ÇELİK

Alm. Stahl (m), Fr. Acier (m), İng. Steel. Bileşiminde % 1,8’den daha az karbon bulunan, demir karbon alaşımı. Alaşımlı çeliklerde karbon oranı % 2,1’e kadar çıkabilir. Çelik üretimi millî ekonominin gelişme göstergelerinden biridir. Üretimi basit mâdencilik ve çiftçiliğin tersine teknolojiye ihtiyaç gösterir. Çelik; demiryollar, motorlu vâsıtalar, uçak ve diğer modern makinalar için esastır.

Üretimi: Yüksek fırından elde edilen ham demir % 2-4,5 karbon ve önemli miktarda fosfor, kükürt gibi yabancı maddeler ihtivâ eder. Bu maddeler gevrekleştirici etki yapar ve özellikle darbelere karşı dayanımı çok düşürür. Büyük bir ham demir parça, insan elinden düşüp sert bir zemine çarpsa, kolaylıkla ikiye ayrılabilir. İlk defâ 1856’da Henry Bessemer, ham demiri ergiterek içinden hava geçirdi ve bu kırılganlık yapıcı maddeleri yakmayı başardı. Yanan maddelerden hâsıl olan enerji, çeliği sıvı halde tutmaya yetmektedir. Böylece çelik üretiminde Bessemer usûlü doğdu. Eskiden çelik üretimi çok zaman alıyordu ve çok pahalıydı. Bu işlemler çok kısaldığından çelik üretimi hem kolaylaştı, hem de ekonomik duruma geldi.

Bessemer usûlüyle elde edilen çelikte bir miktar fosfor ve kükürt yanmadan kalıyordu. Bunlar da çeliği gevrekleştiriyordu. Bunun üzerine 1876’da Thomas Gillchrist, Bessemer’in, kullandığı asit astar yerine bazik dolomit astar kullanarak sıvı çeliği büyük ölçüde yakmayı başardı. Böylece iyi kaliteli çelik elde edildi. Fakat bu usûlde endüstriyel üretimin % 5’i veya daha fazlası fire olarak atılıyordu. Her yıl milyonlarca ton makina parçasının hurdaya çıkması hurdaların kullanılmasını mecburi kıldı. 1865’te geliştirilen Siemens Martin usûlü, saydığımız bu iki mahsuru ortadan kaldırtacak nitelikteydi. Bu usülde % 100’e kadar istenilen her oranda hurda kullanılabilir. Fırınlar 300-500 ton kapasitededir. Fırın önce üçte bir kapasite hurda malzeme ile doldurulur, kireçtaşı ilâve edilerek 3 saat üstten ısıtılır. Daha sonra sıvı ham demir ilâve edilerek fırın kapasitesine çıkılır. İstenilen analize erişildikten sonra fırından alınır. Bessemer ve Thomas usüllerine göre daha kaliteli çelik üretilebilir. Alaşımlı çelik üretmek de mümkündür. Fakat alev sıvı metalle temas ettiği için alaşım elemanlarının yanma yoluyla azalması sözkonusu olur.

Oksijen üfleme usûlünde, Thomas ve Siemens Martin usüllerinin üstünlükleri bir arada toplanmıştır. Ham demir içindeki istenmeyen elemanları yakarak uzaklaştırmak için teknik saflıkta oksijen kullanılmaktadır. Bu sebepten reaksiyonlar daha çabuk meydana gelmektedir. Hava içinde % 79 oranında bulunan azot lüzumsuz yere ısıtılmamaktadır. Fakat daha önemlisi azotu düşük çelik üretilebilmektedir.

Çelik üretiminde, LD, LDAC, Kaldo, Elektro-Çelik gibi birbirinden farklı değişik isimler sayılabilir. Fakat temelde prensip açıklanan şekildedir, bâzı küçük farklılıklar mevcuttur.

Alaşımsız çelikler genelde ihtivâ ettikleri karbona göre sınıflandırılır. % 0,8 karbon ihtivâ edenlere ötektoit, daha az oranda karbon ihtivâ edenlere ötektoit-altı, % 0,8’den daha fazla karbon ihtivâ edenlere ötektoit-üstü çelik denir. Karbon durumuna göre bir başka sınıflama şöyledir: % 0,1-0,2 karbon ihtivâ edenlere yumuşak çelik, % 0,2-0,3 karbon ihtivâ edenlere az karbonlu çelik, % 0,3-0,85 karbon ihtivâ edenlere orta karbonlu çelikler denir.

Eğer sınıflama genel olarak yapılırsa çelikler iki gruba ayrılır: Îmâlat çelikleri, takım çelikleri.

a) Îmâlat çelikleri: % 0,06-0,65 karbon ihtivâ ederler. Kendi aralarında üçe ayrılırlar: 1) Çekme mukâvemetine göre çelikler; Fe 37-2 şeklinde gösterilir. Fe sembolü çelik olduğunu, 37 sayısı kgf/ mm2 olarak çeliğin minimum çekme mukâvetini gösterir. En sonundaki iki rakamı kalite durumunu ifâde eder. 2) Kimyâsal analize göre çelikler kendi aralarında sementasyon çelikleri ve ıslah çelikleri olarak ikiye ayrılırlar. Sementasyon çelikleri % 0,2’den daha az karbon ihtivâ ettiklerinden, ısıl işlemle sertleştirilemezler. Eğer sementasyonla yüzeyden karbon verilirse ve ısıl işlem uygulanırsa yüzey kısmı sertleşebilir. İç kısmı sertleşmeden kalır. Islah çelikleri ısıl işlemle çok iyi sertleşir. Fakat bu durumda çok kırılgan olduklarından süneklik kazandırmak maksadıyla ıslah işlemine tâbi tutulurlar. Islah işlemi A1 sıcaklığının altında bir sıcaklıkla 1-2 saat tavlanarak yapılır. 3) Özel îmâlat çeliklerinin ise otomat çelikleri, civata ve somun çelikleri gibi çeşitleri vardır.

b) Takım çelikleri: Endüstride malzemelerin şekillendirilmesinde kullanılan çeliklerdir. Sert, aşınmaya, darbelere karşı dayanıklı ve oda sıcaklığında, yüksek sıcaklıkta kesici olmaları gerekir. Alaşımlı ve alaşımsız takım çelikleri olarak iki gruba ayrılırlar. Alaşımlı olanlar kendi aralarında sıcak-iş, soğuk-iş takım çelikleri ve hız çelikleri olmak üzere üçe ayrılırlar.

Çeliklerde ısıl işlem sonucu sertlik artışını sağlayan elaman karbondur. % 0,2’den daha az karbon ihtivâ eden çeliklerin sertlikleri ısıl işlemle çok az artış gösterir, bu sebepten sertleşmiyor kabul edilirler. Piyasada bunlara demir de denir. Arı demirde ısıl işlemle hiçbir sertlik artışı görülmez. Çünkü içinde karbon yoktur.

Sertleştirme sonucu % 0,2 karbonlu çelikte yaklaşık 28-30 HRC, % 1 karbonluk çelikte 67 HRC sertlik elde edilebilir. Karbon oranının % 1’in üzerine çıkması sertlikte daha fazla bir artışa sebeb olmaz. Soğutma ortamı olarak tuzlu su, musluk suyu, yağlar ve hava kullanılabilir. Tuzlu suda soğuma çok hızlıdır. Soğuma hızı suya göre düşük olmakla birlikte türden türe değişmektedir. Havada soğuma ise çok çok yavaştır. Ancak sertleşme kâbiliyeti çok iyi olan bâzı yüksek alaşımlar bu yolla sertleştirilebilirler.

Sertleştirilmiş çelikler bir mıknatısa sürtülürse veya bir magnetik alan etkisinde kalırlarsa, mıknatıslanırlar. Bir defâ mıknatıslandıktan sonra, uzun süre mıknatıs olarak kullanılabilirler. Bu tür maksatlar için genellikle sertleştirilmiş % 1 karbonlu çelikler kullanılıyordu. Son zamanlarda bunların yerini, çeşitli miktarlarda krom, tungsten (volfram) ve kobalt ihtivâ eden alaşımlı çelikler almıştır. Bugün kobalt çelikleri rakipsizdir ve giderek başka tip mağnetik malzemelerin de yerini almak yolundadır.

Otomat çelikleri: Kısa ve kırılıcı talaş veren ve işlenmiş yüzeyleri oldukça düzgün olan türlerdir. Talaşları kolay kırıldığı için otomatik tezgahlarda işlenmesi kolaydır. Kükürt, daha önce belirtildiği üzere çeliği gevrekleştirici olup, darbelere dayanıksız hâle getirir. Buna rağmen, talaş kırılganlığı yaptığı için çelik içinde bulunmasına müsâade edilir.

Civata ve somun çelikleri: Çapları 16 milimetreden küçük olan civata ve somunlar, soğuk şekillendirildikleri için bu işleme uygun malzemeden îmâl edilmelidir. Çapları 16 milimetreden büyük olanlar talaş kaldırılarak işleneceği için, talaşlı îmâlata uygun malzemeden yapılmalıdır.

Kazan çelikleri, sıcaklığa dayanıklı ve kaynak kâbiliyeti iyi olan çeliklerdir. Yay çelikleri, yüksek elastiklik veya akma sınırına, fakat aynı zamanda sarılabilecek kadar plastik şekil değiştirme kâbiliyetine sâhip olmaları istenen çeliklerdir. Silisyum alaşım elemanı olarak katılırsa yaylanma özelliğini iyileştirir.

Paslanmaz çelikler: Krom veya nikel, çelik yüzeyinde çok ince ve yüzeye yapışan bir oksit filmi (tabakası) meydana getirirler. Bu tabaka oksitlenmenin içeriye doğru ilerlemesini durdurur. Düşük kromlu çeliklerde bu tabaka korozyonun içeriye doğru ilerlemesini önleyemez. Krom oranı % 10’un üzerinde olan çelikler korozyona oldukça dayanıklıdırlar. Paslanmaz çelikler mikro yapılarına göre üç grubu ayrılırlar.

Martenzitik paslanmaz çelikler: % 11,5-18 Cr ve % 0,1-1 C ihtivâ ederler. Kromdan başka önemli bir alaşım elemanları yoktur. Krom, çeliğin hem mukâvemetini hem de sertleşebilme kâbiliyetini çok iyi artıran bir elemandır. Isıl işlemle sertleştirilebilirler. Alaşımsız çeliklerin sertleşebilmesi için çok hızlı soğutulmaları gerekir. Oysa bu çelikler havada çok yavaş soğusalar bile sertleşirler. Normal olarak sertleştirme sıcaklıkları 1010 °C dolaylarındadır. Soğutma yağda veya havada yapılabilir. Menevişlenmesi 590°C üzerinde yapılmalıdır. Aksi halde meneviş kırılganlığı meydana gelir. Sıcaklıkta şekillendirilebilirler. Korozyona dirençleri ferritik ve ostenitik tiplere göre daha düşüktür. Kâğıt makinaları ve pompalarda parça ve civata malzemesi olarak kullanılırlar.

Ferritik paslanmaz çelikler:% 14-27 arasında krom ve martenzitik çeliklere göre daha az karbon ihtivâ ederler. Isıl işlemle sertleştirilmezler, ancak soğuk şekillendirme ile sertlik ve mukâvemetleri orta derecede artırılabilir. Sıcak ve soğuk şekillendirilebilirler. Çekme mukâvemetleri normal çeliklere göre % 50 daha fazladır.

Ostenitik paslanmaz çelikler: Hem krom hem de nikel ihtivâ eden alaşımlardır. Krom ve nikelin toplam oranı en az % 23 olmalıdır. Alaşım elemanı olarak nikelin de katılması paslanmazlık özelliğini daha da artırmıştır. Bu tiplerde karbon oranının mümkün olduğu kadar az olması istenir. Bugün dünyâ paslanmaz çelik üretiminin büyük bir kısmını bu tür teşkil etmektedir.

Çeliğe su verilmesi: Belli bir şekil verilen çelik, kızgın haldeyken âniden suya daldırılırsa, kristal özelliği değişerek sertleşir. Bu işleme çeliğe su verme denir. Kızgın çelik hava akımıyla soğutulursa daha değişik özellikler kazanır. Târih boyunca demir ve çelik sanatında en üstün millet Türkler olmuştur. Osmanlı ve daha önceki Türk devletlerinde kullanılan harp malzemelerinin üstünlüğü de bunu doğrulamaktadır.

Dünyâ çelik üretimi 1986’da 715,8 milyon ton ve 1987 senesinde 735,9 milyon ton 1988’de 779,9 milyon ton, 1989’da 784 milyon ton olarak gerçekleşti. 1989 yılından sonra dünyâ çelik kullanımında % 5’lik bir düşüş görüldü. Bu sebeple çelik üretimi 1992’de 732 milyon ton oldu. Türkiye’de ise çelik üretimi 1990’da 9.272 milyon ton, 1991’de 9.307 milyon ton, 1992’de ise10.470 milyon ton olarak gerçekleşmiştir.

ÇEMBER

Alm. Kreis (m.), Fr. Circulaire (f), İng. Circle. Bir düzlem üzerinde alınan, merkez denilen sâbit bir noktadan aynı uzaklıktaki noktaların meydana getirdiği kapalı eğri. Çemberlerde çevrenin çapa oranı sabit rasyonel olmayan bir sayı olup p ile gösterilir. Çember yarıçapı r olmak üzere çember çevresi 2 p r’dir. Çemberin düzlemle sınırladığı yüzey parçasının alanı ise p r2dir.

p= 3,1415926535899793238...dir. Bu sayıyı Semerkand Rasathânesinin kurulmasında büyük hizmetleri olan astronomi âlimi Gıyâsüddîn Cemşid 15. asrın başlarında bulmuştu. Cemşid Pi (p) sayısının on üçüncü rakama kadar doğru değerini keşfetmişti. Cemşid Pi sayısını, 3,1415926535898732 olarak belirlemişti. Bu sayı rasyonel olmadığı için yaklaşık 22/7 olarak işlemlerde kullanılabilir. Düzlemde bir çemberin üzerindeki noktaların koordinatları x2 + y2 = r2 denklemini sağlarlar.

ÇEMBERLİTAŞ

İstanbul’da Divanyolu üzerinde Osmanlı devrinde Tavuk Pazarı denilen meydanda bulunan sütun. İlk kısmı, Apollon heykeli sütunudur.

İstanbul’un Bizans devrinin en önemli meydanlarından biri Konstantinos (Çemberlitaş Meydanı) şehrin çeşitli semtlerine giden yolların kavşak noktasıydı. Meydanın etrafında şehrin en önemli çarşıları bulunuyordu. Bizanslıların resmî törenlerini yaptıkları meydanların başında gelirdi. Şehre gelen imparatorlar, senatörler tarafından burada karşılanırdı.

Fetihten sonra, meydan ticarî yönden hareketliliğini kaybetti. Ancak Çemberlitaş’ın etrâfında bulunan salhâneler ile İkinci Meşrutiyete kadar İstanbul’un ekonomik hayâtındaki rolünü devâm ettirdi. Osmanlılar devrinde, Kumkapı yolu üzerinde, elçilerin misâfir edildikleri “Elçihanı” bulunuyordu.

Osmanlılar zamânında Dikilitaş adını alan bu meydandaki sütunun Roma’dan getirildiği ve boyunun 176 metre olduğu rivâyet edilir. Dokuz parça kırmızı porfir kitlesinin üst üste konulmasından meydana gelen sütunun bugünkü yüksekliği 57 metredir. Sütun altıgen mermer kürsü ve porfirden taban üzerine oturmaktadır. Sütunun tepesinde de bir zamanlar üzerinde bulunan heykeli taşıyan kırmızı Mısır porfirinden bir taban bulunmaktadır. Sütun, İstanbul’un kuruluşu esnâsında Roma’dan getirtilmiş ve üzerine Büyük Konstantinos kendi heykelini diktirmiştir. Geçen zaman içinde buradaki imparator heykelleri de değişmiştir. Birinci Alexsioz Kommenos, sütunun üzerine yaldızlı bir haç ve bir kitâbe koydurmuştur.

Osmanlılar devrinde fazla değişiklik görmeyen bu Dikilitaş’ın sadece tepesindeki haç indirilmiştir. 1672’deki büyük İstanbul yangınında, etraftaki büyük sıcaklığın neticesi, sütunun porfir blokları çatlamıştır. Sultan İkinci Mustafa devrindeki imâr hareketi esnâsında, dikilitaş sağlamlaştırılmak için, tabanı üç blok hâlinde duvar içine alınmış ve sütun çemberlerle sağlamlaştırılmıştır. Bu târihten sonra Dikilitaş “Çemberlitaş” olarak anılmaya başlamıştır.

Cumhuriyetten sonra, Çemberlitaş bâzı binalar yıktırılarak sütun maydana çıkarılmıştır. Buradaki en son tâmirat 1955-60 seneleri arasında yapılmış, meydan şimdiki şekline getirilmiştir.

ÇEMEN OTU

(Bkz. Buy Otu)

ÇENE

Alm. Kinn (n), Fr. Menton (m), İng. Jaw. Yüzün ön-alt kısmında bulunan; ağzın açılmasını, kapanmasını, yakalama, ısırma ve çiğnemeyi sağlayan yapı. Çene kemikleri kaslar, sinirler ve arkada çene ekleminden meydana gelmiştir. Üst çene ve alt çene olmak üzere ikiye ayrılır. Alt çene arkada “çene eklemi” ile “şakak kemiği”ne bağlanır. Üst çene iki ayrı kemiğin orta hatta birleşmesinden meydana gelir ki bu kemikler sağ ve sol “maxilla (üst çene)” kemikleridir. Alt çene tek bir kemikten (mandibula) meydana gelmiştir. Çene kemiklerinde dişlerin oturması için “alveol” denilen boşluklar bulunur. Maxilla kemiği mandibuladan daha hafiftir.

Çenenin alt kısmı hareketli olup, çiğneme kaslarıyla başın diğer kemiklerine bağlıdır. Çiğneme kasları, çenenin aşağı-yukarı ve sağa-sola hareketlerini sağlarlar. Bu hareketlerle ısırıp-koparma ve çiğneme-öğütme işi yapılır. Ayrıca konuşma esnâsında dil ve dişlerin belli konumlar almasına bağlı olarak çene de hareket ettirilir.

Çene ekleminin çıkması, alt çene kemiğinin şakak kemiğiyle olan bağlantı durumunun bozulmasıyla olur. Esneme, bağırma, konuşma, ağzı herhangi bir sebeple açma esnâsında çene eklemi çıkabilir. Çene eklemi çıkıkları kadınlarda erkeklerden daha fazla görülür. Tedâvî için eklemi yavaşca yerine oturtmalıdır. Çenesinin kırıldığından şüphelenen bir kişide ilk yardım olarak bir bandaj yardımıyla çeneyi başın tepesi ile bağlayıp sâbitleştirmeli, vakit geçirmeden hekime gitmelidir.

ÇERKES EDHEM

İstiklâl Harbinin ilk yıllarında Kuvâ-ı Seyyâre komutanı. 1886’da Bandırma’nın Emreköyü’nde doğdu. Dedeleri Kafkasya’dan getirilip Marmara bölgesine yerleştirilen Çerkes ileri gelenlerinden Ali Beyin beş oğlundan en küçüğü idi.

İyi bir eğitim görmeyen Çerkes Edhem, ağabeyleri (Reşid ve Tevfik) gibi subay olmayı çok istiyordu. Bu sebeple 19 yaşında subay okuluna girmek için İstanbul’a kaçtı. Bakırköy Süvârî Küçük Zâbit okuluna kaydedildi. Okulu birincilikle bitirip, başçavuş olarak terhis oldu. Daha sonra astsubaylığa yükseldi. Süvârî Kıt’ası kumandanı olarak, Bulgar cephesinde (Çatalca’da) savaşa katıldı ve yaralandı. Birinci Dünyâ Savaşı başlayınca, ağabeyi emekli yüzbaşı Reşid Bey ile Teşkîlât-ı Mahsûsaya alındı. İran içlerinden geçerek, Afganistan üzerinden Orta Asya’ya ulaşmak için yapılan gerilla seferine katıldı (1916). Aynı teşkilâtın Irak harekâtında da bulundu. Yaralanarak Bandırma’ya gitti.

İzmir’in Yunanlılarca işgâl edilmesi üzerine, etrâfına topladığı Çerkes gençlerinden bir çete kurdu. Sâlihli’deki kuşcubaşı Eşref Beyin çiftliğini karargâh yapan Çerkes Edhem, Yunanlılara karşı büyük bir mücâdeleye girişti. Üstüste kazandığı başarılar şöhretini ve kuvvetlerini arttırdı. Kuvvetleri çevrede en büyük Kuvây-ı Milliye teşkâlâtı hâline geldi.

Anzavur, Düzce, Bolu ayaklanmalarını bastırdı (1920). Yozgat’ta ayaklanan Çopanoğullarını itâat altına aldı. Bu isyanları bastırdıktan sonra, Ankara üzerinden Ege’ye dönüşünde büyük bir törenle karşılandı. Şöhreti iyice artarak millî kurtarıcı gözüyle bakılmaya başlandı. Bu sırada Yunanlılar Balıkesir ve Bursa’yı işgâl etmişti. Simav cephesine gelen Çerkes Edhem, Demirci’de Yunanlıları püskürttü.

Bu sıralarda TBMM, düzenli ordunun güçlendirilmesi ve Kuvây-ı Millîye birliklerinin düzenli orduya katılması husûsunda kararlar almıştı. Bunun için de batı cephesine İsmet Beyi (İnönü) komutan tâyin etti. Ancak İsmet Beyin komutası altına girmek istemeyen Çerkes Edhem, bu kararlara uymayınca iç çekişme başgösterdi.

İsmet Bey, İzzeddin Çalışlar komutasında bir birliği Çerkes Edhem üzerine gönderdi. Yer yer çatışmalar oldu.

Bu sırada Yunan kuvvetleri de harekete geçerek Bozüyük ve Bilecek’i işgâlden sonra Eskişehir’e doğru ilerliyordu. Kütahya ve çevresinde bulunan Çerkez Edhem’in askerleri düzenli ordu birliklerince dağıtıldı. Bu mağlûbiyet üzerine Yunanlılara sığınma zilletine düşen Çerkes Edhem, İzmir’e gitti. Bir süre tedâvi gördü. Atina’ya, oradan Almanya’ya, Mısır’a ve nihâyet Ürdün’e ağabeylerinin yanına gitti. 1948 senesinde Ürdün’de öldü.

ÇERKES HASAN

Abdülazîz Hanın tahttan indirilmesinde ve katlinde mühim rol oynayan Hüseyin Avni Paşayı öldüren subay. 1850 senesinde Silivri’de doğdu. Babası İsmâil Bey, Rus mezâliminden dolayı Kuzey Kafkasya’dan Anadolu’ya yerleşmiş bir Çerkes Beyi idi.

Çerkes Hasan, 1864’te kardeşi Osman Beyle birlikte Bahriye İdâdîsine girdi. Sonra bu okulun kara kısmına geçerek teğmen oldu. Subay çıktıktan sonra bir yandan atıcılığı ve biniciliği ile pâdişâhın takdîrini kazandı. Aynı zamanda ablası Neşerek Kadınefendi, Sultan Azîz’in zevcesi olduğu için kendisi de pâdişâhın kayınbirâderi oluyordu. Şehzâde Şevket Efendi ile Esmâ Sultânın dayısıdır. Bu yüzden Sultan Abdüzazîz Hanın büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendinin yâverliğine getirildi.

Bu sırada 30 Mayıs 1876 günü Sultan Abdülazîz birkaç insafsız ve safdil devlet adamının şahsî çıkarları uğruna ve batılıların da kışkırtmalarıyle tahttan indirildi. Bunların başında “Kinim dînimdir!” diyecek kadar kindâr olan Hüseyin Avni Paşa geliyordu. Hasan Beyin ablası Neşerek Kadınefendi, Sultan Abdülazîz Hanın hal’ edildiği gün, Dolmabahçe Sarayından Topkapı Sarayına nakledilmesi esnâsında mücevher sakladığı şüphesiyle omuzundaki şal, pâdişâhın gözleri önünde çekilip alınarak hakârete uğramıştı. Kadınefendi, omuzları açık olarak boğazı geçmiş ve hastalanmış, Sultan Azîz’in ölümü üzerine de şok geçirerek 11 Haziran günü vefât etmiştir.

Hüseyin Avni Paşa, hal’den sonra Çerkes Hasan’ın İstanbul’da Birinci Orduda bulunmasını tehlikeli görmüştü. Bu sebeple kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle onu merkezi Bağdat’ta olan Altıncı Orduya tâyin etmişti. Ancak Hasan Bey gelişen olaylar üzerine Bağdat’a gitmeyi reddetti. Bilhassa ablasına karşı yapılan muâmele kendisini son derece sarsmış olup, Hüseyin Avni Paşaya haddini bildirmeye karar vermişti. Bağdat’a gitmeyi reddeden Hasan Bey tutuklandı ise de, gideceğine söz verdiği için serbest bırakıldı. Hasan Bey eniştesi olan Ateş Mehmed Paşanın Cibali’deki evinde halasının yanında oturuyordu. Bekârdı. Bu konağa gidip baştan aşağı silahlandı.

Abdülazîz Hanı şehid ettiren paşalar, başarılarının zevki içinde Midhat Paşanın Bâyezîd’deki konağında 15 Haziran gecesi toplanmışlardı. Bu sırada Çerkes Hasan Bey konaktan içeri daldı. Üniformalı olduğu ve sarayla ilgisi bulunduğu için haber getirdi zannetmişlerdi. Bu sebeple kolayca konağın üst katına çıktı ve elinde tabancalarından biri olduğu halde kabinenin toplandığı salona daldı: “Davranmayın!” diye bağıran Hasan Bey aynı zamanda tabancasını ateşleyerek Hüseyin Avni Paşayı göğüs ve karnından vurdu. Paşalar korku içinde bitişik odaya sığınırlarken diktatör Hüseyin Avni can havliyle kendini sofaya attı. Lâkin Hasan Bey onun işini bitirmeye azmetmişti. Üzerine yürürken beline sarılan ve kendisini durdurmaya çalışan Bahriye Nâzırı Kayserili Ahmed Paşanın ellerini ve kulaklarını doğradı. Aynı zamanda diktatör Avni Paşanın üzerine çökerek kamasını birkaç defâ karnına sapladı. Avni Paşayı öldürdükten sonra salona dönen Hasan Bey Hariciye Nazırı Raşid Paşayı da öldürdü. Bu sırada yetişen askerler tarafından yaralı olarak tevkif edildi. Merdivenlerden inerken Bahriye Kolağası Şükrü Beyin hakâreti üzerine birkaç manga asker arasında çizmesine sakladığı küçük tabancasını çıkarıp onu da öldürdü. Hâdiseyi işiten İngiliz Büyükelçisi Sir Henri Eliotte; “Midhat Payaya bir şey oldu mu?” diye sormuştur. Çünkü, Abdülazîz Hanın tahttan indirileceğini bilen dört kişiden biri de bu büyükelçiydi. Midhat Paşa ve Hüseyin Avni’nin samîmi arkadaşıydı.

Yaralarını tedâvi ettirmeyen Hasan Bey, kısa süren duruşmasından sonra îdâma mahkum oldu ve ertesi gün Bâyezîd meydanında îdâm edildi. Diktatör Hüseyin Avni Paşanın ölümü halk arasında sevinçle karşılandı. Çerkes Hasan’a ise o nisbette acı duyuldu ve gönüllerde millî kahraman olarak yerleşti.

Edirnekapı’ya defnedilen Çerkes Hasan Beyin demir parmaklıklı mezârının büyük taşında “Ümerâ ve guzât-ı çerâkiseden İsmâil Beyin oğlu olup, Harb Okulunu bitirip, kıdemli yüzbaşı rütbesindeyken genç yaşında velînîmeti uğrunda fedâ-yı cân eden Çerkes Hasan Beyin kabridir” yazılıdır.

ÇERKESLER

Batı Kafkas Sıradağlarının eteklerinde ve Terk ile Kûban nehirleri yataklarına kadar uzanan bayır ve vâdilerde oturan bir kavim. Çerkeslerin ne zaman Kafkasya’ya gelip yerleştikleri bilinmemektedir. Avrupa’da yaşamış vahşî kavimlerle alâkaları olmadığı gibi, Asya’dan gelen Moğollarla da bir ilgileri yoktur. Kafkasya’nın en güzel ve en mükemmel kıyâfetli, soylu bir milletidir. Eski zamanlardan beri Kafkasya’yı fetheden devletlere tâbi olan Çerkesler büyük devlet kuramamışlardır. Ancak hiçbir milletin idâresinde kendi dil ve kültürlerini kaybetmemişlerdir.

Târihleri boyunca Yunanlılar, Romalılar, Hun, Avar, Hazar, Kıpçak, Altınordu, Kırım ve Osmanlılar ile temâsa gelen Çerkeslerin bu temaslarının bir kısmı geçiçi olurken, bir kısmı asırlarca sürmüş ve derin izler bırakmıştır. Araplar, 8. asrın ortalarında hâkimiyetlerini Kafkasya’ya kadar genişlettikleri sırada Çerkesler Hazarların nüfuz sâhası altında idiler. O zamâna kadar Bizans’ın hâkimiyeti altında kalmış olan Güney Çerkesleri Hazarlar döneminde müstakil bir idâre kurmaya muvaffak olmuşlardır. Bu durum Hazarlar ile Çerkesler arasında sıkı bir dostluğa yol açmıştır. Abbâsilerin çökmesi ve Orta Asya’dan gelen yeni Türk dalgalarının tazyiki altında Hazar Devletinin ortadan kalkmasından sonra Çerkes memleketi sâhilleri tamâmen Cenevizlilerin eline geçti. Bu devirde bilhassa esir ticâreti çok gelişti. Çerkezistan’da kurulan büyük pazarlarda alınan Kıpçak ve Çerkes esirler, Venedik ve Ceneviz tüccarları tarafından Bizans’a, Mısır’a ve hattâ İspanya’ya kadar götürülüp satılırdı. Nitekim bu esirlerin 14-16. asırlarda Mısır’da vücûda getirdikleri Türk ve Çerkes kölemen âile ve sülâleleri bilinmektedir. On üçüncü yüzyılın ilk yarısından îtibâren Kafkasya önce Moğolların, sonra da Altınordu hanlarının hâkimiyeti altına girdi. Altınordu hanlığının parçalanışı sırasında yerine kurulan Kazan, Astırhan, Kırım hanlıkları Ruslar tarafından istilâya uğrayınca, Çerkeslerle Rusların arası açıldı. Bu durum Çerkeslerin Osmanlılara yaklaşmasını sağladı.

Bilhassa Rus yayılışının hızını artırdığı Sultan Birinci Abdülhamîd devrinde, Osmanlılar Çerkezistan’a husûsî olarak ehemmiyet vermişlerdir. Kuban, Taman ve hattâ Dağıstan ile Gürcistan’a uzayan Çarlık Rusyasına karşı Osmanlı İmparatorluğunun Asya’daki topraklarını muhâfaza etmek üzere, Çerkezistan’ın bir serhad ülkesi hâline getirilmesi düşünüldü. Bu niyetle Çerkesiztan’a giden Kaptân-ı Deryâ Gâzi Hasan Paşa ile Canikli Ali Paşa verdikleri raporlarda Çerkeslerin devlete bağlanmalarının mümkün olduğu takdirde kuzeyden gelecek istilânın önüne geçileceği, bundan başka elden çıkan Kırım limanları yerine, Çerkezistan sâhillerinin kullanılabileceği ileri sürülüyordu. Bu teklifleri yerinde bulan Osmanlı Devleti, Çerkeslerden îcâbında 80.000 kişilik bir kuvvet çıkarılabileceğini tahmin ederek, Çerkezistan’da İslâmiyetin yayılmasıyla bu kıtayı Osmanlı Devletine bağlamayı faydalı gördü. Bu vazîfeye de muhârebelerde kazandığı tercübeleri, dindârlığı ve iyi ahlâkı ile meşhur Ferah Ali Paşayı tâyin etti. Ferah Ali Paşa, Çerkesler üzerinde müsâit  bir devir icrâ etmiş ve bu ülkede İslâmiyetin yayılması husûsunda çok büyük bir muvaffakiyet elde etmiştir. Gelencik limanını ve bilhassa, o zaman bir harâbeden ibâret olan Anapa’yı tesis ederek, Çerkeslerin büyük bir kısmını devlete bağlamıştır.

Bu sırada Ruslar ise Muzdok’tan başlayıp Kuban Irmağının kuzeyinden Karadeniz’e ve Tereke Irmağının kuzeyinden Hazar Denizine uzanan müstahkem bir hat meydana getirdiler. Buna karşı gelen Kuzey Kafkas kavimleri, İmâm Mansûr liderliğinde ayaklandılarsa da, bir netîce elde edemediler.

1828-29 Osmanlı-Rus savaşının ardından Anapa’nın Rusların eline geçmesiyle Osmanlıların Çerkeslere yaptıkları yardım kesildi. Bu durum Çerkeslerin durumunu son derece tehlikeye düşürdü. Nitekim Ruslar, Çerkesleri teslim olmaya zorlamak için dış dünyâ ile bağlarını ve kabîleler arasındaki münâsebeti kesmeye yönelik bir plân hazırladılar. Buna karşılık Dağıstan ve Çeçenistan’da öncelikle Gâzî Muhammed ve ardından İmâm Şâmil’in liderliğinde Ruslara karşı açılan cihâd hareketine Çerkesler de katıldı. Bilhassa Şeyh Şâmil’in idâresi altında Ruslara karşı uzun yıllar kahramanca savaşan Çerkesler, sonunda sayıca çok fazla olan Rus askerlerine boyun eğmek zorunda kaldılar. Târih boyunca kültür ve âdetlerini koruyan Çerkesler, Rus idâresinde fazla kalamayıp, grup grup Osmanlı Devletine hicret ettiler. Çok az bir kısmı orada kaldı.

Çerkeslerden Abbâsîler, Selçuklular ve sâir İslâm devletleri zamânında yüksek derecelere yükselenler olduğu gibi, Mısır’da “Çerâkise Devleti” uzun zaman hüküm sürmüştür. Osmanlılar zamânında Devlet-i Âliyyeye nice hizmetler eden büylük devlet adamları yetişmiştir.

Çerkeslerde halk beş kısma ayrılırdı. Birincisi “peşe” veya “peşi” tâbir ettikleri en büyük beyleridir. Her biri bulunduğu tarafın beyi idi. İkincisi “vavrak” tâbir ettikleri ekresiyâ peşi beylerinin hizmetinde bulunanlardır. Bunların da diğer halk üzerinde hüküm ve nüfûzları vardı. Üçüncü sınıf “azadlılar”dan ibârettir. Bunların kendileri veya dedeleri köle iken âzâd edilmiş, sonra da servet kazanarak vavrak sınıfına geçmişlerdir. Dördüncü sınıf “çiftçiler” olup, bunlar beylerin arâzisini ekerlerdi. Ancak bunlar diledikleri zaman çiftliği terk edip, başka bir çiftlikte çalışabilirlerdi. Kendilerine mahsus hayvan sürüleri de vardı. Beşinci sınıf ise savaşta esir alınarak köle ve câriye yapılanlardır. Bunların erkekleri kadınlarıyle evlendirilir ve bunların çocukları da köle olarak kullanılırdı.

Her Çerkes beyinin gücü taraftarlarının çokluğuna göreydi. Ruslara karşı bütün beyler birleşerek 100.000 kişilik bir ordu çıkarmışlardı. Beylerin kendi aralarında da ayrılıklar eksik olmazdı. Çerkes meclislerinde sözü geçenler soylu ve yaşlı olanlardı.

Çerkesler umûmiyetle ince belli, uzun boylu olup, saçları siyah, kestâne, kumral veya sarı renklidir. Hareketleri levend, yürüyüşleri kahramanvâri olup, cesâretleri meşhûrdur. Nâmus ve haysiyetlerine çok düşkün olup, iyi huy ve ahlâka sâhiptirler.

Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme’sinde Çerkes kabîleleri arasında Şefâke, Kabartay, Abaza, Bozuduk, Mamşuh, Besni, Katulay, Mamaluk ve Birtkaç adlarını zikretmektedir.

ÇERNENKO, Konstantin

Sovyetler Birliği Komünist Partisi genel sekreteri. 24 Eylül 1911’de bir Rus köylüsünün oğlu olarak merkezî Sibirya’da doğdu. 1985’te Moskova’da öldü.

Gençliğinde komünist gençlik derneklerinin üyesi oldu. Bu, ileride Komünist Partisine üye olmak için ilk adımını teşkil etmekteydi. 1931’de partiye katıldı ve yerel teşkilâtta sekreterlik görevini aldı. İkinci Dünyâ Harbine katılmayan pek az idâreciden biridir. Savaş yıllarında Moskova’daki Parti Yüksek Okulunda öğrenim gördü ve 1953’te öğretmen okulundan mezun oldu. Meslekî hayâtının en önemli devresi, 1948’de Romanya’da Sovyet modeli komünizmi kurma kampanyasında bulunması ve kampanyada kışkırtma ve propaganda şefi görevini yürütmesidir. Daha sonra bu kampanyanın başına tâyin edilen Leonid Brejnev’le ilk tanışmaları buradan gelmektedir. 1964’te Nikita Kuruşçev’in görevden alınmasıyla başa geçen Brejnev, Çernenko’yu Parti Merkez Komitesine üye yaptı. 1971’de buraya tam üye olduğu gibi daha üst teşkilât olan Politbüro’ya da üye seçildi.

Partinin ideolojik meselelerinde söz sâhibi olmak için gayret sarf eden Çernenko, 1982’den sonra Komünist dergilerde Sovyetlerin genel siyâseti üzerine yazılar yazdı. Konuşma kâbiliyeti olmamasına rağmen, Brejnev’e sadâkati, görevlerini devâm ettirmesine sebeb oldu. Çeşitli vesîlelerle batıya seyâhatler yaptı. Brejnev’in kendisine “Benim not defterim!” diye hitap ettiği meşhurdur. Brejnev’in yerine Yuri Andropov’un seçilmesinden sonra kendisinin görevden alınacağı ve Sovyet usûlü kayıplara karışacağı beklenirken, Andropov’un güvenini kazandı. Andropov’un 1984’te ölümü üzerine Komünist Partisi genel sekreterliğine getirildi.

Bürokrasiyi azaltmaya çalışan Andropov’un aksine eski kuşak devlet görevlilerinin bir temsilcisidir. ABD-Sovyetler Birliği ilişkilerinde çok katı bir tutum tâkib etti. Hastalığı esnâsında, bu göreve bir geçiş dönemi için getirildiği dedikoduları yayıldı. Devlet idâresinde ayrıntılara vâkıf değildi. Bu zaafı sebebiyle Politbüro’da çok etkili olamadı. Dış işleri eski bakanı Gromiko’nun gölgesinde kaldı. Şimdiye kadar seçilen en yaşlı Sovyet idrârecisidir. 1985’te öldü. Yerine M. Gorbaçov seçildi.

ÇERNOBİL KAZÂSI

Yirminci yüzyılın ilk büyük nükleer kazâsı. 1979’da Harrisburg (ABD) yakınında meydana gelen “Three Mile Island” kazâsı, Dünyâda Çernobil (Chernobly) kazâsına kadar meydana gelmiş en mühim kazâdır. Bu kazâda çevreye mühim bir bulaşma olmamış, ancak reaktör süresiz kapatılmıştır.

Kiev şehrinin 130 km kuzeyinde Pripyat Nehri kıyısında, 25.000 nüfuslu Çernobil kasabası ile 10.000 nüfuslu Pripyat kasabası arasındaki nükleer santral sâhasında ikisi inşâ hâlinde bulunan 4x1000 megawatt (MW) gücünde, 4 adet RBMK tipi nükleer reaktör vardı. Bu reaktörler, % 1 ilâ % 2 zengin UO2 yakıtlı, grafit moderatörlü olup, reaktörün basınç tüpleri, içinde buharlaşan suyla soğutulmaktadır. Basınç tüpleri içindeki basınç 65 kg/cm2, sıcaklık 280°C’dir. Yakıt çubuğu çapı 3,5 mm, zirkonyum alaşımı yakıt zarfı kalınlığı 0,9 mm olup, 18 çubuk bir yakıt elemanı grubunu teşkil etmektedir. Reaktör kalbinde 1700 kadar basınç tüpü bulunurdu. Reaktör kalbinin çapı, 11,8 m, yüksekliği ise 0,7 metredir. Reaktör kalbinde 200 ton uranyum ve 1700 ton grafit mevcuttu. Grafit blok, basınca dayanıklı olmayan, aralığı inert bir gazla dolu, paslanmaz çelik bir kap içindeydi.

Çernobil Atom Santralindeki kazâdan sonra ilk günlerde hiçbir bilgi alınamadığı için, konu, doğruları ve yanlışlarıyla yoğun bir bulut tabakasını andırıyordu. Ancak, dünyâ çapındaki kaynaklara göre kazânın oluş şekli şöyle îzâh edilmektedir:

25 Nisan 1986 günü bakım için durdurulacak olan 4 nolu reaktör ile bir deney yapılması da plânlanmıştı. Bu deneyde, türbin durdurulduğu zaman rotorun âleti yardımıyla, kısa bir süre sirkülasyon pompalarının çalışıp çalışamayacağı araştırılacaktı. Bu deney sırasında reaktör gücünün 700-1000 MW olması gerekiyordu. 25 Nisan günü saat 01.00’da deneye başlandı ancak, reaktör kalbinde ksenon birikmiş ve reaktivitenin düşük olması sebebiyle güç 30 MW değerine kadar düşmüştü. Bu sebeple reaktör parametrelerinde düzensizlik gözlendi. Operatörlerin bunları düzeltmek için yaptıkları müdâhaleler durumu biraz daha karıştırdı ve bâzı hatâlı işlemlerin yapılmasına sebeb oldu.

26 Nisan günü saat 01.00’da bütün gayretlere rağmen güç 200 MW’in üstüne çıkarılamadı ve hatâlı bir karar alınarak bu güçte deneyin yapılmasına karar verildi. 26 Nisan günü saat 01.23’te türbin giriş valfleri kapatılarak deneye başlandı, su seviyesini sâbit tutmak için buhar domuna su basılması buhar kalitesinin düşmesine ve kontrol çubuklarının yukarı çekilmesine sebeb oldu. Bu esnâda reaktörde âniden buharlaşma olması ve boşluk reaktivite katsayısının pozitif olması reaktivitenin daha da artmasına yol açtı. Saat 23.40’ta “Scram” yapılmasına rağmen bir “reaktivite kazâsı” başladı. Aynı anda atalet ile çalışmakta olan sirkülasyon pompalarının bastığı su ânidan azalınca yakıt çubuklarının bir kısmında ergime meydana geldi. Buharın ve suyun kızgın metalle yaptığı reaksiyonlar sebebiyle saat 01.24’te birbirini tâkib eden patlamalar meydana geldi.

Bu ilk patlamalar esnâsında grafiti muhâfaza eden paslanmaz çelik kap tahrib oldu ve ergimiş metalin teması ile grafit yangını başladı. Bu yangını söndürmek için basılan su 1400°C’daki grafit ile temâsa gelince yanıcı gazlar çıkmaya başladı. Reaktör çalışma platformu altında toplanan hidrojen ve yanıcı gazların patlaması sonunda 27 Nisan Pazar günü reaktör binâsı tamâmen tahrib oldu. Patlamalar esnâsında bir kişinin hemen, bir kişinin de hastâneye nakledilirken öldüğü ve 5 kişinin de çok şiddetli radyasyona mâruz kaldığı bilinmektedir.

27 Nisan günü kazâ çevresindeki radyasyon şiddetinin birkaç yüz mili rem mertebesine çıktığı zannedilmektedir. 28 Nisan günü reaktörün 30 km çevresinde bulunan 84.000 kişi başka yerlere nakledilmiş ve 299 kişi de tedâvî edilmek üzere hastânelere sevk edilmiştir.

29 Nisan günü helikopterlerle, açıkta duran ve yanmaya devâm eden reaktör kalbi üzerine 5000 ton kum, kurşun, dolomit, barit gibi koruyucu malzeme dökülmüş ve bu sûretle tahliye edilen mıntıkada radyasyon şiddeti 10- 15 m R/saat (mili rem) mertebesine indirilmiştir. Saçılan radyoaktivitenin daha ziyâde kısa yarı ömürlü izotoplardan meydana gelmesi (% 50 nisbetinde I- 131) sebebiyle, radyasyon şiddeti 8 Mayıs günü 0,15 m R/saat mertebesine indirildi.

Radyoaktif serpintinin çevre üzerindeki etkileri: 26 Nisan günü Kiev üzerinde sâkin bir hava vardı. Radyoaktif gazlar ısınarak yükselmek sûretiyle 1500 m yükseklikte kümülüs radyoaktif serpinti bulutlarının oluşmasına sebeb oldu.

26-30 Nisan târihleri arasında rüzgârlar Kiev’den kuzeybatı istikâmetinde esmek sûretiyle 29 Nisana kadar, Polonya’nın kuzey kısımlarıyle İskandinav ülkelerini etkisi altına almıştır. 30 Nisandan îtibâren rüzgârlar güneybatıya ve sonra da batıya yönelmiş ve Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Macaristan, Çekoslovakya, Avusturya, İsviçre, Almanya, İtalya’nın kuzeybatı kısımları ve Fransa’nın batısı radyoaktif serpintilerden etkilenmiştir.

Rusya dışında, radyoaktif serpintilerden en çok etkilenen ülke Polonya olmuştur. Radyoaktif yağışla birlikte çevre radyasyonu 5 m R/saat değerine yükselmiş, yâni normal çevre radyasyonunun (0,02 m R/saat) 250 katına çıkmıştır. Halk topluluğu için müsâade edilebilen yıllık doz 500 m  olduğuna göre Polonya’da halkın bir kısmı 4 ilâ 5 günde bu dozu almışlardır. Zaman içinde bu durumun bâzı olumsuz etkileri olması muhtemeldir. Sütlerde yapılan ölçmelerde bâzı yerlerde 2000 Bq/lt (Becquerel) değeri ölçülmüş olup, bu bir sınır değer olduğu için tâze süt kullanılması bir süre yasaklanmış ve 6 Mayıs târihinden îtibâren de radyasyon etkisi çok hafiflediği için alınan tedbirler kaldırılmıştır.

Avrupa ülkeleri içinde, radyoaktif serpintinin ulaştığı yerlerde en az etkilenen ülke olan Fransa’ya radyoaktif bulutlar 1 Mayıs günü ulaşmış ve ülkenin batısını etki altına almıştır. Çevre radyasyonu 4 Mayıs günü 0,06 mR/saat maksimum değerine ulaşmıştır. Bu, normal çevre radyasyonunun 3 katıdır. Serpintinin etkisi 24 saate göre, alınan toplam doz 1,5 mR kadar olmuştur. Fransa’da normal olarak alınan ortalama yıllık doz 150 mR’dir. Fransa’da sütlerde de en fazla 200 Bq/lt değeri ölçülmüş ve önemli tedbirler alınması gerekmemiştir.

İki hafta süreyle kuzeye esen rüzgâr yüzünden, Türkiye bu kazâdan ucuz kurtulmuştur. Aksi hâlde Türkiye’nin de Polonya kadar etkilenmesi gerekirdi. 30 Mayıstan îtibâren havanın güney-batıya yönelmesi sonucu Trakya kısmen etkilenmiş ve yaklaşık olarak Fransa’da tesbit edilenin 2 katı kadar bir etkilenme gözlenmiştir.

Çernobil reaktör kazâsının önemli ekonomik etkileri olmuştur. 10 Mayıs günü Avrupa Ekonomik Topluluğu, doğu bloku ülkelerinden tâze meyve, sebze ve et ithâlâtını durdurmuştur. Bütün doğu bloku ülkeleri özellikle Macaristan bu karardan ekonomik yaralar almışlardır. Doğu bloku ülkelerinin toplam zararı 975 milyon dolar olarak tahmin edilmiştir. Türkiye’nin Arap ülkelerine yapmakta olduğu yiyecek maddesi ihrâcâtı da bu olaydan bir süre olumsuz etkilenmiştir.

ÇEŞM-İ BÜLBÜL

Eskiden İstanbul, Paşabahçe’de yapılan, üzeri helezonî çizgili ve nakışlı cam eşyâya verilen isim. Çeşm-i bülbül, bülbül gözü mânâsına gelmektedir. Bülbül gözündeki renk ve çizgilerden ilhâm alınarak yapılan böyle çizgili ve nakışlı cam eşyâya da “çeşm-i bülbül” denmektedir.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında Çubuklu civârındaki bir atölyede kaliteli ve lüks cam ve billur eşyâ yapılmış, pâdişâh tarafından takdir görmüştü. Sonra bu atölye devlet tarafından satın alınmış ve 1846’da genişletilerek cam eşyânın en kalitelileri îmâl edilmişti. 1848’de Mehmed Dede adlı bir mevlevî Beykoz’da  bir atölye açmış ve burada “Beykoz işi” denilen yaldızlı billur kâse, bardak, şişe, sürâhî, yemişlik, vazo testi ve çeşm-i bülbüller yapmıştı.

Sultan Abdülmecîd Hanın emriyle, 1899’da Paşabahçe’de bir cam işleri fabrikası kurulmuş ve çok daha zarîf eserler yapılmıştı. Süt renginde kırılmaz adı verilen tabaklar, beyaz ve menevişli, göze çok hoş gelen desenlerle işli renkli boncuk tesbihler, aynı zamada gâyet ince bir camdan, birbirine fevkâlade uyumlu renkler ve parlak çizgilerle yapılan çeşm-i bülbüller ve yaldızlı fincanlar burada yapılmıştı. Bunların içinde açık mâvi olanları daha kıymetliydi.

1902’de beş yüz kişinin çalıştığı bu fabrika daha sonra Avrupa’dan büyük ölçüde gümrüksüz gelen cam eşyâ ile rekâbet edemedi. 1935’te Paşabahçe’de kurulan cam ve şişe fabrikası ile bu sâhada bir ilerleme görülmüştür. Son yılarda, artık müze ve antika dükkanlarını süsleyen çeşm-i bülbüllere benzeyen çeşitli cam eşyâlar yapılmaktadır.

Çeşm-i bülbül ayrıca bir kumaş cinsidir.

ÇEŞME

Alm. Quelle, Brunnen, Fr. Fontaine, İng. Fountain. Kaynaktan çıkan suyun bir depoda toplanarak veya kaynaktan borularla getirilerek akıtılan suyun toplandığı lüleli veya musluklu bir hazne şeklinde taştan, mermerden veya herhangi bir malzemeden yapılmış umûmî su alma yeri. Farsça bir kelime olup “çeşm” sözünden gelmektedir. Bu söz Türkçede “göz”e karşılık olup, “su kaynağı” mânâsındadır. Türkçede suyun kaynağına “göze” veya “göz” dendiği gibi Farsçada da çeşme denmektedir.  Arapçada da durum aynı olup, pınara “ayn” denmektedir. Ayn “göz” mânâsındadır.

Çeşmeler ya bağımsız olarak ortada veya herhangi bir mîmârî esere bitişik olarak yapılırlar. Bunlarda bir su deposu bulunur ve bu deponun duvarına lüle veya burma musluk konularak su alınır. Çeşmeler lüleli veya açık kalabilen musluklu ise suları devamlı akar. Açılıp kapanabilen burmalı musluklu ise istenildiği zaman açmakla su akar. Çeşmelerin musluklarından akan suların döküleceği yerde mermerden, çiniden veya diğer malzemelerden yapılan çukur kısma tekne veya oluk denir.

Her milletin kendi kültürüne uygun olarak çeşmeleri görülür. Ama özellikle Türk mîmârisinde çeşmeler önemli bir yer tutar. İslâmiyetin temizliğe önem vermesi ve yine su hayrının sevâbının çok olduğunun dînî kaynaklarda yer alması sebebiyle Türklerin günümüze kadar gelen eserleri arasında çeşmelerin çokluğu dikkat çekicidir. İbâdet için insanların dâimâ abdest almak ihtiyacını hissetmeleri suya ve çeşmelere çok ehemmiyet verilmesine sebeb olmuştur. İslâmiyette bedenin ve üzerindeki elbisenin temiz olması lüzûmu saraylarda, konaklarda ve hattâ evlerde odaların içine kadar çeşmeler yapılmasına sebeb olmuştur. Hayır sâhipleri âdetâ birbirleriyle yarış edercesine meskûn yerlerde, yol boylarında, ıssız dağbaşlarında çeşme yaptırmaya ve su getirtmeye girişmiştir.

Türk İslâm sanatında günümüze kadar gelebilmiş olarak çeşit çeşit çeşmeler görülür. Bunları yaptıranların maddî imkânlarına göre küçüklü büyüklü olmakla berâber, diğer mîmârî eserler gibi devrin üslûbuna uygun olarak yapılmışlardır. Yapıldıkları devrin üslûb özelliklerine göre çeşmeler çok farklıdır.

Selçuklu devrinin en güzel çeşmesi Sivas Gök Medresedeki çeşmedir (1271). İki sıra bordürün çevrelediği duvar üzerine mermerden yapılmış niş içine alınmıştır. Niş kemeri iki renkli taştan, köşelerde geçme motifleri ve iki satır Selçuklu nesihi ile kitâbesi vardır. Yine Selçuklulardan kalma Sâhibata Câmii ve Afyon Çay Medresesindekiler devrin en önemli çeşmelerindendir. İstanbul’da Silivrikapı’da Davutpaşa çeşmesi klâsik devir mîmârisinin önemli eserlerindendir. Şu anda İstanbul’u süsleyen çeşmeler Lâle devrinden kalma olduğu için bu devrin mâmârî özelliklerini taşırlar ve Mîmâr Sinân’ın su yollarının getirdiği sularla beslenirler. Bu çeşmeler âbidevî ölçülerde olup her çeşmenin ortasında küçük bir musluğu ve çeşme nişi bulunurdu. Cephe kabartma çiçek ve yazı motifleriyle süslü olurdu.

Saray ve konaklarda, odalarda abdest almak için yaptırılan çeşmeler son derece süslüydü. Buna en meşhûr örnek; Topkapı Sarayında Sultan Üçüncü Murad odasındaki ile Sultan Birinci Abdülhamîd’in yatak odasındaki çeşmelerdir. Anadolu’da aynı tarzda oda içlerine yapılan çeşmeler, daha çok barok tarzında olup, mahallî üslûbla inşâ edilirdi. Osmanlı mîmârisinde klasik devir üslûbuna göre yapılmış çeşmeler ile Lâle devri ve Barok devir üslûbunda yapılmış çeşmeler arasında büyük farklar görülür.

Osmanlı sanatında inşâ edilmiş çeşmeler arasında en güzel, en ihtişâmlı olanları pâdişâhların yaptırdığı çeşmelerdir. Bugün caddelerde, sokak aralarında kalmış, suyu kesilmiş çeşmelere rastlamak mümkündür. Bu garip durumlarıyla dahi târihten birer hâtıra olarak âbidevî bir hâl almışlardır.

Çeşmelere su sağlayabilmek için su terâzileri geliştirilmiş, bentler, su yolları ve sarnıçlar yapılmıştır. Bu sâyede kilometrelerce ötedeki su kaynağından su getirilip çeşmelerden akıtılmıştır. Mîmârî açıdan çeşmeler birkaç sınıfa ayrılır ki, ana hatlarıyla şu şekilde sıralanabilir:

Mahalle çeşmeleri: Bulunduğu mahallenin sakinlerinin veya o mahelleden gelip geçenlerin su ihtiyâcını karşılaması için mahallenin belirli yerlerine yapılan çeşmelerdir.

Bu çeşmeler, umûmiyetle bir kurna ve bir zonk veya ayna taşından ve arkasında bir su haznesinden ibâret basit çeşmelerdir. Galata’daki Bereketzâde çeşmesi gibi. Mîmârî âbide sayılacak kadar süslü ve güzel olan çeşmeler de vardır. Çeşmeden su alanları güneşten ve yağmurdan muhâfaza için ekseriyetle her çeşmenin üzerine, tavanları oyma ve nakışlarla süslü, ahşap saçak yapılmıştır. Kurnanın iki tarafında su kaplarını koymak veya kaplar doluncaya kadar oturup beklemek için seki şeklinde, yüksekçe düzlükler oturtulmuştur. Bâzı çeşmelerde, gelip geçenlerin su içmesi için musluk taşına gömülü bir halkaya, zincirle asılı bakırdan bir tas veya maşrapa konmuştur.

Bunların bâzılarına günümüzde, köylerde hâlen rastlanmaktadır.

Ev çeşmeleri: Eskiden evlerde su tesisâtı olmadığından sakalar mahalle çeşmelerinden evlere su taşırlardı. Her evin cephesinde saka deliği denen taştan küçük bir teknecik vardı. Su buradan bir boru ile avludaki küplere dolar ve lâzım oldukça bu küplerden alınarak kullanılırdı.

Câmi çeşmeleri: Câmilerde cemâatin abdest alması için yapılmış çeşmelerdir. Câmi binâsına bitişik olarak sıralanırlar.

Şadırvan çeşmeleri: Câmilerin iç avlularında, ortada yer alır. Ortası hazneli, etrâfında musluklar sıralanmış çeşmeler vardır. Bunlar da cemâatin abdest alması içindir.

Oda çeşmeleri: Eski saraylarda, konaklarda, büyük evlerde odalar içine yapılan çeşmelerdir. Bunlar, el ve yüz yıkamak ve abdest almak için yapılmışlardır. Topkapı Sarayında, Üçüncü Murad Han odasındaki çeşme bunlardandır.

Musluklar: Evlerin içinde, mutfak, banyo, tuvalet gibi yerlerde bulunan çeşmelerdir. Mîmârî bir önemi yoktur. Bunlara çeşme yerine musluk demek daha uygun olmaktadır.

Anıt (âbidevî) çeşmeler: Hem halka su vermek, hem de şehrin süslemesine katkıda bulunmak için şehrin meydanlarına, önemli yerlerine yapılmış çeşmelerdir. Bunlar başlı başına birer mîmârî eserdir. İstanbul’da Sultan Ahmed, Tophâne çeşmeleri gibi.

Sebiller: Kalabalık yerlerde halkın ücretsiz su içmesi için yapılan binâlara “sebil” denir. Sebillerin çeşmelerden farklı tarafı suyun doğrudan çeşmeden değil de sebilci tarafından doldurulmuş bakır taslardan su içilmesidir. Sebillerin içinde mermer bir su hazinesi vardır. Su bu hazneye ya künkler vâsıtasıyla veya sakalar tarafından taşınır.

Selsebiller: Bunlar su içmeye veya su almaya mahsûs olmayıp, akan suyun çıkardığı sesten zevk almak için yapılmışlardır. Selsebiller üst üste yapılmış küçük yalakçıklardan ibâret olup, su en üstteki yalakçığa, oradan bir alttaki yalakçığa akarak sonunda bir havuzda toplanır.

Havuzlar ve fıskiyeler: Havuzların ortasına mermerden yapılan fıskiyelerin içinde taş oymacılığının şâheseri sayılabilecek kadar güzel olanları vardır. Bunlardan biri Topkapı Sarayında Bağdat Köşkünün tarasası üzerindeki havuzun ortasında bulunun fıskiyedir.

Günümüzde her eve su tesisatı bağlanması sonucu meydan çeşmelerine gereken önem verilmediğinden kullanılabilir olanların sayısı yok denecek kadar azalmıştır. Ancak dînimizin suya verdiği önemi bilen ve susamış bir kimsenin “su gibi mübârek ol” duâsına kavuşmak isteyen Türkiye Gazetesi başlattığı bir faaliyetle İstanbul, İzmir ve Anadolu’nun pekçok şehirlerinde altmışa yakın çeşmeyi hizmete açtı. Yapılan çeşmeler son devir Osmanlı mîmârî üslûbunda inşâ edildiği için, şehrin meydan veya parklarında bir güzellik âbidesi olarak da dikkati çekmektedir.  

İstanbul’daki Meşhur Çeşmeler

Çeşme İsmi

Bulunduğu Semt

İnşâ Tarihi

Sultan Üçüncü Ahmed

Topkapı Sarayı

1728

Nevşehirli İbrâhim Paşa

Fâtih

1730

Bereketzâde

Galata

1732

Sultan Üçüncü Ahmed

Üsküdar

1729

Tophâne

Tophâne

1732

Azapkapı

Galata

1735

İshakağa

Beykoz

1746

Yusuf Efendi

Fâtih

1757

Râgıp Paşa

Lâleli

1762

Silahtar Yusuf Paşa

Kâğıthane

1765

Sultan Birinci Abdülhamîd

Eminönü

1777

Şevkini Halusta

Gedikpaşa

1780

Hekimoğlu Ali Paşa

Davutpaşa

1782

Nakşîkadın

Sultan Ahmed

1788

Ebû Bekir

Ağa Fâtih

1793

Mihrimâh Sultan

Eyüp

1801

Hatîce Sultan

Mısır Çarşısı

1806

Nakşidil Sultan

Fâtih

1814

Sultan İkinci Mahmûd

K.Mustafa Paşa

1821

Ahmed Ağa

Yusuf Paşa

1845

Kethüdâ Halîfe Efendi

Aksaray

1852

Sultan İkinci Abdülhamîd

Sirkeci

1877

Sultan İkinci Abdülhamîd

Tophane

1892