşım gelişmiştir. Demiryolu ile Moskova, Bakü, Astragan ve Gudermes’e bağlanır. Başlıca liman şehri, HazarDenizi kıyısında olan başşehir Mahaç kale’dir. Bütün şehirleri düzgün karayolu ile birbirine bağlıdır.
(Bkz. Ahnef bin Kays)
(Bkz. Benin)
Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı. Yaklaşık öğleden bir saat evvelki vakit. Şer’î gündüz müddetinin, yâni imsâktan (oruca başlama vaktinden) güneş batana kadar olan sürenin ortası.
Ezânî imsak vaktinin yarısı, bu vakti gösterir. Meselâ, ezânî imsak 8.10 ise, ezânî dahve-i kübrâ 4.05’tir. Bu vakit vasatî gurup vaktine eklenirse, dahve-i kübrânın vasatî zamâna göre vakti bulunmuş olur. Kısaca formül olarak:
Vasatî dahve-i kübrâ vakti=İmsak vakti+(Gurup-İmsak/2)dir.
Hanefî mezhebinde Ramazan orucu, nâfile oruç ve belli olan adak orucuna niyet etmek, bir gün evvel güneşin batmasından başlayarak ertesi gün dahve vaktine kadardır. Geceden oruca niyet etmemiş ve sahura da kalkmamış olan bir kimse, gündüz dahve vaktine kadar niyet edebilir. Dahve vakti, Ramazan orucuna niyetin son vaktidir.
Alm. Kreis (m), Fr. Cercle (m), İng. Circle. Çemberin sınırladığı alan parçası. Düzlem içinde bir noktaya eşit uzaklıktaki noktaların geometrik yerine çember, verilen noktaya merkez, sâbit uzunluğa yarıçap, çember üzerinde A ve B gibi iki nokta arasındaki çember parçasına yay, A ve B’den geçen doğruya kesen, A ve B noktaları arasındaki AB doğru parçasına kiriş, merkezden geçen kirişe çap, bir kirişin dâirede ayırdığı parçaların her birine dâire parçası, iki yarıçap arasında kalan kısma dâire kesmesi denilir.
Dâirenin özellikleri: 1)Yarıçapları eşit iki dâire eşittir. 2) Bir dâirede eşit yayların kirişleri ve eşit kirişlerin yayları birbirine eşittir. 3) Bir dâirede, merkezden eşit uzaklıktaki kirişler eşittir. 4) Bir dâirede kirişe dik olan çap, kirişi iki eşit parçaya böler. Bir doğru ile çemberin bir ortak noktası varsa, bu noktaya değme noktası, doğruya da teğet adı verilir. 5) Bir çemberin bir noktadaki teğeti bu noktayı merkeze birleştiren doğruya diktir. Bir dâirede BC yayını merkezden gören açıya merkez açı, çevreden gören açıya çevre açı, bir T noktasındaki teğet ile TD kirişi arasında kalan açıya teğet kiriş açısı denir. 6) Aynı yayı gören teğet kiriş açısı merkez açının yarısına eşittir.
Merkez açı aynı yayı gören çevre açının iki katıdır. Kartezyen koordinat sisteminde bir dâire denklemi (x-a)2+(y-b)2 = r2dir. (a,b) noktası dâire merkezinin koordinatlarıdır. Merkezi başlangıçta, yâni a=b=o olan dâirenin denklemi x2+y2 = r2dir.
Dâire bir yüzey parçası olduğundan alanı ve bu alanı çevreleyen çevre uzunluğu sözkonusudur. Çevre=2pr’dir. Alan=pr2dir.
p sayısı hakkında bilgi için (Bkz. Pi Sayısı).
Bangladeş’in başşehri. Banliyölerle birlikte nüfûsu 4 milyon civârındadır. Yaklaşık bin yıl öncesine kadar dayanan târihi; İslâm öncesi, İslâmî, İngiliz, Pakistan ve bugünkü Bangladeş Devleti dönemleri olmak üzere beş devreye ayrılır. Şehrin gelişmesi, Bâbürlü Devletinin Bengal eyâletinin merkezi olduktan sonra başladı. Bu devirde Fransız ve Flemenkli tüccarların uğrak yeri olan bir deniz ticâreti merkezi oldu.
Müslümânların zamanında ticâret, bilim ve kültür merkezi olma özellikleri en yüksek seviyeye ulaştı. Müslüman yöneticiler İslâm dünyasının başka bölgelerinde yaygın olan kemer, kubbe ve minârelerle karakter kazanmış mîmârî tarzını burada da uyguladılar. Bugün Dakka’da ayakta kalabilmiş câmi, türbe, minâre ve kervansaray gibi mîmârî yapılar muhteşem İslâm sanatına şâhitlik eder. Başta Beytü’l-Mükerrem, Lâlbağ ve Sât Kümbet câmileri olmak üzere Dakka’da 700’ü aşkın câmi vardır.
İngiliz yönetiminin başlamasıyla Müslümanların hâkimiyeti geriledi. Halk sistematik bir baskıya mâruz kaldı ve 1757’den îtibâren yarım yüzyıla yakın bir süre içinde Müslümanlar toplumdaki ağırlıklarını kaybettiler. 1836’da resmî dil olarak Farsçanın yerini İngilizcenin alması, durumlarını daha da zayıflattı.
Dakka 1947’de Doğu Bengal eyâletinin, 1956’da da Doğu Pakistan’ın merkezi oldu. 1971’de bağımsızlık savaşı sırasında büyük hasar gördü, savaştan sonra yeni Bengladeş devletinin başşehri ilân edildi.
Dakka günümüzde Bengladeş’in en büyük sanâyi merkezidir. Camdânî, nakış işleri, ipek ve mücevher buranın özelliğini ifâde eden mâmullerdir. Başlıca sanâyi ürünleri pamuk, pirinç ve tüketim mallarıdır.
Dakka Üniversitesi ve buna bağlı olan yüksekokullar ile mühendislik ve teknoloji üniversitesi, başlıca yükseköğretim kuruluşlarıdır.
Alm. Schreibmaschine (e), Fr. Machine (f) a écrire, dactylographe (m), İng. Typewriter . Bir klavye aracılığıyla harekete getirilen harfleri mürekkepli bir sistem yardımıyla kâğıda basarak yazı yazan makina.
İlk yapılışı 1829’da Teroitli William Austin Burt tarafından gerçekleştirildi. Tipograf adı verilen bu makina elden daha yavaş yazıyordu. Bundan sonraki denemeler pek başarılı olamadı. Aradan 40 yıl geçtikten sonra Sholes 1868’de ilk pratik daktiloyu yaptı. Remington’un 1878’de yaptığı daktilo ise bir dikiş makinasının üzerine yerleştirilmişti. Şaryo dikiş makinasının pedalına benzeyen bir pedalla döndürülüyordu. Makina ise silik ve büyük harf yazabiliyordu. Bu mahsurlarının yanında büyük ve pahalı olması piyasaya sürülmesine engel oldu. Remington, Royal Smith gibi Amerikan firmaları yanında İtalyan Underwood-Olivetti, Alman Olympia, Adler ve Triumph ve İsveç Facit firmaları da daktiloların yapımında görülen çeşitli kusurları yavaş yavaş düzelterek bugün kullanılan daktiloya benzeyen makinalar yaptılar.
Sholes’in yaptığı makinayı inceleyen Thomas Edison, elektrikle çalışabileceğini söyleyerek üzerinde çalışmaya başladı. Edison, çubuğun elektromıknatısla hareket ettiği elektrikli daktilo makinası yaparak 1872’de patentini aldı.
Çeşitli deneme ve üzerinde yapılan çalışmalardan sonra 1930 yılında seri halde elektrikli makinaların satışına başlandı. Piyasada tutunması, seri iş yapması bunun üzerinde firmaların çalışmasını sağladı. Her geçen gün daha mükemmelleri çıkarak günümüze kadar gelindi.
Mekanik daktilo: Elektriksiz olup, mekanik olarak çalışırlar. Parmakla kuvvetle tuşa vurulunca, kaldıraç tertibatıyla tuşun bağlı olduğu harf kalkar ve şeride vurur. Şerit de sarılı olan kâğıt üzerinde o harfin izini bırakır. Harfler vuruldukça şaryo otomatik olarak ilerler. Yazının düzgün çıkması şeride, vuruşun kuvvetine, tuşlara iyi basılıp basılmamasına bağlıdır.
Elektrikli daktilo: İşleme prensibi mekanik ile aynıdır. Tuşa asıldığında harfin şeride, dolayısıyla kâğıda vurma işlemi elektrikî olarak gerçekleştirilir. Ancak IBM 1961’de Selectric ismini verdiği modelle harflerin çubukları yerine, harflerin bulunduğu yazı topunu getirdi. Seçilen harfe göre bu yazı topu dönebilerek, kağıt tarafına ilgili harfi getirebilmektedir. Yazı topunun değiştirilmesiyle değişik türde harfleri kullanmak mümkündür. Elektrikli daktiloların (yazıcıların); kaset şeritli ve silicili, çubuklu elektrikli daktilo, küreli elektrikli daktilo, papatya tipi elektrikli daktilo... gibi çeşitleri de vardır.
Alm. Milz (f), Honigwabe (f), Fr. Rate (f), İng. Spleen. Diyaframın altında, karın boşluğunda, yaklaşık bir yumruk büyüklüğünde yumuşak bir organ. Dalak, dolaşım sistemine bağlı bir çıkmaz sokağa benzetilebilir. Kan, dalak içerisindeki geniş kanallar ve damarlar sisteminde yol alırken, dalak hücreleri ile muhatap olur. Dalak, kan fizyolojisi ile yakından alâkalıdır. Dalağın vücut savunmasında aldığı rol büyüktür.
Dalağın bilinen fonksiyonları:
Kırmızı kan hücreleri yapımı:Anne karnındaki ceninde (embriyonda) alyuvarların yapıldığı yer dalaktır. Normalde doğumdan sonra kemik iliği bu görevi dalaktan devralır. Kemik iliğinin çalışmadığı veya başka dokularla (kanser dokusu) istilâ edildiği durumlarda dalakta yeniden alyuvar yapım görevi başlayabilir.
Kan temizleyicisi olarak dalak: Vücudun savunma sisteminin işine paralel olarak dalak da vücudun mikroplara karşı koymasında rol aynayan hücreler yapar. Ayrıca mikroorganizmalara karşı koyacak özel maddelerin, yâni antikorların yapımında da dalağın vazifeleri vardır.
Akyuvar yapımı: Dalak, akyuvarların bir çeşidi olan lenfositleri yapar.
Kırmızı hücrelerin yıkımı: Yaşlanan alyuvarlar ve şekilleri normalin dışında olanlar, büyük dalak hücreleri tarafından alınır ve parçalanır.
Kan deposu olarak dalak: Kediler, köpekler ve diğer memelilerde dalak, kırmızı kan hücrelerini depolar. Büyük enerji gerektiren durumlarda, büyük kanamalarda dalak kasılarak dolaşım sistemine bol miktarda kan verilir. İnsanlarda da dalağın bu görevi yaptığı yıllarca söylenmiş olmasına rağmen bugün bunun gerçek olmadığı bilinmektedir.
Hastalıklarda dalak:Büyük bir dalak bir çok hastalığın seyrinde görülür.Kan hastalıkları, doğum metabolizma hastalıkları, sıtma gibi bâzı infeksiyon hastalıkları ve daha birçok hastalık dalağı büyütür. Sıtmada dalak büyüklüğü o derece karakteristiktir ki, bir bölgede sıtma yaygınlığını ölçmede dalak büyüklüğü ölçü olarak kullanılabilir.
Dalak çıkarılırsa kişi ölmemektedir, yâni dalaksızlık hayatla bağdaşan bir durumdur. Kan hücrelerinin aşırı derecede azaldığı durumlarda, büyüyen dalağın hastayı çok rahatsız ettiği bâzı hastalıklarda dalak çıkarılarak hastanın rahatlaması sağlanabilir.