ÇEŞME VAK'ASI

Alm. Vorfall von Dschaschma, Fr. Fait de Tchaichemait, İng. İncident of chasma. 6 Temmuz 1770’te Çeşme limanında Osmanlı donanmasıyla Rus donanması arasında yapılan deniz muhârebesi.

1768’de Başlayan Osmanlı-Rus Savaşında  Rusların Baltık donanması İngiltere’ye uğrayıp, İngiliz Amirali Elfinstan ile bir miktar kuvvet alarak Akdeniz’e gelmiş ve Ege Denizinde harekâta girişmişti. Kapdân-ı deryâ Hüsâmeddîn Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması, Çeşme’den Çanakkale’ye dönmek için Koyun Adaları civârından geçerken kalyonlardan birinin direği kırıldı. Bunun üzerine bütün donanma bu direğin tâmiri için Toprak Adası önünde durdu (4 Temmuz 1770). Ertesi gün sabahın erken saatlerinde 18 parçadan meydana gelen Rus Donanması Koyun Adaları önünde görüldü. Otuz parçadan ibâret Osmanlı Donanması Çeşme’nin kuzeyindeki Kayalık Burun ile Toprak Adası civârında demirlemişti. Üç fırka Osmanlı Donanmasının sağ kanadına hücûm etti. Amiral Spiridov ve Orlov’un bindikleri kalyon ile Cezâyirli Hasan Beyin kalyonu arasında şiddetli bir çarpışma oldu. Ağır yara alan Rus gemisi, kendini idâre edemeyerek Osmanlı kalyonunun üzerine düştü. İki taraf askerleri arasında şiddetli bir vuruşma başladı. Ruslar, Osmanlı gemisini ateşe verdiler. Fakat kendi gemileri de ateş almıştı. Biraz sonra iki gemi birbirinden ayrılmış Rus kalyonu havaya uçmuş ve Türk gemisi de alevler içinde Osmanlı gemilerine doğru, gitmeye başlamıştı. Bunun üzerine Osmanlı donanması Çeşme limanı yönüne çekildiği gibi, Elfinstan’ın gemileri de açılmaya mecbur kaldı. Cafer Bey filosunun Çeşme limanına girdiğini gören bütün Osmanlı gemileri onu tâkib ederek, limana girip birbirlerine yakın demir attılar. Hüsâmeddîn Paşa bâzı tedbirlerle emniyet altına aldığı donanmaya, düşmanın artık taarruz edemeyeceğini zannediyordu. Cezâyirli Hasan Bey donanmanın tehlikede olduğunu Kapdân-ı deryâya söylemiş, fakat onu iknâ edememiştir.

Öte yandan Rus donanması komutanı Orlov, İngilizlerin derhal Osmanlı donanmasına hücum edilmesi teklifini kabul etti. 6 Temmuz 1770 gecesi Rus donanması Çeşme limanı gönüne gelerek, Osmanlı gemilerini topa tuttular, İngiliz subaylarından Greig’in hazırladığı ateş gemileri limana girdi. Greig filosundan atılan bir humbaradan Osmanlı gemileri tutuştu. Bu sûretle başlayan yangın gemilerin birbirinin üstüne düşmesinden dolayı, süratle ilerlediğinden, birkaç saat içinde hemen bütün donanma mahv oldu. 7 Temmuz sabahı ateşten kurtulan bir kalyon ile birkaç küçük gemi, limandan çıkarken, Rusların eline geçti. Kaptân-ı Deryâ Hüsâmeddîn Paşa, gemisiyle Sakız Adasına sığındı. Çok geçmeden de görevinden azledildi. Cezâyirli Hasan Paşa gemisinin havaya uçmasına rağmen kurtulmayı başardı. Çeşme Savaşının ardından Limni Adasını kuşatan Orlov, Cezâyirli Hasan Paşaya yenilerek çekilmek zorunda kaldı.

ÇEŞTİYYE

Hindistan’da yetişmiş evliyânın büyüklerinden Muînüddîn-i Çeştî’nin insanları rûhen olgunlaştırmakta tâkib ettiği yol.

Çeştiyye yolunun büyüğü Muînüddîn-i Çeştî’nin asıl ismi, Hasan bin Gıyâsüddîn’dir. Muînüddîn lakabıyla tanındı. Seyyid olup, neseb-i şerîfleri hazret-i Ali’ye ulaşır. Peygamber efendimizin soyundandır. Evliyânın büyüklerinden Hace Osmân-ı Hârûnî’nin terbiyesinde yetişti. Hindistan evliyâsı arasında Çeştiyye tarîkatinin büyüğü sayılır. Zîrâ onun gayreti ile Hindistan’da İslâmiyet  yayılmıştır.

Muînüddîn-i Çeştî, Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâreti sırasında Peygamber efendimizi baş gözüyle gördü ve aldığı bir emirle Hindistan’a gitti. Ecmir bölgesi ile Hind diyârını irşâd ederek, Cûkî denilen Hind kâfirlerini bozguna uğrattı. Hind diyârı, onun sebebiyle İslâmiyetle şereflendi. Sultânlar talebesi oldular. Kabr-i şerîfi Ecmir’de olup, feyz kaynağıdır. (Bkz. Muînüddîn Çeştî).

Hâce Kutbüddîn Bahtiyâr, Hâce Fahrüddîn, Şeyh, Hamîdüddîn Nâgûrî, Şeyh Vecîhüddîn gibi talebelerinden bâzıları vefâtından sonra Çeştiyye yolunun usûl ve âdâbını sonra gelenlere ulaştırdılar.

Muînüddîn-i Çeştî rahmetullahi aleyh, yolunun esâsı olarak buyurdu ki: “Sâdık talebe, bağlı bulunduğu hocasının, rehberinin söylediği sözleri ve nasîhat ve tavsiyelerini can kulağı ile dinler, onun sözünden dışarı çıkmaz. Riyâzet ve mücâhede yapar (Nefsin istemediği şeyleri yapar, nefsin istediği şeyleri yapmaz, nefsine uymaz). Büyük âlimlerin yoluna uyup, çalışır ve gayret gösterir. Bizim yolumuzun büyükleri  on dört şeyi usûl edinmişler ve yapmışlardır. Maksâda kavuşmakta bunu zarûrî görmüşler ve bunları yapanlar maksâda kavuşmuşlardır. Bu on dört makam şunlardır: 1) Tövbe, 2) İbâdet, 3) Zâhitlik, yâni dünyâya ve dünyâlığa düşkün olmamak, 4) Rızâ, kadere rızâ göstermek, 5) Kanâatkârlık, 6) Nefisle mücâdele ve onun isteklerine uymamak, 7) Sıddîklik, 8) Tefekkür, 9) İrşâd, 10) Sâlihler makâmı, 11) Muhlisler makâmı, 12) Ârifler makâmı, 13) Şükredender makâmı, 14) Makâm-ı muhibbân (Muhabbet sâhiblerinin makâmı).

ÇEVGÂN

Eski bir Türk oyunu. Mîlâttan önceki Orta Asya Türklerinde, İranlılarda, Araplarda Yunanlılarda, Bizanslılarda ve Uzak Doğu’da değişik türleri görülür. Türkler tarafından Hindistan’a götürüldü. İngilizler bu oyunu, Hindistan’da görerek öğrendiler ve golf adını verdiler.

Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde bildirdiğine göre, Osmanlı Türklerinde de oynanırdı. Osmanlılar, Çevgân oyununu oynamak için bir meydanın iki tarafına kale yerine mermerden iki sütun dikerlerdi. At üstündeki oyuncular iki gruba ayrılır her grup kendi sütunu arkasında yer alırdı. Meydanın ortasına, ağaçtan, adam başı büyüklüğünde bir top konurdu. Oyun esnâsında Mehterhâne takımı davullarıyla çalmaya başlar. Bunun arkasından her taraftan birer atlı çıkıp topu, çevgân adını verdikleri ucu eğri sopalarla sürükleyerek kendi kalesine doğru götürmeye çalışır, bu sırada diğer süvâriler de ikişer ikişer karşılıklı olarak kendi arkadaşlarının yardımına koşarlar ve topu kendi taraflarına çevirmeye çalışırlardı. Hangi taraf topu kendi kalesine daha çok atarsa o taraf kazanırdı. Terbiye edilmiş atlarla oynanan oyun, oldukça tehlikeli olup, topun at veya süvâriye çarpması, kolol ve ayakların kırılmasına sebeb olurdu. Ancak beden hareketleri yönüyle savaş kabiliyetini arttırması bakımından oynanır, sürek avları gibi bir nevi savaş hazırlığı sayılırdı.

Mehterhâne takımlarında kullanılan çatal başlıklı ve etrafı zincir ve çıngıraklarla donatılmış saplı âletlere de çevgân adı verilirdi. Ordu yürüyüş hâlindeyken mehterin en önünde taşınır, sapı yere vurularak çalınır, yürüyüşün temposu buna göre ayarlanırdı.

ÇEVRE KİRLENMESİ

Alm. Umweltverschmutzung (f), Fr. Pollution environmentale (f), İng. Environmental pollution. Canlı ve cansız varlıklar üzerinde zararlı tesirler bırakacak şekilde çevre şartlarında (fizikî, kimyevî ve biyolojik) meydana gelen değişikliklerin genel adı.

Çevre kirlenmesi, unsurlarının bir kısmı açısından dünyâ kurulduğundan bu tarafa mevcuttur. Ancak tabiatın yaratılışındaki var olan denge sebebiyle çevre kendi kendisini temizlemektedir. Fakat son asırda tabiî dengeyi kirlenme oranı bakımından menfi yönde bozan ve tabiî temizleme araçlarının kapasitesini aşan veya yok eden yoğun gelişmeler netîcesinde, çevre kirlenmesi problemi olanca ağırlığıyla dünyâ çapında kendini hissettirmektedir.

Çevre, canlının içinde bulunduğu, tesir ettiği ve müteessir olduğu bir vasat olup, biyolojik ve fizikokimyâsal durumu ile canlıda müsbet veya menfî değişikliklere sebep olur. Canlıların yaşayabilmesi için, genetik (irsî) yapı ve bundan mütevellid kâbiliyetleri ile çevre şartlarının uygun bir düzen içerisinde bulunması gerekmektedir. Her canlı için belli çevre şartları söz konusudur. En uygun (optimum) yaşama şartlarının dışına doğru çıkıldıkça, yâni sınırlara (ekstrem şartlar) yaklaştıkça canlıda bir takım fizyolojik değişmeler beklenebilir. Bu sınırlar dışına çıkılırsa canlı artık yaşayamaz.

Belli bir besin ortamı içerisinde yaşayan mikroorganizmalar, bu ortamı fizyolojik faâliyetleri sırasında çıkardıkları artık maddelerle kirletince, çevrenin kimyâsal terkibinin değişerek yeni çevre şartları hâsıl olur. Netîcede bu ortam onlar için zararlı ve yaşanılamayacak bir hal alır. Dünyamız sınırlı bir ortam olmasına rağmen, canlıların hayâtî faaliyetleri îcâbı meydana gelen zararlı maddeleri çok karışık analiz yâhut sentez hâdiseleriyle tekrar eski hallerine çevirecek bir güce hassas bir dengeye sâhiptir. Bu aslına dönüş süresi zararlı maddelerin terkibine göre değişir. Zararlı  maddelerin aynı hal üzere kalması uzun sürerse, zararı da o  nisbette te’sirli olur. İnsanoğlu hayâtî faaliyetleri îcâbı çevresinin kimyâsal terkibinde değişikliklere ve uzun süre bozulmadan kalabilen zehirli maddelerin birikmesine sebeb olmuştur.

Çevreyi kirletici elemanlar: Yanma ürünleri; insan dışkısı; teneffüs edilmiş hava; tozlar, patojen (hastalık yapan) mikroplar; buharlar; gazlar; endüstriyel solventler (çözücüler), ekstrem (aşırı yüksek veya  düşük) sıcaklıklar; zirâî gübreler, infrared (kızıl altı, ötesi), ultraviolet (mor ötesi) ve hattâ görünen ışık; iyonlaşan radyasyonlar; radyoizotoplar; gürültü; aşırı yüksek frekanslı ses ve bâzı mikrodalgalı elektromanyetik radyasyonlar sayılabilir.

Böyle biyolojik, kimyevî veya fizikî maddelerin sâdece mevcûd olmaları, mutlaka kirletici olmalarını îcâb ettirmez. Kirlenmeyi tam târif etmek için bunların zaman, mekân miktarı (konsantrasyon ve şiddet) ve zararlı tesir bakımından değerlendirilmeleri lâzımdır. Kirleticiler sağlığa zarara, sıkıntı doğurmaya, ekonomik veya estetik zarara, kısa veya uzun bir zaman zarfında veya sonra sebeb olabilirler. Kapalı yerlerde mevcûdiyetine müsâde edilen kirletici konsantrasyonu, umûmiyetle insan sıhhati düşünülerek tesbit edilir.

Bir organizma veya ekolojik cemiyetin etrafındaki  karmaşık fizikî, kimyevî ve biyolojik faktörler, çevre içinde yer almaktadırlar. Bu faktörler, birçok canlı türlerinin biri veya birçoğuna tek taraflı veya karşılıklı olarak tesir ederek, onların teşekkül, gelişme ve yaşamasında rol oynar. Bir çevre elemanı, bir canlı türü için kirleticiyken, aynı eleman diğer bir tür için arzu edilen bir besleyici durumunda olabilir. Bu yüzden kirlenme ve bulaşmanın târifi ekseriya zor olur. İnsan veya herhangi bir diğer organizmanın yaşaması sonucu atılan ve teşekkül eden, ortaya çıkan metabolik ifrâzât, diğer organizmalarca ekolojiyi dengelemek üzere kullanılmadıkça, çevre kirlenmesine yol açar. Ayrıca, enerjiyi ve maddeyi kullanılabilir ürünlere dönüştürmede (tahvil etmede) insan ekseriyâ verimsiz, israfçı ve düşüncesiz davranmaktadır. Böylece sanâyi kaynaklı kirleticilerin çevreye yayılmasına sebeb olmaktadır. Bundan dolayı çevre kirlenmesinin günümüzdeki problemleri, insan nüfûsunun hızla çoğalması ve genişleyen teknolojiden kaynaklanmaktadır.

Su ve kıyı kirlenmesi: Suların kullanılış maksadının elverişsiz hâle gelmesine su kirlenmesi denir. Bu durumdaki sular içmek için kullanılmaz. Kullanma ve sulama sularında da başka mahzurlar ortaya çıkar. Irmak, göl ve denizlerde ise balıklar ölür, diğer canlılar tür ve sayı olarak azalır. Hava da kirlenmeye başlar. Turistik, dinlenme, yüzme ve seyirlik değeri kaybolur. İçindeki malzemeyi çürütücü olur. Ulaşım imkânlarını azaltır. Yüzeylerinde köpük teşekkül eder. Tatlı suların renk, koku ve tatları değişir. Su yosunları önce çoğalır. Sonra ölerek, kirlenmeyi arttırır.

Meskenlerden dışarıya atılan sıvı artıklar, endüstri tesislerinden çıkan sıvı (sıcak su,zehirli su, asitli su, bazik su, yıkama suyu, deterjanlar, organik artıklar) ve katı artıklar (çöp, moloz gibi), derelerden ve yamaçlardan gelen erozyon malzemeleri, mâdenî artıklar (eski eşyâ, âlet makina vs.) ve zirâat alanlarından gelen gübre ve ilaç artıkları vs. gibi hususlar, kirlenmenin başlıca sebepleridir.

Japonya’da civalı artıkların  denize akması ve buradan yakalanan balıkların yenilmesi netîcesinde pekçok insan ölmüştür. Sağ kalanlarda felç, sağırlık, körlük, ağrılar ve delilik meydana gelmiş, gebe kadınlar anormal çocuklar doğurmuştur. Dünyânın birçok ülkesinde çinko fabrikası artıklarıyle sulanan çeltikleri yiyen kimselerde kalsiyum noksanlığından  meydana gelen kemik erimesi hastalığı meydana gelmiş ve gelmektedir.

Bugün Avrupa’da ve Amerika’da pekçok nehir âdetâ zehir akıtmakta, içme suyu kanallarına sızarak onları da zehirlemektedir.

1990 sonlarında Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında ateşe verilen petrol kuyularından Ortadoğu ve Asya kıtasının önemli bir bölümünde çevreyi deniz, hava ve toprak olmak üzere üç cepheden kirletti ve kirletmeye devâm ediyor. Uzmanlara göre denize pompalanan 11 milyon varil petrol, denizin içindeki canlılar bakımından dünyânın en zengin bölgesi olan Basra Körfezini ölü deniz hâline getirdi. Söndürülmesi en az on yıl sürecek olan Petrol kuyularından çıkan yarım milyon ton petrol duman olarak atmosfere karışıyor ve bu duman komşu ülkelere yayılıp asit yağmuruna dönüşerek tarımda verimliliği azaltıyor. Bu duman içinde bulunan on bin tondan fazla is, kükürt, çeşitli zehirli gazlar, karbondioksit ve büyük miktarda kanser yapıcı hidrokarbonlar çevreye  yayılıyor. Yine 80 kuyudan fışkıran binlerce ton ham petrol Kuveyt çöllerinde kirli bir nehir gibi akıyor.

Son yıllarda artan nüfus baskısı, gelişen turizm, plânsız yerleşim ve endüstrinin meydana getirdiği kirlilik, yanlış arâzi plânlaması, kıyıları da belirli bir düzeyde etkileyen asrın meseleleri olmuştur. Burada cehâletin de payını unutmamalıdır.

Türkiye’de plânsız ve düzensiz bir kıyı kullanımının ortaya çıkardığı bir panorama vardır. Bakıldığında göze  çirkin görünen bir yapılaşma, kaybolan tabiî güzellik yerine, renksiz beton yığınları veya şekilsiz binâlar ve kulübeler görülmektedir. Tabii bunlarla berâber gelen yoğun kullanma sonucu kanalizasyon, çöpler ve tahrip edilen kıyı bitki örtüsü de bu zincirin halkalarını teşkil  etmektedir.

Diğer taraftan endüstrinin kıyı ekolojisinde yaptığı değişiklik, kirlenmeden doğan tahrîbat, kıyıda yaşayan canlıların  sonu olmaktadır.

İzmit, İzmir Körfezleri, Haliç, kirlenmiş bir Marmara Denizi ve her geçen yıl tabiî olarak kendini temizleyebileceği miktârın üstünde kirletilmekte olan diğer kıyılarımız da suda çözülmüş oksijenin azaldığı ve koli basillerinin yaşadığı değişik bir ortam teşekkül ettirmektedir. Bilhassa Haliç (Bkz. Haliç) ve İzmit Körfezi, ülkemiz deniz kıyılarında su ve kıyı kirlenmesinin çok yüksek seviyelere ulaştığı iki yerdir.

Hava kirlenmesi: Bu kirlenme yakıt kullanılmasından, artan sanâyileşmeden ve şehirlerde aşırı derecede nüfus şişmesinden kaynaklanır. Kirletici maddeler gaz, sıvı damlacıkları (zerrecikler) veya bunların karışımı şeklinde olur. Bu maddeler; ya doğrudan bir kaynaktan çıkıp yayılır veya atmosferde yayılan maddelerin kendi aralarında veya atmosferik bileşenlerle ve fotokimyâsal bir faaliyet mevcud olup olmaması şartı altında reaksiyona girerek ortaya çıkar. Esas kirleticiler; 100 mikrondan daha büyük çaptaki kaba tânecikler, kükürt bileşikleri, organik bileşikler, azot bileşikleri, oksijen bileşikleri, halojen bileşikleri ve radyoaktif bileşiklerdir.

İnce aerosiller içinde karbon zerreleri, metalik tozlar, silikatlar, florürler, reçineler, katranlar (kurumlar), çiçek tozları, mantarlar, katıoksitler, nitratlar, sülfatlar, klorürler, aromatik bileşikler vs. ihtivâ eder. Bunlar zerrecikler olarak ışığı dağıtırlar. Böylece  katalizörümsü rol aynayarak absorbe edilmiş kirleticiler arasında en çok ince bir şekilde bölünmüş durumlarından faydalanarak reaksiyonların meydana gelmesini sağlarlar. Yine bunlar elektrostatik yük taşıyıcıları olarak diğer zerrelerin ve gazların kondansasyonuna ve bir araya gelmelerine sebeb olurlar. Yine bunların bâzıları kimyâsal türden olmaları sebebiyle bitkilere ve hayvanlara çok toksik (zehirli) ve korroziv (aşındırıcı) bir etki yaparlar. Radyoaktif oldukları ölçüde normal radyasyon dozajını arttırır. Kanser veya mutasyon (hücrelerdeki değişme) doğuran faktörler olurlar.Sırf bir toz olarak elbiseleri, binâları ve bedeni kirletirler. 100 mikrondan daha büyük çaplı taneciklerde, benzer problemler ortaya koymakla berâber kendileri yer çekim kuvveti tesiriyle havada kolay ayrıldıklarından dolayı bu problemler daha az olarak meydana gelir. Bunların boyutlarının büyük olması insan ve hayvan akciğerlerine önemli miktarlarda girmelerini önler.Mamafih bunların kirletici tesiri daha belirgindir. Çünkü çıktıkları kaynağın etrâfında hemen yığılırlar. Kükürt bileşiklerinden olan kükürt oksitler ile hidrojen sülfürün tahriş edici özellikleri vardır. Atmosfere verilen organik bileşikler içinde hidro karbonlar ve bunların yanma ürünleri ile halojenli türevleri bulunur. Bunlar buhar hâlinde oldukları gibi bâzan damlacık veya zerreler şeklinde de yayılır. Bu hidro karbonların, bilhassa olinükleer aromatik türleri memeli deney hayvanlarında kansere yol açtığı görülmüştür. Atmosfere yayılan azot bileşikleri, daha çok azot oksitler ve amonyak şeklindedir. Azot oksidler yüksek dereceli yanmalarda ve diğer sınâî işlemlerde ortaya çıkar. Azot oksitlerin düşük konsantrasyonlarda bile tahriş edici özelliği yanında hava kirleticisi olarak esas ehemmiyet arz ettiği durum, bunların atmosferdeki fotokimyâsal reaksiyona katılmasıdır.

Endüstriyel kirleticiler: Fabrika ve binâ bacalarından, araba egzozlarından çıkan gazlar, insan, hayvan ve bitkilere zararlı olmaktadır. Bilhassa sanâyileşmiş ülkeleri ilgilendiren bu hal, atmosferik hareketler sebebiyle geri kalmış ülkeleri de alâkadar eder.

Her insan günde 14.000 lt hava kullanmaktadır. O hâlde insanın hava ile alacağı çok düşük nisbette zehirler, kısa zamanda öldürücü doza yaklaşabilir. Zehirlerin vücutta birikme süreleriyle alınan ve atılan zehirlerin farkı insanlar için mühimdir. Eğer zehirin vücuttan atılışı yavaşsa  ve vücutta birikmesi görülüyorsa zehirlenme kısa zamanda kedini gösterir.

Havaya karışan bu maddeler kesif yâhut şeffaf bir sis bulutu hâlinde şehirlerin üzerini kapatır. Isı tersliği denilen hâdiselerin vukûunda tesirleri çok daha fazla olur. Genellikle toprağa yakın hava daha sıcaktır. Dolayısıyla zehirli gazların büyük bir kısmı bu sıcak hava kitlesiyle berâber taşınır. Isı tersliği (inversyon) hâlinde, yâni yere yakın havanın soğuk, onun üstündeki hava tabakasının sıcak olması sebebiyle kirli hava şehrin üzerini kapatır.

1948’de ABD’de Donora şehri vâdisinde çinko, demir ve öteki fabrikalardan çıkan ısı tersliği sebebiyle sıkışmış ve nüfûsun % 43’ü olan 5910 kişinin hastalanmasına sebeb olmuş, netîcede solunum ve kalp hastalıklarından 20 kişi ölmüştür. 1952 yılında Londra’da da böyle öldürücü bir olay meydana gelmiştir. Dört gün devâm eden zehirli sisler şehirde görüşü sıfıra indirmiş  ve dördüncü günün sonunda doktor ve hemşirelerden başka sokakta kimse kalmamış, zâtürre, bronşit ve kalp hastalıkları başgöstermiştir. Netîcede 4000 kişi ölmüştür. Bu târihte Londra sisi, normale nazaran 10 misli kükürt dioksit ve 20 misli toz ihtivâ ediyordu.

Otomobil egzozlarından çıkan zehirli sisler güneşi kapatır. Her bin otomobil günde 3000 kg karbondioksit, 200-400 kg hidrokarbon buharı, 50-150 kg azot oksitleri neşreder. Bu gazların laboratuvar hayvanlarında kanser yaptığı görülmüştür.

Havayı kirleten bu gazlar ayrı ayrı incelenirse, sebeb oldukları ârızalar şöyle sıralanabilir:

Kükürt dioksit (SO2):Bu gazın sebeb olduğu kirliliğin anlaşılması 19. yüzyılda başlar. Bugün için  daha fazla önemi hâizdir. Kömür, mineral yağlar % 0,5-2,5, bâzan % 5’e kadar kükürt dioksit  ihtivâ  ederler. Demir endüstrisi, petrol ve yağ rafinerilerinin bulunduğu yerlerde bu gaz geniş sâhaları kaplar. Havadaki su ile birleşince, sülfirik asid teşekkül eder. Bu asit ciğerlerin, mâdenlerin, mermerlerin tahrib olmasına sebeb olur. Atina ve Roma’daki târihî yapıların bunun için geçen asra nazaran daha fazla karardığı ve yıprandığı anlaşılmıştır.

İnsanlarda bâzı hastalıklara sebeb olur. Petrol rafinerilerinden çıkan SO2 Yokkaichi astımı denilen müzmin bronşite sebeb olmaktadır. Bâzı bitkiler 10 milyonda 2 kısım SO2’ye 6 saat mâruz kalınca zarar görürler. Yonca, arpa, yulaf, turp, marul ve çam ağaçları en hassas bitkiler arasındadır. Simptomları karekteristik olup, damarlar yeşil olduğu hâlde damar aralarında nekrotik sararmalar görülür.

Bununla berâber SO2’nin karaleke hastalığının salgın yapısını önlediği müşâhede edilmiştir. İkinci Dünyâ Harbi sırasında Amsterdam’da bütün fabrikalar durdurulmuştu.

Hidrojen florür (HF):Tipik bir sanâyi gazı olan HF, çelik, alüminyum, süperfosfat fabrikalardan çıkar. SO2 ile berâber bulunursa, daha tehlikeli olur. Hele en hassas bitki Glayöl olup, konsantrasyon olarak milyarlarda bir kısım mikdârdan bile zarar görür. Diğer hassas bitkiler lâle, frezya, bâzı çam türleri, asma, şeftali ve kayısıdır. Yapraklarda SO2’den farklı simptomlar gösterir. Daha ziyade yaprak kenarında sararmalar görülür. Soğanlı bitkilerin soğan verimini azaltır. Son zamanlarda HF’ün bitki dokusunda absorbe edildiği, flor bileşiklerine çevrildiği, bâzı enzim sistemlerini bloke ettiği, sitrik asit çemberini etkilediği ve böylece metabolizma faâliyetlerini bozduğu anlaşılmıştır.

İsviçre’de ilgi çekici bir durum görülmüştür.Normal NPK (azot, fosfor ve potasyum) karışımına bir miktar bor ilâve edilerek gübreleme yapıldığında, bağlar HF’den fazla zarar görmüşlerdir. Bâzı çam türlerinin de çok uzak mesâfelerden zarar gördüğü tesbit edilmiştir. Avrupa ve ABD’de yapılan denemeler HF’ün böcek hastalıkları üzerinde müsbet etkileri görüldüğü hâlde, atmosferde, HF bulunan bölgelerde kolonilerin azaldığı görülmüştür.

Yine HF ile bulaşık bölgelerde çamlarda gal yapan galafildi’nin zararı artmış ve ağaç başına ortalama 500-2000 gal tesbit edilmiştir.

Karbon monoksit (CO): Petrolün yanmasıyla açığa çıkar. Egzozlardan bol miktarda CO neşrolunur. Şiddetli bir solunum zehiridir. Teneffüs edilirse insanları öldürür. Kanda % 5 karboxyhemoglobin teşekkül ettiği zaman simptomları hissedilir.

Hidrokarbon buharları: Petrol ürünü olup, araba egzozlarından çıkar. En önemlileri etilen ve peroxyacidnitrat (kıcasa PAN)’dır. Etilen direkt olarak bitki hayâtına zarar verir. Çok düşük konsantrasyonla normal büyüme hormonu olarak rol oynar. Fazla miktarda ise tomurcuklanmayı önler ve yaprakları döker. PAN fotokimyâsal oksidant bir madde olup, insanlara etkisi başlangıçta fark edilmez. Bir saat sonra güneş ışığında fotokimyâsal reaksiyonu ile tanınır. Göz ve mukozalara tesir eder. Bitkilerde oldukça karakteristik simptomları müşâhade edilmiştir. Bâzı çayır bitkilerinde yaprağı dipte, ortada ve içte olmak üzere enlemesine bölen nekrotik lekeler hâsıl eder.

PAN’ın hücre duvarı formasyonunda önemli bir enzim olan enolaz’ı inaktive ettiği bilinmektedir. Bâzı bitkilerin yaprak altı yüzünde gümüşümsü tahribât yapar.

Azot oksitleri: Arabalardan, doymamış hidrokarbon kullanan fabrikalardan, kaçak olarak gaz olarak meydana gelir. Fotokimyâsal  bir oksidanttır. Pan’ın  terkibine girer. Trafiğin yoğun olduğu yerlerde daha fazladır. Yüksek dozda SO2 simptomlarına benzer simptomlar gösterir. Yapılan denemeler de milyarda 250 kısım NO2 ile fümiğe edilen (tütsülenen) domateslerin erken kartlaştığı ve mahsülün % 22 nisbetinde düştüğü görülmüştür.

Ozon (O3): Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak arabalardan  meydana gelir. Oksidant bir maddedir. Tütün, ozona çok hassastır. Reaksiyonu palizat hücrelerinde ve yaprağın üst yüzündedir. Bitki hastalıkları ve zararları üzerine ilgi çekici rolü görülmüştür. Bâzı bitki hastalıklarının gelişmesine engel olur. Bâzı hâllerde virüs ile hastalandırılmış bitkiler ozona karşı daha az hassâsiyet göstermiştir. Tütün mozayik virüsü ile enfekte edilmiş tütünlerde temiz havadakilere nazaran ozon tütsülenmesine tâbi tutulanlar % 21 nisbetinde daha fazla hastalanmışlardır. Böylece ozonun virüs aktivitesini arttırdığı görülmüştür. Ozon bâzı hastalık ve haşerelere değişik cevaplar vermiştir.

Çeşitli arazlarını kısaca anlatmaya çalıştığımız sanâyi kirleticiler sanâyi inkişâflarına paralel olarak gittikçe insan sağlığını tehdit etmektedir.

Ülkemizde hava kirliliğinin en tipik örneği Ankara’da görülmüş, ancak son yıllarda kaliteli yakıt ve “doğal gaz” kullanılmasıyla şehir kirliliği nisbeten azaltılmıştır. Nefes almada güçlük çekilen Ankara’nın kirli havası her geçen yıl daha da tehlikeli boyutlara ulaşmaktaydı. Bu durum, 1930’lardan îtibâren devâm edegelmiştir. Ankara sanâyi şehri olmadığından havanın kirlenmesinin sebebi bacalardan çıkan duman parçacıkları toz ile motorlu taşıtların egzoz gazlarıdır. Bu kirliliklerin şehir atmosferine dağılmasında şehrin kurulduğu bölgenin coğrafik, topoğrafik ve meteorolojik özelliklerinin ve şehrin plan ve inşaat özelliklerinin de payı büyüktür. Dünyânın en kirli şehirleri arasında yer alan Ankara’nın havasında 11 Ocak 1982 günü, kükürt dioksit ortalaması 752,4 mikrogram/m3e, duman ortalaması ise 186 mikrogram/m3e ulaşmıştı. 5 Ocak 1981 günü Ankara havasındaki kükürt dioksit derişimi 1060,9 mikrogram/m3, 18 Ocak 1980 günü ise 1334,5 mikrogram/m3 olmuştur.

Ayrıca Bursa, Adana, Konya, İzmir gibi sanâyinin geliştiği illerimizde de hava kirliliği artmaktadır.

Toprak kirlenmesi: Toprak insanların en önemli tabiî kaynaklarından biridir. Zamânımızda çevrenin kirlenme sebebiyle toprak da tehlikeye mâruz kalmakta ve zararlı hâle getirilmektedir. Toprağın bu kirlenmesi tarımda koruma için kullanılan ilâçlardan, gübrelerden, sanâyi artıklarından, radyoaktif izotoplardan ve beton, asfalt, kalay, demir, kurşun, alüminyum, polietilen gibi kirleticilerden, petrol ve diğer katı ve sıvı artıklarından ileri gelmektedir.

Zirâî mücâdele ilâçları tatbik edildikten sonra uzun süre bozulmadan kalabilmektedir. Yapılan araştırmalara göre bu süre 3 ay ile 5 yıl arasına değişmektedir. Tatbik sahasından rüzgâr erozyonu sebebiyle bitki parçacıkları, tohum sporları ve tozlarla, toprak ve bitki buharları ile, sulardan dalga serpintileri ile bulutlara taşınan pestisitler her tarafa yayılmakta, rüzgâr, sis, yağmur ve karla tekrar toprak veya sulara karışmaktadır. Farklı kaynaklara göre pestisitlerin % 10 ilâ % 70’inin tatbik sahası dışına taşmadığı bildirilmektedir.

Radyoaktif kirleticiler: Enerji üreten atom reaktörlerinden çıkan artık, kazâ sonucu veya izotop artıkları ile radyoaktif maddelerin kendilerinden doğan bir kirliliktir. Radyum, uranyum gibi bâzı elementlerin fizik ve fizyolojik etkiye sâhib ışınlar neşretmelerine radyoaktivite denir. Radyoaktif maddelerin atom çekirdeklerini parçalaması sonucu o madde yok olur ve korkunç bir enerji hâsıl olur. Bundan istifâde ile atom bombası yapılmıştır. Atom bombası patlatıldığında kısa sürede çok yüksek ısı, ışın ve sadme etkileri meydâna gelir. Bu sebeple atom bombası patlatılan yerdeki katı cisimler de gaz haline geçer ve havaya karışan bu maddeler patlayıcı maddenin yanısıra radyoaktif maddenin artıklarını taşır. Meydana gelen radyoaktif bulutlar birkaç yüz kilometreye kadar yayılarak yere düşer.

Radyoaktif maddeler neşrettikleri şualarla (bilhassa gamma ışınları) canlı hücre, dolayısıyle dokulara etki ederek bir takım arazların ortaya çıkmasına sebep olurlar. Akyuvarlar tahrib olmakta, alyuvarlar üreyememekte, dokular tahrib olarak kanser meydana gelmektedir. Radyoaktif tesire mâruz kalmış ana ve babaların çocuklarında çeşitli anormallikler ortaya çıkar. Hâlen Japonya’da atom bombasının etkilerinin silinememiş olması ve zararlarının irsiyete intikal etmesi, bu tesirin korkunçluğunu ortaya koyar.

Biyolojik kirleticiler:

Mikroorganizmalar (mikroplar, bakteriler), insan, hayvan ve bitkilerden hastalık yapan canlıların (patojen) bir kısmı, devamlı olarak çevrede müsâit şartlar bulursa faaliyetini arttırır. Bu şartlar ortadan kalkarsa faaliyeti yavaşlar veya durur. Kendisi için müsâit ortama bulaşırsa salgınlar meydâna gelir. Salgın esnâsında, çevre artık o tesirle kirlenmiştir. Mikropların azalması, yâni hayâtını devâm ettiremeyecek seviyeye düşmesi veya koruyucu tedbirlerin alınmasıyla veya bâzı şartlarda bağışıklığın hâsıl olmasıyla salgınlar da ortadan kalkar. Netîcede fazla çoğalan hastalık mikrobu azalır ve tekrar denge sağlanmış olur.

Avrupa’da 1840 yılında patateslerde görülen mantar hastalığı sebebiyle birçok kimse Amerika’ya göç etmek zorunda kalmıştır. 1850’de Fransa’ya giren ve bağlarda korkunç zararlar yapan Filoksera uzun seneler her yıl ortalama bir milyon Frank zarara sebeb olmuştur. 1843’de Kırım’da başlayan veba salgını Avrupa’ya sıçramış ve 8 yıl devam ederek 25 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur. Hastalığın çıktığı yerde mümkün olan koruyucu tedbirlere ve karantina  uygulamasına geçilse bile bâzı şartlarda insanoğlu âciz kalmaktadır. Nitekim bâzı mantar sporları atmosfer hareketleriyle 12.000 kilometreye kadar yayılabilmektedir.

Dolayısıyle salgınlara karşı dikkatli ve devamlı tedbirlerin alınması lâzımdır. Aksi halde korkunç netîcelerle karşılaşmak mümkündür. Son yıllarda çevre kirlenmesi mevzûunda yapılan neşriyatlarla kamuoyu (efkâr-ı umûmiye) aydınlatılmıştır. Bilim adamları dünyânın aya giden bir uzay gemisinden alınmış resimlerine işâret ederek, bütün insanların arz küresi (yerküresi) adındaki uzay gemisine binmiş astronotlar olduğunu hatırlatmıştır. Bu gemiye eskiden beri oldukça çok iyi dengelenmiş bir hayâtî destek sistemi ihsân edilmiştir. Bu sistem öyle büyüktür ki, milyonlarca insanın ihtiyâcını karşılamaktadır. Bu dengenin ne kadar süreceği ve ne derecede insana faydalı olacağı, muazzam teknolojik, politik ve dînî çok yönlü meseleler arz eden bir sorudur. Sanâyileşme, insan kültürlerinin bütün üyeleri için yeterli bir hayat  seviyesi geliştirmek bakımından lâzım olmasına rağmen, madde ve enerjiyi verimli bir tarzda kullanmak ve bu hedefe artık madde hâsıl etmeden varmak, gittikçe artan güçlüklerdendir. Artık madde üretilmesi de kirlenmenin kaynağını teşkil eder.

Kültürel gelişme ve sanâyileşme, insanlar ile yâni nüfusla doğru orantılıdır. İnsan nüfusundaki artma doğuştan ziyâde ölüm hızındaki değişimle ilgilidir.

Çevre kirlenmesi ile mücâdele: 1947’de Los Angales’te endüstriyel kirleticilere karşı sert tedbirler alındı. Evlerde dahi çöp yakılması yasaklandı. Çünkü hergün 500 ton kirletici çıkmaktaydı. Bu tedbirlere rağmen sâdece sis beyazlaşmış, fakat zehirlerde pek az bir eksilme olmuştur. O günden beri sanâyi bölgelerinde uygulanan bâzı tedbirler kesin netîce vermemiştir. Bu gün dahî endüstriyel kirleticiler üzerinde yapılan çalışmalar kesin netîce vermekten uzaktır. Meselâ ABD’de 1961’den îtibâren araba egzozlarından çıkan gazı tekrar yakmak üzere uyguladıkları sistemlerde bile kesin netîceye ulaşamadıkları görülmektedir. Fakat topyekün ve milletlerarası kânunlarla zararı asgarî seviyede tutmak mümkündür.

1763 yılında ilk defâ bir zirâî ilaç, tütün tozundan elde edilen bir eriyik, yaprak bitlerine karşı kullanılmıştır. Bu târihten îtibâren zehirsiz bitkisel zirâî mücâdele ilâçları kullanılırken, 1865’te ilk sentetik ilâç olarak Paris yeşili (bakır aset arsenit) piyasaya çıkmıştır. 1932 yılından îtibâren de ilk sentetik organik insektisitler uygulama sahasına girdi. Böylece zirâî ilâçlar sanâyii, görülmemiş bir ilerleme kaydetti.

Birinci Dünyâ Savaşından sonra kuvvet şuruplarına konan radyumun yorgunluğu ve artridi bertaraf ettiği reklâm edilmişti. Radyum ayrıca ışıklı boya îmâlinde de kullanılmıştı. Bu boyayı saat kadranına süren işçilerden bir kısmı radyum zehirlenmesinden öldü. Geriye kalan 40 kişi kemik kanserine yakalandı ve 30 yıl içinde öldüler. Radyum’u keşfeden Madam Curie de aynı maddenin radyoaktif etkisi sebebiyle öldü. Bugün radyoaktivitenin zararları kesinlikle bilinmesine rağmen, atom bombası denemeleri aralıksız devâm etmektedir. Hemen hemen dünyânın bütün devletleri bu silahı elde etme çabasındadır. Radyoaktif maddelerin yayılmasını önlemek için ABD ve Rusya arasında yapılan görüşmeler olumlu sonuçlar vermiş ise de bu anlaşmaya imzâ koyan Fransa ve Komünist Çin yâhut bu silâha sâhip diğer ülkelerin atom bombası patlatmaması gereklidir. Ve bugün insanoğlu atom enerjisini kendini tahrib etmek için değil, kendine hizmet ettirmek için kullanmak zorundadır.

Bundan  bir asır önce  sarı humma salgınında hastaya kusturucular, müshiller verilmekte, hastanın kanı alınmaktaydı. Bugünkü bilgiler altında bu tedâvi değil cinâyet olur. İnsanoğlu her ne kadar bugünkü seviyeye ulaşmış ise de yine sebebi bilinmeyen sayısız hastalıklar vardır. O halde çevre, bilinmeyen sayısız düşmanlarla doludur. Bâzı devletlerin elinde bulunan biyolojik silahlar tehlikeyi daha da artırmaktadır. Ne var ki, aynı silâhın bir müddet sonra kendilerine de çevrileceğinden korkan bu silâha sâhip devletler, kullanmaktan çekinmektedirler.

Bugün eradikasyon tarama ve yok etme (mücâdele) çalışmalarının, koruyucu tedâvinin başarıları her ne kadar büyük ise de, devamlı ve dikkatli çalışma ve araştırmalar gerekmektedir. Bugün Türkiye’de etraftaki temiz suları kirletmemesi için pis suları toplayan ve uzaklaştıran kanalizasyonun bile bir mesele teşkil etmesi düşündürücüdür. Mühim olan kanalizasyonda toplanan pis suların nereye ve nasıl verileceğidir ve bunlar çevre kirlenmesinin en büyük meselesidir.

İnsanların yaptığı düşük  seviyeli radyasyon, röntgen ışınlarından, radyoaktif malzemelerden ve televizyonun da içinde yer aldığı elektrik âletlerden çevreye yayılır. 1960’da nükleer denemelerin atmosferde, uzayda ve su altında yapılması milletlerarası bir anlaşmayla yasaklanmıştır. Yüksek dereceli sıvı nükleer artıklar, katı hâle getirilmekte ve böylece hacimleri 1/10’a indirilerek denizaltında muhâfaza içinde biriktirilmektedir.

Görülüyor ki, çevre kirlenmesinin önüne tamâmen geçmek  mümkün değildir. Fakat mevcût imkânlarla hassâsiyetle ele alınırsa zararları ehemmiyetsiz seviyelere indirilebilir. Nitekim yapılan çalışmalardan kesin olmamakla berâber tatmin edici sonuçlar almak mümkün olmaktadır. Nitekim son zamanlarda genetik usullerle petrol artıklarını yiyen bakteri ırklarının üretilebilmesi ve eritilebilmesi sevindiricidir. Ancak milletlerarası tedbirlerin istisnâsız uygulanması şarttır. Meselâ egzoz gazlarını yakan sistemi olan bir araba, egzoz gazlarını doğrudan doğruya dışarıya veren aynı arabadan daha pahalı ve masraflı olmaktadır. Baca gazlarını ve kanalizasyona verilen maddeleri tasfiye edecek (arıtacak) ve temizleyecek bir fabrikanın masrafı bu işleri yapmayan diğer bir fabrikadan daha yüksektir. Daha az ilâç kullanan yahut ilaçsız mücadele yapan bir memleketin zirâi ürünleri rekâbetten mahrûmdur. Atom bombasına sâhib olmıyan ülkeler kendilerini emniyette hissedemezler. Salgınlara karşı uygulanacak koruyucu tedbirler fazla masrafı gerektirir. Bütün bu mahzurların bertaraf edilmesi milletlerin samîmî işbirliği ile gerçekleşir. Ne yazık ki, bunu ümid etmek mümkün değildir. Doktorun vereceği antibiyotiklerin yan tesirleri var diye doktora gitmemek mi lâzım? Tarlasında hastalık ve haşere olan çevre kirlenecek, kuşlar ölecek diye ilâç kullanmıyacak mı? Parası olan fazla kâr getiren sanâyi kuruluşlarına sanâyinin  havayı kirlettiği gerekçesiyle yatırım yapmasın mı? Yoksa imkânı olanlar araba almasınlar mı? Artık insanoğlu geriye dönmeyi, antibiyotiksiz, pestidsiz, sanâyisiz ve otomobilsiz bir hayâtı istemiyor. Fakat teknik adına insanlığı tahrîb eden çevre kirlenmesine de tahammül edemiyor.

Bu birbirinin zıddı iki şeyi insanlığın refah ve saâdeti istikâmetinde birleştirmek lâzımdır. Müsbet ilimlerdeki ilerlemelere hızla devâm edilmesi ve şimdiye kadar çevre kirlenmesi bakımından ortaya çıkan mahzurların iyi niyetle bertaraf edilmesiyle bu gâyeye ulaşmak mümkündür. Bunun için evvelâ medeniyetin ne olduğunu iyice kavramak lâzımdır. İnsanlığa saâdet yolunu gösteren atalarımız, medeniyeti, “tâmir-i bilâd, terfih-i ibâd” olarak, yâni ülkeleri mâmur kılmak ve îmâr etmek, medeniyet imkânları ile techiz etmek (donatmak), inanları ruh, düşünce ve beden bakımından rahat yaşatmak olarak târif etmiş ve bunu gâye edinerek dünyâda huzur ve sükûnu tesis etmiş, mâmur ve müreffeh şehirlerle dolu büyük devletler ve medeniyetler kurmuşlardır. Medeniyet böyle anlaşılmadıkça milletlerarası samîmî işbirliğini ümid etmek hayâldan öteye geçmez.

Bir zamanlar şehirlere akın eden insanoğlu, bugün şehirlerden kaçıp, mümkün olan her fırsatta şehirlerin boğucu havasından kurtulup köylere, sâkin yerlere gitmek istemektedir. Bunun sebebi şehirlerin maddî yönden olduğu kadar mânevî yönden kirlendiğini göstermektedir. Bugün insanların his organları pis şeyleri idrâk etmekte; gözleri iğrenç manzaraları seyretmekte, kulakları kötü sözleri işitmekte, burunları fenâ kokuları duymakta, dilleri zehir tatmakta ve zehir söylemektedir. Bu sebeple beyinler kirlenmekte ve kalpler kararmaktadır.

Çevre kirliliği ile mücâdelenin iki ana noktası mevcuttur. Bunlar; bozulmamışı bozulmaktan koruma (dış etkileri ortadan kaldırma) ve bozulmuşu düzeltmedir. Bunun için kirleticiler daha kaynaklarında iken yayılmadan tamâmen veya kısmen tutulur. Meselâ; hava kirlenmesinde gaz çıkış yerlerine, çeşitli filtreler takılır. Kanalizasyon suları arıtma tesislerinde çökeltme, havalandırma, süzme, nötrleştirme, dezenfeksiyon gibi işlemlerden sonra tabiata terkedilir. Denizlerde kıyılarda, nehir deltalarında çeşitli tedbirler alınır. Gemilerin artıklarını rastgele boşaltmalarına, sâhil şeridine kanalizasyon ve çöp birikintilerinin verilmesine ve nehirlerin erozyon toprağı ile yatağını doldurmalarına mâni olunur.

Umûmiyetle gürültü “istenmeyen bir ses” olarak târif edilir. Halbuki günümüzde  gürültüyü “insan sağlığına zararlı bir ses” diye târif etmek daha doğrudur. Çok fazla gürültü, işitme duyusunun kaybolmasından yüksek tansiyona kadar çeşitli şekillerde insan sağlığına zarar verebiliyor ama, gürültü ile geçen kamyonların sesini, dışarda top oynayan çocukların sesini, elektronik beton delicinin kulak tırmalayıcı gürültüsünü, sonuna kadar açılan teybin  ve radyonun bağırtılarını duymamazlıktan gelmek mümkün değildir.

O hâlde görültüyle birlikte yaşamaya alışıp sağlığa en az zarar verecek şekilde indirecek tedbirleri almalıdır. Hiç beklenilmeyen çok yüksek bir ses duyulduğu zaman kan damarlarında hormonlar dolaşır, kalp daha hızlı çarpar, eller buz gibi olur, ağız kurur, mîde yerinden oynamış gibi olur. Bu şiddetli tepkinin sonucu, sinir sistemi, kalp ve diğer organlarda belli bir gerginlik ortaya çıkar. Bu gerginliğin devamlı ve sık görülmesinin  sonuçları, gürültülü fabrikalarda çalışan  işçilerde işitme duyusunun kaybolması, kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, ülser gibi çeşitli mîde hastalıkları, sinir hastalıkları gibi sağlık meseleleri, sessiz yerlerde çalışan işçilere nisbetle daha çok görülür.

Gürültüyü önlemek için turbo jet tipi uçak motorları turbo fan şekline dönüştürülüp, fanların da gürültüsü azaltılmaya çalışılmaktadır. Aletler ve makinalar gürültüsüz tipe dönüştürülmekte veya gürültüyü yutacak malzeme kullanılarak âlet ve binâlar izole edilmektedir. Otoyollarda gürültüyü tutucu duvarlar inşâ edilmektedir. Kulaklarda köpüklü plastik veya balmumu katılmış pamuk tıkaçlar kullanılmaktadır.

ÇEYİZ

Alm. Brautausstatung, Aussteuer, Mitgift (f), Fr. 1 Trousseau (m), 2 Dot (f), İng. Trousseau. Kızlara, ana-babanın küçüklüğünden îtibâren biriktirip hazırladıkları eşyâ, cihâz. Târihte çeyiz, cemiyetlerin sosyal ve ekonomik durumlarına, örf ve âdetlerine göre çeşitli şekiller almıştır. Hânedânlar arasında, devleti idâre edenlerin karşılıklı kız alıp vermelerinde gelinin çeyiz olarak bir bölgeyi alıp getirmesi âdet hâline gelmiştir. Normal olan evlenmelerde çeyiz; kumaş, elbise, ev eşyâsı, tek veya sürü hâlinde hayvan, bağ bahçe de olabilirdi. Anadolu ve Trakya’da günümüzde hâlâ çeyiz verme âdeti yaşamaktadır.

“Kız beşikte, çeyiz sandıkta” sözü meşhurdur. Âileler kız çocukları için küçük yaştan îtibâren birer ikişer buldukları her şeyi sandıklarda saklarlar. Düğün zamânı geldiğinde arzu edilen eşyânın hemen hemen hepsi birikmiş olur. Sandıklarda saklanan çeyizlerin ekserisi göz nûru, el emeği, ince sanat zevkinin birleştiği el işleridir. İğne oyaları, danteller, kanaviçe işlemeler, yatak takımları, yemek takımları, sapır sapır dökülen yazma oyaları, bindallılar ve daha  nice eşyâlar sandıklardaki çeyizlerin bâzılarıdır. Günümüzde çeyiz, evin temel ihtiyâçlarını karşılamaya yönelik bir durum hâline gelmiştir. Kız tarafından çeyiz olarak mutfak eşyâsı, yatak odası takımı, çamaşır makinası vs. beklenmekte; oğlan tarafıysa, yemek ve salon takımları, buzdolabı, fırın gibi ihtiyaçları karşılamaktadır. Memleketimizde çeyiz hazırlama bölgelere göre değişmektedir. Genellikle hazırlanan çeyizler, çevre tarafından kızın “yüz akı” olarak değerlendirilir. Çeyiz eşyâsının çokluğu ve değerli oluşu, gelin olan kıza ve âilesine saygınlık kazandırır.

Bâzı yörelerde düğünlerde gelinlerin çeyizleri serilip misâfirlere gösterilir. Eski evlerde divan üzerinde rengârenk, biçim biçim, büyük bir mahâretle dizilen  çeyizler bakmaya gelenlerin takdirli bakışları arasında sergilenirdi. Kızlar çok emek verdikleri çeyizlerin modellerinin başkasında olmasını istemediklerinden model vermeyi hiç sevmezler. Bu bakımdan sergilenen çeyizlerin modelleri meraklılar tarafından kaşla göz arasında hemen alınıverirdi.

Dâmâd evine çeyizler büyük bir merâsimle götürülürdü. Buna “çeyiz alayı” denilirdi. Evlenenlerin durumlarına göre çeyiz alayı ayrı bir şekil alırdı. Bohçalar, sandıklar ve denklerle taşınan çeyizler, kız evinden çıkmadan önce, kızın ve dâmâdın babaları, köy muhtarı ve ileri gelenlerin huzûrunda çeyiz değerlerini belirtir bir liste hazırlanır, kız ve oğlan tarafları bu listeyi imzâlar, muhtar mühürlerdi. “Çeyiz yazma” adı verilen bu âdet, boşanma durumunda kadının haklarını korumaya yöneliktir. Bundan sonra çeyizlerin küçükleri sıra sıra dizilen çocuklara verilir, arkadan gelen arabaya taşınamayacaklar doldurulurdu. En önde dâmâda âit eşyâların bulunduğu ipek bohça taşınırdı. Çalınan davulun eşliğinde birbirini tâkib eden çeyizler, ağır ağır dâmâdın evine yönelir. Görenler “Mâşâallah” diyerek genç evlilere hayır duâ ederlerdi.

Saraylarda, konaklarda, yapılan düğün ve çeyiz göndermenin ise başka merâsim ve şekilleri vardı. Çeyiz alayı müddetince mehterhâne çalardı. Dâmât çeyizi getirenlere çeşitli hediyeler dağıtırdı. Devlet Hâtun, Yıldırım Bâyezîd’e gelin giderken Germiyanoğullarının topraklarını Osmanlılara çeyiz olarak vermesi ise târihte ayrı bir yer tutar.

ÇIBAN

Deride, değişik büyüklükte olabilen cerâhatli (iltihâbî) kabartılara genel anlamda verilen isim. Sağlıklı bir insanın normal derisi, değişik birçok bakteriye karşı tabiî olarak bağışıktır. Birçok bakteri, derinin üst tabakasının altına inemediği gibi kıl kökünün de üst kısmından derine inemez. Burada çoğalır. Derinin direnci kırıldığı zaman veya darbeler sonucunda bu bakteriler iltihap yaparlar. Çıbanın birçok çeşitleri vardır.

Kan çıbanı: Kıldibinin ve çevresinin derin iltihâbıdır. Tıp dilinde ismi “fronkül”dür. Ter bezlerinin iltihaplanması da söz konusu olabilir. Stafilokok ismi verilen mikroorganizmalar, bu çıbanların meydana gelmesinde ilk sırayı alırlar. Bu çıbanlar en çok giyim eşyâlarının deriye sıkı temas ettiği bölgelerde (bilek, koltuk altı, ense, kaba etler, sırt) ortaya çıkarlar. Sağlam deride bir kaşıntı ile başlar. Sonra kaşıntı ağrıya dönüşür ve biraz da genişler. Bir müddet sonra kıl çevresi kızarır, şişer, sertleşir ve dokunulduğunda sıcak hissedilir. Kıl ağzında da cerâhat görülür. Zamanla kırmızılık şişkinlik ve ağrı artar. Bâzan hastanın ateşi yükselir ve çevredeki lenf bezleri şişer. Birkaç gün sonra çıban kısmı akar. Böylece bir boşluk meydana gelir. Daha sonra, teşekkül eden boşluk doldurulur ve çıban iz bırakarak iyileşir. Bâzı hastalarda çıbanlardan biri iyileşirken bir başkası çıkarak bütün vücûda yayılır ki, buna “fronküloz” ismi verilir.

Ense, tırnak kenarları ve dış kulak yolundaki çıbanlar çok ağrı yaparlar. Dudak ve burun çevresindeki çıbanlar da tehlike arz ederler. Çünkü, buradaki kan ve lenf damarlarının kafa içi ile irtibatları olduğundan, damar tıkanıklığı ve menenjit yapma tehlikeleri her zaman vardır. Böyle hastaları ehemmiyetle ele almak ve mutlak istirahate sevketmek; her türlü yüz hareketlerini yasaklayıp, en etkili tedâviye derhal başlamak gereklidir. Çıbana yol açan mikropların kana karışmasıyla, vücûdun diğer yerlerinde apseler, böbrek iltihâbı, kemik iltihâbı ve kalbin iç yüzü örtüsünün iltihâbı (endokardit) görülebilir. Yeni başlayan ve olgunlaşmamış sert çıbanları sıkmak çok hatâlıdır. Bu durumda çıbandaki mikroplar civardaki kılcal damarlara girerek kan dolaşımıyla vücuda yayılırlar. Kan sistemi içindeki bu mikroplar yukarıdaki sonuçlara yol açar. Olgunlaşmamış çıbanlar sıcak suya batırılmış temiz bezle pansuman yapılır. Bu işleme rağmen, dağılma değil de iltihap toplanması oluyorsa çıbanın üzerine siyah merhem (Pomad ichtyole) konur ve sıcak ütüyle ütülenmiş bezle kapatılır. Eğer kendi kendine açılıp akarsa yarayı açmaya gerek yoktur. Açılmış yara binde birlik rivanol çözeltisiyle veya oksijenli suyla iyice pansuman yapılır ve yine kara merhem konur. Ağrıyı kesmek için ağrı kesici haplar alınabilir. Penisilin türünden iğneler yapılırsa çıbanın yan tesirleri yok edilmiş olabilir. B vitamini bakımından çok zengin olan bira mayası ve B kompleksi vitaminleri alınırsa fayda verir. 50 gram kükürtle 100 gram tereyağdan elde edilen merhem çıban için çok faydalıdır.

Şirpençe: Birkaç tâne kan çıbanı bir arada bulunur ve çevreye, derinlere doğru genişlerse buna ”Karbonkül” veya halk arasında “Şirpençe” ismi verilir. Buradaki çıbanların hepsi tek imiş gibi görülür. Tahta sertliğindedir. Özellikle dokunmakla çok ağrılıdır. Hastanın genel durumu bozulur, ateş, titreme, halsizlik başağrısı bulunur. Birkaç gün sonra bütün mihrak yumuşar ve dışarı iltihap boşalır. Çoğu hastalarda bütün çıban bölgesi deriden ayrılarak geriye zamanla kapanacak olan geniş bir yara sathı kalır. Ağır seyreden durumlarda mikroplar kana karışır ve hasta ölebilir. Osmanlı pâdişâhlarının en meşhurlarından Yavuz Sultan Selim Han da bu hastalıktan vefât etmiştir.

Sathî ve derideki çıbanlarda ilk yapılacak iş kabukları kaldırmaktır. Cerâhatlenme veya sulanma geçinceye kadar antiseptik sıvılarla pansuman yapmak lâzımdır. Çıban olan bölgeye günde birkaç defa sıcak sulu kompreslerin uygulanması faydalı olur. Daha sonra antibiyotikli merhemler kullanılır. Başlamakta olan çıbanlarda kara merhem kullanmak çok defa çıbanın    bir an önce yumuşamasını sağlar. Çok gergin ve derin şirpençeleri cerrâhî olarak açmak hastayı rahatlatır. Hastaya ayrıca antibiyotik de verilmelidir. Sık sık tekrarlayan çıban durumunda buna sebeb olabilecek durumlar araştırılmalıdır. Şeker hastalığı, aşırı zayıflık, kaşıntı yapan durumlar (parazit, müzmin iltihabî odaklar, allerjiler vb.), derinin uzun süre suya mâruz kalarak yumuşaması, vücudun bağışıklık sisteminin bozuk olması çıbanların ortaya çıkmasını kolaylaştırır.

Şark çıbanı: Yıl çıbanı, Halep çıbanı, deri layşmanyozu gibi isimleri de vardır. Hastalığa dünyâda belli iklim bölgelerinde, bu arada memleketimizde de en sık Doğu ve Güney Anadolu illerimizde rastlanmaktadır. Hastalığın sebebi “Leischmania tropica” ismi verilen bir hücreli, kamçılı mini bir parazittir. Hastalık doğrudan doğruya veya tatarcıklarla bulaşır. 15 günden altı aya kadar süren bir kuluçka devrinden sonra tatarcık sineği tarafından ısırılan yerde küçük pembe bir leke husûle gelir. İki üç gün sonra bu leke biraz daha kabarır ve giderek belirginleşerek rengi pembe-esmer bir hâl alır. Bu kabartı sertçedir. Bâzı kimselerde hastalık bu şekilde bir yıl devâm edip sonra iz bırakarak iyileşir. Bâzan da yara hâline gelir. Şark çıbanı yarası üzerindeki kabuk kaldırılırsa kabuğun altında bir takım çıkıntılar görülür ki, buna “Hulûsî Behçet çivi belirtisi” ismi verilir. Bu ismin verilmesinin sebebi ilk târif edenin meşhur Türk hekimi “Hulûsî Behçet” olmasıdır. Yara hâline gelmiş bir şark çıbanı da genellikle bir yılda iz bırakarak iyileşir. Bâzan hastanın direncinin kırık olması hâlinde hastalık yıllarca sürebilir, yerinde çirkin bir iz kalır.

Hastalık başlangıcından 3-4 ay sonra başlayan ve ömür boyu devâm eden bir bağışıklık bırakmaktadır. Çıban, alın, burun, çene, yanaklar, boyun, el, önkol ve bacaklar gibi açık bulunan yerlerde yerleşmektedir.

Teşhis için yaranın üzerinden alınan sıvıda parazitin aranması veya kültürünün yapılması gerekir. Bâzan yaradan parça alıp incelemek de gerekebilir. Tedâvisi için yara çevresine emetin, atebrin şırıngaları tatbik edilir.

ÇIĞ

Alm. Lawine (f), Fr. Avalanche (f), İng. Avalanche. Yüksek dağların tepesinden kopup eğimi fazla yamaçlardan yuvarlanarak büyük kütleler hâline gelen kar yığınları, dağlardan kopup yuvarlanan buz parçaları veya kütle hâlinde kayan karlar. Bunlar, senenin hemen hemen aynı mevsiminde meydana gelir ve umûmiyetle çığ oluğu denen yolları tâkip ederek önlerine rastlayan ağaçları söküp binâları yıkar. Bağ, bahçe gibi yerleri tahrip eder. Hatta can kaybına sebeb olurlar. Türkiye’de Cilo, Munzur, Zigana vb. yüksek dağlarda, İsviçre’nin sarp dağlarında bunlara çok sık rastlanır. Çığlar bâzan o kadar çok büyük yığınlar meydana getirirler ki, hacimleri yüzbin metre küpü geçer. Bâzan bir milyon metre küpü geçenlere de rastlanır. Geçmişte ağaçları söküp, evleri yıkan ve can kaybına yol açan pekçok çığ hâdisesinin netîcesinde insanlar bunların tehlikesinden korunma çârelerine başvurmuşlardır. Bu gâyeyle yüksek duvarlar yapılmış, karların koptuğu ve çığların başlangıç yerleri kazıklarla, toprak yığınlarıyla kaplanarak kaymaya karşı engeller teşkil edilmiştir.Ormanlık yerlerde kazıkların çürüyüp kaybolmasına karşı fidanlar dikilerek onların yerine geçmesi bile sağlanmıştır.

Çeşitli tahribâta yol açan çığların teşekkülünün pekçok sebebi vardır. İlkbahar yağmurları, dağların tepesinden eteklerine doğru esen rüzgârlar, karların erimeye başlaması, gök gürlemesi gibi ses titreşimleri çığın başlaması için birer sebeb olabilirler. Sıcak havalarda eriyerek donan karların üzerine sonradan yağan toz hâlindeki karların, donmuş tabaka yüzünden kolay kayması, kuru kar çığları diye adlandırılan çığların ana sebebidir.

Bu çığların tesiri kar kütlesinin kaymasına dayanır. Asıl çığ diye adlandırılan ve karların erime zamânı hâsıl olan çığlar ise, kar altındaki taş ve toprakları da berâberinde toplayarak büyük yığınlar meydana getirirler. Önlerine rastlayan ağaç, binâ gibi her türlü engeli tahrip ederler. Yüksek dağlarda bulunan buzlardan kopan büyük buz parçalarının meydana getirdiği buz çığlarının da buna benzer tahrib edici tesirleri vardır.