COĞRAFYA

Alm. Geographie (f), Fr. Geographie (f), İng. Geography. Yeryüzüne bağlı olayları her türlü teferruat ve çeşitleriyle inceleyen ilim dalı. Kelimenin aslı Yunancadır. Yunanca yer mânâsına gelen “geo” ve tasvir mânâsına gelen “grophein” kelimelerinin birleşmesiyle türetilmiş bir kelimedir. İslâm ilim dünyâsına 10. asır ortalarında, Osmanlılara ise 16. asırda girmiş bulunan bu kelime yerine eski İslâm kaynaklarında “Sûretül Arz” (Yeryüzü) “İlmul-Mesâlik ve’l Memâlik” (Yollar ve Ülkeler İlmi)“İlmul Berîd” (Posta İlmi)ve “İlmül Coğrafya” (Coğrafya İlmi) isimleri kullanılmıştır.

Bütün yerküre, coğrafyanın konularını teşkil eder. Bu sebepten coğrafyaya âit pekçok yardımcı ilimler vardır.Yardımcı ilimlerle kaynaşmış bir vaziyette olduğundan coğrafya ile bunlar arasında ayırt edici kesin çizgiler yoktur. Bu yardımcı ilimler, Jeofizik, Jeoloji, Petrografi, Pedoloji, Astronomi, Hidroloji, Meteoroloji, Botanik, Zooloji, Antropoloji, Etnoloji, Etnografya, Sosyoloji, Târih, İktisat, Jeopolitik, İstatistik, Jeodezi, Topografya ve Kartografya’dır. Coğrafya bu ilimler yardımıyla sorulara cevap verir, incelemeleri yapar ve gelişir. Coğrafî araştırma ve çalışmalarda, bu her biri çok geniş olan ilimler üç esâsa göre işlenir ve netîceler coğrafyalaştırılır. Coğrafyanın esasları olarak bilinen bu ilkeler dağılış ilkesi, ilgi ilkesi ve sebep ilkesidir. Gözlenen ve incelenen olaylar yeryüzünün bir yerine bağlanır ki, bu dağılış ilkesini meydana getirir. Bu dağılış ilkesi yeryüzündeki olayların belli bölgelere mahsus olmasından kaynaklanmıştır. Nüfus dağılışı gibi. Yeryüzünde meydana gelen birbirinden farklı olayların birbirleriyle olan münâsebetleri, bağlılıkları ve karşılıklı tesirleri ilgi (münâsebet) ilkesini meydana getirir. Hâdiselerin ve konuların yeryüzünün herhangi bir yerinde çeşitli şartlar altında o bölgeye bağlı bir uyum içerisindeki karşılıklı ilgi ve etkilerinden bu ilke ortaya çıkmıştır. Meselâ bir bölgede gür ormanların bulunması orada bol yağışın olduğunu gösterir. Coğrafyadaki olay ve konuların dağılışı sebepleri bunların birbirleriyle olan ilgilerinin açıklanması sebep ilkesini meydana getirmiştir. Meselâ bir bölgede toprağın bol, verimli ve sulanabilir olmasına rağmen, nüfûsun az olmasının sebeplerinin açıklanması bu ilke sâyesinde mümkündür.

Coğrafyada üç ilkeden başka incelemelerde metod ve ifâde de mühim bir yer tutar. Coğrafya bir deney ilmi değildir. Tamâmen inceleme ve araştırmaya dayalı bir ilimdir. İlkelerle tetkik edilecek olan konular yeryüzündeki olayların gözlenmesiyle elde edilir. Araştırma seyâhatlerindeki gözlemlerin önemi çok büyüktür. Bu sebeptendir ki, “Coğrafya bir gözlem ilmidir.” denir. Gözlemler netîcesinde elde edilen bilgiler önce tasvir yoluyla derlenir, sonra açıklanır. Tasvir, gözlenen olayları veya konuları çeşitli özellikleriyle söz, yazı çizgi ve harita şeklinde tanıtmaktır. Tasvir olmayan bir coğrafya düşünülemez. Coğrafyada gözlemlerle toplanan bilgiler ve olaylar belli bir bölgeye bağlanır. Yereltme denen bu işlemin yapılabilmesinde en büyük yardımcı haritalardır. Coğrafya tasvirlerinde (yereltme işleminde)ilk olarak yapılması gereken işler, gözlemi yapılan bölgenin topoğrafik özelliklerini bir harita üzerinde ifâde etmek, uygun adlandırma yapmak, seyahat sırasında gerekli şekil, profil, kesit, kroki çizmek, fotoğraf çekmektir. Keşfi biten bölgelerde ve bilhassa teknikte ilerlemiş memleketlerde ilmî araştırmalar yaygınlaşmıştır. Bu gibi yerlerde yörelerin topoğrafya ve jeoloji haritaları yapılmış, iklim olaylarını incelemek için meteoroloji istasyonları kurulmuş, nüfus ve coğrafyayı ilgilendiren diğer konularda (hayvan, bitki, vs.) sayımlar yapılmış ve yapılmakta, çeşitli istatistikler hazırlanmış ve devâm edilmektedir. Ayrıca etnoğrafya ile ilgili incelemeler de ilerletilmiştir.

Coğrafya incelemelerinin ifâdesinde yazı, harita ve resim en önemli araçlardır. Gözlemler en iyi harita ve resimle ifâde edilirken, çeşitli olaylar arasındaki alâka, ancak yazı ile mümkün olabilmektedir.

Coğrafyanın bölümleri: Coğrafya öncelikle Genel Coğrafya ve Ülkeler Coğrafyası şeklinde iki ana bölüme ayrılır.

1. Genel Coğrafya: Çok çeşitli olan coğrafya olaylarından ve konularından her biri ayrı ayrı yerlerde veya belli bir bölgede araştırılır. Bu olayların meydana gelişleri, nasıl oldukları ve yayılma şekilleri genel coğrafya çerçevesinde incelenir. Meselâ dünyâ nüfûsu, Türkiye’deki dağlar genel coğrafya konularıdır. Genel coğrafyada çeşitli kategorilerde toplanan coğrafya olayları ve konuları (dağlar, ovalar, çöller, göller, denizler, akarsular, şehirler vb.)ayrı ayrı incelenir. Bunların dağılışlarına âit özellikler ifâde edilir. Bu sâyede çeşitli coğrafya olaylarının sebep, meydana geliş şekilleri ve dağılışları tesbit edilir. Bu coğrafya kolunda gözlem ve kıyastan doğan araştırma yolları önemli olup, olayların ve konuların sınıflandırılması, bunların kurallara bağlanması temeldir. Olaylar ve konular canlı ve cansız olmalarına göre ayrı olarak incelenir. Genel Coğrafya; Fizikî Coğrafya, Biyocoğrafya, Beşerî Coğrafya ve Ekonomik Coğrafya olmak üzere kendi arasında dört bölüme ayrılır.

a) Fizikî Coğrafya: Cansız yeryüzü (yüzey şekilleri, hava, su vb.)bu bölümde incelenir. Jeomorfoloji, Klimatoloji, Sular Bilgisi ve Denizler Bilgisi Fizikî Coğrafyaya âittir. Fizikî Coğrafyanın bilgilerinden türeyip gelişen bir coğrafya dalı da Matematik Coğrafyadır. Bu coğrafya dalı, dünyânın ölçülerini ve çeşitli noktaların kesin olarak (çok az hatâ ile)yerlerini tâyin etmeye çalışır. Coğrafyacılar yeryüzünü haritalarda “paralel” ve “meridyen” denilen çizgilerle bölmüşlerdir. Paraleller ekvatordan olan uzaklıkları, kutuplar arasında çizilen meridyenler ise doğu batı doğrultusundaki uzaklıkları gösterir.

b) Biyocoğrafya: Canlıların, bitkiler ve hayvanların mevcut yeryüzü olaylarıyla ilgileri ve birbirlerine olan etkileri, hayvanlar ve bitkilerin dağılışları, bu dağılışın sebepleri, meydana getirdikleri topluluk çeşitleri, bunun sebepleri araştırılır ve incelenir.

c) Beşerî Coğrafya: İnsanları inceleyen bu dalda, insanların yerleşme bölgeleri, bu bölgelerin özellikleri, soyları, lisanları, inanışları, yerleşme biçimleri, çeşitli ülkeler ve milletlerin kültürleri incelenir.

d) Ekonomik Coğrafya: İktisâdî olayların yeryüzündeki bir ülkede, bir bölgede dağılışı ve bunun diğer coğrafya olayları ile ilgisini ortaya koyan ve sebeplerini araştıran coğrafya dalıdır.

2) Ülkeler Coğrafyası:Özel Coğrafya da denir. Yeryüzünde kara parçaları (kıtalar), ülkeler, denizler, bölgeler, yöreler gibi çeşitli yerlerin coğrafya şartlarıyla belirlenmiş özelliklerini inceleyen coğrafyanın ikinci ana dalıdır. Yeryüzünde bir bölümdeki çeşitli olayların birbiriyle karşılıklı tesirleri, bulunduğu yerle ilgisi incelenir. Bu coğrafya dalında yapılacak araştırmalarda önce o yerin yüzey şekilleri (dağ, ova, yayla vs.)belirtilir. O bölgedeki başka olay ve konular (iklim, bitki örtüsü, hayvanlar, insan toplulukları gibi) ilâve edilir.

Ülkeler Coğrafyası da kendi arasında Karalar Coğrafyası, Ülkeler (Devletler) Coğrafyası, Bölge Coğrafya Monografları olarak bölümlere ayrılır.

Coğrafyanın târihi:Çok eski çağlarda coğrafya düşüncesi olduğu, yapılan araştırmalar netîcesinde anlaşılmaktadır. Polenezyalıların yapmış oldukları “çubuk haritaları” bu fikri kuvvetlendirmektedir. Eski çağlarda coğrafya ile uğraşanlar bu işe bilinen veya tasarlanan yerleri çizmekle başlamışlardır. İfâdeler resim ve ilkel haritalar şeklinde olmuştur. Taşan nehirlerin kenarlarındaki tarlaların sınırlarının tesbiti bu işe yardımcı olan en önemli faktördür. Mezopotamya’da yaşamış eski kavimlerde coğrafya, mitoloji ve teolojiye dayanmıştır. Bu çağlarda hak dinlere inanmayanlar, dünyâyı düz alanlar kabul ediyorlardı. Mezopotamyalılar dört köşesinde birer ülke olan dörtgen bir dünyâ olduğunu kabul etmişlerdir. Bu çağdaki coğrafya bilgisi gemicilerden, tüccarlardan, savaş seferlerinden ve diğer haber alma kaynaklarından toplanmıştır. Eski Çağ coğrafyası matematik ve târihî doğrultuda gelişmiştir. Bâzı astronomların yapmış oldukları ölçmeler, dünyâyı çeşitli kuşaklara ayırma işlemleri, Matematik Coğrafyanın gelişmesine sebeb olmuştur.

Ortaçağın başında Haçlı seferlerinin sonlarına kadar batı Hıristiyan dünyâsında coğrafya ilmi eski çağ bilgilerinin değişik bir şekil ile kabulünden ileri gitmemiştir. Dünyâyı düz bir şekilde, ortasında Kudüs’ün bulunduğu tepsi gibi düşünen batı âlemi, Hıristiyan taassubu içinde boğulmuş bir durumda kalmıştır. İslâmiyetin insanlara gönderilmesi ve dünyâda kısa bir süre içinde Batı Asya, Kuzey Afrika, İspanya, Sicilya, Hind, Çin, Orta Asya, Doğu Afrika, Malezya Adalarına kadar yayılması, İslâmiyetin ilme verdiği ehemmiyet sâyesinde diğer ilimlerde olduğu gibi coğrafyada da müslümanların ilerlemesini temin etmiştir. Müslümanların kurdukları coğrafya bilimine daha sonra, yapılan ilâveler sâdece onların kurdukları coğrafya bilgileri ve temelleri üzerine yapılan araştırmalardır. İlimlerin temellerinde ve esaslarında bir değişiklik yapılmamıştır. Yedinci ve dokuzuncu asırlarda Müslümanlar ticâret yollarında hem karadan hem denizden Çin’e ulaşmış, muson rüzgârlarının düzenli esişlerini keşfederek Güney Asya ile Doğu Afrika arasında işlek deniz yolları tesis etmişlerdir. İslâm coğrafyacı ve seyyahları, dünyânın pekçok yerini dolaşmışlar, bu ilim adamları Müslüman hükümdârlar tarafından ilmî araştırmaların devâmı için teşvik edilmişlerdir. Müslüman coğrafyacılar yeryüzünün meskûn alanlarını (bayındır yerlerini) enlemlere göre belirtmişlerdir. Güneş ışıklarının dikliğine ve uzun gün süresine göre batı-doğu doğrultusunda yedi iklim bölgesine, bunların her birini tekrar boylamlarla on bölüme ayırmışlardır.

Dokuzuncu asır coğrafya âlimlerinden Belhî (847-934)nin Suverü’l-Ekâlim (İklim Tipleri)adlı İslâm ülkeleri atlası başlıca eserlerindendir. İslâm dünyâsının coğrafya doğrultusunu geliştiren âlimlerden İbn-i Havkal ve İstahrî’nin yazdıkları Kitâb-ül Mesâlik ve’l Memâlik (Yollar ve Memleketler)adlı eserleri çok meşhurdur. Onuncu asırda yetişmiş seyyahlardan El-Mes’ûdî ve İbn-i Fadlan ile daha sonraki asırlarda yetişen seyyah ve coğrafya âlimlerinden İdrîsî, Ebü’l-Fida ve İbn-i Battûta iklimler ve ülkelerle ilgili çok çeşitli coğrafya eserleri vermişlerdir. Bunlardan Tancalı İbn-i Battûta (1303-1368) İslâm dünyâsını, bütün Asya’yı Anadolu’dan Malay Takımadalarına kadar gezmiştir. Seyâhatnâme’si meşhurdur.

Mu’cem adıyla hazırlanmış olan lügat (sözlük)şeklindeki, çöl ve bozkırlardaki kuyu ve su kaynağı, vaha, otlak, çayır gibi coğrafî yerleri belirten ve bu sâyede buralarda yaşayan insanlara faydalı olmak üzere hazırlanmış eserler coğrafyanın önemli eserlerindendir. Bu eserlerin en eskisi İslâmiyetin ilk zamanlarında Bekrî tarafından hazırlanmış olanıdır. Bu husustaki bir başka eser ise Yâkut’un Mu’cem-ül-Büldân (13. asır) adlı eseridir.

Namaz için kıbleye (Kâbe’ye) doğru dönmek, namaz vakitleri ve mübârek günlerin kamerî aya göre olması Müslümanların astronomide ilerlemelerini temin etmiştir. Bir derecelik yay ölçüsüyle girişilen yer ölçmelerinde büyük gelişmeler olmuş, coğrafî koordinatları düzeltilerek yeni astronomi cetvelleri hazırlanmıştır. Bu yolda çalışan âlimler arasında Harezmî (9. asır), Ferganalı Ahmed ibni Kesir (9. asır), Belhî (10. asır), Ebû Reyhan el-Bîrûnî (11.asır),Nasîrüddîn Tûsî (13. asır) ve Uluğ Bey (15. asır) en başta gelenleridir. Târihî coğrafya üzerinde çalışanlar daha ziyâde memleketleri ve oralarda yaşayan insanları, yolları anlatmışlardır. Bunların başında Nâsır-ı Hüsrev Seyâhatnâmesi, Belâzûrî’nin Fütûh-ül-Buldân’ı ve Makrizî’nin Hıtat’ı gelir.

Ortaçağın sonlarında Batıda coğrafya yeni yeni canlanmaya başlamıştır. Buna sebeb olan hâdiseler Batı-Hıristiyan âleminin İspanya ve Sicilya’daki Endülüs Müslümanlarıyle temasları, Haçlı seferleri sırasında Doğu İslâm dünyâsını tanıma ve Müslümanların yardımlarıyle ilmî, medenî gelişmeleri görmeleri ve bunlardan istifâde etmeleridir. On üçüncü asır sonlarında Çin’e açılan kervan yoluyla doğuya gelen Venedikli tüccar ve seyyahlar, buradan aldıkları bilgileri Batıya aktarmışlardır. Bunlardan en meşhurları Marco Polo’dur. Bunların yanısıra Müslümanların yazmış oldukları coğrafya eserlerinin Batı dillerine tercüme edilmesi Hıristiyan dünyâsında coğrafya ilminin gelişmesine vesîle olmuştur.

Yeniçağda coğrafyanın en büyük eseri meşhur denizci ve âlim Pîrî Reisin yazdığı Kitab-ı Bahriye adlı kitaptır. Yeniçağın ortaçağla olan köprüsü (geçiş dönemi) olan eser olarak nitelendirilmektedir. Seyyahlık ve bu sâyede yeni yeni ülkelerin bulunması bu çağın coğrafya ilmindeki gelişmenin genel görünüşünü meydana getirir. Haritacılıkta ilerlemeler, coğrafyanın yardımcısı olan ilimlerdeki gelişmeler dikkat çekicidir. Dünyâ haritalarının yanısıra özel haritalar ve bu haritalarda projeksiyon usûllerinin kullanılması, kıyılar, dağlar, göller, akarsular ve diğer yüzey şekillerinin gösterilmesi, nisbeten daha incelik ve doğruluk kazanmıştır.

Coğrafyaya olan ilgi arttıkça ülkeleri tanıtan Kozmografya ismi verilen seyahat tasvirlerini ihtivâ eden eserler yazılmıştır. Bunlardan en meşhûru Kâtip Çelebi’nin Cihannümâ’sıdır.

İstatistiğin coğrafyaya girmesi ilk olarak 16. asırda Venedik’te nüfus istatistiğiyle olmuştur. Fizikî coğrafya alanında da iklim değişikliklerinden hareketle pekçok ilerlemelerin olduğu yeniçağda N.Kopernik (N.Copernicus) o zamâna kadar kabul edilen yer merkezli âlem yerine Endülüs âlimlerinden Batrûcî’nin eserlerinden alarak güneş merkezli âlem sistemi fikrini ileri sürmüştür (Bkz. Batrûcî). İklim değişikliklerinin yanında alize rüzgârlarının keşfedilmesi ve 17. asırda barometrenin yükseklik ölçmelerinde kullanılmasıyla haritalarda yükselti eğrilerinin gösterilmesi Fizîkî Coğrafyada meydana gelen ilerlemeler olmuştur. 1634’te ilk olarak başlangıç meridyeni için heyet çalışmaları yapılmış ve başlangıç meridyeni olarak o zaman Paris Rasathânesinin 20° batısından geçtiği kabul edilen Kanarya Adalarının Ferro meridyeni kabul edilmiştir. Bu çağda Matematik Coğrafyadaki en önemli gelişme “nirengi” (triangulatiron) usûlünün kullanılmaya başlaması olmuştur. Meteorolojideki ilerlemeler Klimatoloji, bitkiler ve hayvanlar âlemindeki çalışmalar da Botanik ve Zooloji ilminin gelişmesini temin etmiştir. Beşerî iktisâdî coğrafyanın yeni kurulduğu bu çağda Kartoğrafya üzerinde yeni ilerlemeler olmuştur.

Yeniçağda Fizikî Coğrafya üzerine B.Varenius’un yazdığı Geographia Generalis adlı eserde (1650) yerküre üzerindeki olaylar, sular, atmosfer incelenmiş, ışın ile ısının dağılışı kuşaklar biçiminde belirtilmiştir. Târihî Coğrafya üzerine Philipp Clüwer’in yazdığı İntroducto Universam Geographiam tam Veterem tam Novar adlı eser vardır. Meteorolojideki gelişmelerden istifâde eden A. Von Hum Boldt 1817’de ilk olarak izoterm haritası çizmiştir. Bu Klimatolojinin temeli olarak kabul edilmektedir. 1776 senelerinde A. Simith’in iktisat ilmini kurması bunun coğrafyaya girmesini temin etmiştir.

Günümüz coğrafyasına gelirken Beşerî Coğrafya oldukça ilerleme kaydetmiştir. On sekizinci asır sonları ile 19. asır ortalarına kadar temel olarak iki fikir olması bu husustaki araştırmaların yoğunluk kazanmasına vesîle olmuştur. A.Kirchhoff’un Memleketler Coğrafyası Dersleri Fr. Van Richtofen’in China adlı eseri ve Fr. Ratzel’in meşhur Anthrappageographie (Beşerî Coğrafya) adlı eserleri Beşerî Coğrafyanın gelişmesine büyük faydalar sağlamıştır. On dokuzuncu asrın sonlarında coğrafyadaki farklı fikirler ortadan kalkmıştır. Günümüzde bütün coğrafya olayları birbirlerine bağlı ve karşılıklı ilişkili olmalarına göre, tabiat ilminin temeline dayalı olarak araştırılır, sebepleri aranır ve îzâh edilir. Son zamanlarda yazılmış her biri çok büyük ciltler hâlindeki ülkeler coğrafyası eserleri vardır. Bunlardan Fransızca Geographie Universelle serisi, Almanca Handbuch der Geographischen Wissenschaft serisi ve İngilizce The Regions of the World ile International Geography adlı eserler en önemlileridir.

Osmanlılar devrinde coğrafya: Coğrafya, Osmanlılarda, Matematik Coğrafya olarak başlamış ve bir müddet bu yönde ilerlemiştir. Rükneddîn Ahmed, Kazvînî’nin (ölm. 1383) Acaibü’l-Mahlûkât ve Garâibü’l-Mevcûdat adlı kozmografya ve coğrafya eserini tercüme ederek Çelebi Sultan Mehmed’e sunmuştur. Yazıcızâde Ahmed Bîcan Acâibü’l-Mahlûkât ve Dürr-i Meknûn adlı kozmografya eseri vermiştir. Semerkant rasathânesi müdürü olan Bursalı Kâdızâde Rûmî’nin (1337-1412) talebesi olan Fethullah Şirvânî, Sultan İkinci Murad zamânında Semerkant’tan Kastamonu’ya gelerek Fâtih Sultan Mehmed Hanın hükümdarlığının ilk senelerine kadar burada yaşamıştır. Ali Kuşçu (ölm. 1474) ve torunu Mîrim Çelebi (ölm. 1525) ilk Osmanlı coğrafyacıları olup çeşitli eserler vermişlerdir.

Üç kıtaya hükmeden bir cihan devleti hâline gelen Osmanlılar Deniz Coğrafyasında dünyânın en ileri memleketiydi. Büyük coğrafya âlimlerinden Piri Reis (1470-1554) Akdeniz’in limanları, akıntıları ve başka olaylar hakkında bilgi veren, Osmanlı denizcilerinin geleneklerini ve kendi bilgilerini katarak Kitab-ı Bahriye adlı eseri yazmıştır. Piri Reis’in çizmiş olduğu, bugün bile ilim adamlarını hayretten hayrete düşürmekte olan harita Amerika kıtasının doğruya yakın şekli verilmektedir. Haritacılık bu zamanda çok gelişmiştir. Hind Okyanusuna gidip buradan kara yoluyla Gücerat, Sind, Horasan, Irak-ı Acem, Maveraünnehr ve İran yoluyla Türkiye’ye dönen Seydi Ali Reis (ölm. 1562) seyahatinde gördüklerini Mir’atü-l Memalik adlı kitabında anlatmıştır. Bu eser Almanca, Fransızca ve İngilizceye tercüme edilmiştir. Seydi Ali Reis’in 1554’te yazdığı kısaca Muhit olarak bilinen Kitabü’l Muhit fi İlmi’l Eflak ve’l Bahr adlı eseri bir derlemedir.

Bu zamanda Deniz Coğrafyasının yanında diğer ülkeler üzerinde geniş bilgiler veren eserler de yazılmıştır. Bunlardan bâzıları Hitay-name, İ’lâmu’l-İbad fî A’lâmilbilâd (Yer Adlarını Halka Bildirme) Evdahü’l Mesâlik ilâ Mârifeti’l-Memâlik (Ülkeleri Bildiren Açık Yollar),Menazirü’l Avâlim (Âlemlerin Görünüşü) ve Tarih-i Hind-i Garbî’dir.

On yedinci asırda yaşayan Kâtib Çelebi’nin (1608-1656) yazdığı coğrafya eserleriyle Osmanlı coğrafya ekolü meydana getirilmiştir. Kâtib Çelebi’nin yazdığı Cihannüma adlı eser ülkelerin tasvirlerini ihtivâ etmektedir. Birçok dile tercüme edilen bu kitap 20. asrın başlarına kadar bütün dünyânın istifâde ettiği temel bir eser olmuştur. Yine ayrı zamanlarda yaşayan Evliyâ Çelebi’nin (1611-1678) seyâhatleri netîcesinde yazdığı, genellikle târihî coğrafya yönünden şehirleri, ülkeleri tanıtan, yüzey şekillerini ve etnografya bilgilerini anlatan on ciltlik Seyâhatnâme adlı eseri meşhurdur. Coğrafya-ı Kebîr adlı eserin sâhibi Ebû Bekir bin Behrâm 17. asrın sonlarında yaşamış olan meşhur coğrafya âlimlerindendir. On sekizinci asır âlimlerinden Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin Mârifetnâme adlı eseri ve Elhac Mehmed Edib’in Menâsikül-Hac adlı eseri günümüzde de önemli olan eserlerdir.

On dokuzuncu asırda Mahmud Râif Efendinin Fransızca olarak yazdığı Coğrafya Üzerine Bir Derleme, Ahmed Cevad’ın Ma’lûmâtü’l Kâfiye fi Memâliki’l-Osmaniyye’si (1872) Hüseyin Beyin Memâlik-i Osmâniyye’si(1887). Mehmed Hikmet Beyin Coğrafya-i Umrân’ı (1896) ve Ömer Subhi Beyin bir derleme olan Coğrafya-i Hikemî adlı eserleri, Hâfız Şeref’in coğrafya atlası olan Yeni Atlas (1868)ve Yeni Coğrafya Atlası (1891), Ahmed Rifat Efendinin coğrafya ansiklopedisi ve sözlüğü olan Lügat-i Târihiye ve Coğrafiye (1882) ve Şemseddîn Sâmi Beyin (1889-1899) Kâmûsü’l A’lâm adlı eserleri, coğrafya eserlerinin en önemlileridir. Uzun harp yıllarında bâzı coğrafî eserler yazılmışsa da bunlar pek fazla önemli değildir.

Cumhûriyet devrinde coğrafya: Bu devirde “tasvir coğrafyası” yerine, yardımcı bilgilere dayanan, olayların coğrafî dağılışlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini ortaya koyup sebeplerini araştıran, günümüz coğrafyasının ilkelerine geniş yer veren “açıklamalı coğrafya” gelişme yoluna girmiştir. Bir ülkedeki coğrafya araştırmalarının hızla ilerlemesi, o ülkedeki harita, meteoroloji, hidroloji, mâden, istatistik, jeoloji ve toprak araştırma işlerinin gelişmesi için bu kollarla ilgili araştırmacıların üniversiteler tarafından yetiştirilmesi lâzımdır. Bu yönde yapılan çalışmalar bu temele uygun olarak yapılmaktadır. “İstikşaf haritalarının” yapılması bu sâyede topografik şekil ve olayların görülebilmesi, hava fotoğraflarının çoğalması ve fotogrametre ile haritaların geliştirilmesi, Devlet Meteoroloji İşleri Müdürlüğünün 1937’de tesisi, Türkiye sularının gözlem ve araştırmalarını düzenlemek üzere DSİ ve TEK’in yaptığı çalışmalar, 1935’te Mâden Tetkik ve Araştırma Enstitüsü (MTA)nün kuruluşuyla jeoloji araştırmaları bu çalışmalardandır. Bugün yurdumuzda jeoloji haritası çıkarılmış durumdadır.

Coğrafî araştırmaları için önemli olan diğer kaynaklardan istatistiklerin temeli 1926’da atılmış olup, nüfus, ekonomi, mâliye, ticâret, millî eğitim istatistikleri olarak çok çeşitli yapılan istatistikler yüzlerce cilt hâlinde araştırmalara ışık tutmak üzere hazırlanmıştır. Tarım, orman ve toprak araştırmaları husûsunda hazırlanmış pekçok rapor, araştırma ve inceleme eserleri yayınlanmıştır.

Bu çalışmalara paralel olarak üniversitelerde kurulan Coğrafya Fakülteleri ve Enstitüleri araştırma ve öğretim gezilerine önem vermişlerdir.

Cumhuriyet devrinde Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yapılan coğrafi araştırmalar ile ilgili pekçok yazı, rapor, kitap yayınlanmıştır. Bu araştırmalar genellikle Ankara Üniversitesinin Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi, Coğrafya Enstitüsünde çalışan coğrafyacılar tarafından ve İstanbul Üniversitesi coğrafyacıları tarafından yapılmıştır. Bu dönemde coğrafya araştırmaları için batıdakilere benzer şekilde geziler yapılmış, açıklamalı coğrafyada temelden yürünmüştür.

Bugün elde bulunan Türkiye Coğrafyası kitapları küçük sayılacak eserlerdir. Birçok ciltlerden meydana gelmiş ayrıntılı bir Türkiye Coğrafyası henüz hazırlanmamıştır. Ancak coğrafyaya yardımcı bilim malzemelerinin artışı Türk coğrafyacılarının araştırmalarının çoğalması, böyle bir çok eserin meydana getirilmesi imkânlarını hazırlamıştır.

COLUMBUS, Christopher (Kristof Kolomp)

Amerika’yı keşfettiği kabul edilen denizci. Cenova doğumlu olup 1451-1506 yılları arasında yaşadı. Harita yapma merâkına sâhib olup genç yaşlarında deniz yolculukları yaptı. İngiltere’ye, muhtemelen Grönland’a seyâhat etti. 1482’de Portekizliler tarafından inşâ edilen Afrika Altın kıyısındaki Kale’ye gitti. Hemen hemen bu zamanlarda meşhur “Batıya giderek Hindistan’a ve Uzak Doğuya varılacağı” fikrine sâhib olmuştur. O zamânın fen bilgileri ile uğraşanlar dünyânın yuvarlak olduğuna inanmaktaysa da büyüklüğü hakkında belirsizlik vardı. Columbus daha önceki coğrafî bilgileri öğrendi. Bunlardan, yanılarak dünyânın olduğundan daha küçük olduğunu çıkardı. Avrupa ile Japonya arasını olduğunun beşte biri kadar hesapladı. Tabiî zamânındakiler gibi, Amerika kıtasından ve ötesindeki Pasifik Okyanusundan haberi yoktu. Düşündüğü seyâhatı yapmak için 1485’te Portekiz kralına başvurdu, sonuç alamayınca İspanya’ya geldi. 1486’da Kraliçe İsabella’ya teklifini sundu. Ancak altı yıl sonra Kraliçe İsabella ve Kral Ferdinand seyâhatini para vererek desteklemeyi kabul ettiler.

3 Ağustos 1492’de 120 kişilik mürettebâtı bulunan Santa Maria, Nina ve Pinta isimli gemilerle Palos limanından batıya açıldı. Rüzgârdan faydalanmak için güneybatı yönden ilerleyerek 3 Eylülde Kanarya Adalarına geldi. 12 Ekimde Bahama Adalarına geldiğinde, mürettebâtı isyân durumundaydı. Bundan sonra ve hayâtı boyunca Doğu Hindistan’a ulaştığını zannetti. Bu yanlışlık günümüze kadar bu bölgenin “Batı Hindistan” ve Amerikan kızılderililerinin “Hindistanlılar” olarak isimlendirilmesi şeklinde devâm etmiştir. O bölgeden hareket ederek orayı Asya’ya benzetmeye çalıştı. Altın ve bahârât hayâli gerçekleşmedi. Santa Maria gemisinin karaya oturması sonucu bu bölgede 39 kişi bıraktı. Kuzeydoğu doğrultusunda geri gelerek 15 Mart 1493’te 224 gün sonra Palos limanına geri döndü. 1493 ilkbaharında mükâfâtlandırıldı. Koloni kurmak amacıyla 17 gemi ve 1200 denizci asker ve göçmenle 25 Eylül 1493’te Cadiz’den hareket etti. 3 Kasımda kolayca Dominik’e vardı. Daha sonra Antil Adalarını dolaşarak bugüne kadar gelecek olan isimlendirmeleri yaptı. İlk 39 kişinin bulunduğu yere varınca bunların kötü davranışları sebebiyle yerliler tarafından yerlerinden sökülüp atıldığını gördü. Hispaniola bölgesinde kurulan bu koloni Avrupa barbarlığını orada da göstererek, 1492’de 250.000 olan yerli nüfûsu 1508’de 60.000 ve 1560’da 500’ün altına düşürdü. Columbus 10 Mart 1496’da hareket ederek 11 Haziranda Cadiz’e geri döndü.

30 Mayıs 1498’de üçüncü seyâhatine koyuldu. Daha da güneye indi. Venezuella’ya yakın Trinidad Adasını keşfetti. Daha önce kurduğu koloniye geldiğinde durumu çok karışık buldu. 1500’de Ferdinand ve İsabella tarafından gönderilen yetkili, idâreyi ele aldı ve kendisini zincire vurarak İspanya’ya gönderdi. Ferdinand ve İsabella, Columbus’a 3 Nisan 1502’de dördüncü defâ seyâhat izni verdiler. Hindistan’a daha kısa bir yol bulmak için Orta Amerika sâhillerini baştan aşağı dolaşan Columbus, Panama’dan Pasifik Okyanusunu keşfedemedi. Bu târihten birkaç yıl sonra Vasco Nunez de Balboo tarafından keşfedildi. Gemilerin alt kısımları midyeler tarafından tahrib edildi. Columbus, Jamaika’da tam bir sene Kobani vâlisinden yardım için bekledi. Kasım 1504’te Kraliçe İsabella’nın ölümünden birkaç gün önce İspanya’ya ulaştı. Kral Ferdinand kendisi ile arası iyi olmayan Columbus’a iltifat etmedi. 20 Mayıs 1506’da İspanya’da dostları tarafından terk edilmiş olarak öldü.

COMPTON OLAYI

Elektronlar tarafından esnek biçimde saçılıma uğrayan X ışınlarının ve başka yüksek enerjili elektromagnetik ışınımların dalgaboylarında ortaya çıkan artış. Compton Olayı, ışının enerjisinin bir madde içinde soğurulmasının en temel biçimidir.

1923’te ABD’li fizikçi Arthur Holly Compton, X ışınlarının, foton adını verdiği kesikli (ayrık) elektromagnetik enerji darbelerinden meydana geldiğini varsayarak, dalgaboyunda görülen artışı açıkladı.

Bu olayın keşfi, ışığın hem dalga hem de parçacık yapısında olduğunu gösterdi. Compton, X ışınları gibi kısa dalga boylu ve yüksek enerjili ışınların, “foton” ismini verdiği enerji darbelerinden meydana geldiğini kabul etti. Maddî parçacıklar gibi enerji ve momentuma sâhib olan fotonlar aynı zamanda frekans ve dalgaboyu gibi dalgaya mahsus olan özelliklere de sâhiptir.

Fotonların enerjisi dalgaboylarıyla ters orantılı, frekanslarıyla doğru orantılıdır. Elektronla çarpışan bir fotonun, enerjisinin ve momentumunun bir kısmı elektrona aktarılmış olur. Çarpışma netîcesinde elektronlar, fotonun geliş doğrultusu ile bir açı yapacak şekilde geri tepilirken, daha az enerjili yâni dalga boyu büyük olan fotonlar ortaya çıkar. Bu fotonlar da elektronlara aktarılan enerji nisbetine bağlı olan bir açı ile saçılıma uğrarlar. Dalga boyundaki artış ile saçılma açısı arasında deney yoluyla bulunan bağıntı, çarpışmada momentumun ve enerjinin korunduğunu kabûl ederek bulacağımız bağıntının aynısıdır.

ŞEKİL VAR !

COPERNİCUS

(Bkz. Kopernik)

COULOMB

Elektrik yükü birimi. İçinden 1 amperlik akım geçen bir iletkenin herhangi bir kesitinden 1 sâniyede geçen elektrik yükü miktarı.

Bir iletkenden geçen akım I (Amper)ve akımın iletkenden geçtiği süre t (sn) ise, bu iletkenden geçen toplam elektrik yükü (Q) coulomb cinsinden:

Q=I.t ifâdesiyle bulunur.

COULOMB, Charles de

Fransız fizikçisi. 1736’da soylu bir âilenin çocuğu olarak doğdu. Tahsilini Mezieres istihkâm okulunda tamamladı. Orduya girdi, Buorbon Kalesinin yapımına nezâret etti. Üç sene burada kaldıktan sonra Fransa’ya geldi. 1772’de ordudan ayrıldı, araştırmalara başladı. Recherches Sur la Meilleure de Fabriquer Les Aiguilles Aimanteas (Mıknatıslı İğne Yapımında En İyi Usûl Üstüne Araştırmalar) adlı eserini 1777’de yayınladı ve akademide mükâfât kazandı. Theorie des Machines Simples (Basit Makinalar Teorisi)adlı eserini de 1779’da yayınladı. Elektrik yüklü cisimciklerin, aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak birbirlerini ittiklerini veya çektiklerini açıklayan ve kendi adıyla anılan kânunu buldu. 1786’da içi boş iletkenlerin elektrik ekranı vazifesi gördüğünü açıkladı. 1789’da magnetik moment kavramını ortaya attı. 1781’de Akademiye üye oldu. 1795’te kendisinin kurduğu Enstitü’de görev aldı. 1806 senesinde Paris’te öldü.

COULOMB KANÛNU

Elektrik yüklü (şarjlı) iki cisim, yüklerinin çarpımıyle doğru orantılı, aralarındaki r uzaklığının karesi ile ters orantılı olarak birbirlerini etkilerler.

Aynı işâretli yükler (+ + veya - -) birbirlerini iter, zıt işâretli yükler ( +- veya -+)birbirlerini çeker. Yükleri q ve q’, aralarındaki uzaklık r olan iki cismin birbirlerini itme veya çekmesi:

F=k.qq’/r2   F=newton   q=Coulomb r = metre ise;

k = 8,98.109nt.m2/coulomb2dir.

C.G.S sisteminde (cm-gr-s) k=1/Œdur. (Œ) ortamın dielektrik sâbitidir.

F=qq’/Œr2

F=dyn

q= e.s.y.b (elektrostatik yük birimi)

r=cm

1 coulomb=3.109 e.s.y.b.

Bâzı ortamların CGS sistemindeki dielektrik sâbitleri:

Ortam e

Hava -1

Boşluk- 1

Ebonit- 2,8

Cam-8

Mika-2,3

Parafin- 5/7

 

DİKKAT!

YUKARIDAKİ.......Œ.........HARFİ YERİNE ORJİNALİ PİKAJ EDİLECEK. DÖRT ADETTİR....................................

CÖMERTLİK

Alm. Freigebigkeit, Fr. Générosite, İgn. Generosity. Güzel huylardan biri. El açıklığı, malı, parayı hayırlı yerlere dağıtmaktan lezzet almak, İslâmiyetin emrettiği yerlere seve seve vermek. Cimriliğin zıddı. Cömertliğe Arapça “cûd” ve “sehâvet” denir.

Cömertlik iyi huyların en yükseklerindendir. Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde övülmüştür. Cömertlikten birçok güzel huylar doğar. Bunlardan sekizi meşhurdur:

1. Kerem; herkese faydalı işleri, para yardımı yapmasını sevmektir.

2. Îsâr; kendi muhtâc olduğu malı, muhtâc olan başkasına verip, yokluğuna kendisi sabretmektir. İyi huyların çok kıymetlisidir. Bu huy Kur’ân-ı kerîmde övülmüştür. Eshâb-ı kirâmın hâli böyleydi.

3. Affetmek; düşmandan veya suçludan intikam almaya, karşılığını yapmaya gücü yeterken, yapmamaktır. Kötülüğe iyilikle karşılık vermek, aftan iyi olur.

4. Mürüvvet; muhtâc olanlara lâzım olan şeyleri vermektir. Başkalarına iyilik etmesini sevmektir.

5. Vefâ; tanıdıklara arkadaşlara geçim işlerinde yardımcı olmaktır.

6. Müsâvât; tanıdıkları, arkadaşları nîmetlerine ortak kılmak, iyi geçinmektir.

7. Semâhat; vermesi lâzım ve şart olmayan şeyleri seve seve vermektir.

8. Müsâmaha; terk etmesi lâzım olmayan şeyleri başkasına faydalı olmak için terk etmektir. Başkasının kabahatini görmemezlik demektir.

Cömertlik, isrâf ile cimrilik arasında orta bir durumdur. Cömert olabilmek için, el ile vermek kâfi değildir. Ayrıca kalbin de verme işinden râzı olması, buna karşı çıkmaması lâzımdır.

Cömertlik husûsunda hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:

Cömertlik, Cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Dalları dünyâya uzanmıştır. Kim ondan bir dal tutarsa, o dal onu Cennet’e çeker.

Cömertlik, Cennet’te bir ağaçtır. Cömert olan onun bir dalını yakalamıştır. O dal onu Cennet’e götürmeden bırakmaz. Cimrilik de Cehennem’de bir ağaçtır. Cimri de bu ağacın bir dalını yakalamıştır. O dal, o adamı, Cehennem’e götürmeden bırakmaz.

Cömerdin yemeği şifâ, cimrininki hastalıktır.

Cömertlik bütün ayıpları örter.

CÖNK

Âşık edebiyâtına kaynaklık eden ve uzunlamasına açılan antoloji.

Cönklerin uzunluğu enine göre fazla olup, boyuna açılırlar. Bu yüzden halk arasında “sığır dili” veya “dana dili” olarak da anılırlar. Hemen her türlü malzemeyi bulundurduklarından güçlükle manevra yapabilen gemiler için de bu tâbir kullanılmıştır.

Cönkler bulundurdukları malzemeye göre dört şekilde sınıflandırılır. Bunlardan birincisi, yalnız bir şâirin şiirlerine yer verenler veya herhangi bir hikâyeyi içine alanlardır. İkinci olarak, halk şiiri yanında divan şiirine de yer verenler. Üçüncüsü, yalnız halk şâirlerinin şiirlerini bulunduranlar. Son olarak da, şiir yanında rüyâ tâbiri, büyü ve İslâmî mevzulara ayrılanlardır.

Bu defterler, daha ziyâde halk arasında şiir meraklıları tarafından tertiplenmiştir. Bu bakımdan tek nüshaları vardır ve kütüphânelere verilmeleri zordur. Meraklının zevkine göre, ciltli ve ciltsiz şekilleri vardır. Bunları okuyanlar bellerindeki kuşaklarında taşırlar ve dededen gelen bir zevkin halk arasında devâmını sağlarlar. Cins bakımından kâğıtları âharlı ve âharsız olmasının yanında, yerli ve yabancı cinsten olanları da vardır. Daha ziyâde 17. asırdan sonra görülmüşlerdir. Bâzı şiirlerin aslını bulmakta ve manzûmelerin eksikliklerini tamamlamakta, bir de şiirlerin hangi şâire âit olduklarını belirtmekte aydınlatıcı rol oynarlar.

Cöngün edebiyât târihi içinde yer alan tezkire ve şiir mecmuâları ile benzer ve ayrılan yönleri de vardır. Bu durum tezkirelerle karşılaştırılınca, tezkirelerin nüsha sayısının fazlalığını, bir yazarının bulunduğunu, telif târihinin olduğunu, yalnız divan şiiriyle yazan şâirlerin biyoğrafilerine ve şiirlerine yer verdiklerini ve bir devlet büyüğüne sunulduğunu zikretmek gerekir. Buna karşılık cönkler tek nüshadır. Şekil îtibâriyle sığır dili gibi uzunlamasına açılmakta, kütüphânelerden çok şiir meraklılarının elinde bulunmaktadır. Muhtevâ bakımından halk edebiyâtı mahsullerine ağırlık verilmekle berâber, divan şiiri yanında, büyü, halk ilâçları, duâlar vs. yer vermektedir. Tezyinât bakımından îtinâlı olanları, tezkilerelere nisbetle oldukça az görünür. Şiir mecmuaları ile de derleme ve tek nüsha oluşları, toplayıcının zevkine göre ortaya konulmaları bakımından benzerlik gösterirler. Yalnız muhtevâda şiir mecmuaları ekseriyâ dîvân şiirine yer vermişlerdir. Bunun yanında, duâlar ile ilaç vs. konularına yer veren mecmualar da vardır ve ekseriyâ kütüphânelerde toplanmışlardır. Okuyucuları da okumuş kültürlü tabakadır. Özen gösterilerek ciltlenmiş ve tezyin edilmiş mecmualar da oldukça fazladır. Bunlar şekil bakımından tezkirelere benzerler ve cönkler gibi uzunlamasına açılmazlar.

CUDİ DAĞI

Güney Doğu Anadolu bölgesinde bir dağ. Şırnak ilinin Silopi kazâsının hemen yakınında Hezil Irmağı ile Dicle arasındadır. Yüksekliği 2089 metredir.

Yarı kurak iklim bölgesinde olmasına rağmen 500 milimetreden fazla yağış alır. Kuzey yamaçlarında 1500-2000 m civârında yer yer çam ve meşe ormanları görülür. Güney eteklerinin yukarı kesimlerinde ağaçlı stepler, seyrek meşelikler, aşağı kesimlerde ise stepler uzanır.

Dağın meşhurluğu Nuh Peygamberin (aleyhisselâm), kendine inananlarla berâber bindiği geminin buraya oturmasından gelmektedir. Kur’ân-ı kerîmde Hud sûresinin 44. âyetinde Nuh aleyhisselâmın gemisinin oturduğu dağın Cudi olduğu bildirilmektedir. Ağrı Dağında olduğu iddiâsı Ermeniler tarafından iddiâ edilmekte ve dâvâlarını kuvvetlendirmek istemektedirler. Halbuki târihî kaynaklarda ve İslâmî tefsirlerde Nûh aleyhiselâmın gemisinin Cudi Dağında olduğu açıkça bildirilmektedir.

CUMÂ

Alm. Freitag (m), Fr. Vendredi, İng.Friday. Haftanın beşinci günü. Lügatte “toplanmak” demektir. Haftanın Perşembe ile Cumartesi arasındaki günü olan Cumâ günü, Müslümanlara mahsus en kıymetli gündür.

Allahü teâlâ Cumâ gününü Müslümanlara mahsus kılmıştır. Kur’ân-ı kerîmde Cumâ sûresi sonunda meâlen buyuruyor ki:“Ey îmân etmekle şereflenen kullarım! Cumâ günü, öğle ezânı okunduğu zaman, hutbe dinlemek ve Cumâ namazı kılmak için câmiye koşunuz. Alış verişi bırakınız. Cumâ namazı ve hutbe, size başka işlerinizden daha faydalıdır. Cumâ namazını kıldıktan sonra, câmiden çıkar, dünyâ işlerinizi yapmak için dağılabilirsiniz. Allahü teâlâdan rızk bekleyerek çalışırsınız. Allahü teâlâyı çok hatırlayınız ki, kurtulabilesiniz!”

Cumâ günü Cumâ namazından sonra isteyen işine gider çalışır, isteyen câmide kalıp namaz kılmakla, Kur’ân-ı kerîm okumakla ve duâ ile meşgul olur. Namaz vakti alış veriş sahihtir (yapılabilir). Fakat günahtır. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki:

“Bir Müslüman, Cumâ günü gusül abdesti alıp, Cumâ namazına giderse, bir haftalık günahları affolur ve her adımı için sevap verilir.”, “Günlerin en kıymetlisi Cumâ’dır. Cumâ günü, Bayram günlerinden ve Aşûre gününden daha kıymetlidir. Cumâ, dünyâda ve Cennet’te müminlerin bayramıdır. Cumâ namazı kılmayanların kalplerini Allahü teâlâ mühürler. Gâfil olurlar.”, “Bir kimse, mâni yokken, üç Cumâ namazı kılmazsa, Allahü teâlâ, kalbini mühürler. Yâni iyilik yapamaz olur.”, “Cumâ namazından sonra bir an vardır ki, müminin o anda ettiği duâ reddolmaz.”, “Cumâ namazından sonra, yedi defâ ihlâs ve Mu’avvizeteyn okuyanı, Allahü teâlâ, bir hafta, kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur.”, “Cumartesi günleri Yahûdîlere, Pazar günleri Nasârâya verildiği gibi, Cumâ günü de Müslümanlara verildi. Bugün Müslümanlara hayır, bereket, iyilik vardır.

Cumâ günü yapılan ibâdetlere başka günde yapılanların en az iki katı sevap verilir. Cumâ günü işlenen günâhlar da iki kat yazılır.”

Cumâ günü, ruhlar toplanır ve birbirleriyle tanışırlar. Kabirler ziyâret edilir. Bugün kabir azâbı durdurulur. Bâzı âlimlere göre, müminin azâbı artık başlamaz. Kâfirin Cumâ ve Ramazanda yapılmamak üzere, kıyâmete kadar sürer. Bugün ve gecesinde ölen müminler kabir azâbı hiç görmez. Cehennem, Cumâ günü çok sıcak olmaz. Âdem aleyhisselâm Cumâ günü yaratıldı. Cumâ günü Cennetten çıkarıldı. Cennet’tekiler, Allahü teâlâyı Cumâ günleri göreceklerdir. (Bkz. Cumâ Namazı)

CUMÂ DÎVÂNI

Osmanlı Devletinde Cumâ günleri olmak üzere sadrâzamın başkanlığında kurulan dîvân. “Huzur Mürâfaası” da denilir. Fâtih Kânunnâmesi’ne göre şer’î ve örfî dâvâlara pâdişâhın mutlak vekîli olan sadrâzamın huzûrunda bakılır ve karâra bağlanırdı.

Cumâ günleri sabah namazından sonra kazaskerler “örf” denilen büyük kavuklarını giyerek vezîriâzamın sarayına, yâni Paşa kapısına gelirler ve dîvânhânede yerlerini alırlardı. Dîvânda sadrâzamın sağında Rumeli, solunda da Anadolu kazaskeri otururdu. Yine sadrâzamın solunda ayakta olarak büyük tezkireci, çavuşbaşı, çavuşlar kâtibi ve diğer dîvân çavuşları ve bunların alt tarafında muhzır ağa ile bostancılar odabaşısı, kethüdâ yerleri, cebeci ve topcu çavuşları dururlardı. Diğer taraftan muhzır ağanın maiyeti olan muhâfız yeniçeriler de dîvânhâne merdiveninin aşağısında yer alarak verilecek emri beklerlerdi.

Dîvânda, dâvânın görülmesi, dâvâcı ile dâvâlının yüzleştirilmesi ve dinlenmesi biçiminde olurdu. Dâvâ tek celsede karâra bağlanırdı. Bir müddet görüşmelerden sonra, kazaskerlere yemek verilirdi. Eğer dîvânda müşkül ve tedkike muhtaç dâvâ olup, tehiri îcâb etmişse, yemekten sonra iyice gözden geçirilir ve sonra kazaskerler evlerine giderlerdi.

Cumâ dîvânı Topkapı Sarayındaki Kubbealtı’nda, bâzan da arz odasında toplanırdı. On sekizinci yüzyıldan sonra, Cumâ dîvânlarına İstanbul kâdısı da iştirak etmeye başlamıştır. Ancak yine bu yüzyıldan îtibâren sadrâzamlar işlerinin yoğunluğundan genel olarak Cumâ dîvânlarına katılamamışlardır. Bu îtibârla bu yüzyıldan sonra sadrâzamın başkanlığında toplanan dîvânlara Huzûr mürâfaası denilmiştir.

CUMÂ NAMAZI

İslâm dîninde Cumâ günü öğle vakti girince, cemâatle kılınan namaz. İlk Cumâ namazı Peygamber efendimizin Mekke’den Medîne’ye hicreti sırasında Ranuna Vâdisinde kılındı. Buraya sonradan Cumâ Mescidi yapıldı.

Cumâ namazı, on altı rekattir. Önce Cumâ namazının dört rekatlikilk sünneti kılınır. Bu sünnet, öğle namazının ilk sünneti gibi kılınır. “Niyet ettim Allahü teâlânın rızâsı için Cumâ namazının ilk sünnetini kılmaya, döndüm kıbleye.” diye niyet edilir. Sonra câmi içinde müezzin ikinci ezânı okur. Hatip de hutbeyi okur. Hutbe bittikten sonra cemâatle Cumâ namazının iki rekatlik farz’ı kılınır.

Cumâ namazının farzı kılındıktan sonra, dört rekatlik son sünneti kılınır. Bu son sünnet öğle namazının ilk sünneti gibi kılınır. Bundan sonra “Üzerime farz olan kılmadığım son öğle namazının farzını kılmaya.” diye niyet edilerek âhir zuhur namazı kılınır. Dört rekat olan bu namazın kılınışı öğle namazının farzının kılınışı gibidir.

Daha sonra iki rekat vaktin sünneti kılınır. Bunun kılınışı da sabah namazının sünnetinin kılınışı gibidir. Bundan sonra Âyet-el Kürsî okunur, tesbih çekilir ve duâ yapılır. Cumâ namazının farz olduğuna inanmayan, ehemmiyet vermeyen İslâmiyetten çıkar. Cumâ namazının farz olması için vücûb ve edâ şartları vardır. Edâ şartlarından biri bulunmazsa, namaz olmaz.

Edâ şartları: Birincisi, namazı şehirde kılmaktır. Hanefî âlimlerine göre şehir, cemâatı en büyük câmiye sığmayan yerdir. Bugün muhtarlık veya jandarması bulunan köyler şehir sayılır. İkincisi, devlet ve hükümet reisinin veya vâlinin izniyle Cumânın kılınmasıdır. Tâyin edilen bir imâm, Cumâ namazını kıldırabilir. Üçüncü şart, öğle namazının vaktinde kılmaktır. Öğle ezânı okununca dört rekat sünnetten sonra hutbe okunur. Arkasından cemâatle iki rekat Cumâ farzı kılınır. Dördüncü şart, hutbe okumaktır. İslâm âlimleri hutbe okumak, namaza başlarken Allahü ekber demek gibidir dediler. Yâni ikisini de Arapça okumak gerekir. Beşinci şart, hutbeyi namazdan önce okumaktır. Altıncı şart, Cumâyı cemâatle kılmaktır. Yedincisi ise, câminin herkese açık olmasıdır.

Vücûb şartları: Bir kimseye Cumâ namazının farz olması için dokuz şart lâzımdır: Şehirde, kasabada bulunmak; misâfire farz olmaz. Sağlam olmak, hür olmak, erkek olmak, âkil ve bâlig olmak, kör olmamak, yürüyebilmek, hapis olmamak, çok soğuk, yağmur, kar, fırtına, çamur olmamak.

CUMÂ SELÂMLIĞI

Osmanlı sultanlarının Cumâ namazına gidişleri ve dönüşleri sırasında yapılan merâsim. İslâm devletlerinde Cumâ namazının ictimâî ehemmiyeti pek büyüktü. Osmanlı pâdişâhları, kendilerinden önceki İslâm hükümdârları gibi at üstünde ve bir merâsimle büyük câmilerden birine giderek Cumâ namazlarını kılarlardı. Bilhassa halîfeliğin Osmanlılara geçmesiyle Yavuz Sultan Selîm Handan îtibâren Osmanlı sultanları aynı zamanda İslâm halîfesi de oldukları için, bu husûsa daha çok ehemmiyet vermişlerdir. Cumâ namazının kılındığı ve hutbenin verildiği câmilerin bütün Müslümanlara açık olması hükümdârın halkla temâsının sağlanarak derdini ve dileğini ona açıklamasını sağlıyordu.

Pâdişâhlar Sultan İkinci Abdülhamîd Hana kadar, câmilere, ata binerek giderlerdi. Rahatsızlığından dolayı Sultan Abdülhamîd Hanın saltanat arabasıyle Cumâya gitmesinden sonra atla gidilmez oldu.

Cumâ selâmlığı merâsiminde, askerî, mülkî ve ilmiye sınıfından pekçok kimse bulunur, her sınıf askerden meydana gelen birlikler namazdan sonra pâdişâhın önünde resmî geçitte bulunurlardı. Askerini seven, yüzyıllar boyu serhat boylarından zafer haberleri bekleyen ve atalarını yâd eden halk da bu merâsimleri büyük ilgi ile tâkib ederdi. O gün sokaklar bayram günleri gibi dolup taşardı.

Selâmlıklara bütün şehzâdeler, bâzı yâverler, tüfekçiler ve hünkâr çavuşları katılırdı. Selâmlığın hangi câmide yapılacağı bilinmediği için, halk Sultan Abdülhamîd Han zamânında, Yıldız Sarayı’nda toplanır, orada irâdeyi bekler, pâdişâh çıkınca onunla birlikte hareket ederdi. Bu esnâda alkışçı tâbir olunanlar şöyle söylerlerdi:“Uğurun hayır ola, yaşın uzun ola, yolun açık ola. Saltanatına mağrûr olma pâdişâhım senden büyük Allah var.”

Son devirde otuz üç sene pâdişâhlık yapan Sultan Abdülhamîd Hanın selâmlıkları hiç aksatmadığını, câmide dert ve sıkıntısı olanların arzıhallerini alıp gerekeni yaptırdığını târihî kaynaklar belirtmektedir. Sultan Abdülhamîd Han, namaz kılıp kılmamak hakkında kimseye mecbûriyet koymadığı gibi, baskıda da bulunmazdı. Yalnız velîahtların namaz kılmalarını ister, kılmayanları da îkâz ederdi.

Selâmlık resmini seyir için gelen halk uzaklarda dururdu. Pâdişâhı çok uzaktan da olsa görmeyi arzu eden halk, büyük bir kalabalık teşkil ederdi. Ecnebilere ise; bunlardan sefirler için mâbeyn dâiresinin önünde set üzerinde kapalı bir yer tahsis olunurdu. Sefirlere burada sigara, kahve vs. ikrâm edilirdi.

Pâdişâhlar, selâmlık merâsimi için her hafta bir büyük câmiye giderlerdi. Böylece halkın değişik câmilerde sultânı görüp, dert ve şikâyetlerini anlatabilmeleri mümkün olurdu. Cumâ selâmlığından sonra Balmumcu çiftliğine, Ihlamur ve Zincirlikuyu köşklerine, arasıra saltanat kayığı ile Beylerbeyi’ne geziler yapılırdı.