CİMRİLİK
Alm. Knauserei, (f), Geiz (m), Fr. Avarice (f), İng. Stinginess. Paraya, mala aşırı düşkünlük sebebiyle malı tutup dînin ve aklın bildirdiği yerde harcamamak. Cömertliğin zıddı.
Cimrilik kötü huylardan olup, cimri kimse, dünyâda ve âhirette kötülenir. Kötü huylar kalbi ve rûhu hasta eder. Hastalığın artması, kalbin rûhun ölmesine sebeb olur. Cimriliğin sebebi, uzun yaşama arzusu ve aşırı mal sevgisidir. İnsanın devamlı ölümü anması, ölünce bütün mallarını bırakacağını hâtırına getirmesi, cimrilik hastalığının ilâcıdır. Cimriliğin ayrı bir çeşidi daha vardır ki o da ilimde kıskançlık yapıp öğrenmek isteyene öğretmemektir.
Allahü teâlâ cimri olanları Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle kötülemiştir:“Allahü teâlânın fadlından kendilerine verdiği şeye bahîllik (cimrilik) edenler, hiçbir zaman onu kendilerine hayırlı sanmasınlar. Aksine bu, kendileri için bir şerdir (kötülüktür). Onların cimrilik ettikleri şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allahü teâlânındır.” (Âl-i İmrân sûresi: 180)
Peygamber efendimiz buyurdu ki:“Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden öncekilerin helâkına sebeb oldu.”
Cimrilik; “verilmesi îcâb edeni vermemektir” şeklinde de tanımlanmıştır. Malı korumak ne kadar mühim ise, saçıp savurmak da o kadar kötüdür.
Kişinin vermesi vâcib (lâzım) olduğu şeyleri, meselâ zekâtını, çoluk-çocuğunun nafakasını vermemesi cimriliktir. Bunlara bu şeyleri vermek zor ve ağır gelir. Böyle kimseler, tabiat bakımından cimridir. İmkânı varken darlık çekmek, muhtaçmış gibi bulunmak çirkindir. İmkânı varken, malı sevmekten dolayı, ihtiyaçlarını yerine getirmeyip, darlık ve ihtiyâç içerisinde bulunmak mürüvvet (insanlık) perdesini yırtar.
İbâdetlerini yapmayan, Peygamber efendimizin ism-i şerîflerini duyduğu hâlde salevât okumayan ve Müslüman kardeşine rastlayıp da selâm vermeyen kimsenin de cimri olduğu bildirilmiştir. En büyük cimrilik ise, Kelime-i tevhîdi inanarak söylememek sûretiyle, İslâm dînine girmeyi terk etmektir. Yine malından hayırlı yerlere ve fakirlere harcamak isteyen kimseye; “Malını tut, ihtiyâçlar çok, belki bir gün ihtiyâcın olur. Elindeki malı hayır yerlere harcarsan fakir olursun.” diyerek başkasının yapacağı hayra mâni olmak da en büyük cimriliklerdendir. Yine en büyük cimrilikten birisi de Allahü teâlânın akıl ve anlayış verdiği kimsenin Allahü teâlâya kulluk vazîfesini yapabilecek kadar ilim öğrenmekten geri durması ve câhil kalmasıdır.
Cimrilik kötü olduğu gibi, isrâfa kaçan aşırı cömertlik de doğru değildir. Cömertlikte en uygun olanı, orta yoludur. Peygamberimizin komşusu olan bir ihtiyar kadın vardı. Kızını Resûlullah efendimize gönderdi. Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok, bana namazda örtünecek bir elbise gönder, diye yalvardı.Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) o anda, başka elbisesi yoktu. Mübârek sırtlarındaki entariyi çıkarıp, o kadına gönderdi.Namaz vakti gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshâb-ı kirâm da bu hâli işitince, Resûlullah o kadar cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemâate gelemiyor. Biz de her şeyimizi fakirlere dağıtalım, dediler. Allahü teâlâ, hemen İsrâ sûresinin 29. âyetini gönderdi. Önce meâlen; “Ey habîbim, hasislik etme, bir şey vermemezlik yapma.” buyurup, sonra da; “Sıkıntıya düşecek ve namazı kaçırarak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada ortalama davran.” buyurdu.
Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
Cömerdin yemeği şifâ, cimrininki hastalık sebebidir.
Allahü teâlâ, bilgisiz cömerdi, cimri âbidden daha çok sever. En fenâ hastalık, cimriliktir.
Cimri olanlar, her ne kadar zâhid (dünyâdan el çekmiş) olsalar da, Cennet’e giremezler.
Her şekle girebilen, ateşin alev kısmından yaratılmış, gözle görülmeyen mahlûklar. Lügatta cin, cinnet, cinân, cennet, cenân ve cenin gibi Arapçada (C, N) harfinden meydana gelen kelimeler “örtülü”demektir. Cennet denilen yer, meyveler, çiçekler, güzel kokularla örtülü olduğundan, bu isim verilmiştir. Delilere, mecnûn denilmesi de, aklı örtülü olduğundandır. Cin denilen mahlûklar da, gözden örtülü olduğu, görülmediği için, cin denilmiştir. Cin, cinnîler demektir. “Peri”, Farsçada cin demektir.
Bütün mahlûklar, elementlerden yapılmış olup, enerji taşırlar. Mahlûklar görülen ve görülmeyen diye ikiye ayrılır.Normal fizik şartlarında, katı, sıvı hâlinde bulunan varlıkları ve renkli gazları görmek mümkün olduğundan, bunlardan yapılmış cisimler de görülür. İnsanda, katı maddeler ve su çok bulunduğundan insan görünür. Ot ve hayvanlar da aynı şekildedir. Cinnîler, havadan ve ateşten meydana gelmiştir. Bunun için cin görünmez. İnsanlar toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ, bu maddeleri organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirmektedir. Melek ve cinler ise, alev şekli değişerek onlara mahsus latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir. Alevin zulmânî (karanlık) olanından cin, nûrânî olanından melekler yaratılmıştır. Melek ile cin, yaratılış bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdir, kıymetlidir. Cin, hakîrdir, kıymetsizdir.Meleklerin, cinlere yakınlığı, insanın hayvana yakınlığı gibidir. İnsanların üstün olanları, melekten kıymetli; cin de hayvandan kıymetlidir.
Cin hakkında bilgi her peygamberin kitabında vardır. Cinler, Süleymân aleyhisselâmın emriyle iş görürlerdi. Cinnîlerin varlığı Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiştir. Zâriyât sûresinin 56. âyetinde meâlen; “İnsanları ve cinnîleri ancak, beni bilip itâat, ibâdet etmeleri için yarattım.” buyruluyor. Er-rahmân sûresi, 74. âyetinde, îmân eden cinnin Cennet’e gireceği bildiriliyor. Cinlere inanmayan, kabul etmeyen, başka şekillerde mânâlar vermeye çalışan İslâm dîninden çıkar. Cinnîlerde erkeklik ve dişilik olur. Evlenmeleri, evleri, yemeleri, içmeleri, üremeleri, ölmeleri, Muhammed aleyhisselâmın onlara da peygamber olduğu, Kur’ân-ı kerîmi dinledikleri, Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede toplandıkları ve Peygamber efendimizin onlara Kur’ân-ı kerîm okuduğu, ibâdet ettikleri, sadaka verdikleri, iyi işlerine sevap verildiği, cin kâfirlerinin Cehennem’e, müminlerinin ise Cennet’e gireceği din kitaplarında bildirilmiştir. Bunların da insanlar gibi müminleri, kâfirleri ve fâsıkları bulunmaktadır. Kâfir ve fâsık olanları insanlara zarar yaparlar. Muhâfaza melekleri insanı cinden koruduğu gibi, âyet-i kerîme ve duâ okuyarak, Allahü teâlâya sığınanlara da bir şey yapamazlar. Âyet-el kürsî, İhlâs, Mu’avvizeteyn ve Fâtihâ sûrelerini sık sık okumak da insanı cinden muhâfaza eder. Yalnız bunlardan fayda görmek için inancın düzgün olması gerekir.
İbn-i Sînâ, sar’a hastalığını anlatırken cinden bahsetmektedir. Diyor ki:“Hastalıklara birçok maddeler sebeb olduğu gibi, cinnin hâsıl ettiği hastalıklar da vardır ve meşhurdur. Cin, insan vücuduna girerek sar’a hastalığına sebeb olmaktadır.”
Alm. Sexus (m), Geschlecht, Genus (n), Fr. Sexualite (f), sexe (m), İng. Sex, sexuality. Yaşayan bir organizmada erkekle dişiyi ayırt etmeye yarayan yapı özelliği. Erkeklik, basitçe erkek cins hücrelerini üretebilme kâbiliyeti; dişilik ise, dişi cinsiyet hücresi (yumurta) yapabilme özelliğidir. Bu hücrelerin meydana getirildiği organlar erkekte testis (erbezleri), kadında ovaryum (yumurtalık)lardır. Bütün omurgalılar tek cinslidir. Yâni ya yumurtalıklara veya testislere sâhiptir. Canlılarda dış yapı ve özellikler bakımından da cinsler ayrı özelliktedir. Ancak bâzı tip canlılarda ki bunlar organizmaları çok basit olanlardır, her iki cinsiyet organı aynı vücutta bulunur.
İleri yapılı canlıların cinsiyeti eşey hücrelerinde taşınan kromozoma bağlıdır. Erkekte iki tip cinsiyet kromozomu bulunur. Bunlar, “X” ve “Y” tipi olarak gösterilir. Dişide ise iki tâne “X” kromozomu bulunmaktadır. Erkekten bu kromozomlardan birini, dişiden de birini alan çocuk, % 50 ihtimalle erkek, aynı ihtimalle dişi olacaktır.Kadından alacağı kromozom mutlaka X olacaktır. Erkekten ise ya Y kromozomu alacak ve erkek olacak veya X kromozomu alacak ve dişi olacaktır. Yâni cinsiyet tâyini erkeğe bağlıdır.
Cinsiyet kromozomları etkisinde tenâsül organları, gonadlar (erbezi veya yumurtalık) gelişir. Bunlara primer (birincil)cinsiyet karakterleri denir. Bir de sekonder (ikincil)cinsiyet karakterleri vardır. İkincil cinsiyet karakteri olarak erkekte sesin kalınlaşması, sakalların çıkması, kadında göğüslerin gelişimi söylenebilir. İkincil cinsiyet karakterleri yumurtalık veya testisler tarafından salgılanan cinsiyet hormonları etkisinde gelişir. Bâzan cinsiyet kromozomları üzerinde zararlı etkilerle değişiklikler meydana gelir. Bundan dolayı görünüş olarak her iki cinsten de farklı ve cinsiyeti tam bir cinse göre farklılaşmamış canlılar doğabilir.
Îsâ aleyhisselâmdan sonra yaşayıp, peygamber olduğu rivâyet edilen büyük bir zât. Vehb bin Münebbih’ten rivâyet edildiğine göre Îsâ aleyhiselâmın havârîlerinin talebesidir. Îsâ aleyhiselâmın dîninin hükümlerini bildirmiş ve pekçok kimse ona tâbi olmuştur.
Ticâretle uğraşan, kazancını fakir müminlere sadaka olarak veren Circîs aleyhisselâmın yaşadığı Musul bölgesinde putperest ve zâlim bir kral vardı. Bu kral taptığı Eflûn adındaki puta secde etmeyenleri ateşe attırıyordu. Circîs aleyhisselâm, onları görüp mücâdele etmeye karar verdi ve kralı Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet etti. Kral, Circîs aleyhisselâmın dâvetini kabul etmediği gibi, onun da puta tapmasını, aksi takdirde ağır cezâlara çarptıracağını söyledi. Circîs aleyhisselâm kralın istediğini reddettiği için, bir ağaç direk diktirip, Circîs aleyhisselâmı direğe bağlattı ve soyup vücûdunu demir taraklarla tarattı. Demir taraklar ile tarandıkça etleri lime lime parçalandı. Circîs aleyhisselâm Allahü teâlânın korumasıyla hiç acı duymadı. Etleri iplik iplik olduğu hâlde ölmedi. Kral keskin sirke ve tuz getirtip, Circîs aleyhisselâmın yaralarına bastırdı. Allahü teâlânın yardımıyla hiç acı duymadı ve ölmedi. Bu işkenceden netîce alamayan kral, büyük bir demiri ateşte kızarttırıp Circîs aleyhisselâmın başı üzerine koydurdu. Kızarmış demir başını yakıp, beynini kaynattı ve beyni yüzüne aktı. Fakat Allahü teâlâ Circîs aleyhisselâma yine acı hissettirmedi ve tekrar eski hâle çevirip korudu. Âciz kalan kral başka işkence yollarına saptı. Ateşte ısıtılmış ve içinde eritilmiş sıcak bakır bulunan kazana attırıp ağzını kapattırdı. Kazanın ağzını açınca Circîs aleyhisselâmın ölmediğini görüp, onu zindana hapsettirdi. Zindanda el ve ayaklarını çiviletip, yirmi kişinin zor kaldırdığı mermer taş sütunu onun üzerine yasladılar. Allahü teâlâ bir melek gönderip onu bu hâlden de kurtardı.
Zindandan kurtulan Circîs aleyhiselâm, tekrar krala giderek onu Allahü teâlâya inanmaya dâvet etti. Onun zindandan kurtulduğunu görüp şaşıran ve hiddetlenen kral, bir ağacı ikiye ayırtıp arasına Circîs aleyhisselâmı kıstırttı. İyice bağladıktan sonra, vücudunu küçük parçalar hâlinde kesip insan eti yiyen arslanların arasına attılar. Arslanlar onun etini yemediler. Allahü teâlânın gönderdiği bir melek Circîs aleyhisselâmın vücudunun parçalarını bir araya topladı. Allahü teâlâ Circîs aleyhisselâmı yeniden diriltti. Bu durumu görüp iyice şaşıran kral, sihir yaptırmak sûretiyle Circîs aleyhisselâmı şehid ettirmek istediyse de, ülkesinin en büyük sihirbazı, Circîs aleyhisselâm karşısında âciz kalıp, îmân etti. Kral sihirbazın dilini kestirdi. Halktan dört bin kişi de îmân etti. Kral bütün müminleri toplatıp, şehid ettirdi. Bundan sonra zâlim kral ve avânesi Circîs aleyhisselâmı da şehid ettiler.
At üzerinde bulunan iki takım yarışmacılarının birbirlerine belli kurallara göre değnek atarak oynadıkları oyun. Cirit, Türklerin eski atlı spor oyunlarından birisidir. Bir takım oyunu olan ciritte maksat, at üzerindeki binicileri hedefleyip değnekleri isâbet ettirmektir. Cirit adı verilen değnekler, mızrak biçiminde, ucu temizenli (demirli)muhtelif uzunluklardadır. Ekseriyâ kuru meşe veya soyulmuş hurma dalından yapılır. Ciritlerin mızraktan farkı, çapının daha ince olmasıdır.
Orta Asya menşeli (kökenli)olan cirit oyunu, yapılan akınlar ve hicretlerle Anadolu’ya geldi. Bilhassa Osmanlılarda çok yaygın bir spor dalı oldu. On beşinci yüzyılda saray çevresinde, orduda ve halk arasında yaygınlaştı. İnsanın muhârebe gücünü artırıp, savaşa hazırladığından saray ve Enderun eğitim proğramlarında cirit sporuna yer verildi.
Osmanlı ordusunda ciridi ustalıkla kullanan “Cündî” adlı özel bir süvârî sınıfı vardı. Pâdişâh ve kumandanlar askerlerin barış zamânında savunma ve saldırı yeteneklerini muhâfaza ederek geliştirmek, sefer ânında ise askerleri coşturarak aşka getirmek için cirit oyunları düzenlerlerdi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han ile Sultan Çelebi Mehmed Han devirlerinde cirit oyununa büyük ehemmiyet verilmiştir. Hattâ Amasya ve Merzifon’da binicilikleriyle meşhur birbirine rakib iki binici bölüğü meydana getirilmiştir.
Cirit oyununda, Orta Anadolu’nun küçük fakat mukâvemetli, çevik atları tercih edilmekteydi. Anadolu’da üç kısım cirit oyunu vardı: Birincisi, düğünlerde oynanan “düğün ciridi”; ikincisi, pazar ve panayır günlerinde oynanması âdet olan “deri ciridi”; üçüncüsü ise, cirid oyununun en yoğun olduğu dönem olan baharın gelmesiyle berâber hemen hemen her yerde oynanan “ilkbahar ciridi” idi.
Cirit oyununda, oyuna katılacak atlı delikanlılar meydanda iki grup hâlinde sıralanırlardı. Meydana büyük bir seyirci topluluğu geldiği için, sağa ve sola alanı açmak gâyesiyle iki değnekçi bulunurdu. Sonra çavuş gür sesiyle; “Osmanlılar alana” diye seslenirdi. “Osmanlı” tâbiri binici demekti. Atlılar meydanda yerlerini alınca, derhal davul zurna çalmaya başlardı. Yüz metre aralıkla ayrılan atlılar, iki dizi teşkil ederlerdi. Sırada bekleyen atlılardan biri, çavuşun işâreti ile berâber diziden çıkardı. Çıkışı ağır ağır olur ve atını oynatarak hasım atlılara, otuz metreye kadar yaklaşırdı. Gözüne kestirdiği bir atlıya elindeki cirit değneğini atar ve atmasıyla geriye dönüp kaçması bir olurdu. Kaçarken geriye bakmayı ihmâl etmezdi. Bu arada değnek atılan atlı, süratli hareket ederek onu kovalamaya başlar ve yaklaştığı anda değneği ona savururdu. Kovalayana, ilk cirit atan sıradan birisi, daha süratle çıkar ve hücum edene cirit atardı. Ancak bunun sıradan çıkması için, kovalayanın elindeki ciridi çıkarması şarttı. Bunun için kovalayan kimsenin aynı zamanda müdâfaa tertibâtı alması lâzımdı. Bu îtibârla derhal geriye döner ve dizisine doğru çekilirdi. Kendisini kovalayanı da dizisinden biri elindeki ciritle hazır beklemekteydi. Oyun böylece kızışır ve devâm ederdi. Cirit alanında; kafası yarılanlara, bayılanlara ve hattâ bâzan ölüm vak’alarına bile rastlanırdı. Ölüm vak’ası hâlinde, ölenin âilesi öldürenden dâvâcı olmazdı. Bu ölüm, er meydanında olmuş gibi şeref sayılırdı. Bu yüzden Sultan İkinci Mahmud Han, 1826’da cirit oynamayı yasakladı. Fakat eyâletlerde oynanmasına engel olamadı. Değneği ata vurmak çok ayıp karşılanır ve acemilik sayılırdı. Bu harekete yer veren derhal oyundan çıkarılırdı. Bunun için, cirit ustaları çok çevik olurdu. Değnek gelirken aynı anda atın sağ ve sol taraflarına yatarlardı. Hattâ cirit ustaları kaçarken kavak durması denilen duruşu yaparlardı. Buna göre binici, elleri üzerinde dikilip ayakları yukarı gelecek şekilde vaziyet alırdı. Çok süratli hareket eden hayvanların aynı hızla geri dönmesi durumunda, bâzan dengesini kaybedip yıkıldıkları olurdu. Bu sebeple ayak kırılmalarına da rastlanırdı. Bu duruma ciritçiler çok dikkat ederlerdi.
At üzerinde kartal gibi uçan bu cesûr ciritçiler, seyirciler üzerinde büyük bir heyecan uyandırırdı. Türklerde iyi sipâhîlerin yetişmesi, bu atlı oyunları sebebiyle idi.
Cirit oyunu eski önemini kaybetmekle berâber, günümüzde Anadolu’nun bâzı yerlerinde (Erzurum, Diyarbakır, Siirt, Konya) devâm etmekte ve senenin belirli zamanlarında müsâbakalar düzenlenmektedir.
(Bkz. Atletizm)
Alm. Indossament, Giro (n), Fr.Endossement, İng.Endorsement. Emre muharrer (yazılı) senetlerin devir usûlü. Ciro kelimesinin menşei, İtalyanca devir anlamına gelen girare kelimesidir.
Ciro, senet, police, çek, konişmento (konşimento), makbuz senedi, ipotekli borç senedi gibi emre yazılı kıymetli evrakın, mülkiyet değiştirmesinde kullanılan usûldür. Ciroyu senet emrine düzenlenen kişi lehdar yapar. Ciro eden kişiye ciranta denir. Ciro edilen kişinin adı, ciro târihi, ödeme emri yazılarak yapılan ciroya tam ciro, isim göstermeden yalnızca bir imzâ ile yapılabilen ciroya beyaz ciro adı verilir.
Ciro; nakil, teminat ve hak sâhibini teşhis olmak üzere üç tür fonksiyon îfâ eder. Temlikî, tevkilî ve terhinî ciro olmak üzere çeşitleri vardır.
Alm. Körper, Gegenstand (m), Fr. Gorps, objet (m), İng. Body, material, thing, matter. Maddenin şekil almış parçası. Ağırlığı ve hacmi olan varlıklara madde, maddenin şekil almış parçalarına da cisim denir. Bu târife göre hava, su, taş, tahta maddedirler. Işık, elektrik akımı birer varlık iseler de, madde değildirler. Çivi, iğne birer cisimdir. Hepsi, aynı demir maddesinden yapılmışlardır. Duran bir cismi harekete getiren, harekette olan bir cismi durduran veya hareketini değiştiren sebebe kuvvet denir. Duran bir cisme kuvvet etki etmezse, hep durur, hareket edemez. Hareket eden bir cisme kuvvet etki etmezse hareketi değişmez ve hiç durmaz.
Maddelerin, cisimlerin ve maddelerde bulunan enerjilerin hepsine “âlem” ve “tabiat” denir. Âlemde her cisim hareket etmekte, değişmektedir. Demek ki her cisme, her an çeşitli kuvvetler tesir etmekte, değişiklik hâsıl olmaktadır. Suların akması, rüzgârın esmesi, kuşların uçması, çocukların büyümesi, yaprakların sallanması, kalbin işlemesi, dünyânın dönmesi, cisimlerde görülen değişikliklerden bâzılarıdır. Cisimlerde meydana gelen değişikliğe hâdise veya olay denir. İki türlü hâdise vardır:
1. Fizik hâdisesi: Cisimde meydana geldiği zaman, cismin özünü, yapısını değiştirmeyen hâdiselerdir. Kâğıdın yırtılması fizik hâdisesidir. Çünkü kâğıdın şekli değişti, fakat özü yine kâğıttır.
2. Kimyâ hâdisesi: Bir cisim üzerinde meydana geldiği vakit, cismin mâhiyetini, yapısını değiştiren hâdiselerdir. Kâğıdın yanması, kimyâ hâdisesidir. Çünkü kâğıdın yapısı bozuldu, kül oldu. Fizik hâdiselerini inceleyen ilme fizik ilmi (hikmet); kimyâ hâdiselerini inceleyen ilme, kimyâ ilmi (şimi) denir. Bir maddeden yapılmış cisimlere, “saf cisim” adı verilir. Saf cisimde, bir maddenin belirli özellikleri vardır. Bir saf cisimden başka bir madde çıkarılamazsa, bu maddeye “basit cisim, eleman” denir. Demir, bakır, kükürt, oksijen birer elemandır. Bugün 105 eleman (element) bilinmektedir. İki veya daha çok eleman birbirleriyle birleşerek, başka sıfatları taşıyan, yeni bir madde meydana getirebilir ki, bu maddeye “mürekkep veya bileşik cisim” denir. Su, ispirto, şeker, tuz bileşik cisimlerdir. Bileşik bir cisimden, başka başka basit cisimler çıkarılabilir. Başka maddelere ayrılabilen saf cisme “bileşik cisim”denir. Bugün yüzbinlerce bileşik cisim bilinmektedir. Elemanları insanlar yapamaz, arar bulur. Bu sebepten insanlar îcâd edemezler, sâdece keşfederler. Îcâd, yâni yoktan var etmek Allahü teâlâya mahsustur.
CİVAN PERÇEMİ (Achillea Millefolium)
Alm. Schafgarbe (f), Fr. Tabouret (m), İng. Yarrow. Familyası: Bileşikgiller (Compositae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Orta ve Doğu Anadolu, Doğu Karadeniz.
Haziran-eylül ayları arasında, beyaz veya pembemsi renkli çiçekler açan, yol kenarlarında, tarlalarda ve kurak topraklarda yetişen, 20-100 cm yüksekliğinde, kokulu, çok senelik ve otsu bir bitki. Gövde dik, basit, dalsız ve yumuşak tüylüdür. Yapraklar sapsız, parçalı ve koyu yeşil renklidir. Çiçekler küçük, küme hâlinde toplanmış olup, hepsi birarada yalancı bir şemsiye teşkil ederler.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları yapraklı ve çiçekli dallarıdır. Dallar, çiçekler henüz tamâmen açılmadan, toplanır ve gölgede kurutulur. Uçucu yağ, sâbit yağ ve acı bir glikozit ihtivâ eder. Kuvvet verici, uyarıcı, diüretik ve mîdevî olarak kullanılır. Yara iyi edici özelliği de vardır.
Memleketimizde 20 civârında civan perçemi türü vardır. Bunların çoğu halk arasında yukardaki gibi kullanılır.
Alm. Jesuit, Fr. Jésuite, İng. Jesuit. Loyalı İgnas (Ignacio de Loyola) isimli bir papazın öncülüğünde Katolik papazlar tarafından 1512’de kurulan Hıristiyan misyoner cemiyeti. Cezvit Ignas, cemiyetin teşkilâtlanmasına dâir bir taslak hazırladı. Papaya tasdik ettirdi. Cemiyetin kuruluşundan kısa bir müddet sonra en yakın arkadaşını misyonerlik çalışmaları yapması için doğuya gönderdi. Daha sonra her tarafa dağıldılar. 1556’da Avrupa, Asya ve Amerika’da cizvit sayısı 1000 idi. 1749’da bu miktar 22.589’a ulaştı.
Papaya bağlı olan cizvitler, Rönesans ve reform hareketlerinden sonra halkın papa ve Hıristiyan din adamlarına olan düşmanlığından etkilendiler ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Hattâ Fransa, Rusya ve Portekiz’in baskısıyle Papa Ondördüncü Clemens 1773’te cemiyetin kapatılmasını emretti. Daha sonra 1814’te Papa Yedinci Pius yeniden açılmasına izin verdi.
Cizvitler Hıristiyanlıkta birçok reformlar (yenilikler)yaptı. Zamânın şartlarına uydurabilmek için Hıristiyanlıktan bâzı şeyleri kaldırdılar. Kadınların cemiyete alınmamasını kabul ettiler. Avrupa’nın ileri gelen âileleri arasında günâh çıkartma vazîfesini üzerlerine aldılar. Bilhassa misyonerlik faaliyetlerine ehemmiyet verdiler.
Cizvitler başlangıcından îtibâren Hıristiyan topluluk tarafından kabul gördükleri gibi lânetlendikleri de olmuştur. Bununla berâber esnek tavırları dünyânın her tarafında diğer Hıristiyan topluluklarıyle birlikte çalışmalarını temin etmiştir. Bugün de faaliyetlerini sürdürmektedirler. Bilhassa Asya ve Afrika’da çalışan misyonerleri diğer Hıristiyan kuruluşlarınkinden daha fazladır.
Gerek cizvitler ve gerekse diğer Hıristiyan misyonerler asırlardan beri Hıristiyanlık propagandası yapmaktadırlar. Buna rağmen insanları Hıristiyan yapmakta muvaffak olamamışlardır. Çünkü Hıristiyanlık olarak son derece tutarsız şeyler anlatmaktadırlar.
Nitekim cizvit cemiyetinin kuruluşundan kısa bir süre sonra, Çin’in Kontan şehrine giden cizvit papazları, Hıristiyanlığı anlatmak için Çin sultanından (fağfurundan) izin istediler. Sultan neler konuşacaklarını sordu. Onlar da anlattılar. Sultan dinleyince; “Ben Çin’de böyle saçmalara inanacak bir kimse bulunacağını zannetmiyorum. Eminim ki bunları dinleyen vatandaşlarımız dünyâda böyle hurâfelere inanan kimselerin de bulunduğunu göreceklerdir. Ben size izin veriyorum. Gidip Çin’in istediğiniz yerinde bunları anlatabilirsiniz.” dedi. Asırlardan beri hummalı bir şekilde çalışmalarına devâm ettikleri hâlde, Çinlileri de Hıristiyan yapamadılar.
Alm. Kopfsteuer (f), hist, Fr. Copitation, cote personnelle (f), İng. Poll tax. İslâm devleti idâresi ve himâyesinde yaşayan gayri müslim (Müslüman olmayan) vatandaşlardan şahıs başına alınan vergi. Lugat mânâsı “cezâ”, yâni “karşılık” demektir. Gayri müslimlerden ölümden kurtulma, canlarını, mallarını ve her türlü haklarını koruma karşılığında alınırdı. Bunlardan başka gayri müslimleri öldürmeyip cizye almakla, Müslümanlar arasında kalarak, İslâmın güzelliğini, hak din olduğunu görerek İslâm dînine girmeleri için onlara mühlet verilmiş, fırsat tanınmış olurdu. Bu bakımdan cizye aynı zamanda güzel bir İslâma dâvet metodudur.
Cizye harp veya sulh yoluyla alınırdı. Devlet harp yapılmasına karar verdikten sonra, muhâsara edilen (kuşatılan) şehir halkı, İslâm ordusu kumandanı tarafından önce İslâma dâvet olunur, kabûl ederlerse, Müslümanların kardeşi olurlar. Kabul etmezlerse, cizye denilen vergiyi verip, zımmî (gayri müslim vatandaş) olmaları istenirdi. Bu teklifi kabûl ederlerse, mükellef (akıllı ve bülûğa yâni ergenlik yaşına gelmiş olan) fakirlerinden her sene on iki dirhem gümüş alınırdı. Kolaylık olması için bu mikdâr aylara taksim edilir, her ayın sonunda bir dirhem gümüş tahsil edilirdi. Bu, yarım gram altın değerindedir. Orta hâllilerden iki dirhem, zenginlerinden ise dört dirhem alınırdı. Çalışmayandan, senenin yarısından fazla hasta olandan bir şey alınmazdı. Senede on bin dirhem gümüşten fazla geliri olana zengin, iki yüz dirhemden fazla kazanan orta hâlli sayılırdı. Çocuklardan, kadınlardan, çok ihtiyârlardan, yolculardan ve din adamlarından ve Müslüman olanlarından cizye alınmazdı.
İslâm devletlerinin hâkim olduğu topraklarda yaşayıp, adâletine sığınan ve cizye veren gayri müslimlerden şu şartlara uymaları istenirdi:
1) Kur’ân-ı kerîme dil uzatmamaları, 2) Resûlullah efendimizi yalanlamamaları, 3) İslâmiyeti kötülememeleri ve ona dil uzatmamaları, 4) Müslüman kadınlarla zinâ etmemeleri ve evlenme teşebbüsünde bulunmamaları, 5) Müslümanları dinlerinden döndürmeye çalışmamaları, onların mallarına, canlarına tecâvüz etmemeleri, 6) Düşmana yardım yapmamaları ve onların zenginleriyle dostluk kurmamaları.
Cizye akdinde (sözleşmesinde) bunlar şart koşulmasa da zımmîler bu şartlara uymak mecbûriyetindeydiler. Ayrıca şart koşulursa, uymadıkları takdirde antlaşmayı da bozmuş olurlardı.
Cizye veren gayri müslimler, ticâretlerinde, ibâdetlerinde serbest olurlar, mallarının, canlarının ve ırzlarının korunması devletin garantisi altına alınırdı. Cizye vermeyi kabul etmekle, İslâm devletinin vatandaşı olup, İslâmın adâleti altında Müslümanlar gibi huzur içinde yaşarlar, tam bir din ve vicdan hürriyetine sâhip olurlardı.
İslâm devletinde cizye, sosyal bir kurumdur. Cizye alınanlara yapılan hizmetler karşılığında bir çok gayri müslim, Müslüman olmakla şereflenmiştir. İslâmın adâleti ve güzel ahlâkı sâyesinde, milyonlarca insan seve seve Müslüman olmuştur. Nitekim hazret-i Ömer zamânında, Rum Kayseri Herakliyüs’ün büyük ordularını mağlub eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, zafer kazandığı her şehirde adamlarını dolaştırarak, Rumlara Halîfe Ömer’in emirlerini bildirdi. Humus şehrini alınca da; “Ey Rumlar, Allah’ın yardımı ile ve Halîfemiz Ömer’in emrine uyarak bu şehri de aldık. Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza kimse dokunmayacaktır. İslâmiyetin adâleti aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışarıdan gelen düşmana karşı Müslümanları koruduğumuz gibi sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere Müslümanlardan hayvan zekâtı ve öşür aldığımız gibi, sizden de senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almayı Allahü teâlâ emretmektedir.”dedi.
Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip beytülmâl emîni Habîb bin Müslim’e teslim ettiler. Herakliyüs’ün bütün memleketinden asker toplayarak, Antakya’ya hücûma hazırlandığını haber alınca, Humus şehrindeki askerin de Yermük’teki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde, şehirde memurları vâsıtasıyla îlân ederek; “Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeyi, sizi korumayı söz vermiştim. Buna karşılık sizden cizye almıştım. Şimdi ise halîfeden aldığım emir üzerine Herakliyüs’le harb edecek kardeşlerime yardıma gidiyorum, size verdiğim sözde duramayacağım. Bunun için hepiniz beytülmâla gelip, cizyelerinizi geri alınız, isimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır.” dedi. Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hıristiyanlar, Müslümanların bu adâletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden kurtuldukları için bayram yaptılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu seve seve Müslüman oldu.
Peygamber efendimiz, Dört Halîfe, Abbâsîler, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer İslâm devletlerinde bu emre uyularak, cizye toplanması aksamadan yerine getirilmişti. Osmanlılarda cizye, doğrudan beytülmâla (devlet hazînesine) toplanmamıştır. Toplama işi, timar ve zeâmet sâhiplerine bırakılmıştır.
Osmanlılarda 1856 târihinde Tanzimat ile cizye kalktı ve son zamanlarında, cizye yerine, askerlikten muâfiyet vergisi kondu. İkinci Meşrûtiyetten sonra, Hıristiyan ve Yahûdîler de askere alındıklarından, cizye uygulaması tamâmen kaldırıldı.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD)nin kırk ikinci başkanı. Babası William Jefferson Blythe’dir. 19 Ağustos 1946’da Arkansas’ta doğdu. Babası, Bill’in doğumundan dört ay önce kazada öldü. Annesi, on dört yaşındayken Roger Clinton ile evlendi. Bill Clinton üvey babasının alkolik olması sebebiyle oldukça sıkıntılı bir çocukluk hayâtı yaşadı. 16 yaşındayken, annesini ve küçük kardeşini döven üvey babasını tehdit etti. Lisede okuduğu yıllarda saksafon çalma merakına tutuldu. Evlis Presley, Martin Luther King ve John F. Kennedy’e karşı hayranlık duydu. 1963 yılında Beyaz Sarayda Başkan Kennedy’le karşılaştı.
Burs alarak tahsil yapmak üzere İngiltere’ye Oxford’a giden Bill Clinton “kayırılmak” sûretiyle Vietnam Savaşına katılmadı. Vietnam Savaşı aleyhtarı gösterilere katıldı. Üniversitede okuduğu yıllarda esrar içtiğini îtiraf etti. 1973 yılında doğum yeri olan Arkansas’a döndü. 1975 yılında Hillary ile evlendi. İki yıl sonra Arkansas vâlisi seçildi. 1980 senesinde vâlilik seçimlerini kaybetti. Ancak 1983’te yeniden seçildi. ABD başkanlığına adaylığını koyan Bill Clinton, 4 Kasım 1992 seçimlerinde başkan seçildi.
Kennedy’den sonra ABD’nin en genç başkanı ünvânını alan Bill Clinton, seçim kampanyası sırasında Rum Lobisinin etkisinde kalarak Türkiye’ye karşı açık tavır koydu. Kıbrıs’taki Türk varlığını kabul etmediğini açıkladı. Clinton 20 Ocak 1993’te başkanlık vazifesine başladı.
Alm. Entdeckungen (f.pl.), Fr. Explorations, decouvertes (f.pl.), İng. Explorations. Yer küresinin ilmî, ticârî veya askerî gâyelerle araştırılması. Keşifler, dünya kara ve denizlerin tanınması şeklinde 3000 senelik tahminî bir mâziye sâhiptir. Dünyânın derinliklerine, okyanus diplerine ve uzaya doğru yapılan incelemeler de bir yandan devam etmektedir.
Avrupa’da keşiflere Portekiz Prensi Henry’nin 1415 senesinde teşvikleriyle başlandı. Christopher Columbus gemilerle Amerika’yı, Vasco da Gama Hindistan’ı ve Ferdinand Magellan dünyâyı dönerek dolaşmak sûretiyle önemli keşiflerde bulunmuş oldular. Marco Polo ve Müslüman kâşif İbn-i Battûta’nın keşiflerle ilgili coğrafî kayıtları, haritaları çok mühimdir.
İbn-i Battûtâ, 1325-1354 seneleri arasında Asya kıtalarında çok uzun süren incelemeler yapmıştır. (Bkz. İbn-i Battûtâ)
Mîlâttan önce 600 senelerinde Mısır’dan başlayan bir seferle Afrika kıtası ile ilgili ilk keşif, Kızıldeniz’den geçilmek suretiyle güneydeki burun dönülüp, Cebelitârık Boğazından geçilerek, tekrar Mısır’a dönüldü. Bunu tarihçi Heredot kaydetmektedir. 1497 senesinde ise bu tür bir seyahate Vasco da Gama Lizbon’dan başlamış, önce Arjantin kıyılarına oradan Ümit Burnunu dolaşarak Müslümanların elinde bulunan Doğu Afrika kıyılarını geçtikten sonra Kalküta’ya kadar uzanmıştır. Bu seferi sırasında Vasco da Gama’ya Müslüman coğrafyacı ve denizci İbn-i Mâcit rehberlik etmiştir. 1499 senesinde tekrar Lizbon’a dönmüştür.
Christopher Columbus’un Hind Adalarına ulaşmak için yaptığı seyahatlerinde Bahama, Küba ve Amerika’nın güney kıyıları keşfedildi. Fakat Müslüman coğrafyacı İdrisî’nin (ölm. 1165), Atlantik haritasında Antilla Adalarını Pîrî Reis’in haritasında Amerika Kıtasını göstermesinden anlaşıldığına göre Müslümanlar Kolomb’dan önce bölgeden haberdar idiler. Daha sonra târihçi Fazlullah Ömerî (ölm. 1349), Batı Afrikalı Mense Kanka Mûsâ ve Sene, Gambiya kıyısından başlayan ikinci sefere başkanlık yapan İkinci Ebûbekr’in saltanatı zamanında Mali’den bölgeye keşif heyetleri gönderdiğini yazmaktadır. 1492 senesinde yapılan bu seferlerde Columbus daima Hind Adalarına gittiğini zannetmiş ve 1506 senesinde ölmüştür. Americus Vespucius 1501 senesinde Amerika kıtası kıyılarına sefer yaparak buranın yeni bir kıta olduğunu söyledi. Ferdinand Magellan Columbus’un keşfettiği adalara giderken fırtınaya yakalanmış ve Güney Amerika kıyılarından Pasifik Okyanusuna (Büyük Okyanus) ulaşarak burayı keşfetmiştir. Pasifik Okyanusunda sefere devam eden Magellan, nihayet Filipin Adalarına ulaşarak Colombus’un asıl bulmak istediği noktaya tesadüfen varmıştır. Magellan, Filipinlerde yapılan bir çatışmada öldüğünden kaptanı olduğu Victoria isimli gemi, 1522’de tekrar İspanya’ya dönmüştür. Bu seyâhat dünyâ etrafında yapılan ilk seyâhat olması bakımından da önemli bir yer tutmuştur. O devirde Hıristiyan âlemi dünyanın tepsi gibi düz olduğuna inanıyorlardı. Müslümanların dünyâ coğrafyası üzerine verdikleri bilgileri güzel değerlendiren ve bunları kendine mâl eden Vasco da Gama, Colombus ve Magellan gibi denizciler böylece meşhur oldular.
Colombus-Magellan döneminden sonra en mühim keşif seyâhatleri Kaptan James Cook tarafından 1768 ile 1779 seneleri arasında yapılmış; Güney Atlantik ve Güney Pasifik okyanuslarındaki adaları, Antarktika Kıtası dünyâ haritasındaki yerine konulmuştur.
Kuzey Kutbuna 1909 senesinde ilk ulaşan Amerikan Bahriye Subayı Robert E.Reary’dir. 1959’da Amerikan nükleer denizaltısı Skate, buzlar altında giderek kuzey kutbunda su üstüne çıktı. Güney kutbuna ise 1911 senesinde ilk ulaşan Amundsen’dir. Güney Kutbuna, köpeklerin çektiği kızak arabayla gidilmiştir.