CUMHURBAŞKANI

Alm. Staats-, Reichs-, Bundes-präsident (m), Fr. Président (m) de la République, İng.President of the republic. Cumhûriyet rejimi ile idâre edilen ülkelerde, umûmiyetle devlet başkanına verilen sıfat. Cumhurbaşkanı bâzı ülkelerde parlamento tarafından seçilir. Yalnızca devlet başkanıdır, hükûmet başkanı değildir (Türkiye’de olduğu gibi). Başkanlıkla yönetilen cumhûriyetlerde ise, devlet başkanı genel seçimle seçilir. Hem devlet hem de hükümet başkanıdır (ABD’de olduğu gibi).

Türkiye’de 1923’te Cumhûriyetin îlânı ile devlet başkanı “Cumhurbaşkanı” sıfatını almıştır. Devletin üç ana fonksiyonundan “Yürütme” hiyerarşisinin başında yer alan Cumhurbaşkanının statüsü, görev ve yetkileri 1982 Anayasası’nın 8, 101, 102, 103. maddeleriyle şu şekilde tesbit edilmiştir:

Cumhurbaşkanı, TBMM’de kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış kendi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliliğine sâhip Türk vatandaşları arasından yedi yıllık bir süre için seçilir.

Cumhurbaşkanlığına TBMM üyeleri dışından aday gösterilebilmesi, Meclis üye tam sayısının en az beşte birinin yazılı teklifi ile mümkündür.

Bir kimse iki defâ Cumhurbaşkanı seçilemez.

Cumhurbaşkanı seçilen kişinin varsa partisiyle ilişiği kesilir ve TBMM üyeliği sona erer.

Cumhurbaşkanı, TBMM üyelerince gizli oyla seçilir. TBMM toplantı hâlinde değilse hemen toplantıya çağrılır.

Cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasından otuz gün önce veya Cumhurbaşkanlığı makâmının boşalmasından on gün sonra cumhurbaşkanlığı seçimine başlanır ve seçime başlama târihinden îtibâren, 30 gün içinde sonuçlandırılır. Bu sürenin ilk on günü içinde adayların Meclis Başkanlık Divanına bildirilmesi ve kalan yirmi gün içinde de seçimin tamamlanması gerekir.

En az üçer gün ara ile yapılacak oylamaların ilk ikisinde bir aday için üye tam sayısının üçte iki çoğunluk oyu sağlanamazsa üçüncü oylamaya geçilir. Üçüncü oylamada üye tam sayısının salt çoğunluğunu sağlayan aday, cumhurbaşkanı seçilmiş olur. Bu oylamada da salt çoğunluk sağlanamazsa, en çok oy almış bulunan iki aday arasında dördüncü oylama yapılır. Bu oylamada da üye tam sayısının salt çoğunluğu ile cumhurbaşkanı seçilemediği takdirde derhal TBMM seçimleri yenilenir.

Seçilen yeni cumhurbaşkanı göreve başlayıncaya kadar, görev süresi dolan cumhurbaşkanı göreve devâm eder.

Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhûriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder. Anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. Bu amaçlarla Anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen şartlara uyarak yapacağı görev ve kullanacağı yetkiler şunlardır:

a) Yasama ile ilgili olanlar:Gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü TBMM’de açılış konuşmasını yapmak, TBMM’yi gerektiğinde toplantıya çağırmak, kânunları tekrar görüşülmek üzere TBMM’ye geri göndermek, Anayasa değişikliklerine ilişkin kânunları gerekli gördüğü takdirde halk oyuna sunmak, kânunların, kânun hükmündeki kararnâmelerin, TBMM içtüzüğünün, tamâmının veya belirli hükümlerinin Anayasa’ya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine iptal dâvâsı açmak, TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermek.

b) Yürütme alanına ilişkin olanları: Başbakanı atamak ve istifâsını kabul etmek, başbakanın teklifi üzerine bakanları atamak ve görevlerine son vermek. Gerekli gördüğü hâllerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulu’nu başkanlığı altında toplantıya çağırmak, Türkiye Cumhûriyetine gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek. Milletlerarası antlaşmaları onaylamak ve yayınlamak, TBMM adına Türk Silâhlı Kuvvetlerinin başkomutanlığını temsil etmek Türk Silahlı Kuvvetlerini kullanılmasına karar vermek, Genelkurmay Başkanını atamak, Millî Güvenlik Kurulunu toplantıya çağırmak ve bu kurula başkanlık etmek. Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyle sıkıyönetim veya olağanüstü hâl îlân etmek ve kânun hükmünde kararnâme çıkarmak, kararnâmeleri imzâlamak. Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama durumunda olan hükümlülerden gerekli gördüklerinin cezâlarını hafifletmek veya kaldırmak. Devlet Denetleme Kurulunun üyelerini ve başkanını atamak. Devlet Denetleme Kuruluna inceleme, araştırma ve denetleme yaptırmak. Yükseköğretim Kurulu üyelerini, üniversite rektörlerini seçmek.

c) Yargı ile ilgili olanlar: Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay, Cumhûriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhûriyet Başsavcı vekilini, Askerî Yargıtay üyelerini, Askerî Yüksek Mahkemesi üyelerini, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek.

Cumhurbaşkanının Anayasa ve diğer kânunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzâlarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararlar, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzâlanır. Bu kararlardan Başbakan ile ilgili bakanlar sorumludur.

Cumhurbaşkanının re’sen imzâladığı kararlar ve emirler aleyhine Anayasa Mahkemesi dâhil, yargı mercilerine başvurulamaz. Cumhurbaşkanı vatana ihânetten dolayı TBMM üye tam sayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır.

Cumhurbaşkanının hastalık ve yurt dışına çıkma gibi sebeplerle geçici olarak görevinden ayrılması hallerinde, görevine dönmesine kadar; ölüm, çekilme veya başka bir sebeple Cumhurbaşkanlığı makâmının boşalması hâlinde de yenisi seçilinceye kadar, TBMM Başkanı, Cumhurbaşkanlığına vekillik eder ve Cumhurbaşkanına âit yetkileri kullanır.

Türkiye Cumhûriyetinin Cumhurbaşkanları

M. Kemâl Atatürk

29 Ekim 1923

10 Kasım 1938

İsmet İnönü

11 Kasım 1938

22 Mayıs 1950

Celâl Bayar

22 Mayıs 1950

27 Mayıs 1960

Cemal Gürsel (Devlet Başkanı)

27 Mayıs 1960 

15 Ekim 1961

Cemal Gürsel

16 Ekim 1961

28 Mart 1966

Cevdet Sunay

29 Mart 1966

28 Mart 1973

Fahri Korutürk

06 Nisan 1973

06 Nisan 1980

Kenan Evren (Devlet Başkanı)

18 Eylül 1980

08 Kasım 1982

Kenan Evren

09 Kasım 1982

09 Kasım 1989

Turgut Özal

09 Kasım 1989

17 Nisan 1993

Süleyman Demirel

1993

 

CUMHURBAŞKANLIĞI KONSEYİ

Anayasa’nın geçici ikinci maddesine göre, 12 Aralık 1980 gün ve 2356 sayılı kânunla kurulan Millî Güvenlik Konseyi, Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıp göreve başladıktan sonra, 6 yıllık bir süre için Cumhurbaşkanlığı Konseyi hâline dönüştü ve Millî Güvenlik Konseyi üyeleri Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyesi sıfatlarını aldılar. 6 yıllık süre sonunda Cumhurbaşkanlığı Konseyinin hukûkî varlığı 7 Aralık 1989 günü sona erdi.

Konsey şu görevleri yapardı:

a) Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilerek Cumhurbaşkanlığına gönderilen, Anayasa’da yazılı, temel hak ve hürriyetlere ve ödevlere, lâiklik ilkesine, Atatürk inkılâplarının, millî güvenliğin ve kamu düzeninin korunmasına, Türkiye Radyo-Televizyon Kurumuna, milletlerarası antlaşmalara, dış ülkelere silâhlı kuvvet gönderilmesine ve yabancı kuvvetlerin Türkiye’ye kabûlüne, olağanüstü yönetime, sıkıyönetim ve savaş hâline dâir kânunlar ile Cumhurbaşkanınca gerekli görülen diğer kânunları Cumhurbaşkanına tanınan 15 günlük sürenin ilk 10 günü içinde incelemek.

b)Cumhurbaşkanının isteği ve tespit edeceği süre içinde; milletvekili genel seçimlerinin yenilenmesine, olağanüstü yönetim yetkisinin kullanılmasına ve alınacak tedbirlere, Türkiye Radyo-Televizyon Kurumunun yönetim ve gözetimine, gençliğin yetiştirilmesine ve Diyânet İşlerinin düzenlenmesine ilişkin konuları incelemek ve görüş bildirmek.

c) Cumhurbaşkanının isteğine göre, iç ve dış güvenlik ile gerekli görülen diğer konularda inceleme ve araştırma yapmak ve sonuçlarını Cumhurbaşkanına sunmak.

CUMHÛRİYET

Alm. Republik (f), Frei-, Volks-staat (m), Fr. République (f), İng. Republic. Millet tarafından seçilen parlamentoya dayanan ve başında cumhurbaşkanı olan siyâsî bir rejim şekli. Hemen bütün ülkelerde tek ortak yanı, devlet başkanlığı makâmının babadan oğula veya âile yakınlarına mîrâs kalmamasıdır.

Aristo, cumhûriyeti; “Umûmun menfaatini gözeten halk idâresi” diye târif eder. Montesquieu ise, cumhûriyet rejiminde üç ana kuvvet (yasama, yürütme, yargı) bulunduğunu; bunların birbirine karşı bağımsız ve denetleme esâsına göre işleyen, başında seçimle gelmiş yöneticilerin olduğu siyâsî rejim olarak ifâde etmiştir. 1789 yılında Fransa’da vukû bulan ihtilâlle Avrupa’daki zâlim krallık rejimlerine tepki olarak doğmuş bulunan cumhûriyet rejimi, zamanla cumhûriyete tamâmen zıt rejimler tarafından, gerçek yüzleri örtmek için kullanılmıştır.

Sosyalist ülkeler isim olarak “cumhûriyet” kelimesini benimsemişler, fakat “halka rağmen halk için” düstûrunu uygulamışlardır.

Cumhûriyet ilk olarak ABD’de 4 Temmuz 1776’da, Fransa’da ise 1789’da îlân edilmiştir.

Demokratik düşünürler cumhûriyetin en ideâl şeklini; çok partili bir siyâsî hayata, genel seçimlerle işbaşına gelmiş ve bu seçilen kişilerin çıkardığı kânunlarla idâre edilen, tarafsız ve hiçbir zümreye imtiyaz tanımayan bir idâreye sâhib, hür ve demokratik bir devlet şeklinde telakkî ederler. Fakat ülkeler ve iktidârlar, cumhûriyet rejimini tatbikte değişik uygulamalar gösterirler. Meselâ 1990 öncesi Sovyetler Birliği’nde ve ABD’de olduğu gibi. İkisi de cumhûriyet olmasına rağmen, biri komünist, diğeri kapitalisttir. Türkiye’de “Cumhûriyet” 29 Ekim 1923’te îlân edilmiş ve 1924 Anayasası’nın 1. maddesinde ifâdesini bulmuştur. 1961 Anayasası da devlet şeklinin cumhûriyet olduğunu belirtmiştir (madde 1). Ayrıca bunun değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini de hükme bağlamıştır (madde 9). 1982 Anayasası başından beri cumhûriyet rejiminin kesinlikle benimsenmiş olduğunu beyanla 1. maddesinde “Türk Devleti bir Cumhûriyettir.”, 4. maddesinde de; “Anayasa’nın birinci maddesindeki devletin idâre şeklinin Cumhûriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki Cumhûriyet’in nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez. Teklif edilemez.” hükümlerini vâzetmektedir. Ayrıca milletvekilleri (madde 81) ve Cumhurbaşkanı (madde 103) vazîfelerine başlarken cumhûriyet ilkesine bağlı kalacaklarına dâir ant içerler.

CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP)

Türkiye’nin ilk siyâsî partisi. 9 Eylül 1923 günü “Halk Fırkası” adıyla kurulmuş, 10 Kasım 1924 günü Cumhûriyet Halk Fırkası” adını almıştır. Daha sonra “Cumhuriyet Halk Partisi” olması kurultayda kararlaştırılmıştır. Partinin ilk genel başkanı Atatürk olmuştur. Ölümünden sonra İsmet İnönü genel başkan olmuş ve 14 Mayıs 1972’de toplanan genel kurula kadar genel başkanlığa devâm etmiştir. Bu târihten, parti kapatılıncaya kadar genel başkanlığı Bülent Ecevit yapmıştır. 1992’de çıkarılan kânunla açılması üzerine Deniz Baykal genel başkanlığa seçilmiştir.

CHP, 1946 yılına kadar tek parti olduğundan aralıksız iktidarda bulundu. Türkiye’de fikir ayrılıkları fazla olan ve en çok bölünen bir partidir. Bu partiden ayrılmalar 1945 yılında başlamış ve istifâ eden milletvekilleri 7 Ocak 1946 günü Demokrat Partiyi kurmuşlardır. Partiden ikinci ayrılma 1967 yılında oldu. İstifâ eden 47 milletvekili ve senatör Güven Partisini kurdular. 1972’de toplanan kurultayda fikir ayrılıkları tekrar ortaya çıkarak 14 milletvekili ile senatör partiden ayrıldı. Aynı sene Ferit Melen hükûmetinden bakanlar çekilince, eski genel başkan İsmet İnönü ve diğer milletvekili ve senatörler partiden ayrıldılar. Bu ayrılmalardan sonra partinin 94 milletvekili ile 19 senatörü kaldı.

CHP iktidar ve politika hayâtında çeşitli değişikliklere uğradı. 1950 yılında iktidârı seçimle Demokrat Partiye bıraktıktan sonra bir daha tek başına iktidar olamadı. 1960 ihtilalinden sonra kurulan koalisyon kabinelerine ortak oldu ve 1965 seçimlerinden sonra tekrar ana muhâlefet partisi durumuna düştü. 12 Mart muhtırasından sonra birinci ve ikinci Nihat Erim hükûmetlerine yine ortak oldu. Bundan sonra yapılan iki seçimde de tek başına iktidâr olamadı. 12 Eylül 1980’de Silahlı Kuvvetlerin iktidâra el koymasından sonra partiler kapatılınca partinin siyâsî hayâtı geçici bir müddet durdu. 1992’de çıkarılan eski partilerin açılmasına dâir kânunla yeniden siyâset sahnesine döndü.

CHP politikasının temeli amblemindeki altı okla altı ilkeyi temsil edecek biçimde şekillendirilmiştir. Bunlar:Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, lâiklik, devrimcilik ve devletçiliktir. Partinin ekonomik görüşü devletçilik ağırlıklı karma ekonomi olarak bilinir.

CUMHURİYETÇİ GÜVEN PARTİSİ (CGP)

1967 yılında CHP’den ayrılan 47 milletvekili ve senatör tarafından 12 Mayıs 1967 günü Güven Partisi adı altında kurulan parti. Genel Başkanlığa Turhan Feyzioğlu getirildi. Parti 1969 seçimlerinde üçüncü parti olarak TBMM’ye girdi. 1971’deki genel kurulda adı Cumhûriyetçi Güven Partisi olarak değiştirildi. Partinin parolası hürriyetçilik, milliyetçilik, ıslahatçılık, huzur ve refahtır. Ekonomik alanda, karma ekonomiye taraftar bulunmakta, ancak devletin görevinin özel sektöre emir vermekten ziyâde yol gösterici olarak sınırlandırılmasını istemektedirler. 12 Mart 1971’den sonra kurulan koalisyon hükûmetlerinin üçünde de görev aldı. Cumhûriyetçi Güven Partisi 16 Ekim 1981’de öteki partilerle birlikte, MGK kararıyla feshedildi. 1992’de eski partilerin açılmasına müsâde edildiği hâlde bir daha faaliyete geçmedi.

CUMHURİYETÇİ PARTİ (CP)

CHP genel başkanlığına Bülent Ecevit’in seçilmesinden sonra partiden ayrılan veya çıkarılan senatörlerin ve milletvekillerinin ekserisinin katılmasıyla 4 Eylül 1972 günü, CHP’nin eski genel sekreterlerinden Dr. Kemâl Satır’ın başkanlığında merkezi Ankara’da olmak üzere kurulan parti. Kuruluş sırasında 11 milletvekili, 4 senatör üyesi vardı. Karma ekonomiye taraftar bulunmakta ve kamu yararlarının gerektirdiği alanlarda devletin rehberlik etmesi ve girişimlerde bulunması görüşünü desteklemekteydi. Cumhuriyetçi Parti, Milli Güven Partisi ile birleşmek maksadıyla, 28 Şubat 1973’te toplanan parti kurucular meclisinin kararı üzerine feshedilmiştir.

CUNTA

Alm. Junta (f), Fr. Junte (f), İng. Junta. Bir ülkede ihtilalle veya askerî bir hükûmet darbesiyle iktidârı ele geçiren mahdut sayıdaki kişilerden meydana gelen ve mensupları da umûmiyetle subaylardan olan yönetici grup. Günümüz siyâset platformunda, ihtilâlle iktidârı ele geçirenler başka bir ihtilâlle uzaklaştırılmakta ve bu yönetimler demokratik ülkelerde şüphe ile karşılanmaktadır. Özellikle ikinci Dünyâ Savaşından sonra birçok Ortadoğu, Lâtin Amerika ve hattâ bâzı Avrupa ülkelerinde görülen bu yönetimin ihtilâl fiiline politikada “darbe” tâbir edilir. Bunların bir de ülke dışından kaynaklanan türleri vardır. İkinci Dünyâ Savaşının ortasında Çekoslovakya’da Rusların tertibiyle tahakkuk ettirilen ve Prag darbesi denen hükûmet değişikliği ile yine Çekoslovakya’da 1968 yılında Başkan Dubçek’in Rus askerî kuvvetlerinin zoruyla uzaklaştırılması sonunda vukû bulan istîlâ ve 1979 Sonbaharında gene Rusların Afganistan’da Babrak Karmal ve arkadaşlarını destekleyerek yaptırdıkları ihtilâl olayı dış darbenin tipik misâlleridir.

CURİE, Pierre ve Marie

Radyum ve polonyumu keşfeden karı-koca Fransız fizikçileri. 1859-1906 ve 1867-1934 yılları arasında yaşamışlardır. 1903’te radyoaktiviteyi keşfeden Antoine Henri Becquerel ile Nobel fizik mükâfâtını paylaşmışlardır. Marie Curie ayrıca 1911’de kimyâ alanında Nobel mükâfâtını alarak ilmî çalışma ile iki defâ Nobel mükâfâtını kazanan tek kişi ünvânını almıştır.

Pierre Curie, 1859’da Paris’te doğmuş, Sorbonne’da tahsil etmiş, Sorbonne’a laboratuvar asistanı olmuş ve 1895’te doktor ünvânı almıştır. Meslekî hayâtının çoğunu Paris’teki Fizik ve Sanâyi Kimyâ Okulunda geçirmiştir. 1892’de laboratuvar direktörü olmuştur. 1904’te Sorbonne’da genel fizik profesörlüğüne getirilmiş ve ölümüne kadar orada kalmıştır.

Marie Slodowska, Varşova’da doğmuş ve daha sonra 1891’de Paris’e geçmiştir. Sorbonne’da fizik tahsil etmiş, 1903’te doktorasını tamamlamıştır. Bu arada Pierre Curie ile tanışmış ve 1895’te evlenmişlerdir. Doktora tezinde 1896’da Becquerel tarafından keşfedilen radyoaktiviteyi incelemek istemiştir. Kocası kristaller üzerindeki çalışmasını bir kenara koyarak, ona yardımcı olmuştur. Berâber çalışmaları polonyum ve radyum gibi iki yeni elemanın keşfiyle sonuçlanmıştır. Ancak dört yıl sonra tonlarca cevherden bir desigram radyum klorür elde etmeye muvaffak olmuşlardır. Bu sırada radyum tarafından yayılan radyasyonun özelliği hakkında çeşitli araştırma yapmışlardır. 1906’da kocasının ölümünden sonra Marie Curie, Sorbonne’a genel fizik profesörü olmuş ve radyum üzerindeki araştırmalarına devâm etmiş, 1907’de atom ağırlığını tesbit etmiş, 1910’da ise saf olarak elde etmiştir. Ömrünün son kısmında, radyumun tedâvîde kullanılışına ilgi duymuş ve Paris Radyum Enstitüsünü kurup idâre etmiştir. 1934 yılında ölmüştür.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han, karı-koca Curie’leri takdir etmiş nişan ve hediyeler göndermiştir.

CURLİNG

Buz üzerinde yapılan bir çeşit taş kaydırma sporu. Çok eski bir oyundur. İskoçya ve Kanada’da kışın buz tutan göller üzerinde oynanırdı. Günümüzdeki müsâbakalar, salonlardaki özel buz pistleri üzerinde yapılmaktadır. Pistin uzunluğu 42 m, genişliği ise 43 metredir. Curling taşı, yuvarlak olup, granitten yapılmıştır. Üzerinde tutma kulbu mevcuttur. Taşın yüksekliği 11,43 cm, çevresi 91,44 cm (1 yarda), ağırlığı ise 19,96 kg’dır.

Müsâbaka, dörder kişilik iki takım hâlinde yapılır. Her oyuncu eşleştiği rakibiyle ve iki taşla dönüşümlü olarak oynar. Taş, kayma esnâsında kendi ekseni çevresinde iki-üç devir yapacak şekilde fırlatılır. Oyunda amaç, taşları rakibinkilerin yanından geçirerek veya onlara çarptırarak kaleye en yakın noktaya ulaştırmaktır. Genellikle bir parti, on oyun sürer. Taşlarını kale merkezine en yakın noktaya ulaştıran takım, oyunu kazanmış olur. Taş, müsâbaka esnâsında kayarken kırılırsa, en büyük parçanın ulaştığı nokta kabûl edilir. Curling oyununda, pist, özel süpürgelerle süpürülür. Bunda gâye, buzu ısıtarak taşın kayma hızını arttırmaktır. Süpürme hareketi, taşın kayma yönüne dik olarak, taşı atan takımın oyuncuları tarafından yapılır.

Curlingin en yaygın olduğu ülkeler; ABD, Kanada, İsveç ve Norveç’tir. Bununla berâber bâzan müsâbakalarda İsviçre bu ülkeleri geride bırakır.

CÜCELİK

Alm. Zwergentum, Fr. Nanisme, İng. Dwarfishness. Normalden küçük ve normal gelişme kâbiliyetinden yoksun bir şahsın içinde bulunduğu durum. Hayvanlarda olduğu gibi, bitkilerde de cücelik olur. Ne kadar boyda olan bir insana cüce denileceğine dâir kesin bir ayrım yapılamaz. Yetişkin bir insanın, cüce sayılma boyu umûmiyetle bir ile birbuçuk metre arasında değişmektedir. Normal insanların cüce çocukları olabileceği gibi, cücelerin de normal çocukları olabilir. İnsanlarda cücelik sebepleri; doğuştan cücelik ve bâzı hastalıklar sebebi ile sonradan meydana gelen cücelik olarak iki grupta incelenebilir.

Hastalık sebebiyle meydana gelen cücelik: Kronik böbrek hastalığı, besin emiliminin bozulduğu kistik fibrosis ve çölyak hastalığı, kanda oksijen seviyesinin düşük olduğu kalb ve akciğer hastalıkları, hayatın ilk yıllarında olan kötü beslenme sonucu cücelik meydana gelebilir. Genellikle bu hastalıkların tedâvisiyle cücelik de tedâvi edilmektedir.

Tedâvi edilebilen ve hipofizer cücelik olarak bilinen cücelik tipi, tıbbın en fazla ilgilendiği tiptir. Genellikle hipofiz bezinin yeterli büyüme hormonu salgılayamaması neticesinde ortaya çıkar. Umumiyetle anatomik bir anormallik bulunamamasına rağmen, altta yatan sebep, beyin sapında (hipotalamus) veya hipofiz bezinin kendisinde olan bir bozukluktur. Afrika pigmelerinde, büyüme hormonu seviyesi normaldir. Fakat büyüme hormonu bozukluğu veya hormonun etkilediği organın, özellikle kemik dokusunun hormona cevapsızlığı sözkonusudur.

Hipofizer cücelik genellikle hayatın ilk yılında fark edilir. Çocuk gelişirken, yüzü gelişmemiş ve çocuksu, vücudu ise tıknaz kalmaktadır. Kemikleri orantılı olarak küçüktür, zekâsı normal, hatta normalin üzerinde olabilir. Ameliyatta veya otopside, hipofiz bezinden elde edilmiş büyüme hormonunun hastaya verilmesiyle hipofizer cücelik tedâvi edilmektedir. Günümüzde büyüme hormonu sentez edilmiş ve piyasada mevcuttur. Bu ilâçlar kullanılınca; hastalar tedâviden önceki büyüme hızından, senede 7,5 cm daha fazla bir büyüme hızına, ulaşırlar. Cüceliğin diğer çeşitleri büyüme hormonu tedâvisine cevap vermez.

Doğuştan meydana gelen cücelik: Zekâ geriliği, anormal yüz görünümü ile el ve ayaklarda bâzı anormalliklerle karakterize olan mongolizmde, cücelik doğuştandır. Akondroplazide görülen cücelik ise, kısa kollar ve bacaklar, normal vücut ve normal zekâ ile karakterizedir. Gargoylizmde cücelik; zekâ eksikliği, iskeletin ve kafatasının büyük eğrilikleri ve cilt tahribatı ile birlikte bulunur. Tiroid bezinin doğuştan az çalışması olan kretenizmde zekâ eksikliği ile birlikte cücelik vardır. Kromozom eksikliği ile karakterize olan Turner sendromunda da cücelik vardır.

Orta Afrika’daki Boşimanlar, Pigmeler, Grönland’daki Eskimolar, Norveç’ten Yenisey’e kadar bölgelerde yaşayan Samoyetler, Okyanusya’daki Papular doğuştan kısa boylu olup hepsinin boyları bir buçuk metrenin altındadır.

CÜLÛS

Alm. Thronbesteigung (f),Fr. Avénement (m) au trone, İng. Accession enthronement. Osmanlılarda tahta çıkacak şehzâdenin pâdişâhlığının îlân edilmesi dolayısıyla yapılan merâsim. Bu merâsim Osmanlı Devleti töreleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü cülûs-ı hümâyûn, İslâm kültüründen alınan bir takım usûl ve teşrifât yanında Oğuz töresinin izlerini göstermekte olduğundan, millî bir karakter taşımaktaydı.

Osmanlılarda saltanat sürmekte olan pâdişâhın ölümü veya saltanattan hal’i üzerine yerine geçen pâdişâhların cülûsları merâsimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni pâdişâha hemen o gün bîat olunurdu. Eğer pâdişâh gece vefât etmiş ise, merâsim sabah erkenden yapılırdı. Yeni pâdişâhın cülûsu gün ve saati teşrifâtçı tarafından merâsime iştirâk edecek olanlara derhâl bildirilirdi.

Pâdişâhın tahtı Bâbüsseâde denilen Akağalar Kapısı önünde kurulurdu. Bundan sonra Dârüsseâde Ağası Silâhdâr Ağa ile birlikte yeni pâdişâha giderek onu babasından, amcasından veya ağabeyinden boşalan tahta dâvet ederdi. Bundan sonra yeni pâdişâh hasoda önündeki demir kapıdan çıkarak taht odasına geçer, burada Hırka-i Saâdet yanında iki rekat namaz kılarak, şükrederdi. Daha sonra cülûs törenine gitmek üzere saltanat alâmeti olan yûsûfî destâr ve samur erkan kürkü giyen pâdişâh, dışarı çıkarak Bâbüsseâde önünde kurulu tahta oturur ve merâsim başlardı. Kânun gereği sırasıyla; Nâkibü’l-Eşrâf, Kırım Hanzâdesi, Saray Ağaları ve Rikab Ağaları ile Kapıcıbaşı Ağalarının tebriklerinden sonra, Şeyhülislâm Efendi kısa bir duâ yapar ve bîat ederdi.

Bîat merâsimi Mataracıbaşının bîat edişine kadar devâm ederdi. Bîat merâsiminden sonra yeni hükümdâr huzûrda bulunanları selâmlayarak has odaya geçerdi. Burada biraz dinlendikten sonra, vefât eden pâdişâhın cenâze namazına katılırdı.

Cülûs töreni, kılıç alayı ve türbe ziyâretleriyle tamamlanırdı (Bkz. Kılıç Alayı). Önce bütün hükümdâr türbelerini içine alan ziyâret, sonraları sâdece Fâtih Sultan Mehmed Hanın türbesine yapılır oldu. Yeni pâdişâhın cülûsu haberi derhâl İstanbul’da tellallar vâsıtasıyla ve toplar atılarak îlân olunurdu. Ayrıca bütün Osmanlı ülkesine fermânlar gönderilerek tamim edilir ve şenlikler yapılırdı. Cülûs töreninden sonra, hükümdar cülûs bahşişi dağıtırdı.

Cülûs bahşişi: Cülûs bahşişi verme usûlü Osmanlılardan evvelki İslâm devletlerinde de vardı. Osmanlılardaki cülûs bahşişleri iki türlüydü. Birisi belli ve kânunda belirtildiği gibi bir defâya mahsus olarak verilir, diğeri ise, askerlerin ulûfelerine zam sûretiyle icrâ edilirdi. Tahta çıkan her pâdişâhın; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbûlümdür, verilsin.” sûretinde lisânen tasdik etmesi ve bu tasdîki askerin işitmesi usûldendi.

Bu bahşişten yalnız asker değil, büyük-küçük bütün memurlar istifâde eder, sadrâzam ve şeyhülislâma otuzar bin akçe verilirdi.

Osmanlı târihinde ilk defâ cülûs bahşişi, 1389 târihinde Kosova sahrasında pâdişah seçilen Yıldırım Bâyezîd Han tarafından kapıkullarına verilmiş ve bu usûl Sultan Birinci Abdülhamîd’in cülûsuna kadar devâm etmiştir.

Cülûs bahşişi verilmesi, Fâtih tarafından kânun hâline getirilmiş, Yavuz Sultan Selim Han da cülûs bahşişinde ödenecek paraları tesbit etmiştir.

İlk zamanlarda pâdişâhların bir ihsânı şeklinde olan cülûs bahşişi, sonraları pâdişâhların bir lütfu olmaktan çıkmış ve bu bahşiş uğrunda bir hayli ihtilâller olmuştur.

Cülûs bahşişi dîvânı:Cülûs bahşişi verilmek üzere toplanan dîvân. Cülûs bahşişi kânununda, bu paranın dağıtılması emrinin pâdişâh tarafından sözle bildirilmesi şart olduğundan, bu iş için dîvân normal bir toplantı yapar ve bahşiş parasının hazırlanmış olduğunu bildiren bir telhis yazılır, Kapıcılar Kethüdâsı ile Bâbüsseâde Ağası eliyle pâdişâha sunulurdu. Pâdişâh bir taraftan bahşişin dağıtılması için yazılı izin verirken, sözle de; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbûlümdür, verilsin.” diyerek dîvâna haber gönderirdi. Hazırlanan bahşiş keseleri, ulûfe dağıtımındaki esaslara göre ilgililere verilirdi. Bahşiş dağıtımı bitince vezirler arza girerlerdi. Bu merâsime Defterdar katılmazdı.

Cülûs çıkması: Pâdişâhların cülûsları münâsebetiyle yapılan çıkmalar hakkında bir tâbir. Buna büyük çıkma, umum çıkması da denilirdi. Çıkma mezûniyet demek olup, acemilerin yeniçeri ocağına kayıt ve kabulleri, saray hizmetlerinde bulunanların taşra hizmetlerine veya saraydaki odalardan birinden diğerine memur edilmeleridir.

Cülûs tebliği: Yeni pâdişâhın Osmanlı tahtına geçtiğini, münâsebette bulunulan devletlerin hükümdarlarına gönderilen elçilerle bildirmektir. Bundan başka İstanbul’da devamlı bulunan elçilere de tercümanlar aracılığıyla birer nâme gönderilirdi.

Bu tebliğ üzerine yeni pâdişâhı tebrik etmek üzere İstanbul’a gelen elçiler, pâdişah tarafından özel bir törenle kabul edilirdi.

Yeni pâdişâhın tahta geçtiği, Osmanlı tebeasına fermanla duyurulur ve hutbenin yeni hükümdar adına okunması bildirildiği gibi, devlet içindeki il darphânelerine gönderilen başka bir hükm-i şerîf ile de, paranın yeni hükümdar adına basılması bildirilirdi. Bundan başka Kırım Hanına da özel bir Kapıcıbaşı gönderilmek sûretiyle yeni pâdişâhın cülûs ettiği haber verilirdi.

Cülûsiyye: Pâdişâhların saltanat tahtına çıkmaları münâsebetiyle söylenmiş manzûme veyahut yazılmış makâleler. Önceleri kasîde tarzında kaleme alınan cülûsiyyeler, İkinci Abdülhamîd Han devrinde mensur olarak yazılmaya başlanmıştır. Cülûsiyyelerde, yeni hükümdârın tahta çıkmasıyla memleketin daha çok huzûra kavuştuğu ve halkın neşesi anlatılır.

Sultan Osman için Nef’î’nin yazdığı cülûsiyyeden bir beyt şöyledir:

Şehinşâh-ı adâlet-pîşe Osmân Hân-ı Sânî kim

Vücûduyla hayât-ı tâze buldu mülk-i Osmânî

CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Cüneyd, babasının ismi Muhammed’dir. Künyesi Ebü’l-Kâsım’dır. Tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından olduğu için Seyyid-üt-Tâife yâni tasavvuf büyüklerinin seyyidi, efendisi diye meşhurdur. 822 (H.207)de Nihâvend’de doğdu, 911 (H.298)de Bağdât’ta vefât etti.

Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî’nin mezhebinde yetişti. Tasavvuf ilmini dayısı Sırrî-i Sekâtî’den öğrendi. Fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimleri İmâm-ı Şâfiî’nin talebesi Ebû Sevr’den öğrendi. Ayrıca Hâris-i Muhâsibî, Muhammed Kassâb ve başka zâtların da sohbetinde bulundu. Hocası, aynı zamanda dayısı olan Sırrî-i Sekâtî ile hacca gitti. Mescid-i Harâm’da dört yüz kadar âlim zât şükür hakkında konuşuyordu. Herbiri şükrü târif ve îzâh ettiler. Hocası Sırrî-i Sekâtî ona; “Şükür hakkında bir îzâh da sen yap.” dedi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî; “Şükür, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmet ile O’na isyân etmemek, O’na isyân için ihsân ettiği nîmeti kullanmamaktır.” buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevâba sevinip; “Seni tebrik ederiz. Maksadı en güzel şekilde ifâde ettin.” dediler.

İlim ve mârifette yüksek dereceye yükselmiş olan Cüneyd-i Bağdâdî, Resûlullah efendimizin mânevî işâretiyle ilim öğretmeye başladı. Cüneyd-i Bağdâdî, bu husûsu şöyle anlattı:

Hocam Sırrî-i Sekâtî dâimâ bana; “İlim meclisi kur, insanlara ilim öğret, nasîhat et.” derdi. Ben ise kendimi bu işe lâyık görmezdim. Bir Cumâ gecesi Resûlullah efendimizi rüyâda gördüm, bana; “İnsanlara anlat.” buyurdu. Uyandım, sabah erken hocamın kapısına varıp çaldım. Açınca; “Peygamberimiz söylemeden bana inanmadın.” dedi. O sabah ilim meclisi kurup insanlara anlatmaya başladım.

Ders vermeye başlayınca, şöhreti git gide yayıldı. Hıristiyan bir genç bir gün ilim meclisinin kenarına gelip durdu. Fakat üzerinde Hıristiyan elbisesi yoktu. Cüneyd’e hitâben; “Efendim Resûlullah’ın (aleyhisselâm); “Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar” buyurmalarının hikmeti nedir?” diye sorunca; “Belindeki zünnârı (Hıristiyanlara âit alâmeti) çıkar ve Müslüman ol, Müslüman olmak zamânı geldi.” cevâbını verdi. Bu cevap üzerine onun büyüklüğünü anlayan genç, hemen belindeki zünnârı çıkarıp attı ve Müslüman oldu.

Din ve fen ilimlerinde çok yüksek, zamânının büyüğü olan Cüneyd-i Bağdâdî, binlerce talebe yetiştirdi. Talebeleri arasından pekçok velî çıktı. Yaya olarak otuz defâ hacca gitti. Çok kerâmetleri görüldü. Bir defâsında Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözleri ağrıdı. Doktor çağırdılar. Gelen Hıristiyan doktor muâyene edip gözlerine su değdirmemesini söyledi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Su değdirmeden nasıl abdest alırım?” deyince doktor; “Gözleriniz size lâzım ise su değdirmeyeceksiniz!” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra bir müddet uyudu. Uyandığında gözlerinde ağrı kalmamıştı. O anda bir ses duydu ki;“Sen bizim için gözlerini fedâ etmen sebebiyle o ağrıyı senden giderdik.” diyordu. Bir zaman sonra Hıristiyan doktor tekrar gelip gördü ki Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözleri tamâmen iyileşmiş. Hayret edip; “Nasıl yaptın da iyi oldu?” dedi Cüneyd-i Bağdâdî olanları anlatınca, Hıristiyan doktor onun elini öpüp Müslüman oldu ve dedi ki:“Esas ağrıyan göz sizin değil, benim gözlerimmiş!”

Hayâtını ilim öğrenmek, öğretmek ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için sarf eden Cüneyd-i Bağdâdî, vefâtına yakın mahzûn ve üzgün bir hâldeydi. Talebeleri onun bu hâlini görüp; “Efendim bizim ümidimiz, sizin şefâatiniz bereketiyle kurtulmaktır. Sizin ise üzüntülü ve ızdıraplı bir hâliniz var. Bu hâliniz yüreğimizi parçalıyor!” dediler. Bunlara hitâben; “Ey dostlarım! Ben yaptığım ibâdet ve tâatımın ve sizlere hoca olmakla kazandıklarımın hepsinin bir kılla asılmış olduğunu ve rüzgâr esmesiyle bir tüy misâli sallandığını hissediyorum. Bu esen rüzgârın red rüzgârı mı yoksa kabul yeli mi olduğunu bilmiyorum!” buyurdu. Biraz sonra “Allah!” diyerek rûhunu teslim etti. 911 (H.298)’ de 91 yaşındayken vefât eden Cüneyd-i Bağdâdî, Bağdât’ta hocası ve dayısı Sırrî-i Sekâtî’nin kabri yanına defnedildi. Kabri, sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Son derece ihlâs sâhibi olan Cüneyd-i Bağdâdî, bütün güzel huyları kendinde toplamıştı. Otuz sene cemâatle namazda ilk tekbiri kaçırmadı. Namazda kalbine dünyâ düşüncesi gelse, o namazı tekrar kılardı. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlar her gün 400 rekat namaz kılardı. Otuz yıl yatsı namazından sonra hiç uyumadan ibâdetle meşgul oldu.

Nasîhatleri ve hikmetli sözleri pekçoktur. Buyurdu ki:

İnsanları Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Bundan başka olan dinler, inançlar, rüyâlar çıkmaz sokaktır. İnsanı saâdete kavuşturmazlar. Kur’ân-ı kerîmin emir ve yasaklarını öğrenmeyen ve hadîs-i şerîflere uymayan kimse, câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır.

Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey atılır, ezilip hakâret görür. Lâkin ondan hep güzel, temiz, faydalı şeyler çıkar.

Bir kimsede hilm (yumuşaklık), alçak gönüllülük, cömertlik ve güzel ahlâk bulunursa, bu dört haslet o kimsenin yüksek makamlara kavuşmasına sebeb olabilir. Bunlar, îmânın kemâlidir.

İlim kendi haddini bilmektir.

Tasavvuf kalbi temizlemektir.

CÜRUF

Alm. Schlacke (f), Fr. Scorie (f), İng. Scoria. Mâden posası, mâden eritildikten sonra kalan kısım. Metal filizlerinin zenginleştirilmesinde uygulanacak metod ne olursa olsun, sâdece metal bileşiğini elde etmek, diğer safsızlıkları uzaklaştırmakla mümkündür. Bu tür safsızlıklar da ancak metalin indirgenmesi esnâsında uzaklaştırılabilirler. Böyle bir işlemde bazik özellikteki safsızlıklar için asidik yapıda bir madde, asidik yapıda olan safsızlıkları uzaklaştırabilmek içinde bazik yapıda madde ilâvesi gerekir. Asidik ve bazik esaslı maddelerin birbiriyle birleşmesiyle, metalden yoğunlukça daha hafif ve ergiyen metalin üstünde biriken ve kolaylıkla akıtılarak alınabilen bu tür maddelere, cüruf (dışkı) adı verilir.

Cüruflar için kimyâsal bir formül ortaya koymak mümkün olmamakla berâber, genellikle kalsiyum ve magnezyumun fosfat ve silikatlarıdır.

CÜVEYRİYYE

Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek hanımlarından. Câhiliye devrindeki adı Berre idi. Resûlullah efendimizle evlendikten sonra Cüveyriyye oldu. Benî Mustalak kabîlesi reîsi Hâris’in kızıdır. Doğum târihi kesin bilinmemekle berâber, 675 (H.56) senesinde Medîne’de vefât etti.

626 (H. 5) senesinde yapılan Müreysî (Benî Mustalak) Savaşında alınan esirler arasında bulunan hazret-i Cüveyriyye’nin bu savaşta amcasının oğlu olan kocası öldürülmüştü. Kabîlesinden esir alının 500 kişiyle birlikte Medîne’ye getirildi. Esirler taksim edilirken hazret-i Cüveyriyye Sâbit bin Kays’a düştü. Sâbit bin Kays onu satmak isteyince, bir rivâyete göre babası Hâris satın almak istedi. Bu iş için bir sürü deve getirdi. Bu develerin içinden çok iyi cins olan iki deveyi şehrin dışında sakladı. Hâris, Resûlullah efendimizin huzûruna gelince, Resûlullah efendimiz; “Falan yerde sakladığın iki deveyi de getir.” buyurdu. Bu husûsu kendinden başka kimsenin bilmediğini düşünen Hâris şaşırıp kaldı. Bu mûcize karşısında kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu. Resûlullah efendimiz de develeri alıp kızını verdi. Daha sonra Hâris’in iki oğlu ve kabîlesinden pekçok kimse Müslüman oldu. Babası, kardeşleri ve kabîlesinden pekçok kimsenin Müslüman olmasından sonra hazret-i Cüveyriyye de Müslüman oldu. Bu sırada 20 yaşındaydı. Resûlullah efendimiz onu babasından isteyip kendisine nikâhladı. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm aynı kabîleden olup ellerinde bulunan esirleri; “Biz Resûlullah’ın hanımının, annemizin akrabâlarını hizmetçi olarak kullanmaktan hayâ ederiz.” diyerek serbest bıraktılar. Hazret-i Cüveyriyye bu hâli her zaman söyleyerek öğünürdü.

Hazret-i Cüveyriyye de Resûlullah efendimizin diğer hanımları gibi, sırası geldikçe zaman zaman gazâlara (savaşlara) katılırdı. Peygamber efendimizden bizzat işiterek hadîs-i şerîfler rivâyet etmiştir. İzzet-i îmân sâhibi, metânetli bir hanım olan hazret-i Cüveyriyye, çok ibâdet eder, kelime-i tevhîdi çok söylerdi. Peygamber efendimiz onu her geldiğinde bu hâl üzere bulurdu. Hazret-i Âişe onu; “Ben Cüveyriyye’den daha hayırlı, daha bereketli bir kadın görmedim.” diyerek medh ederdi. 675 (H. 56) senesinde Medîne-i münevvrede vefât etti. Mervân bin Hakem tarafından cenâzesi kılınıp Cennet-ül-Bakî Kabristanına defnedildi.

“Erkeklerden kim ipek elbise giyerse, Allahü teâlâ kıyâmet günü ona ateşten bir elbise giydirir.” hadîs-i şerîfi, Peygamber efendimizden rivâyet ettiği hadîsler arasındadır.

CÜZZAM

Alm. Aussatz (m), Lepra (f), Fr. Lépre (f), İng.Leprosy, Hanson’s disease. Hansen basili adı verilen özel bir mikroorganizma tarafından meydana getirilen, çevresel sinir sistemi ve deri başta olmak üzere birçok sistem ve organı tutabilen, bulaşıcı ve müzmin bir hastalık. Diğer ismi “lepra” olan hastalığa eskiden “miskin hastalığı” denirdi.

Bu hastalık mîlâttan 1600 yıl kadar evvel Hindistan ve Mısır’da mevcuttu. Eski Yunanlılar ve Araplar da bu hastalığı tanıyorlardı. Cüzzam, Roma askerleriyle Avrupa’ya sirâyet etti. Bilhassa Haçlı seferleri sırasında oldukça yaygın bir hâl aldı. Hastalık yaygınlaşmaya başladıkça cüzzamlılar âdetâ lânetlenmiş kimseler olarak kabul edilip, sosyal hayattan tecrid edildiler. Hatta cüzzamlılara mahsus adalar vardı. Hastalar bu adalarda kendi hallerine bırakılmaktaydılar. Cüzzamlı hastaları toplayıp barındıran ve miskinhâne olarak bilinen kurumlar da vardı. On altıncı asrın başlarına doğru cüzzam Avrupa’da azaldığı için hastalar yeniden bâzı sosyal haklara kavuştular. Hastalık Îsâ aleyhisselâm zamânında çok yaygın olup, Îsâ aleyhisselâm mûcize olarak cüzzamlıları iyi ederdi.

Hastalık âmili olan basil 1873 senesinde Hansen tarafından keşfedilmiştir. Bu basil birçok özelliği bakımından veremi yapan Koch basiline benzemektedir. Bu mikrop tabiatta sâdece insan vücudunda bulunmaktadır. Sun’î ve tabiî hiçbir yerde üretilememiş olup, yalnızca Güney Amerika’da yaşayan “Armadillo” isimli hayvanda hastalık yapabilmektedir.

Bulaşmada hastalık âmilinin genellikle deri yoluyla alındığı kabul edilmektedir. Mikrobun alınabilmesi için ise açık cüzzamlı denilen krop yayan hastalarla doğrudan doğruya ve sıkı temas şarttır. Hastalığın bulaşması için basilin çocukluk yaşında alınması da şarttır. Büyük ihtimâlle ileri yaşlarda basillere karşı meydana gelen direnç hastalığın ortaya çıkmasını engellemekte, fakat çocukluk yaşında henüz böyle bir direnç gelişemediğinden basilin alınması ile yıllar sonra da olsa hastalık ortaya çıkmaktadır.Meselâ 30 yaşında cüzzam teşhisi konan bir kimse, cüzzam mikrobunu çocukluğunda almış demektir.

Cüzzamın kuluçka süresi oldukça uzundur. Bu süre iki seneden yirmi seneye kadar vücudun direncine bağlı olarak uzayabilir. Cüzzam hastalığının tablosu vücudun direncine bağlı olarak birbirinden ayrılan iki ana tip ve iki ara tipten meydana gelir. Ana tipler “Lepramatöz tip” ve “Tüberküloit tip” cüzzamlardır. Ara tipler ise “Borderlein tip” ve “İndetermine tip” cüzzamlardır.

Lepramatöz tip cüzzam: Cüzzamın en kötü tipi budur. Vücudun direnci tamâmen kırıktır. Cüzzam basilleri çok sayıda ve faaldir. Küçük, çok sayıda ve gövdede simetrik olarak yayılmış, sınırları keskin olmayan, parlak bakır kırmızısı renginde lekeler sözkonusudur. Bu lekelerin olduğu deri bölgeleri zamanla hissini kaybeder. Yüzde, ensede, uzuvlarda, memebaşı ve avret mahallinde yerleşen sert açık kahverengi lekeler de söz konusudur ki, bunlara “leprom” ismi verilir. Yüzde, yerleştiklerinde “arslan yüzü” denilen yüz görünümünü ortaya çıkarırlar. Lepromlar ayrıca “semer burun” denilen burun çöküntüsüne, damak delinmesine, göz kapaklarının düşmesine, ses kısıklığına, parmakların kendiliğinden kopmasına da yol açarlar. Lepromlar iyileşecek olurlarsa mutlaka yerlerinde iz bırakırlar.

Cüzzamın bu tipinde sinirler nisbeten daha az etkilenirler. Fakat organları hastalandırması daha sıktır. Karaciğer giderek harap olabilir. Hayalar (erbezleri) etkilenerek kısırlık ortaya çıkar. Kemikler etkilenerek derin kemik harabiyetleri gelişir. Göz etkilenerek körlük ortaya çıkabilir.

Tüberküloit tip cüzzam: Cüzzamın en iyi şekli budur. Bu tipte daha ziyâde çevresel sinir sistemi etkilenmektedir. Yüz felci meydana gelebilir. El kaslarına gelen bâzı sinirlerin felci sonucu “pençe el” görünümü ortaya çıkar. Ayağı kaldıran kasların felci sonucu hasta ayağının sırtına basar duruma gelir. His sinirlerinin felci sonucu ısı temas ve ağrı hislerinin ortadan kalkması sözkonusudur. Böylece hasta el ve ayağını koruyamaz, dolayısıyla yaralar açılır. Meselâ sigarası elini yakar ama hasta farkında değildir. Ayrıca terbezleri de çalışamadığından deride kuruluk giderek artar ve deri dökülmeye başlar. Bu sinirlerle ilgili belirtilerden başka deride dağınık olarak birkaç tâne küçük leke bulunabilir.

Borderlein tipi cüzzam:Lepramatöz ve Tüberküloit tipler arasında bir tablodur. Gelişim olarak iki tipten birisine daha yakın olur. Hangi tipe doğru gidiyorsa o tipin özellikleri daha belirgin olmaktadır.

İndetermine tip cüzzam:Ekseriya bir tek leke şeklinde kendisini gösterir. His bozukluğu da gösteren bu leke etrafa doğru yayılabilir veya ortası iyileşebilir.

Cüzzam sinsi ve yavaş seyirli bir hastalıktır. Tedâvi edilmeyen hastalarda bütün harabiyetler yavaş yavaş ortaya çıkar. Cüzzamın klasik seyrinde bâzan âni alevlenmeler görülebilir. Genel durumda bozulma yüksek ateş, bulantı, kusma, mevcut deri ve sinir bozukluğunda alevlenmeler veya yeni bozuklukların ortaya çıkması şeklinde beliren bu yeni ataklara “lepra reaksiyonu” ismi verilir. Bunların bir kısmı sonucunda hastalığın iyileşmesi ve gerilemesi görülürken bir kısmının sonunda da hastalığın daha kötü bir safhaya girdiği görülür.

Korunma ve tedâvi: Yetişkinlere hastalığın bulaşması sözkonusu değildir. Ancak hastalara yakın çevredeki çocukların hastalıktan korunması düşünülebilir. Bunun için BCG aşılamaları ve 2 yaşından küçüklere haftada 5 mg ve 2 yaştan büyüklere de haftada 10 mg “Dapson” adlı ilaç verilebilir. Çocukların hastalık olan çevreden uzaklaştırılmaları en uygun tedbirdir.

Cüzzam, ihbârı mecbûrî hastalık olup, tedâvi devlet eliyle ve ücret alınmadan yapılmaktadır. Tıbbî tedâvi için sülfon tuzları kullanılır. Cüzamın tıbbî tedâvisi kadar cerrâhî tedâvisi, fizik ve pisikiyatrik tedâvisi de çok mühimdir.