CİBUTİ
DEVLETİN ADI |
Cibuti Cumhuriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Cibuti |
NÜFÛSU |
541.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
23.200 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Somali, Afar, Arapça |
DÎNİ |
İslâm |
PARA BİRİMİ |
Cibuti Frangı |
Doğusunda Kızıldeniz, kuzey ve güneybatısında Etyopya (Habeşistan), güneydoğusunda Somali ile çevrili bir Doğu Afrika ülkesi. Aden Körfezi ile Kızıldeniz’i birbirine bağlayan Bab el-Mendeb Boğazının batı kısmında yer alır.
Târihi
Asya ile Afrika kıtası arasında eski çağlarda meydana gelen göçlerde geçiş noktası olan Cibuti, 8 ve 10. asırlarda İslâm orduları tarafından fethedilmiş yerli halk İslâmiyeti kabûl etmiş ve 1862’ye gelinceye kadar başlarındaki kabîle reislerinin idâresinde İslâm devletlerine tâbi olmuşlardır. 1862’de Fransızlar çalışmaları tamamlanmakta olan Süveyş Kanalından geçerek gemilerin kontrolünü elinde tutmak için önce ülkenin kuzeyindeki Obock bölgesini işgâl ettiler. Daha sonraları güneye inerek Cibuti’yi sömürge bölgesine dâhil ettiler. 1869’da Süveş kanalının açılması ile Cibuti’nin stratejik önemi artmıştır. Daha sonra Fransa burayı bölgedeki sömürgelerinin idâre merkezi hâline getirerek “Fransız Somalisi” ismini verdi (1896). Etyopya (Habeşistan) ile Cibuti arasında 1917’de kurulan demiryolu, buranın önemli bir liman ve ticâret merkezi olmasını sağlamıştır. 1957 senesinde içişlerinde bağımsızlık kazanan Cibuti, 1967’de yapılan bir referandumda Fransa’ya bağlı kalmayı kabul etmiştir. Referandum netîcesinde Fransa ülkeyi “Fransaz Denizaşırı Toprakları” îlân etti. Somali ve Etyopya’nın ülkedeki bâzı kabîleleri ayaklandırmak sûretiyle kendi topraklarına katmak istemeleri üzerine, Fransa Cibuti’ye bağımsızlık tanıdı. 27 Haziran 1977’de de Bağımsız Cibuti Cumhuriyeti kuruldu. Bağımsızlık İçin Afrika Halk Birliği seçimleri kazandı ve bu birliğin başkanı Hasan Gouled Aptidan meclis tarafından Cumhurbaşkanı seçildi. Daha sonraki seçimleri de kazanan Hasan Gouled hâlen Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürmektedir. 8-9 Ocak 1991 târihinde Ali Aref Bourhan’ın liderliğinde başarısız bir darbe girişimi oldu. Hasan Gouled yine Cumhurbaşkanlığını korudu (1992).
Fizikî Yapı
23.200 km2 gibi küçük bir yüzölçüme sâhip olmasına rağmen, üç farklı fizikî yapısı mevcuttur. Kıyı bölgesi ile yüksek yayla bölgesini en yüksek noktası 1500 m’yi bulan dağlık bölge ayırmaktadır. Yayla bölgesi yer yer derin vâdilerle bölünmüş vaziyettedir. Irmakların mevcut olmadığı Cibuti’de bir çöküntü sonucu meydana geldiği anlaşılan Hanle Ovasında mevcut iki göl vardır. Alalı ve Assal ismindeki göller tuz gölü olup, bunlardan Assal deniz seviyesinden 150 metre aşağıdadır.
İklim
Sıcak ve kurak bir iklime sâhip olan Cibuti’de senelik sıcaklık ortalaması 32°C civârındadır. Yağış dağlık bölgelerde kıyı bölgesine nazaran biraz daha fazladır. Yıllık yağış ortalaması kıyı şeridinde 130 mm iken, dağlık bölgelerde 500 mm civârındadır.
Tabiî Kaynakları
Bitki örtüsü çok cılızdır. Yer yer görülen fundalıklar ve otlaklar hâricinde dağlık bölgelerde az da olsa zayıfÊormanlara rastlanır. Tuz göllerindeki tuz ülkenin sâhip olduğu en önemli kaynaktır. Tatlı su gölleri ve dereleri bulunmayan ülke başka hiç bir tabiî kaynağa sâhip değildir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
541.000 civârındaki nüfûsun ekseriyetini Afar ve İssa halkı teşkil eder. Bunlardan Afarlar Habeş, İssalar ise Somali asıllıdır. Arap, Avrupalı, Hintli ve Yahûdî azınlıkların da bulunduğu Cibuti’de Afarlar, İssalar ve Araplar Müslümandırlar. Afarlar ve İssalar arasında sık sık çatışma meydana gelmektedir. Bu iki grup otlakları paylaşamadıkları gibi, Afarlar Etyopya, İssalar ise Somali ile birleşmek istemektedirler. Halk genellikle başşehir olan Cibuti’de yaşamaktadır. Kalanlar ise diğer şehirlerde yaşamakla berâber, çoğunlukla göçebe hayâtı sürerler. 1977’ye kadar Fransızca olan resmî dili bağımsızlıktan sonra Afar ve İssa dilleri ile Arapça olarak kabul edilmiştir. Okullarda öğretim Arapça yapılmaktadır. Fakat Fransızlardan kalma okullarda hâlâ Fransızca öğretim devâm etmektedir. Göçebe halk hayvancılıkla uğraşır.
Siyâsî Hayat
Cumhuriyetle idâre edilen bir ülkedir. 65 üyeli meclis seçimle işbaşına gelir. Cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilir. 1977’de bağımsızlığını kazanmış olan Cibuti’de aynı sene yapılan seçimler sonunda teşkil edilen meclis, hükûmet ve seçilen Cumhurbaşkanı daha sonraki seçimleri de kazanmış olup, hâlen görev başındadır.
Ekonomi
Cibuti ekonomisinin temel dayanağını Kızıldeniz ile Hint Okyanusu arasında transit geçiş yapan gemiler teşkil eder. Başşehirdeki liman dünyâ deniz ulaşımında önemli bir uğrak yeridir. Gemi onarımı tezgâhları ve ikmâl depoları, transit geçiş yapan gemilerden döviz kazanmasına sebep olur. Etyopya’nın başşehrine bağlı olan demiryolları ticâretin büyük bir kısmının burada yapılmasını sağlar.
Göçebelerin yaptığı hayvancılığın bir yan kolu olarak et ve balık kombinaları ile konserve fabrikaları mevcuttur. Az da olsa kimyevî madde imâlatından söz edilebilen ülkede sulanabilen az bir miktar arâzide sebze ve hurma yetiştirilir. Hayvancılıkla uğraşan göçebe halk genellikle koyun, keçi ve deve besler. Tuz göllerinden bol tuz üretilebilme imkânı olmasına rağmen, ancak ülke ihtiyâcı kadar üretilir. Kıyılarda balıkçılık ve inci avcılığı da yapılmaktadır. Hiçbir şey ihraç etmeyen ülke şeker, un, çimento, ilaç ve pamuk dokuma ithal eder. Bu ithâlatını transit geçişlerden elde ettiği döviz geliriyle yapar.
Tuna Nehrinin sağ sâhilinde, Estergon Kalesinin karşısında ve batı yönünde bulunan eski bir Türk palankası. (Palanka: Ağaç ve topraktan yapılmış, hendeklerle çevrilip muhkem hâle getirilmiş siper veya küçük kale.) Estergon-Uyvar yolu üzerinde düzlük bir ovada kuruluydu. Ciğerdelen Kalesinin Tuna kıyısı rıhtım, duvarları ise dolma olarak yapılmıştı. Kalenin dört köşesinde balyemez topları ile tahkim edilmiş dört burç mevcuttu. 80 ev ve 10 dükkânı bulunan Ciğerdelen Kalesi bir dizdâr ve 250 muhâfız asker tarafından korunmaktaydı.
Önemli stratejik mevkilerden biri olan Ciğerdelen, Macaristan’daki Türk hâkimiyeti zamânında çeşitli askerî hareketlere sahne olmuştur. Burası Kânûnî Sultân Süleymân Han tarafından yaptırılan ayrı bir müstahkem mevki ile de meşhurdur. Zamânın tahkim usûlleri ile gâyet sağlam bir şekilde inşâ edilen bu mevki, bir top menzili kadar ilerde olup, geniş bir alanı kaplamaktadır.
Ciğerdelen’in ilk kuruluşu Macar hâkimiyeti zamânına rastlar. Ancak burası tam mânâsıyle Osmanlı döneminde imâr edilmiştir. 1543 yılında Estergon’un fethinden sonra kale çevresinde bulunan palanka ve stratejik mevkiler ele geçirilip tahkim edilmiştir.
1594’te Avusturya harpleri esnâsında düşman eline düşen Ciğerdelen, 1605 yılında Lala Mehmed Paşa Estergon’u alırken, Sinan Paşanın kuvvetleri tarafından yeniden ele geçirildi.
Ciğerdelen, Fâzıl Ahmed Paşanın Ağustos 1663 Uyvar Seferi esnâsında bir kere daha Osmanlı-Avusturya Savaşına sahne oldu. Ordusu ile Estergon’da konaklayan Fâzıl Ahmed Paşa, Kâdızâde İbrâhim Paşa kumandasındaki öncü kuvvetleri Ciğerdelen yakasına geçirerek, onları Tuna üzerinde kurulan köprünün muhâfazası ile görevlendirdi. Ciğerdelen’de tabura girerek gerekli güvenlik tedbirleri aldı. Avusturya kuvvetleri Osmanlıların Uyvar topraklarına geçişine mâni olmak için Türk öncü kuvvetlerine saldırdılar ise de Fâzıl Ahmed Paşanın gönderdiği yardımcı kuvvetlerin yetişmesi ile savaş Osmanlılar lehine bitti. Ciğerdelen gâlibiyeti Osmanlı ordusuna Uyvar yolunu açtığı gibi, kalenin alınışında da önemli rol oynadı.
Osmanlılar’ın Ciğerdelen’de yaptıkları son savaş, 1683 Viyana hezîmetinden sonradır. Dağınık bir şekilde Budin’e doğru çekilmekte olan Osmanlı ordusunu tâkibeden Avusturya ve müttefikleri Estergon’u kuşatmak üzere Komaron’a gelmiş, oradan yollarına devamla Ciğerdelen yakınlarına varmışlardı. Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın Estergon’a yardım için 30.000 kişi ile gönderdiği Budin Vâlisi Kara Mehmed Paşa, düşman öncü kuvvetlerini Ciğerdelen önünde perişan etti ise de, ertesi gün düşmanın asıl ordusu ile yapılan savaşta mağlub oldu. Dağılan ordusunun bir kısmı Estergon’a, bir kısmı da Budin’e sığınmak mecbûriyetinde kaldı. Ciğerdelen mağlûbiyeti, senelerdir Osmanlı elinde bulunan Estergon Kalesinin düşmesine sebeb oldu. Mehmed Paşanın Ekim 1683 Ciğerdelen mağlûbiyetinden sonra, Osmanlı atlıları artık bir daha Ciğerdelen dolaylarında varlık gösteremediler.
CİĞEROTU (Pulmonaria Officinalis)
Alm. Gebrauchliches Lungenkraut (n). Fr.Pulmnaire (f), İng. Pulmonaria. Familyası: Havacıvaotugiller (Boraginaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara bölgesi.
Nisan-mayıs ayları arasında çiçek açan, 10-50 cm boyunda, çok senelik otsu bir bitki. Çiçeklerin renkleri önceleri kırmızımtrak ise de, zamanla morumsu-mâviye döner. Orman altlarında ve çayırlarda bulunur. Gövdeleri dik, tüylü ve 7-8 yapraklıdır. Üst kısımdaki yapraklar sapsız, alt taraftakiler ise kısa ve kanatlı bir sapa sâhiptir. Yaprakların üzerinde beyaz lekeler vardır. Bu lekeli yapraklar akciğere benzetildiğinden, bitki akciğer hastalıklarını iyi edici olarak tanınmıştır. Çiçekler gövdenin ucunda toplanmıştır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları yaprakları ve çiçekli dallarıdır. Dal ve yapraklar bitki çiçek açmaya başladığı zaman toplanır ve gölgede kurutulur. Bitkide tanen, müsilaj, şekerler, reçine ve sâbit yağ olduğu tesbit edilmiştir. Öksürüğü teskin edici, göğüs yumuşatıcı, idrar söktürücü olarak kullanılmaktadır.
Çayırlarda, nemli duvar diplerinde, bahçelerde, dere kenarlarında, taşlar arasında yetişen bir diğer yosun türü de ciğer otu (Marchantia polymorpha) adı ile bilinmektedir. 2 cm kadar eninde, şerit şeklinde biraz etli, çatallı dallanan ilkel gövdeli ve basit yapraklı bitkilerdir. Bitkinin gövde ve yaprakları kurutulmak sûretiyle eskiden karaciğer hastalıklarına karşı kullanılmıştır.
İnsanların İslâmiyeti işitmeleri, Müslüman olmakla şereflenmeleri yâni İslâmiyeti yaymak, yâhut Müslümanların dînine, vatanına, nâmusuna saldıran düşmanları kovmak için yapılan harp, savaş. Lügatte söz ve fiille bir iş için bütün kuvvetini sarf etmek demektir. Cihâd edene “mücâhid”, cihaddan sağ olarak dönene “gâzî” denir. Ölen şehid olup, âhirette yüksek derecelere kavuşur. Cihâd zamâna ve şartlara göre değişir. Düşmana karşı silâhla olduğu gibi, mal, söz, fikir, gazete, dergi gibi basın-yayın ve daha başka vâsıtalarla da yapılır.
Cihâd, Kur’ân-ı kerîmde pekçok âyet-i kerîme (Nisâ 95; Enfal 72; Tevbe 19, 20, 41; Hac 78; Hucurât 15) ve hadîs-i şerîfle Müslümanlara emredilmiştir. İlk Müslümanlar (Eshâb-ı kirâm), bu emirlere uyarak ordular tertib edip Asya, Afrika ve Anadolu’ya seferlere çıktılar. Gittikleri yerlerdeki insanlara İslâm dînini tebliğ ettiler. Kabûl edenler, bozuk inançlarını bırakarak hak din olan İslâmiyete kavuştu. Kabul etmeyenler İslâm idâresi altında, cizye vermek sûretiyle, emniyet, adâlet ve huzûr içinde kendi inanç ve ibâdetleriyle başbaşa kaldılar ve hayatlarını öyle sürdürdüler. Daha sonra gelen İslâm devletleri de İslâmiyeti dünyânın dört bir tarafındaki insanlara ulaştırmak, haber vermek; kendilerine ve vatanlarına saldıran Müslüman olmayan kuvvetlere karşı koymak için cihâd yapmışlardır. Bunlar arasında bütün Kuzey Afrika’yı baştanbaşa geçtikten sonra atını önüne çıkan Okyanus sularına sürüp; “Yâ Rabbî! Eğer önüme bu deniz çıkmasaydı, senin adını daha ötelere götürürdüm!” (Abdurrahmân el-Gâfıkî) diyenler, Malazgirt Ovasında alnını secdeye koyup; “Yâ Rabbî! Senin rızân için savaşıyorum, niyetim hâlistir. Bana yardım et, niyetim hâlis değilse beni kahret!” (Alparslan Gâzi) diyerek yalvaranlar, Haçlı ordularına yaklaşık iki asır yılmadan karşı koyanlar (Selçuklular ve Eyyûbîler) ve kendilerini İslâmiyeti müdâfaa ve yaymakla vazîfelendirenler (Osmanlılar) ve daha niceleri çıkmıştır.
İslâm dîninde cihâddan maksad insanlara iyilik etmektir. Onlara Hak dîni haber vererek âhirette ebedî azaptan kurtulmalarını ve ebedî saâdetlerini temin etmektir. Yoksa onların canlarına, mallarına, mülklerine, ırz ve namuslarına ve sâhib oldukları diğer varlıklarına kasdetmek, göz dikmek değildir. İslâm dîninde cihâda ait hükümlerin hepsinde asıl maksad açıkça ifâde edilir. Bu maksadın hâsıl olması için lüzumlu hâl, şart, vâsıta ve öteki hususlar da, âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve dînin diğer kaynaklarına dayandırılarak teferruatlı olarak îzâh edilir. Bunların bir kısmı cihâdın ehemmiyeti ve kıymeti, bir kısmı da uyulması şart olan hususları beyân eder.
Bu kaynaklarda belirtildiği gibi silahla cihâdı hükümet yapar. Milleti sulh zamânında cihâda hazırlamak, yetiştirmek hükümetin vazifesidir. Müslümanların cihâd yapması, cihâd sevâbına kavuşması, hükümetin cihâd yapmak veya cihâda hazırlanmak için yaptığı dâvete, çağrıya ve kumandanların emirlerine itâat etmesi, askerlik vazifesini yapması demektir. Hükümetin izni ve kumandanının emri olmadan herkesin başkasına saldırması, cihâd olmaz. Çapulculuk, eşkıyâlık olur. Bu ise İslâmiyette büyük günahtır.
Cihâda katılmak farz-ı kifâyedir. Müslümanların bir kısmı bu farzı yerine getirince diğerlerinden düşer, herkes katılmadıkları için günahkâr olmazlar. Düşman, bir İslâm beldesine (ülkesine) hücûm eder umûmî (genel) seferberlik (harp) îlan edilirse, eli silâh tutan herkesin savaşa iştirak etmesi farz-ı ayn olur. Cihâda beden ile iştirâk edemeyenlerin mal ve duâ ile iştirâk etmeleri lâzımdır. Çünkü, duâ ordusu gazâ ordusunun (savaşan askerlerin) rûhu gibidir, denilmiştir. İlimle, yazı ve her türlü neşriyatla, propagandayla cihâd etmek, yâni İslâmiyeti insanlara duyurmak ise, her zaman yapılır ve kıyâmete kadar terk edilmez.
Cihâdın cihâd olması ve cihâd yapanların vâdedilen fazîlet ve üstünlüklere kavuşabilmesi için yapılan işlerin yalnız Allahü teâlânın makbûlü olması lâzımdır. Bu ise İslâmiyetin cihâd ile ilgili hüküm ve emirlerine tam uymakla temin edilir. İslâm hukûku (fıkıh ve fetvâ) kitaplarında cihâdla ilgili hükümler, cihâdın ehemmiyeti ve fazîleti geniş olarak bildirilmiştir. Meselâ, her türlü işkence, zulüm, kadın ve çocukların, yaşlıların, savaşçı olmayan çiftçi ve köylülerin öldürülmesi, yapılan antlaşmalara aykırı hareket edilmesi yasaklanmıştır. Düşmanla karşılaşınca, önce Müslüman olmaya çağrılmaları, kabul etmezlerse cizye vermelerinin teklif edilmesi, onu da kabul etmezlerse o zaman savaşılması emredilmiştir.
Ayrıca bir de Cihâd-ı Ekber (Büyük Cihâd) vardır. Peygamber efendimiz bir harpten döndüklerinde;“Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere (büyük cihâda) geldik.” buyurmuştur. Bu cihâd, insanın kendisi yâni anâsır-ı erbea (dört temel madde) denilen su, ateş, toprak ve havadan meydana gelen bedeninin arzu ve isteklerine uymayıp, İslâmiyetin emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmak husûsundaki gayretine denir. Bu cihâd bir ömür boyu sürer. Bu insanın, Müslüman olduktan sonra vücûdunda, bedeninde mevcut çeşitli unsurları ve bunlardan doğan şehvet, hırs, kibir, gazap (gadap) gibi hisleri ile bu hislerin değişik tezâhürlerini (görünüşlerini) İslâmiyete uydurmak ve İslâmiyetin hükmü altına sokmak için yapılır.
Türk gazeteci ve siyâset adamı. Babası Süleymâniye mebusu ve Şirket-i Hayriye Umûm Müdürlerinden Hikmet Beydir. Süleymâniyeli Babanzâde âilesine mensuptur. 1911 senesinde İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesini ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Hâkimlik vazifesinde bulundu.
Gazeteciliğe Velid Ebüzziya’nın Vakit Gazetesi’nde başladı. Son Posta, Doğu (Erzurum), Cumhûriyet, Yeni Sabah ve Tasvir-i Efkâr gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. Ziyad Ebüzziyâ ile birlikte Son Saat Gazetesi’ni çıkardı. Tercüman Gazetesi’nin kurucu ortakları ve yazarları arasında yer aldı. 1946, 1950 ve 1954 seçimlerinde Demokrat Parti (DP) listesinden milletvekili seçildi. 1956 senesinde Demokrat Partiden istifa ederek ayrıldı. Hürriyet Partisi İzmir Milletvekili olarak vazife yaptı. Çeşitli partilerin yayın organlarında; Ankara’da Zafer, Yenigün, Ulus; İstanbul’da Son Havadis gazetelerinde başyazarlık yaptı. 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra Kurucu Mecliste CHP’li üye olarak bulundu. Basın-Yayın ve Turizm Bakanı olarak vazife yaptı. 1965 ve 1969 seçimlerinde CHP’nin İstanbul, sonra da Çanakkale milletvekili olarak tekrar TBMM’ye girdi. 12 Eylül 1980 harekâtından sonra kurulan Bülent Ulusu hükümetinde Kültür Bakanı olarak vazife aldı. 1984 senesinde Ankara’da öldü.
Eserleri:
1) Hitler ve Nasyonal Sosyalizm (1933), 2) Yüzyılın Büyük Kavgası Çin-Rus Anlaşmazlığı (1968), 3) Adenauer (1968), 4) Ho-Şi Minh (1968), 5) Politika Galerisi: Büstler ve Portreler (1970).
Bâbür İmparatorluğunun dördüncü hükümdârı. Ekber Şahın oğlu olup, asıl adı Selim’dir. 1569’da doğan Selim, babasının ölümü üzerine 1605’te “Nûreddîn Cihangir” ünvânı ile tahta çıktı. Ancak oğlu Hüsrev Sihleri etrâfında toplayarak Pencab’da isyân etti. Cihangir Şah, âsî kuvvetleri Cullandar Nehri kenarında bozguna uğrattı. Yakalanan oğlu Hüsrev’i Burhanpur’a sürgüne gönderdi. Hüsrev orada 1622 yılında öldü. Racput Prensliği ile yapılan savaş başarı ile netîcelendi. Ancak Safevî Hükümdârı Şah Abbâs’ın Kandehar’ı istîlâsına karşı konulamadı. Cihangir Şah döneminde Avrupalılar ve bilhassa İngilizler sık sık Bâbürlü Sarayında görüldüler. Bu münâsebetler netîcesinde İngilizlere Surat limanında ticâret yapma hakkı verildi. Bu müsâde iki asır sonra İngilizler’in Hindistan’a yerleşmelerine ilk zemîni hazırlaması bakımından çok mühimdir.
Cihangir Şahın saltanatının son yılları huzursuzluk içerisinde geçti. Eşi Nurcihân ve veziri Mehabet Hanın sık sık devlet işlerine karışmaları sıhhatini bozdu. Tabiplerin isteği üzerine iklimi daha müsâid olan Lahor’a giderken yolda 28 Ekim 1627 günü vefât etti. Cesedi Ravi Nehri kıyısındaki, Şah Dârâ denilen yerde toprağa verildi. Daha sonra mezarının üstüne büyük bir türbe yapıldı.
Âdil bir hükümdâr olan Cihangir, İslâm âlimlerini sever, onlara izzet ve ikrâmda bulunurdu. Babasının Müslümanlara karşı uyguladığı ağır baskıyı kaldırdı. Ancak Şiîlerin ve hasetçilerin iftirâlarına aldanarak devrinin büyük âlimi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerini Gwalyar şehrinde hapsettirdi. İki yıl sonra hatâsını anlayıp bu büyük âlimi hapisten çıkaran Sultan, 1000 rupye ihsân edip bağışlanmasını diledi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Cihangir Şaha yazdığı mektuplar, Mektûbât isimli eserinde mevcuttur.Mektûbât kitâbı Türkçe olarak Müjdeci Mektuplar ismiyle İhlâs Holding A.Ş. tarafından İstanbul’da bastırıldı.
Cihangir Şah, bayındırlık işlerine de önem vermiştir. Agra’dan Etek’e ve Bengâl’e giden ağaçlıklı yollar ve Agra ile Lahor arasında her üç kilometrede bir işâret kuleleri ve sulu gölgelikler yaptırmıştır. Tüzük-i Cihângîrî ismi ile yazdığı hâtırâtı, kıymetli bir eserdir.
Kendisinden sonra oğlu Şihâbuddîn Muhammed, “Şah Cihân” ünvânı ile tahta geçmiştir.
CİHANŞAH (Mirza Muzafferüddîn)
Karakoyunlu Devletinin üçüncü hükümdârı. Devletin kurucusu olan Kara Yusuf’un oğludur. 1405 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. 1415’te babası tarafından Sultâniye’ye vâli tâyin edildi. 1420’de babasının ölümü üzerine Sultâniye’den ayrılarak Bağdat vâlisi olan ağabeyi Şah Mehmed’in yanına gitti. Daha sonra onunla anlaşmazlığa düşerek diğer ağabeyi İskender’le birleşti. Ancak Karakoyunlu âilesi arasında çekişmeler uzun yıllar sürerek devletin zayıflamasına yolaçtı. Nihâyet kardeşlerinden Şah Mehmed’in, Şahruh İskender’in de, oğlu Şah Kubad tarafından öldürülmesinden sonra Cihanşah devletin başına geçti. İlk olarak baba kâtili Şah Kubad’ı ortadan kaldırarak devlete tamâmiyle hâkim oldu. 1440’ta Gürcistan’a büyük bir sefer düzenledi ve pekçok ganîmet elde etti. Aynı yıl Tebriz’e girerek burada faâliyet gösteren Hurûfîleri temizledi. Böylece İslâm âleminde çıkması muhtemel korkunç bir sapıklık cereyânının önüne geçmiş oldu.
Bağlı olduğu Şahruh’un 1447’de vefâtı üzerine “Sultan” ve “Hakan” ünvanlarını aldı. Şahruh’un vefâtı ile Timurlular arasında başgösteren anlaşmazlık ve çekişmelerden faydalanarak, İsfehan ve Fars ülkelerini de ele geçirdi. Bu muvaffakiyetlerini Kirman’ı da fethederek tamamladı.
1457’de Horasan’a büyük bir sefer düzenledi. Herat’ı kolaylıkla zaptederek nâmına hutbe okuttu. Ancak bu sırada oğlu Hasan Ali’nin Tebriz’de isyânı üzerine Horasan’ı terk etmek zorunda kaldı. Bir müddet sonra da Fars, Irak ve Arab’ı idâresi altında bulunduran diğer oğlu Pir Budak’ın itaatsizliği ile karşılaşan Cihanşah, oğlunu bu işten vazgeçirmeye çalıştı ise de, muvaffak olamayınca öldürttü. Fakat bu durum, onu muvaffakiyetlerindeki en kuvvetli desteğinden mahrûm bıraktı.
Horasan’ın dışında, hemen hemen bütün İran, Arran, Irak ve Batı Anadolu’daki uç bölgelerinin hâkimi olan Cihanşah, son seferini Uzun Hasan üzerine yaptı. Fakat bu sefer kendisinin ve devletinin felâketi ile netîcelendi. Uzun Hasan’ın bir baskınına uğraması sonucu kaçarken öldürüldü (1467). Esir alınan oğlu Muhammed ve diğer kumandanları da aynı âkibete uğradılar. Cihanşah’ın cesedi sonradan Tebriz’e götürülerek, orada yaptırmış olduğu imâretindeki türbesine defnedildi.
Devrin târihçilerinden Abdürrezzak Semerkandî, Cihanşah’ın âdil, kudretli ve becerikli bir sultan olduğunu kaydetmiştir. Saltanatı devrinde Tebriz’i mâmûr bir belde hâline getirdi. Timur Hanın ortadan kaldırmasına rağmen o devirde yeniden ortaya çıkan Hurûfîlik adlı sapıklığın önüne geçerek, İslâmiyete büyük bir hizmet etti. İlme ve âlimlere hürmetkâr olup, ilmi ve âlimleri koruyup gözetmiştir. Medreseler ve câmiler yaptırdı. Bunlardan Tebriz’deki medrese ve câmisi meşhurdur. İyi bir şâir olan Cihanşah, Farsça ve Türkçe şiirler yazmış ve manzumelerinde ismini mahlas olarak kullanmıştır.
Alm. Pulitur (f); Glanzfarbe (f); Firnis, Lack (m), Fr. Lustre, vernis (m), İng. Polish, luster, gloss. Çeşitli eşyâların üzerine sürülerek onlara parlaklık veren, dış tesirlerden koruyan ve şeffaf bir tabaka meydana getiren madde. Cilâ yapı bakımından, bir esas cilâ maddesi ve bir de eritici olmak üzere iki unsurun birleşmesinden meydana gelir. Esas cilâ maddesi reçinedir. Gomalak da kullanılır. Eritici olarak muhtelif çözücüler (alkol, eter, benzen ve benzin gibi) kullanılır. Reçine daha çok ağaçlardan elde edilir. Sarı, kahverengi ve açık kırmızı renkte olabilir.
Gomalak ise tropikal bölgelerde yetişen bir nevi ağacın, su yürüdüğü zaman özsuyunu emen bir tür böceğin öldükten sonra ağaç gövdesine yapışarak teşkil ettiği tabakadan elde edilir.
Cilâ çeşitleri:Yapım şekli, maddeleri ve kullanılma sahalarına göre çok sayıda cilâ türü mevcuttur. Başlıca cilâ türleri şunlardır:
1. Ağaç cilâsı: Rengi açık sarıdan kahverengi ile kırmızı arasında değişebilir. Cilâ, sürülmeden yapışkan bir sıvı hâlindedir. Gomalak veya reçinelerin çeşitli yağ ve alkoller içerisinde eritilmesi ile yapılır.
2. Mum cilâsı:% 60 balmumu, % 30 terebentin, % 5 ispirto, % 5 ispermeçet mumu karışımından hazırlanır. Mobilyada, muşambalarda, lambiri ve parke işlerinde kullanılır.
3. Vernik :Reçinelerin aseton, eter, terebentin, alkol vb. içinde eritilmesi ile elde edilen bir cilâdır. Yapım şekli ve kullanılan malzeme özelliklerine göre; yağlı vernik, selülozik vernik ve sentetik vernik olmak üzere üç çeşidi vardır.
Yağlı vernikler, eritici maddeleri yağ (terebentin vb) olan verniklerdir. Selülozik vernikler, barut pamuğu ilâvesiyle çabuk kuruma özelliği kazandırılmış verniklerdir. Vernik cilâları mobilyada, mâdenî eşyâda, izole maddesi olarak, mâcun yapımında kullanılır.
4. Mâden ve taş cilâları:Mâden cilâlarının esâsını, ince tebeşir tozu, zımpara, arena, Trablus taşı, alçı taşı, ince çakmak taşı ve kuvars tozu, sünger taşı tozu gibi aşındırıcı maddeler teşkil eder. Bunlar toz hâlinden başka merhem ve mâcun şeklinde de kullanılabilir.
Mâden cilâlarının başında “Viyana kireci” ve “kuyumcu kırmızısı” denilen maddeler gelir. Bütün kıymetli metaller için kullanılan muhtelif terkiplerde cilâlar bilinmektedir.
5. Deri cilâsı: Terkibi şöyledir: 25 kısım yapışkan lâka, 4 kısım reçine sakızı, 100 kısım saf alkol, 1 kısım biberiye yağı ve 20 kısım gomalak. Lâkalarla reçine alkolde eritildikten sonra biberiye katılır. Bir kaç gün bekletilip filtreden geçirilir.
6. Ayakkabı cilâsı: Terkibi şöyledir: 40 gr ozo kerit, 250 gr seresin, 40 gr carnauba palmiyesi balmumu, 15 gr beyaz balmumu, 0,5 litre terebentin yağı, 7,5 gr muhtelif renkte anilin boyası ve bir koku maddesi. Deri ve ayakkabı cilâsı yüzey üzerinde su geçirmez, aşınmaya dayanıklı, parlak bir film meydana getirir.
Van Gölü yakınlarında yüksek, üzeri buzullarla örtülü sarp bir dağ. Toros Dağlarının doğuya doğru uzanan kolu üzerindedir. Van Gölünün güneydoğusunda Hakkari ile Şemdinli arasında olan bu dağın Reşko Doruğu 4170 metredir. Bu yükseklik Toros Sıradağlarının en yüksek noktasıdır. Ağrı (5165 m), Sübhan (4434 m)dağlarından sonra, Türkiye’nin üçüncü yüksek dağıdır. Çok sayıda sarp, sivri tepeleri bulunan Cilo Dağı devamlı karları, buzul gölleri, kilometrelerce buzulları ile dikkatleri çeker.
Cilo Dağının 3000 metreden yüksek olan yerlerinde 10 kadar buzulun uzunluğu birkaç kilometreyi geçer. Buzların kalınlığı 20 m civârında olup, bâzı yerlerde 80-100 metreyi bulur. Buzlar kat kat olduğundan, rengi mâvi ile yeşilimtrak mâvi arasında değişir.
Cilo Dağında iklim sert ve bol yağışlıdır. Ekim ayında başlayan kar hazirana kadar devâm eder. Buz ve karların olmasından ve dağın yapısından dolayı pekçok yerlerinde bitki olmayıp çıplaktır. Doğu, güney ve kuzey yamaçlarında seyrek küçük boylu orman kalıntılarına rastlanır. Derin vâdilerde ise meşe başta olmak üzere bitki örtüsü oldukça sıktır.Hayvan bakımından ise, yabânî hayvan pekçoktur. Bozayı, kurt, dağkeçisi, yırtıcı kuşlar bunların en çok tesâdüf edilenlerindendir.
Dağda yerleşme yerleri 1800 m altındadır. Buralarda küçük köyler vardır. Ekime elverişli toprak olmadığından bu köyler büyüyüp gelişememiştir.
Alm. Einband, Fr. Reliure, İng.Binding. Bir kitap, bir mecmua veya bir defterin yaprak ve formalarını dağılmaktan korumak ve sırasıyla bir arada topluca bulundurmak için, üzeri deri, kâğıt, plâstik ve bez gibi şeylerle kaplı mukavvadan yapılan kapak. Gerçekte cilt “deri” demektir. Deri ise toplamak mânâsına gelir. Ayrıca bir eserin kitap hâlinde basılan ve bir sayı ile birlikte söylenen kısımlarından her birine de cilt denir.
Cilt ve ciltçiliğin târihi çok eskidir. Kâğıdın keşfinden önce parşömen veya papirus üzerine yazılan yazılar, sargı (rulo) şeklinde, tahtadan yapılmış kılıf veya kutularda saklanırdı. Balmumu levhalar ve papirus üzerine yazılan yazıların saklanması için tahta kapaklar kullanılmış ve bu kapakların iki yanlarından iplerle bağlanmak sûretiyle bir çeşit cilt yapılmıştır. Daha sonraları parşömenin kullanılmaya başlanması üzerine parşömenler katlanarak formalar hâline getirilmiş, sonra bunlar dikilerek ciltlenmiştir.
Türklerde cilt sanatı:Orta Asya’da kâğıdın keşfiyle berâber, Türklerde ciltçilik gelişmiş ve bir sanat kolu hâline gelmiştir. İlk Türk ciltleri M.S. 7. yüzyılda Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerinde görülür. Çin’de ciltçiliğin gelişmesi, yine Uygur sanatkârlarının Çin’e yerleşmesiyle başlamıştır. Uygur Türkleri, İran’a ve Halife Mu’tasım billah zamânında Samarra’ya (Irak) gelerek, bu memleketlerde cilt sanatının ilerlemesinde büyük rol oynadılar. Türkler dünyâda ilk defâ işlenmiş deri üzerine mâdenî kalıpla basım yaptılar. O târihlerde Avrupa’da ciltçilik yoktu. Avrupalılar 12. yüzyılın ilk yarısına kadar kâğıt îmâl etmeyi de bilmezlerdi. Endülüs’te ilk kâğıt fabrikası 1144-1154 yılları arasında Şâtibe’de kurulmuş ve Avrupalılar kâğıt îmâlini buradan öğrenmişlerdir. Doğuda ise ilk kâğıt fabrikası Semerkant’ta M.S. 652 senesinde kurulmuştur. Ciltçilik Doğu Türkistan ve Horasan’dan sonra Arap Yarımadası ve Irak’ta gelişmiştir.
Orta Asya’ya mahsus bir sanat olan ciltçilik, Türklerin İslâm dînine girmelerinden sonra büyük bir gelişme gösterdi. İslâmiyetin üç kıtaya yayılması, Kur’ân-ı kerîmin çoğaltılması, yazılan din ve fen ile ilgili eserlerin muhâfazası, İslâm dîninin ilme verdiği önem, ilmin kaynağı olan eserlerin korunmasına sebeb oldu. Müslüman Türkler yazıya ve kitaba çok hürmet ederler, îmânları, hayâları ve terbiyeleri îcâbı dînî kitaplara çok saygı gösterirlerdi. Kur’ân-ı kerîmin belden aşağı tutulmayıp, üzerine bir şey konulmadığı gibi; din ve fen kitaplarına da âzamî hürmet ve saygı gösterilirdi. Özellikle İslâmın mukaddes kitâbı Kur’ân-ı kerîme gösterilen hürmet ve hassâsiyet, onun en güzel bir şekilde tezyînine ve ciltlenmesine de ayrı bir ehemmiyet verilmesine sebeb olmuş ve netîcede ciltçilik güzel sanatların bir kolu hâline gelmiştir.
Günümüzde ciltçilik: Batıda 19. yüzyılın ilk yarısında makinalaşmaya başlayan ciltçilik, artık el sanatlarından çıkıp bir sanâyi kolu hâline gelmeye başladı. Türkiye’de ise matbaanın kurulmasıyla hem masraflı olan hem de isteklisi bulunmayan klasik cilt sanatı artık terk edilmeye başlanmış ve 20. yüzyıldan sonra klasik cilt yapabilen ancak birkaç kişi kalmıştır. Günümüzde ciltçilik yarı otomatik ve tam otomatik olmak üzere tamâmen makinalaşmıştır.
Modern cilt yapım tekniği: Modern bir cildin yapılmasında şu sıra tâkip edilir:Katlama, yayma, harman, dikiş, kambura, baskı ve kitap gömleği geçirme.
Ciltlenecek kitabın cinsine ve değerine göre bu işlemlerden bâzıları uygulanmayabilir. Matbaadan çıkan basılı kâğıt kırma makinalarında 2, 4 veya 8’e katlanarak forma hâline getirilir. Formalar kitaptaki sıralarına göre forma grupları hâlinde yan yana sıralanır. Sırasıyla her formadan birer aded alınır. Harman adı verilen bu işlemden sonra formaların sırası kontrol edilir ve dikiş makinasında dikilir. Dikiş ya sağlam bir iplikle veya formanın ortasından geçerek forma sırtına temas eden şeride bağlanan telle yapılır. İplik veya tel dikiş tâbir edilen bu işlemden sonra, artık kitap hâline gelen formaların başına ve sonuna yan kâğıdı yapıştırılır. Formaların kaymaması için sırt tutkallanır ve mukâvemetini artırmak için bez veya kâğıt yapıştırılır. Kitabın sırtı kuruduktan sonra kitabın üç kenarı kesilerek düzeltilir ve kambura makinasında kitabın sırtına hafif bir yuvarlaklık verilir. Yapılan bu işlemler, kitabın kolayca açılmasını ve açık durabilmesini temin etmek içindir. Sonra kitap sırtının üst ve alt kenarlarına şirâze yapıştırılır. Kitap ölçülerine göre daha önceden hazırlanmış ve üzerine yaldızla baskı yapılmış olan kapak kitaba yapıştırıldıktan sonra, preslenir. Bâzı kitaplara, naylon veya kağıttan, cildi muhâfaza etmek ve kirlenmesini önlemek için, kitap gömleği denilen bir kap geçirilir.
Karton kapaklı cilt çeşidi günümüzde en yaygın olanıdır. Tamâmen makinalaşmış ve çok gelişmiş olan bu tip ciltlemede dikiş ve mukavva kapak yoktur. Baskıdan çıkan kâğıt tabaka yürüyen bantlar vâsıtasıyla otomatik olarak toplanır ve sayfalar sıraya konur, sonra kitabın sırt tarafı giyotinle kesilerek düzeltilir. Sırtı tutkallanıp, karton kapak yapıştırılır ve üç kenarından kesilerek düzeltilir. Bu tip cilt, dikişli ciltler kadar sağlam olmamakla birlikte, otomatikleşme ve sürat bakımından en ekonomik olanıdır.
Bunlardan başka ciltlenecek materyalin (kitap, dergi, defter vb.) cinsine göre; üstten zımbalama, tel dikişli, saplama dikişli, kalamazo kırtasiye tip, klasör tipi gibi ciltleme şekli de vardır.
Cilt sanatında üslûplar: Cilt, malzeme ve süsleme tekniğine ve yapıldığı yere göre çeşitli üslûplarda yapılmıştır. Kaş,Dehli, Horasan ve Buhara “Hatayî”; Herat, İsfehan ve Şiraz “Herat”; Halep, Şam, El-Cezire “Arap”; Selçuk sanat merkezleri “Rûmî”;Mısır “Memlûk”; Sicilya, İspanya ve Fas “Magribî”; Edirne, Bursa, İstanbul ve Diyarbakır “Türk” üslûbunda cilt yapmışlardır. Bunlardan başka “Şükûfe”, “Barok” daha çok İran, Hindistan ve Türkiye’de uygulanan “Rugan” veya “Lake” ve “Buhârâ-yı cedîd” gibi üslûplar da vardır.
Arap, Memlûk, Rûmî ve Magribî üslûpları, 13. asırdan 14. asra kadar büyük bir gelişme göstermesine rağmen, sonraları yavaş yavaş gerilemeye başlamış, fakat Hatayî ve Herat üslûplarının klâsik tarzdaki gelişmesi 18. yüzyıla kadar devâm etmiştir. Bu iki üslûba klâsik üslûp denilmektedir. Rûmî veya diğer adıyla Selçuk ciltleri ise bu klâsik üslûbun tesiri altında kalarak Osmanlı devri Türk ciltçiliğine bir başlangıç olmuştur. Osmanlı Devletinin 15. yüzyılda sağladığı kuvvetli siyâsî istikrâr, memleketin ekonomi, kültür ve sanat hayâtına da tesir etmiş, netîcede Osmanlı Türk cilt sanatı en üstün seviyesine 15 ve 16. yüzyıllarda ulaşmış ve en güzel örneklerini bu dönemde vermiştir. Fâtih Sultan Mehmed Hanın kütüphânesindeki eserlerin ciltleri birer şâheserdir. Türklerin elinde gelişen cilt sanatı, ortaçağ Avrupa ciltçiliği üzerinde de geniş tesirler yapmıştır. Bunun netîcesinde, Rönesansla birlikte Batıda yapılan ciltlerde ebrûlu kâğıt ve İslâm tezyîni motifleri görülmeye başlanmıştır. On yedinci yüzyıldan sonra, klâsik cilt tarzı yerini yeni üslûplara bırakmıştır. Çiçek resimlerinin stilize edilmesiyle “Şükûfe” üslûbu gelişmiştir. Şükûfe devri, klâsik üslûbun sonu sayılır. Daha sonra, bilhassa İranlılarda şükûfe (çiçek), yerini insan ve hayvan tasvirlerine bırakmış, bu resimlerin üzerine vernik sürülmek sûretiyle “Lake” üslûbu doğmuştur. On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru “Barok” ve “Rokoko” üslûpları Türk cilt sanatında Batı ciltçiliğinin ilk tesirleri olarak görülmüş, sonunda modern ciltler eskilerin yerini almıştır.
Osmanlı Devletinde ciltçiler iki grupta toplanabilir:Bunlardan serbest esnaf olarak çalışanlar, 17. yüzyılda Ehl-i Hiref Teşkilâtı içinde bir lonca kurmuşlardır. Sayıları üç yüzü bulan bu cild ustalarının on atelyesi vardı. Serbest esnafın dışında saray kütüphânelerinin ve resmî dâirelerin cilt işlerini yapmak için Topkapı Sarayında “Cemâat-ı Mücellidân-ı Hassa” adlı bir teşkilât kurulmuştur. Burada en az üç, en fazla otuz dokuz sanatçı vazîfe görmekteydi. Ciltçiler meslekte Eshâb-ı kirâmdan Abdullah-ı Yemenî’yi üstat olarak kabul etmişlerdir. On iki yüzyıl süren bu sanatta yetişenlerden bâzılarının isimleri Menâkıb-ı Hünerverân, Tuhfe-i Hattâtîn, Hat ve Hattâtân gibi eserlerde yer almakta ve haklarında bilgi verilmektedir. Bugün yazma eser ciltçiliği, Mîmâr Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde güzel sanatların bir kolu olarak öğretilmektedir.
Klâsik ciltte bulunan özellikler: Ciltçilikte kullanılan esas malzeme deri ve mukavvadır. Klasik usûlde deri, ıslatılıp yumuşatılarak el bıçkısı ile kâğıt inceliğinde traş edildikten sonra kullanılır.Keçi derisinden yapılan cilde “sahtiyân cilt”, koyun derisinden yapılan cilde “meşin cilt” denir. En çok kullanılan deri, renkleri siyah, açık bejden en koyusuna kadar kahverengi ve bordodur.
Klâsik bir cilt dört parçadan ibârettir. Bunlar sırasıyla üst (sağ) kapak, alt (sol) kapak, sertab ve miklabdır. Üst kapak kitabın önünde bulunur ve sırtla alt kapağa bağlanır. Sertab, miklabla alt kapak arasındadır. Sertab, kitap kapandığı zaman sayfaların kenarlarını (cildin ağız kısmı) örten parça olup, alt kapakla birlikte hareket eder. Miklab kitabın sahîfeleri arasına sokulan ve sertaba bağlı olan parçadır. Sahîfe kenârlarının bozulmaması için cildin kapağı ile kitap boyu arasında bırakılan fazlalığa -ki bu yok denecek kadar azdır- “dudak” denir.
Cilt yapmak için formalar umûmiyetle kâğıdın rengine uygun ibrişimle dikilir. Daha sonra elle şirâze örülür. Şirâze formaların dağılmamasını ve düzgün durmasını sağlar. Sonra kitabın ölçülerine göre hazırlanan deri kapak takılır. Bu durumdaki klasik bir ciltte şu özellikler bulunur: Kapak kitap boyunda olup, dışarı taşmaz, şirâze elle örülür, kitabın sırtı düzdür ve yazı bulunmaz. Ezme altın klâsik usûlde hazırlanarak kullanılır, sonra parlatılır. Ciltte süsleme her iki kapak ile sertab ve miklab üzerine yapılır. Aynı zamanda bu özellikleriyle klâsik cilt modern ciltten ayrılır.
Ciltlerin bezemeleri genellikle deri üstüne kabartma olarak yapılır ve bâzı kısımları yaldızla süslenir. Bunların kalıpla basılanlarına “gömme kap”, elle işlenerek yapılanlarına “yazma kap” adı verilir.
Ciltler kullanılan malzemeye, taşıdığı sanat değerine ve süslemelerine göre adlandırılır. Cildin kenarları deri ve ortası kâğıt ile kaplanmışsa, bu cilde “çârköşe cilt” denir. Orta boşluğu ebrû, rugan, zerduva, kumaşla kaplanmış olanlar, “ebrû, rugan (lake), zerduva ve kumaş” cilt adını alır.
Deriden yapılan ciltlerin üzeri sıvama varak altını yâhut ezme altın sürülmek sûretiyle kaplanmışsa, böylelerine “yazma cilt” adı verilir. Eğer cilt yaldızlandıktan sonra motifler kalıpla basılmışsa “gömme cilt”, yekşah denilen âletle motifler çukurlaştırılarak meydana getirilmişse “yekşah cilt” denir.
Kapağı üzerine ezilmiş varak altını ile dört dilimli yaprak motifinde parmaklık tarzında geometrik çizgiler çekilen cilt de “zilbahar” veya “kafes” adını alır. Kapta, tek bir deri kullanılmayıp, renkli deriler kullanılmışsa, bu cilde “mülevven” adı verilir.
Kapağın etrâfına çerçeve mâhiyetinde altın bir cetvel çekilirse, buna “altın cetvelli cilt” denir. Eğer bu cetvel birkaç çizgiden meydana gelmiş ve çizgiler arası altın yaldızlarla tersim edilmişse, adı “zencirekli” cilttir. Zencirekler birçok ciltte geniş bordürler hâlini almış, bordürler de bâzı geometrik parçalara bölünmüşlerdir. Kapağın köşelerine ve ortasına da birer bezeme terkibi yapılır. Köşelerdekine “köşe bezemesi”, “köşebent” ve ortadakine de “göbek” veya “şemse”, şemsenin üst ve alt tarafında yaprak şeklindeki daha küçük motiflere ise “salbek” adı verilir.
Dericilikte, bütün üslûplarda uygulanan klâsik usûl şemse cilt tarzıdır. Şemse cilt; üzerine yapılan motiflerin süsleme şekillerine göre isim alır: Alttan ayırma şemse ciltte motif kalıplarının zemini altınla doldurulur, motifler kabartma şeklinde üstte ve deri renginde bırakılır. Üstten ayırma şemse ciltte ise, bezeme üsûlü ötekinin tersi olup, zemin deri renginde bırakılarak motifler altınla bezenir. Mülemma şemse ciltte motiflerin hem zemini, hem de kendileri altınla bezenir. Mülevven şemse ciltte ise, bezemeler cilt kapağında kullanılan deriden başka bir renkte deri ile kaplanır. Bu şekilde renkli derilerle yapılan mülevven şemse ciltte de motifleri, üstten ayırma veya alttan ayırma tarzında altınla bezemek mümkündür. Soğuk şemse ciltte, motifler cildin derisi renginde bırakılır, altınla bezenmez. Müşebbek veya katı’a ciltte ise, cildin iç kabında yapılan bezemeler bahis konusudur. Deri ince ince oyularak kabın iç yüzüne yapıştırılır. Herat üslûbunun açık vasıflarından biri bu cilt tarzıdır.
Şemseler Selçuk ve 16. yüzyıl Osmanlı ciltlerinde genellikle yuvarlak yapılmıştır. On yedinci yüzyıldan îtibâren de beyzî olarak yapılmaya başlanmıştır.
Şemselerin iki ucu uzatılarak süslenmişse salbekli şemse, kapağın dış kenarını çerçeveleyen kısma bordür denir.
(Bkz. Deri)