ÇIKARMA
Alm. Subtraktion (f), Fr. Soustraction (f), İng. Subtraction. Geriye doğru saymanın kısaltılmış şekli. Bir çıkarmada iki terim vardır. Birinci terime eksilen, ikinci terime çıkan, sonuca fark veya kalan denir. Çıkarma işleminde eksilen, çıkandan büyük olmalıdır.
Çıkarmanın özellikleri:
1. a - b = (a + c) - (b + c)
2. a - b = (a - c) - (b - c)
3. a - (b + c) = a - b - c
4. a - b + c = (a + c) - b
5. a - b - c = a - (b + c)
6. a - (b - c) = (a + c) - b = (a - b) + c
Alm. Verrenkt, Fr. Déboité, luxation, İng. Dislocateda, luxation. Bir eklemi meydana getiren bağ ve kemiklerin arasındaki yapısal ilişkinin bozulması. Eklem yüzeylerinin birbiriyle hiç temâsı kalmamışsa tam çıkıktan, yüzeylerin temâsı kısmî olarak devâm ediyorsa yarı çıkıktan söz edilir.
En çok çıkıklar, omuz, kalça, diz, dirsek gibi geniş hareketli eklemlerde olur. Ayak ve el bileğinde çıkık seyrek görülür.
Sınıflandırılması:
1. Doğuştan olan çıkıklar: Sık görülen bir şekli doğuştan kalça çıkığıdır. Diz eklemi çıkığı da görülebilir.
2. Hastalıklara bağlı çıkıklar: Eklemlerde iltihâbî hâdiselere ve tümörlere bağlı çıkıklar görülebilir. Müzmin eklem iltihaplarında eklem kapsülü çok zayıflar ve ufak bir zorlamayla dahi çıkık olabilir.
3. Felçlere bağlı çıkıklar: Kasların felci sonucu eklemin dayanıklılığı bozulur, çıkık yavaş yavaş gelişir. Çocuk felci ve beyin felcinde bu tip çıkıklar görülür.
4. Darbe ve zorlamalara bağlı (travmatik) çıkıklar: Darbeler sonucunda olur. En sık omuz eklemlerinde görülür.
5. Tekrarlayan çıkıklar: İyi tedâvi edilmeyen çıkıklarda, zamanla eklem etrâfındaki yumuşak dokular tam iyileşmediği için eklem kapsülünde bollaşma olur. Bâzı pozisyonlarda çıkık olur. Hasta, çıkığı kendisi yerine koyar.
Çıkıklarda eklem içinde kan, sıvı birikir. Kıkırdak dokusunda harabiyet olur. Dizde menisküslerde yırtık olabilir. Eklemi meydana getiren kemiklerde kırık olabilir. Eklem kapsülü zedelenebilir, kopabilir. Damar sinir ve kas harâbiyeti olabilir. Dirsek ve diz eklemi çıkıklarında sinir, damar zedelenmesi sık görülür.
Çıkık olan bölgede ağrı ve hareket kısıtlılığı en başta gelen belirtilerdendir. Çıkık olan eklem şişer, ısı değişikliği olur. Eklem etrâfında his kusuru, dolaşım bozukluğu olabilir.Hastaya grafiler çektirilerek teşhis konur.
Çıkıkların tedâvisi âcildir. Her geçen sürede, çıkık olan bölgenin dolaşımı bozulabilir. Eklem kıkırdağının beslenmesi bozulur. Yumuşak doku yapışıklıkları çıkığın tedâvisine engel olabilir. Yumuşak dokuların iyileşmesi için çocukta 2-4, büyükte 4-6 hafta eklemin hareketi engellenir. Bunun sonucunda eklemde sertlik olabilir.
Çıkığın yerine konulması, hekim tarafından çıkığın şekline göre yapılır. Bâzı durumlarda çıkık, ameliyatla yerine konulur. Düzeltilen eklem bandaj veya alçı ile yerine tesbit edilerek bir süre oynatılmaz, zorlanmaz, daha sonra ekleme eski hareketliliği kazandırılmaya çalışılır. Çıkıklar ilerde kas ve eklemlerde kireçlenmelere sebeb olabilirler.
Doğuştan kalça çıkığı erken dönemde fark edilirse bebeğin altına bol ara bezi konularak düzeltilebilir. Aksi takdirde tedâvisi zor ve uzun sürelidir.
Alm. Wellrad, Fr. Treuil, poulie, İng. Spinning wheel. Ağır yükleri kolayca kaldırabilmek maksadıyla kullanılan âlet. Çok eski zamandan beri bilinen çıkrık, özellikle kuyulardan su çekmek ve ağır yükleri kaldırmak için kullanıldığı gibi, günümüzde de değişik maksatlarla pekçok yerde kullanılmaktadır.
Prensip olarak; dönme eksenleri aynı, yarıçapları farklı olan iki silindirden meydana gelir. Kaldırılacak olan yük, küçük silindire sarılı olan ipin ucuna asılır. Büyük silindire sarılı bir başka ipin ucuna da F kuvveti tatbik edilir. Büyük silindir, kol veya motor ile de döndürülebilir.
Büyük silindirin yarıçapı a, küçük silindirin yarıçapı b ve kaldırılacak yükün ağırlığı G ise, çıkrığın dengede kalabilmesi için gerekli kuvvet F= (b/a).G’dir. Kuvvet kazancı ise; a/b=G/F’dir.
Zamânımızda kullanma sahalarına ve yapılış şekillerine göre isimlendirilen çeşitli çıkrıklar mevcuttur.
ŞEKİL VAR ! (1)
ŞEKİL VAR ! (2)
Alm. Platane (f), Fr. Platana (f), İng. Plane tree. Familyası: Çınargiller (Platanaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Ege, Akdeniz bölgesi.
Uzun boylu, kalın dallı, dik veya kıvrık gövdeli, yaprakları el ayası biçiminde ve 3-5 parçalı, parçaları sivri, gayri muntazam sûrette dişli, parlak yeşil renkte ve çınargiller familyasına bağlı ulu ağaç.
Ormanlarda, bilhassa dere içlerinde ve nehir yataklarında rastlanır.
Çınar ağaçları çabuk büyüme özelliğine sâhiptir. Ulu ağaç hâlini alarak kalınlaşan gövdenin içerisi çürüdüğü hâlde, yaşamalarını sürdürürler. Kütük sürgünü verme özelliğine de sâhiptirler. Yetiştirilmeleri tohumla olur. Çiçekleri bir cinsli, erkek ve dişi çiçekler sık küre şeklinde toplanmışlardır. Tozlaşmaları rüzgâr aracılığıyla olur. Birkaç türü vardır. Memleketimizde tabiî olarak tek türü bulunur.
Doğu çınarı (Platanus orientalis): Doğu Akdeniz memleketlerinden, Himalaya’ya kadar olan bölgelerde yetişir. Türkiye’de bulunan tek türüdür. Boyu 30 m’ye, gövde çevresi bâzan 10 m’ye ulaşır.
Türkiye’de orman bölgelerindeki dere içlerinde nehir yataklarında tabiî olarak bulunduğu gibi, şehir, kasaba ve köylerde su başlarında, yol kenarı, park ve bahçelerde süs bitkisi, gölge ağacı olarak da rastlanır. Başta İstanbul ve Bursa olmak üzere Türkiye’nin birçok yerlerinde ulu çınar ağaçları vardır. Bunların bâzıları târihi öneme sâhiptir ve “tabiî anıtlar” olarak korunmaktadır. Uzun seneler yaşayan çınar, yurdumuzun pekçok yerinde târihî eser olarak muhâfaza edilmektedir. Kalınlaşmış gövdesi, etrafa dal budak salmış, yapraklandığında koyu gölge meydana getirmiş hâliyle nesillerin altında oturduğu bir târih olarak görülmektedir.
Bilhassa Osmanlılar zamânında belli başlı şehirlerin meydanlarında, câmi avlularında en çok rastlanan bir ağaçtır. Uzun ömrü ve ihtişamla görünüşü meşhurdur. Osmanlı Türk medeniyetlerinin tabiata âit unsurlarından biridir. Edebiyâtta ve diğer sanat kollarında da isim ve şekil olarak çok sık rastlanır.
Anayurdu Kuzey Amerika olan Amerikan veya Batı çınarı (P. occidentalis) en uzun boylu türdür. Bâzılarının boyu 50 m’yi aşar.
Kullanıldığı yerler: Park ve bahçelerde dekoratif süs bitkisi, gölge ve yol ağacı olarak da yetiştirilir. Çınar ve yaprakları toz ve gazdan fazla etkilenmez. Onun için, büyük şehirlerde ve endüstri merkezlerinde çok rastlanır.
ÇINGIRAKLIYILAN (Crotalus Horridus)
Alm. Klapperschlange, Fr. Crotale des bois, İng. Timber rattle snake. Familyası: Çıngıraklıyılangiller (Crotalidae). Yaşadığı yerler: Amerika’da, Güney Kanada ile Kuzey Arjantin arasında. Özellikleri: Çok zehirli olup, kuyruğunda halkalı bir çıngırağı vardır. Ömrü: 20-30 yıl. Çeşitleri: Çıngıraklı, sessiz çıngıraklı, çöl çıngıraklı, kırmızı çıngıraklı, küçük çıngıraklı, Tibet çıngıraklı vs.
Pullu-sürüngenler takımından, anavatanı, Yenidünyâ kıtası olan çok zehirli bir yılan. Amerika kıtasına yayılmış olup, özellikle ABD ve Kuzey Meksika’da rastlanır. Siyah, beyaz, kahve, portakal, pembe, yeşil, mâvi renkli olanları olup, çoğunlukla sarımtrak kahverengidirler. Güneydoğu Asya’da da vardır. Tibet çıngıraklıyılanı bunlardandır. Kuyruğunda bulunan deri ve oynak pullardan meydana gelen halkalı kısmını sallayarak çıngıraksı bir ses çıkardığından çıngıraklı adını almıştır. Çoğu 1,5-2 m boyunda ve çocuk bileği kalınlığında olmasına rağmen 60 cm boyunda olanları da vardır.
Başlarının her iki yanında gözleri ile burun delikleri arasında bulunan ince zarlı bir çift çukurcuk bunlar için tipiktir. Bu çukurcuklar sıcakkanlı hayvanların vücutlarından yayılan ısı dalgalarını (infrared) tesbit eder. Bu biyolojik dedektörle, karanlıkta yaklaşan avların vücutlarından yayılan ısıyı hisseder ve onları görmeden tâkip edebilirler. Bu tabiî infrared dedektörleri (kızıl ötesi ışınları seçebilen araç), yalnız boa, çıngıraklı ve çukur engerek yılanlarında bulunur.
Sabah erkenden faaliyete geçerek gece düşen çiğ ile yıkanır, öğleye kadar güneşlenir. Aşırı sıcakta gölgeye çekilir. 30°C çevre sıcaklığında avlanır. Avların iriliğine göre zehirlerini ayarlayabilir. Zehir dişleri sivri olup, hayvanların korkup çekindiği tehlikeli bir yılandır. Avlarına sâniyede 200 m gibi korkunç bir hızla atılır, zehirini şırınga eder. Zehirlenen avını ancak öldükten sonra yutar. En çok fâre, sincap, tavşan gibi kemiricileri avlarlar, kuş ve kertenkele de yerler. Üst çenelerinde oluklu iki çift zehir dişlerini kullanmadıkları zaman ağız tabanına paralel yapıştırırlar. Sürünürken yumuşak ve çatallı dillerini ağızları kapalı olduğu halde üst çenelerindeki bir delikten hızlı ve sürekli bir şekilde çıkarıp içeri sokarlar. Diğer yılanlar gibi dilleriyle koku alırlar. En zayıf kokular bile dilin çatallı uçlarına sinerek hissedilir. Çeneleri ile kulak arasında kemik bağlantı olup, üzerinde bulunduğu toprağın yansıttığı sarsıntıları kolayca işitirler. Çenesini yere koyan çıngıraklı bir yılan çok uzaktan geçen bir atın ayak seslerini kolayca duyabilir. Her yıl deri değiştirme devrelerinde çıngırağa yeni halkalar ilâve edilir. Vücuttan soyulan deri yeni halkalara katılır. Çıngıraklarını avını korkutmak ve durdurmak için kullandığı gibi, iri hayvanların ayakları altında ezilmemeleri için bir uyarı organı olarak da kullanırlar. Çıngırağı sâniyede 50-70 defâ titreştirerek ıslıklı bir ses çıkarırlar. En büyük düşmanları insan, atmaca, kartal ve baykuştur.
Genellikle iki yılda bir kere 3-4 yumurta yumurtlayarak üreyenleri olduğu gibi, çoğu yavrularını doğururlar. Bu gerçek bir doğum olmayıp yumurtaların ana karnında açılması (ovoviviparite) şeklindedir.
Çıngıraklıyılanlar iki çift zehir dişleri, ısı algılayıcıları, dört çeşit sürünme sitili ve kuyruklarındaki çıngırakları ile tipik olup, diğer yılanlardan rahatlıkla ayrılırlar.
Korkunç şöhretlerine rağmen oldukça zayıf bünyeli hayvanlardır. 20 dakikadan fazla güneş altında kaldıklarında bayılır, dikey durumda kalpleri kanı pompalayamadığından ölürler. Kolleksiyoncular tarafından yakalanırken çok hırpalanan yılanların, bir şey yemediklerinden bir müddet sonra öldükleri bilinmektedir.
İstanbul’da Beşiktaş ile Ortaköy arasında deniz kıyısında bulunan büyük saray.
“Çereğan” Lâle Devrinde (1718-1730), mum ve kandil ışığında yapılan gece eğlencelerine denir. Sarayın bulunduğu yerde de bu eğlenceler yapıldığı için, saraya “Çırağan Sarayı” denmiştir. Beşiktaş’la Ortaköy arasında, Lâle Devrinin sadrâzamı Dâmâd İbrâhim Paşa ile zevcesi Fâtımâ Sultan tarafından yaptırılmıştır. Daha önceleri “Kazancıoğlu Bahçesi” denilen bu yerde yaptırılan sarayın yanında bir Mevlevîhâne bulunmaktaydı. Sultan Birinci Mahmud (1730-1754), Üçüncü Selim (1789-1807) dönemlerinde tâmir ve eklemeler yapılan saray, Sultan Abdülmecîd tarafından yeniden yaptırılmak üzere yıktırıldı (1859). Ancak sarayın yeniden inşâsı Sultan Abdülazîz Han devrinde gerçekleşti.
Dolmabahçe Sarayında kullanılan plânın daha ileri bir örneğini teşkil eden Çırağan Sarayının plânlarını Nikoğos Balyan hazırladı. İnşâat 1861’den 1865’e kadar 4 yılda tamamlandı. Deniz kıyısında 750 metre uzunluğundaki bu saray, beyaz mermerden yapılmıştı.
Çırağan Sarayının salonlarının döşenmesine Dolmabahçe Sarayından daha fazla îtinâ gösterildi. Burada kullanılan malzeme de son derece kıymetli cinstendi. Bunun için dış cephesine nazaran iç süslemeleri pek muhteşemdir.
Sultan Beşinci Murad Han, 1876’da tahttan indirilince, arzusu üzerine, Çırağan Sarayı kendisine ve âilesine ikâmetgâh olarak verildi ve 1904 yılında burada vefât etti.
20 Mayıs 1878’de Ali Suâvî’nin tertiplediği Sultan Beşinci Murad’ı yeniden tahta geçirmek için yapılan darbe teşebbüsü, burada cereyân ettiğinden, târihte “Çırağan Vak’ası” olarak bilinmektedir.
İkinci Meşrûtiyette saray, Sultan Reşâd’ın karşı koymasına rağmen, 14 Kasım 1909 gününden başlayarak Meclis-i Meb’ûsân ve Meclis-i Âyâna tahsis edildi. Üst kattaki üç büyük salondan biri milletvekillerine, öteki senatörlere ayrıldı. Üçüncüsüne de, pâdişâh için bir taht konuldu. Yıldız Sarayından getirilen bir takım değerli eşyâlar da buraya yerleştirildi.
20 Ocak 1910’da çıkan bir yangın sonucu tamâmen yandı. Son yıllara kadar sarayın bahçesi Şeref Stadı kayıkhâne bölümü ise Et ve Balık Kurumunca depo olarak kullanıldı.
1946’da çıkarılan bir kânunla İstanbul Belediyesine devredilen Çırağan Sarayının çeşitli târihlerde onarılması düşünülmüş fakat bir netîceye varılamamıştır. Nihâyet 1986 yılının Şubatında, Türk hükûmeti tarafından bir sözleşmeyle, yabancı yatırımcılara, 49 yıllığına kirâya verilmiştir. Yap, işlet, devret modeliyle kirâlanan saray beş yıldızlı otel olarak işletilmeye açılmıştır. Kayıkhâne bölümünde de yabancı devlet adamlarını misâfir etmek için bir devlet konuk evi yapılmıştır.
Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı tahttan indirip, Sultan Beşinci Murad’ı tekrar tahta geçirmek için yapılan baskın.
Sultan Abdülazîz Han zamânında yeni Osmanlılar cemiyetine giren Ali Suâvî, uzun bir müddet yurt dışında kaldı. Sonra memlekete dönüp, Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne tâyin edildi. Mîzâc olarak meşhur olmaktan ve büyük mevkılere gelmekten çok hoşlanırdı. Her renge girerek çeşitli vazîfeler almayı denemiş, fakat başarısızlığı sebebiyle her seferinde vazîfesinden atılmıştı. Kendisi gibi, Sultan Abdülhamîd Han zamânında yükselmekten ümidini kesenler, onun etrâfında toplandılar. Düşünceleri; hastalığı sebebiyle tahttan indirilen Sultan Murâd’ı tekrar tahta geçirmekti. Filibeli muhâcirlerden etrâfına topladığı epeyce bir kalabalıkla 19 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayına girmeyi başardı. Sultan Murâd bu sarayda olduğu için onu dışarıya çıkarmaya çalıştı. Bu sırada Beşiktaş’ın inzibat işleriyle görevli komutanı Mirliva Hasan Paşa topladığı askerlerle derhâl isyancıların üzerine yürüdü. Hasan Paşa, elindeki bastonu Ali Suâvî’nin başına vurarak onu öldürdü. İki taraf da silah kullanınca kan döküldü.
Silah sesleri Yıldız Sarayından duyulunca Sultan Abdülhamîd Han, Çırağan Sarayına asker sevk etti ve Sultan Murâd’ın kılına dokunulmamasını emretti. Ali Suâvî’nin adamlarından yirmi bir kişi ölüp, on yedi kişi yaralandı. Olay iki saat içerisinde bastırıldı.
Ali Suâvî’nin yalısında bulunan defter ve vesîkalar İngiliz olan hanımı tarafından yakıldığından, cemiyetine, hükûmet adamlarından kimlerin üye olduğu anlaşılamadı. Ancak saldırı sırasında sağ ele geçenler dîvân-ı harbe verilerek muhtelif cezâlara çarptırıldılar.
Basit gibi görünen bu küçük ihtilâl teşebbüsü, haklı olarak Sultan Abdülhamîd’i sıkı emniyet tedbirleri almaya sevk etti. Düşman orduları, sarayından birkaç kilometre mesâfede karargâh kurmuş, mümkün olabildiği derecede ülkesini ve menfaatlerini koruyabilmek ve Ayastefanos Antlaşmasını bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa’yla mücâdele eden Sultan’ı, bir gazetecinin, tahtından indirip yerine rahatsız olan ağabeyini getirmek istemesi, Abdülhamîd Hanı fevkalâde şaşırttı. Sultan alelâde bir gazetecinin böylesine bir işe cür’et etmesine inanamamıştı. Bu hareketin yurt dışında önemli bir teşkilâtın emri veya muvâfakatiyle yapıldığı tahmin edilmektedir.
Ali Süâvî’nin başarısızlıkla sona eren bu isyânından kısa bir süre sonra, ikinci bir Çırağan hâdisesi daha meydana geldi. Kleanti Skalyeri-Aziz Bey komitesi tarafından, 1878 Temmuzunda Sultan Murad, ikinci defâ Çırağan Sarayından kaçırılmak istendi. Bu komite, Sultan Beşinci Murad’ın hal’inden kısa bir süre sonra kurulmuştu. Komitenin birinci reîsi olan Kleanti Skalyeri, İstanbul’da Prodos mason locasının üstâdı âzamı idi. Üyelerinin büyük bir kısmı Sultan Murad taraftarlarından olup, diğerleri de memur sınıfından idi. İçlerinde yüksek devlet adamı yoktu. Kleanti, velîahdlığı zamânından beri Beşinci Murad’ın dostu idi ve saltanatını temin için bütün gayretiyle çalışıyordu. Komitenin ikinci üyesi Sultan Murad’ın annesinin câriyelerinden Nakşibend Kalfa idi. Masonların îtimâdını kazanan İbrâhim Edhem Paşanın sadrâzamlıktan azl edilmesinden sonra, bu komite kurulmuştu. Nakşibend Kalfa, devlet ileri gelenlerinden bâzılarını komiteye katmak için çalıştı, fakat başarılı olamadı.
Kleanti, Sultan Murad’la Çırağan Sarayında görüştü. Beşinci Murad’ın, durumundan şikâyet ederek milletin kendisini bulunduğu durumdan kurtaracağı günü beklediğini söylemesi üzerine, komite harekete geçti. İstanbul’un çeşitli semtlerinde duvarlara Sultan Murad lehine beyânnâmeler yapıştırıldı. Bir ara bu komite, Sultan İkinci Abdülhamîd’i öldürmek için harekete geçti, fakat gerçekleştiremedi. Şubat 1878’de hazırlanan plâna göre su yollarından Çırağan Sarayına girilerek Sultan Murad, önce komite üyelerinden Aziz Beyin evine getirilecek, oradan da halk ile bîat merâsiminin yapıldığı yerlerden birine gidilerek, ilgili ulemâ ve devlet erkânı da dâvet edilerek Sultan Murad tahta geçirilecekti.
Komite bu plânını gerçekleştirmek için müsâid bir zaman beklerken, Birinci Çırağan Vak’ası meydana geldi. Başarısızlıkla netîcelenen bu vak’a komiteyi yıldıracağı yerde daha da gayrete getirdi. Sultan Murad’ı kaçırmak çârelerini araştırmak için Aziz Beyin evinde çalışmaları hızlandırdılar. Bu sırada, Hacı Hüsnü Bey adında bir âzâ komiteyi ifşâ etti. Komite üyeleri kaçırma hâdisesini hazırladıkları bir toplantı esnâsında iken Aziz Beyin evi zaptiyeler tarafından basıldı. Kleanti, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkati yurt dışına kaçtılar. Kleanti, kaçarken bütün önemli evrakı berâberinde götürdü. Diğer üyeler yakalanarak serasker kapısında müteşekkil dîvân-ı harbe verildiler. Dîvân-ı harbin verdiği karâra göre Kleanti, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve tabib Âgâh Efendi îdâma mahkum edildiler. Fakat Padişâh tarafından af olunarak cezâları on beş sene kalebentliğe çevrildi. Diğer âzâlar, komite ile irtibâtları ve faaliyetlerine göre sürgün ve hapis cezâlarına çarptırıldılar.
Birinci ve İkinci Çırağan vak’alarında ortak noktalar mevcuttu. İki olay da SultanMurad’ı tahta geçirmek için düzenlenmiş, ikisi de ulemâ, ordu ve devlet erkânının iştirâki olmadan tertip edilmiştir. Ali Süâvî olayında rol sâhibi olan üç kişi aynı zamanda Kleanti komitesinin üyesidir. Ayrıca Ali Süâvî ve Kleanti masondurlar. Ayrı ayrı görünen bu iki Çırağan hâdisesinin yurt dışında önemli bir teşkîlâtın emri veya muvafakati ile yapıldığı tahmin edilmektedir.
Alm. Gürtelskdopender, Fr. Scolopendre, İng. Scolopendra. Familyası: Çıyangiller (Scolopendridae). Yaşadığı yerler: Nemli sahalarda, çürümüş kütük, yaprak ve taşlar altında. Özellikleri: Çok ayaklı, zehir çengelli, gececi, etçil eklem bacaklılar. Ömrü: 6 yıl kadar. Çeşitleri: Ev, Brezilya ve Bermuda çıyanları meşhurlarıdır.
Eklembacaklıların, çokbacaklılar (Myriopoda) sınıfının bir türü. Geniş ve yassıca vücutludur. Genel uzunluğu 5-10 cm, genişliği ise, 5-9 milimetre kadardır. Avrupa’daki bireylerin boyu 9 cm’yi aşmaz. Tropik bölgelerde ise 17 cm kadar olanlarına rastlanabilir. Hızlı ve hareketlidir. Taşların altında barınır. Böcek ve örümcek avlar. Çıyangiller âilesinin tipik örneğidir.
Çıyanlarda vücut, belirgin bir baş ve çok sayıda benzer halkalardan (segment) meydana gelmiştir. Başlarında bir çift anten, üç çift ısırıcı çiğneyici ağız parçası bulunur. Ev çıyanında iki adet bileşik göz, tipik çıyanlarda iki küme (her iki yanda dörder) basit (osel) göz vardır. Bâzı türlerde ise göz bulunmaz. Her halkadan (son iki halka hariç) bir çift yürüme bacağı çıkar. Ayak uçlarında pençeye benzer bir tırnak bulunur. En son uzun bacaklarını kıskaç gibi kullanabilir. Birinci segmentin bacakları bir çift zehir çengeli (keliser) şeklindedir. Keliserlerin içi kanallı olup, bir çift zehir bezine açılır.
Çıyanlar sıcak ve ılıman bölgelerde yaşayan kara hayvanlarıdır. Scolopendridae, Scutigeridae, Lithobidae gibi familyaları mevcuttur. Renkleri genellikle sarı, kahverengi, yeşil vs.’dir. Boyları 2-3 santimetreden 26,5 santimetreye kadar değişen türleri vardır. Hepsi etçil ve gececi hayvanlardır. Gündüzleri taşlar, çürümüş kütükler, yapraklar ve bodrum gibi nemli yerlerde gizlenir, gece avlanmaya çıkarlar. Koklama duyuları çok hassastır. Antenleri dokunma ve hassas koklama tüyleriyle bezenmiştir. Gece avlarını kokularından tesbit ederler. Çok sayıdaki ayaklarıyla hızlı hareket eden tırmanıcı eklem bacaklılardır. Ev çıyanı (Scutigera coleoptrata) 2 cm uzunluk ve 3,5 mm genişlikte olmasına rağmen, çok uzun olan bacakları sâyesinde sâniyede 50 cm yol alır. Türlerde bacak sayısı 15 çiftten 173 çifte kadar değişir. Bu hayvanlarda her zaman tek sayıda bacak çifti olur. Çoğunda 35 çifttir. Ev çıyanında ve Brezilya çıyanında (Dev çıyan= Scolopendra gigantea) 21, Geophildis’te 173 çift bacak vardır.
Böcekler gibi dallanmış borucuklar sistemi (trakea) ile solunum yaparlar. Her halkada bir çift nefes deliği vardır. Yumurta ile ürerler. Dişi yumurtalarını topraktaki oyuklara bırakır. Bâzıları yumurtaları korur ve yavrulara bir süre bakar. Doğan yavrular erginlere benzerse de halka sayıları daha azdır. Her deri değiştirmede halka sayıları artarak büyürler. Ormanlık bögelerde, seralarda, bahçelerde, çürük yaprak ve saksılar altında bol rastlanan 2-3 cm boyundaki “Lithobius” cinsinin yumurtadan çıkan yavrularında 7 segment (halka) bulunur.
Çıyanlar, gece faaliyete geçerek; hamam böceği, yaprak biti, kitap böceği, sümüklü böcek, toprak solucanı ve hattâ küçük kertenkele ve fâreleri zehir çengelleriyle ısırarak felce uğratır ve yerler. Tropik bölgelere gidildikçe boy ve zehirleri artar. 15 cm boyundaki “Bermuda çıyanı” ısırdığı insanı birkaç gün ateşler içinde bırakır. Güney Amerika ve Hindistan’da bol rastlanan 26,5 santimetrelik dev çıyanın zehiri insanı öldürebilir. Mutfakta, lavabo yakınlarında, duvar ve bodrumlarda bol rastladığımız kıl gibi ince antenli ve uzun bacaklı ev çıyanı; hamam böceği, örümcek ve böcekleri avladığından insanlar için faydalıdır. Zehiri insanlar için önemsiz olup, yanma yapar.
Çıyanlar gece ayakkabı, çadır, çaydanlık ve su testilerine girerler. Testiden su içildiği takdirde insanın boğazını ısırıp ölümüne sebeb olabileceğinden sakınmak lâzımdır. Çay pişirmeden önce, çaydanlıkların içini dikkatle kontrol etmeli, ayakkabıları giymeden önce ters çevirmelidir.
Alm. Blume (f), Fr. Fleur (f), İng. Flower. Bir bitkinin üreme organlarını ihtivâ eden ve sonradan meyve hâlini alan kısmı.
Tohumlu bitkilerin en önemli özelliği, çiçek denen üreme organıyla tohum meydana getirmeleridir. Eşeyli üremeye yarayan ve buna uygun şekilde değişikliğe uğramış yapraklar taşıyan sürgün veya sürgün kısımları çiçek adını alır. Bu kısım sınırlı büyüme gösterir ve çoğunlukla diğer sürgünlerden kesin olarak ayrılır. Döllenme ve ekseriyâ yavru bitkinin ilk gelişmesi burada olur.
Bir çiçek, başlıca çiçek örtüsü (Periant), erkek organları (Andrökeum) ve dişi organlardan (Ginekeum) meydana gelmiştir. Erkek ve dişi organlar aynı çiçek üzerinde bulunursa, böyle çiçeklere erşelik (hermafrodit) denir. Erkek veya dişi organlardan biri bulunmazsa, böyle çiçeklere de bir eşeyli (monoklin) denilmektedir. Bu durumda erkek ve dişi çiçeklerden bahsolunur. Erkek ve dişi çiçekler aynı bitki üzerinde bulunduğu takdirde bitki monoik, yâni tek evciklidir. Erkek ve dişi çiçekler ayrı ayrı bitkiler üzerinde bulunuyorsa, bitki dioik, yâni iki evciklidir.
Çiçeğin yapısı: Gelişmiş bir çiçek dıştan içe doğru dâireler teşkil edecek şekilde dizilmiş olup, şu kısımlardan meydana gelir:
Çiçek örtüsü (Periant): Çiçeğin en dış kısmını teşkil eder. Vazîfesi iç kısımları muhâfaza ve döllenmeyi sağlayan böcekleri çekmektir. Çiçek örtüsünü teşkil eden örtü yaprakları ya birbirine benzer, yâni tek örtü hâlindedir veya örtü yaprakları birbirinden farklıdır ve çift örtü meydana gelir. Böylece çiçek örtüsü tek örtüden ibâretse perigon adını alır ve herbir yaprağına tepal denir. Çiçek örtüsü çift ise dıştaki örtüye çanak (kaliks), her bir çanak yaprağına da çanak yaprağı (sepal) adı verilir. Çanak yaprakları genel olarak yeşil renklidir. İç dâireyi teşkil eden örtüye taç (korola) ve her bir taç yaprağına da taç yaprağı (petal) denilir. Taç yaprakları çeşitli renklerde olabilir. Çanak veya taç yaprakları ya serbest haldedir veyahut da kısmen veya tamâmen birleşmişlerdir.
Erkek organlar (Andrökeum): Çiçek örtüsünden sonra erkek organ (Stamen)lardan müteşekkil bir veya birkaç dâire gelir ki, bunların toplamına anrdrökeum denilir. Bir erkek organ (Stamen), ipçik (Filament) ve başçık (Anter) olmak üzere iki kısımdan ibârettir. Tipik bir anter ikişer lokulus (Çiçek tozu kesesi-Polen kesesi) ihtivâ eden 2 tekadan müteşekkildir. İki tekayı birbirine ve aynı zamanda filamente bağlayan verimsiz doku konnektif adını alır. Çiçek tozu (Polen), çiçek kesesinde (Polen kesesi) çiçek tozu ana hücreleri tarafından meydana getirilir ve olgunlukta lokulusların açılması ile dışarı atılır.
Dişi organlar (Ginekeum): Çiçeğin en iç dâiresini teşkil eden kısımdır. Kapalı tohumlu bitkilerde dişi organlar açık tohumlu bitkilerden daha iyi gelişmiş durumdadırlar. Kapalı tohumlularda, açık tohumlulardan farklı olarak tohum taslakları ovaryum (yumurtalık) adını alan bir muhâfaza içinde gelişmiş olmasıdır. Dişi organlar pistil (dişi organ)lerden müteşekkildir. Bir pistil; ovaryum (yumurtalık), stilüs (boyuncuk) ve stigma (tepecik) olmak üzere başlıca üç kısma ayrılır.
Ginekeum dolayısıyle ovaryum çiçeğin diğer kısımlarından yukarıda, aşağıda yâhut bunlarla aynı hizâda olabilir. Buna göre üç ovaryum ve çiçek tipi ayırt edilir:
1. Ovaryum üst durumlu; çiçek hipogin,
2. Ovaryum orta durumlu; çiçek perigin,
3. Ovaryum alt durumlu; çiçek epigin.
Çiçekler ya münferit olarak bulunurlar veya birçok çiçeğin bir araya gelmesiyle hâsıl olan ve çiçek durumu (infloresans) adını alan topluluklar teşkil ederler.
Münferit çiçekler ya yapraklı bir sürgünün uç kısmında, yâni terminal olarak bulunabilirler. Lâle, gelincik gibi. Veya koltuk sürgünü hâlinde yanda bir yaprakçığın koltuğunda bulunabilirler. Menekşede olduğu gibi.
Çiçek durumlarında ya ana eksen büyümesine devam ederek, üzerinden yan dallara hâkim gelişme gösterir (kasemoz çiçek durumu). Salkım, başak, şemsiye çiçek durumları bunlara misâl verilebilir. Yâhut da ana eksen büyümesine son verdiği halde yan eksenler büyümeye devâm ederek ana eksenin yerini alır (kimoz çiçek durumları). Orak, yelpâze, helezon çiçek durumları bunlara misâl verilebilir.
Alm. Variola Blatter, Poclcen,Fr. Petite veriole (f), İng. Smallpox. Geçmişte, yaptığı salgınlarla insanları çok korkutan, bulaşıcı, ateşli, ağır bir virüs hastalığı. Deride irinli döküntüler meydana getirir. Öldürücü de olabilen hastalık, deride özellikle yüz derisinde iz bırakarak iyileşir.
İnsanlara vermiş olduğu dehşetten dolayı ilk tanınan hastalıklardan biridir. Elde edilebilen bilgilere göre zamânımızdan yaklaşık bin yıl önce Çin’de târif edilmiştir. Hastalığın ilk kaynağı Asya ve Afrika’dır. Mısır’da mumyalar üzerinde tipik çiçek bozukluklarına rastlanmıştır. Çiçek hastalığını ve belirtilerini Ebû Bekir Râzî çok güzel târif etmiştir. Ebû Bekir Râzî’den daha sonraları Roma’lı Frekastor çiçeği yeniden târif etmiştir. Yurdumuzda eskiden beri bilinen korunma çâreleri olarak “hasta gömleği giydirme” ve “çiçek cerâhatini deriyi çizerek sürmek” usülleri uygulanmaktaydı. 1721’de Lady Mary W. Montague İstanbul’da çocuklarını aşılattırmış ve bu tekniği İngiltere’ye yazmıştır. Hıristiyanlığın en revaçta olduğu ortaçağda, büyük tıb âlimleri yalnız Müslümanlardı. Garplılar Endülüs’te tıb tahsil etmeye gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar Müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796’da bu aşıyı Avrupa’ya götürdü ve haksız olarak “çiçek aşısını bulan bilgin” ünvânını aldı. Halbuki tam bir zulmet diyârı olan o zamanki Avrupa’da insanlar hastalıktan kırılıyordu. Fransa Kralı Onbeşinci Louis 1774’te çiçekten öldü.
Çiçek hastalığının kuluçka dönemi 8-12 gün arasında olup, baş ağrısı, titreme, ürperme, sırtta ağrı ve kusma ilk belirtileridir. Bu sırada ateş 40-41 dereceye kadar yükselir. Hastalığın ilk iki günü hastanın karnında ve vücûdunda kabarcık şeklinde döküntüler belirir. 3-4 gün bu kabarcıklar yüzde de görünmeye başlar. Daha sonra bileklerde, kollarda, karında, yüzde ve bacaklarda içi su toplayarak çoğalan benekler özellikle yüzde çok acı verir. Kabarcıkların hepsi aynı yaştadır; yâni birisi kabuklanırken yeni bir kabarcığın su dolu olarak ortaya çıkması söz konusu değildir. Vücûdun her tarafındaki döküntüler sırayla; toplu iğne başı kadar kırmızı döküntüler, deriden az kabarık döküntüler, deriden kabarık içi berrak sıvı dolu döküntüler, içi cerahat dolu döküntüler ve kabuklanma safhalarından aynı zamanda geçerler.
Kabarcıkların çıkışı sırasında düşen ateş, içlerinin cerâhat dolmasıyla tekrar yükselebilir. Kabuklanmanın başlaması ile ateş yeniden düşer. 12-14 günden sonra kabuklar dökülmeye başlar. Kabuklar döküldükten sonra yerinde “çiçek bozuğu” denilen izler kalır. Çiçek hastalığı geçtikten sonra ömür boyu bağışıklık bırakır.
Çiçek, günümüzde koruyucu aşısı sâyesinde hiç görülmez olmuştur. Son yıllarda çiçek aşısının mecbûrî olma durumu tamâmen kaldırılmış ancak salgın şüphesi olduğu zamanlarda yapılmaktadır.
Alm. Blumenzucht (f), Fr. Floriculture (f), İng. Floriculture. Çiçek ve süs bitkilerini yetiştirme sanatı. Bu bitkilerin fide, fidan, saksı içinde veya kesme olarak tarla hâlinde üretilmelerine çiçekçilik veya süs yetiştiriciliği denir.
Birçok çiçeklerin adları târihte önemli devirlere isim olmuştur. Osmanlı târihinde 17. yüzyılda başlayıp bir yüzyıl süren devreye bir süs bitkisi olan “lâle”nin ismi verilmiştir. Bu devirde her tarafta lâle bahçeleri düzenlenmiş ve lâle soğanları yetiştirilmiştir. Avrupa lâleyi 1789 yılında Hollanda’ya götürülen lâle soğanı tohumları vâsıtasıyla tanımıştır. Osmanlıdan aldığı bu lâleyi geliştiren Hollanda bugün dünyânın sayılı lâle soğanı ihraç eden ülkelerinden olmuştur.
Çiçekçilik küçük işletmeler hâlinde yapılabildiği gibi, değişik ısı ihtiyâcına göre seralarda, çiçeğin dekoratif güzelliği bakımından ağaçlık hâlinde (leylak, mimoza gibi), yaprak güzelliği bakımından saksılarda yapılmaktadır.
Çiçekler, kırları, bayırları, bahçeleri ve parkları süsleyen kıymetli bitkilerdir. Saksı çiçekleri, evlerde küçük bir bahçecik gibidir.
Saksı çiçekçiliğinde, toprak ve ağaç saksılar, çiçek yetiştirmeye en elverişli olanlardır. Mâdenî ve teneke kaplar, hava ve rutûbeti geçirmediklerinden elverişli değildir. Toprak saksının dış kısmı sırlanır veya yağlı boya ile boyanırsa kısa bir zaman sonra çiçeğin solduğu görülür.
Bir saksıya yeni dikilen bitki ilk zamanlar rahatça gelişmesine rağmen, zaman geçtikçe köklerinin o kabı tamâmen doldurduğu görülür. Bu sebepten, Begonya ve Sardunya gibi çiçekler her sene bir veya iki defâ saksı değişimine tâbi tutulmalıdır. Saksı değiştirme işlemini ilkbaharda yapmalıdır. Yaz ortasında mecbur kalmadıkça saksı değiştirmesi yapmamalıdır. Kaktüs, kuşkonmaz ve palmiye gibi çiçeklerde, saksı değişimi iki, üç senede bir defâ yapılabilir. Saksı değiştirmesi yapılacak çiçekler 8-10 gün sulanmaz ve toprağın kuruması beklenir. Toprağı ile birlikte aktarılabilmesi için bu işlem yapılır. Bir saksıyı değiştirmek için, o saksı başaşağı çevrilir ve dikkatlice dip kısmına yumruğumuzla birkaç defa vururuz. Böylece çiçek toprağı ile birlikte saksı kalıbı şeklinde elimize geçer. Saksı değişimi yaparken toprağını da değiştirmek lâzımdır. Zîrâ, saksı bitkinin gıdâ alma kâbiliyetini sınırlar. Bunun için elimize geçen bitki köklerinin etrâfındaki toprağın bir kısmını dikkatlice atar, köklerden bir kısmını da keseriz ki, yeni kökler çıkartabilsin.
Bundan sonra ilk saksıdan biraz daha büyük bir saksı alırız. Dibinde bir veya iki delik bulunmalı ki, sulama esnâsında fazla su akabilsin. Sulamada fazla suyun süzülebilmesi için saksının dip kısmına kırılmış kiremit veya yıkanmış çakıl döşenir. Bundan sonra saksının içine üçte bir nisbetinde iyi evsaflı çiçek toprağı konulur ve değiştirilecek çiçek saksının tam ortasına gelecek şekilde yerleştirilir. Etrâfına çiçek toprağı konulur ve hafifçe bastırılır. Hafif sulama yapılır ve birkaç gün gölgeli bir yere bırakılır. Bâzı hallerde çiçeğin bulunduğu saksı kâfi büyüklükte olmasına rağmen çiçekte bir durgunluk görülür, bu ya gıdâ noksanlığından veya köklerde toprak kurtları bulunmasından ileri gelir. Bu takdirde, toprağını değiştirmek gerekir.
Bitki yaprakları güneş ışınlarına yönelir. Işık durumuna kendilerini uydurmuş bitkilerin yön ve yerlerini sık sık değiştirmek doğru olmaz. Saksıların ışığa bakan kısmına bir işâret koymalıdır.
Odadan kalkan tozlar yaprakların solunum deliklerini tıkar. Onun için, büyük ve sert yapraklıları ılık suya batırılmış yumuşak süngerlerle yıkamak iyi olur. İnce yapraklıları pülverize şeklinde yıkamalıdır.
Isı ve havanın köklere ulaşabilmesi için saksı toprağını 10-15 günde bir çubukla hafifçe kabartmalıdır. Bitkinin üzerinde bulunan, açıp geçen çiçekleri kesmelidir.
Gövdeleri odunsu olan ve fazla boylanan saksı çiçeklerine şekil verebilmek için budama yapılır. Budama ekseriya ilkbahar ve sonbaharda çeşide göre 3 göz üzerinden budanır.
Yurdumuzun batı bölgelerinde çeşitli çiçekçilik işletmeleri kurulmuş ve İstanbul, Ankara ve İzmir’de çiçek ticâreti hayli artmıştır.
ÇİÇEKLİ BİTKİLER (Phanerogamea)
Alm. Phanerogamen, Blütenpflanzen, Fr. Phanerogames (pl.), İng. Phanerogamia plants. Erkek ve dişi organların açıkça gelişmiş olduğu ve bir tohum teşekkülü görülen bitkilere verilen ad. Tohumlu-çiçekli bitkiler (Spermatophyta) olarak da bilinirler. Açık tohumlular (Gymnospermea) ve kapalı tohumlular (Angiosperea) olmak üzere iki gruba ayrılırlar. Bu tür bitkiler, bitkilerin en gelişkin olanlarıdır. Boyları birbirinden farklı olan bu bitkiler çevremizde gördüğümüz bitkilerin büyük bir kısmını teşkil ederler. Yapıları, birbirinden farklılık arz etmesine rağmen hepsinde de klorofil mevcuttur. Besinlerini fotosentez yoluyla yaparlar. Tohumlarını meyve (yemiş) denilen kapların içine saklarlar.
Ekseriyâ her çiçeğin dışında onu kuşatan “çanak yaprağı” denilen birçok yeşil yaprak bulunur. Bu yapraklar bâzı çiçeklerde birbirine yapışmış da olabilir. Çanak yapraklar, çiçeği daha tomurcuk hâlindeyken diğer bölümleri çevreleyerek muhâfaza ederler. Bitki çiçek açtığı zaman çanak yapraklar ya dökülür veya geriye doğru kıvrılırlar. Çanak yapraklarının içinde diziliş, şekil ve renk bakımından büyük farklılıklar gösteren “taç yapraklar” bulunur. Umûmiyetle bu taç yapraklar birbirleriyle birleşmiş iri ve parlak renklidirler. Haşereleri bitkiye çekme vazîfesi görürler. Taç yaprakların içinde iğneye benzeyen ipçik (stamen), başçık (anter)tan meydana gelen erkek organlar vardır. Bu organların vazîfesi “polen” denilen sarı çiçek tozunu hazırlamaktır. Çiçeklerin ortasında bir veya birden fazla “karpel” denilen meyve yaprakları ve bunların iç kenarlarına tutunmuş sonradan tohum hâline gelen bir çok yumurtacık (tohum taslağı) bulunur. Meyve yapraklarının boru gibi bükülüp kenarlarının bitişmesinden dişi organ (pistil) meydana gelir. Bu organ genelde sürahi biçiminde olup, ortada şişkince bir yumurtalık (ovaryum), stilus denen bir boyuncuk ve üstte stigma denen bir tepecik bulunur.
Ekserî çiçeklerde dişi organ ile erkek organlar berâber, bâzılarında ise ikisinden birisi bulunur. Meselâ kabakta her ikisi birden bulunmaz. Bâzı bitkilerde ise erkek ve dişi çiçekler başka başka bitkilerde olabilirler. Bunlara misâl olarak söğütleri, çoban püsküllerini zikredebiliriz.
Bir çiçeğin tohum verebilmesi için, “tozlaşma” tâbir edilen uygun türde çiçek tozlarının meyve yapraklarının tepecikleri (stigma) üzerine düşmesi gerekir. Bu tozlaşma bâzı çiçeklerde kendi kendine olabildiği gibi, dış tesirlerle de olabilmektedir. Tozlaşması kendi kendine olan çiçeklerde, çiçek tozları başçıklardan aynı çiçeğin tepeciklerine düşerler.
Bâzı çiçekler daha tepecikler hazır olmadan olgunlaşarak çiçek tozlarını saçarlar. Bu durumda tozlaşma meydana gelmez. Bu çiçeğin tozlaşabilmesi için başka bir bitkinin çiçek tozları gerekmektedir. Bu da rüzgâr veya böcekler vâsıtasıyla olmaktadır. Allahü teâlâ çiçeklerde böcekleri çeken balözleri yaratmıştır. Böcekler bu balözünü almak için çiçeğe konarlar. Böcekler balözüne ulaşmak isterken ilâhî bir düzenle yerleştirilmiş olan çiçeğin tepecikleri, ipçikleri, böceğe sürtünürler. Böylece üzerlerine yapışan çiçek tozları diğer bitkiye taşınarak tozlaşma meydana gelmiş olmaktadır.
Alm. Feldbestellung (f), Landwitschaft, Fr. Agrieulture de profession, İng. Farming. İnsan gücü ve çeşitli makinalardan faydalanılarak toprağın işlenmesi, ekilmesi, mahsulün elde edilip değerlendirilmesini içine alan üretim bölümü. Bugünkü çifçilik daha genel mânâda olup, hayvancılık ve kültür balıkçılığı da uğraştığı işler içinde mütâlaa edilmektedir. Eskiden çiftçilik teriminden bir çift hayvanın çektiği saban veya pullukla yapılan zirâat anlaşılırdı. Bugün en modern makinalarla yapılan fennî usûllerin uygulandığı çifçilik, ekonominin temelidir ve bu başlıbaşına bir ilim sayılmaktadır. Bu kadar geniş ve dalları olan çiftçiliği şu ana bölümlere ayırmak mümkündür:
1. Zirâat bitkileri: İnsanlara lüzumlu olan ana gıdâ maddelerinin üretimi bu bölüme girer. Diğer bölümlere göre en fazla toprak ile uğraşan koldur. Bu kısımda yetişen bitkilerin hepsi yıllıktır. Yâni bir sene içinde ekilir, toplanır. Özelliklerine göre dört ana gruba ayrılır:
a) Hububat: Buğday, arpa, yulaf, çavdar, mısır , darı çeltik gibi bitkiler olup, hepsi yurdumuzda yetişmektedir.
b) Baklagiller: Bakla, bezelye, fasulye, nohut, burçak, mercimek vb.’dir. bunlara eskiden bakliyat denirdi. Hepsinin memleketimizde bol miktarda zirâati yapılır.
c) Endüstri bitkileri: Yağ, dokuma, şeker, sigara endüstrisinin ham maddesini meydana getirirler. Çeşitleri memleketimizdeki değişik bölgelerde bol olarak elde edilir. Bunların başlıcaları: Tütün, pamuk, haşhaş, şekerpancarı, keten, kenevir, susam, ayçiçeği, yer fıstığı, anason ve patatestir.
d) Otlak ve yem bitkileri: Bunlar hayvanlara yem olarak yetiştirilir. Bilhassa sulak arâzide bol miktarda ekimi yapılır. Yazın yaş olarak, kışın da kurutulmuş olarak hayvanlara verilen otlak ve yem bitkileri memleketimizde bol olarak yetiştirilir. Çeşitli çayır otları, yonca, fiğ, bu bitkilerin en önemlilerindendir.
2. Bağ-bahçe bitkileri: Büyük emek ve devamlı bakım isteyen bu bitkiler dört ana bölüme ayrılır:
a) Meyvecilik: Çok çeşitli meyvelerin yetiştiği yurdumuzda 50’den fazla türde ağacın ekimi, bakımı yapılıp, meyvesi alınmaktadır. Bunların başlıcaları elma, erik, armut, şeftâli, kayısı, kiraz, vişne, zeytin, kestâne, çam fıstığı, ceviz, fındık, kiraz, portakal, limon, greyfurt ve muzdur.
b) Bağcılık: Doğu Anadolu’nun yüksek yerleri, yaylaları, Karadeniz bölgesinin bol yağış alan yerleri hâriç, Anadolu’nun her yerinde yetiştirilir. Ege bölgesi, Orta Anadolu önemli bağcılık bölgeleridir. Bir kısmı ihraç edilen üzüm, yaş olarak yendiği gibi, pekmez yapılarak ve kurutulmak sûretiyle kışın da tüketilmektedir.
c) Sebzecilik: Tâze olarak yendiği gibi konserve ve kuru olarak da kullanılan bitkilerin zirâatı memleketimizde bol miktarda yapılmaktadır. Son yıllarda seracılığın gelişmesi iklimi müsâit olan yurdumuzda her mevsim tâze sebze bulunmasını mümkün hâle getirmiştir. Çiftçiliğin bu bölümünde az topraktan bol mahsul elde edilir.
d) Çiçekçilik ve süs bitkileri: Bâzı memleketlerin ihraç ederek milyarlar kazandığı zevkli, özel bilgi isteyen bir daldır. Park ve bahçeleri, evleri süsleyen ve seralarda özel olarak yetiştirilen çiçeklerin binlerce türü vardır.
3. Hayvancılık: Çiftçiliğin temel konusudur. Hayvanlardan elde edilen süt, yoğurt, peynir, yumurta, et, gibi gıdâların yanında deri, yün ve gübrelerinden de istifâde edilmektedir. Bir kısmı binek olarak kullanılmaktadır. Hayvancılık üç ana bölüme ayrılır:
a) Büyük baş hayvanlar: Bu hayvanlar ahır ve çayırlarda sürü hâlinde yetiştirilir. Başlıcaları at, sığır, eşek, katır ve devedir.
b) Küçük baş hayvanlar: Koyun, keçi ve bunların çeşitleri bu üretimin içine girerler.
c) Evcil hayvanlar: Tavuk, kaz, ördek, tavşan, hindi daha ziyâde küçük işletmeler hâlinde yetiştirilir. Son senelerde adetleri artan tavuk çiftlikleri bol miktarda yumurta ve et üretmektedirler.
4. Pazarlama: Yetiştirilen ürünlerin tâze ve kuru olarak pazarlama bölümüdür. Yolların ve sevk edilecek vâsıtaların bulunması ürünlerin pazarlanmasını kolaylaştırmaktadır. Fabrikalar kurularak hammaddeler işlenmekte, insanların kullanacağı hâle getirilmektedir. Şeker, yağ, dokuma, süt, peynir, un fabrikaları en önemlileridir.
5. Tarım hastalıkları: Tarlada, bahçede, bağda, ahırda, depo edilen yerlerde alınacak koruyucu tedbirler, ilâçlamalar, ürünleri hastalıktan korur. Bunlar zamanında, bilgili olarak yapılacak olursa verim artar, daha iyi ve bol mahsul elde edilir. Tarım Bakanlığının kuruluşları, çiftçilere bu konuda yardımcı olarak bol ürün elde etmelerini sağlamaktadır.
6. Toprağın sulama, bakımı ve gübrelenmesi: Çiftçiliğin en önemli koludur. Bunların fennî usûllerle yapıldığı zaman verim o kadar fazla olur. Yağmur sularının ve rüzgârların aşındırması bunlara karşı alınacak tedbirler de bu bölümün içine girer.
7. Tarım makinaları: Çiftçilikte bol miktarda makina kullanılmakta, böylece daha fazla ürün alınmaktadır. Bu tarım âletleri; toprağın hazırlanması, ekimin yapılması, bitkilerin bakımı, ürünlerin toplanması, ambalajlanması gibi değişik yerlerde kullanılan tür ve çeşitleri vardır. Çok miktarda olan bu makina ve âletlerin bakımı, onarılması, tarım makinaları bölümünü meydana getirmiştir.
ÇİFTE MİNÂRELİ MEDRESE - Sivas
Anadolu’nun en ünlü târihî yapılarından. Sivas, Medreseler Sokağında İzzeddîn Birinci Keykâvus Şifâhânesi’nin karşısındadır.
İlhanlıların büyük veziri Sâhip Şemseddîn Cüveynî tarafından 1271-1272 (H.670) târihinde yaptırılmıştır. Medresenin mîmârının Kölük bin Abdullah olduğu ileri sürülüyorsa da isim okunamadığından yapan kesin olarak belli değildir. Anadolu’da yapılmış en âbidevî medreselerden biri olan ve Dârülhadîs adıyla da tanınan Çifte Minâreli Medrese ne yazık ki büyük yıkıma uğramış, bugün çok az bir kısmı ayakta kalabilmiştir. Harab olması sebebiyle 1882’de ilk önce hastahâne, sonra okul hâline getirilmiştir. Ön cephesi Halil Edhem Beyin çabasıyla yıkılmaktan kurtulabilmiştir. İki katlı, dört eyvanlı bir yapıdır. Taçkapının üzerindeki tuğla minâreler çini bezemelidir. Bitkisel ve geometrik motiflerle süslü taşkapı ile yanlarındaki mukarnaslı nişler yapıya hareketli bir görüntü kazandırmıştır. Köşelerde yivli yarım kuleler vardır.
Son yıllarda yapılan kazıların da ortaya koyduğu gibi, Çifte Minâreli Medrese, yalnız medreseden ibâret olmayıp, çevresinde diğer bâzı yapıları da içine almaktaydı.
ÇİFTE MİNÂRELİ MEDRESE - Erzurum
(Bkz. Hâtuniye Medresesi)
ÇİFTKANATLILAR (Diptera=Sinekler)
Alm. Zweiflügler, Fr. Dipteres , İng.Flies. Böceklerin kanatlılar (Pterygota) alt sınıfının bir takımına verilen ad. Bunlara “ikikanatlılar” da denir.
İnce yapılı veya tıknaz yapılı böceklerdir.Hareketli başları ince bir boyunla gövdeye (toraks) bağlıdır. Bir çift antenleri kıl gibi ince uzun veya kısadır. Erginlerde ağız “delip emici” tiptedir. Nâdir olarak bâzılarında “yalayıcı emici” tiptedir. Başlarında iki petek göz ve üç basit (osel) göz bulunur. Bir karasineğin petek gözlerinde 4000, at sineğinde 6000 osel göz vardır. 360 dereceye yakın bir görüş alanı olup, en ufak hareketi fark ederler.
Gövdeleri üç bölümlü olup, her birinden bir çift bacak çıkar. Diğer bütün böcekler gibi altı bacaklıdırlar. Ayak uçları iki çengelli ve iki tüy yastıklıdır. Tüy yastıklar vantuz gibi yapışma özelliğine sâhiptir. Çengeller ve tüy yastıklar sâyesinde cam ve tavan gibi düz zeminlere rahatça tutunur ve yürürler. Sâdece birinci çift kanatları gelişkin olup, arka kanatların yerinde bir çift tokmakçık mevcuttur. Halter adını alan bu tokmakçıklar uçuş esnâsında dengeyi sağlarlar. Yön değiştirmede de rol oynarlar. Geniş olan ön kanatlar cam gibi şeffaf ve damarlıdır.Uçuş esnâsında kanatlar vızıltı hâlinde ses çıkarırlar. Arka kanatların tokmakları da titrer.
Dişi sineklerin karın kısmının (abdomen) sonunda yumurta koyma borusu bulunur. Başkalaşım (metamorfoz) tamdır. Yumurta, larva, pupa ve ergin devreler birbirini sırasıyla tâkip eder. Yumurtadan çıkan larvaların (tırtıl) bacaksız oluşu tipiktir. Çoğunda larvalar, başsız ve gözsüzdür. Başlı olanlarında gözler, antenler ve çiğneyici ağız organları vardır. Çoğunda pupalar fıçı şeklinde ve hareketsizdir. Dişilerin çoğu yumurtlayıcı (ovipar)dır. Bir kısmında yumurtalar vücut içinde larva ve pupa dönemine kadar gelişerek doğururlar. Böyle doğuruculara “larvipar” veya “pupipar” denir.
Çift kanatlılar dünyânın her tarafına yayılmıştır. 100.000’e yakın türü bilinir. Birçok hastalık mikroplarını taşıdıkları için zararlıdırlar. Evsineği, karasinek, atsineği, kirazsineği, evsivrisineği, sıtma sivrisineği, çeçesineği ve tatarcık bu takımın en çok bilinen türleridir.