CENÂNÎ

Osmanlı şâir ve âlimlerinden. İsmi, Mustafa bin Muhammed’dir. Cenânî mahlasını kullandığı için, bu isimle meşhur olmuştur. Bursa’da Murâdiye Câmii civârında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Arapça, Türkçe, Farsca lisanları üzerinde eser yazacak ve şiir söyleyecek kuvvette bir tahsil gören Cenânî, medrese öğrenimini Muallimzâde’nin yanında tamamladı. Muallimzâde’nin Anadolu Kâdıaskerliği sırasında yanında kâtiplik ve nâiblik yaptı. Daha sonra kâdılık ve müderrislik vazifelerinde bulundu. Bursa’da Mevlânâ Muhyiddîn’in yerine İvaz Paşa Medresesine müderris tâyin edildi. Çok talebe yetiştirdi. Hoş tabîatlı, nüktedân, konuşma ve hikâyeleriyle meclisi şenlendiren bir zâttı. Sultan Üçüncü Murad Hanın iltifâtlarına kavuştu.

Tezkirelerde yazdığı üzere, Sultan Üçüncü Murad Han bir gün, Cenânî’den nâdir hikâyeler, nefis nükte ve latîfeler ihtivâ eden bir kitap yazmasını istedi. Cenânî, hatırında bulunan birçok hikâye ve latîfelere güzel sözler, nükteler ilâve ederek bir eser yazdı. Bedâyı-ül-Âsâr ismini verdiği eserini yazısı güzel bir kâtibe verip temize çektirdikten sonra, kenarlarının yaldızlanması ve ciltlenmesi için bir ciltçiye teslim etti. Derviş Eğlence adlı bir hikâyeci, Cenânî’nin böyle bir eser hazırladığını ve ciltlenmek üzere ciltçiye verildiğini öğrenince, onu ciltçiden alıp ezberledi. Sultân’ın huzûrunda yeri geldikçe hikâyeleri teker teker anlattı. Durumdan haberi olmayan Cenânî bir süre sonra kitabı ciltçiden alıp, saray kapı ağası Gazanfer Ağa aracılığıyle Pâdişâh’a ulaştırdı. Daha sonra Gazenfer Ağa gelip; “Efendim doğrusu bizim Derviş Eğlence’nin anlattığı hikâyeleri bir takım değişik ifâdelerle süsleyerek onlara yeni bir durum kazandırmışsınız. Ama ziyânı yok, bu da bir zahmettir.” demesi üzerine Cenânî oradan mahcûb olarak ayrıldı. Durum daha sonra anlaşıldı.

Ömrünün sonlarına doğru Cenânî’nin gözleri zayıfladı. Bir gün kendisi gibi şâir olan Kefeli Hüseyin Efendiyle birlikteyken, Hüseyin Efendinin gözüne bir çöp kaçtı. Hüseyin Efendi arkadaşına dönüp, çöpü çıkarmasını ricâ etti. Cenânî bir hayli uğraştı ise de çöpü bulup çıkaramadı. Nükteleri ile meşhûr olduğu için ellerini açıp; “Efendim çok çalıştım, lâkin ne çöpü bulabildim ne de gözünüzü!” dedi.

Cenânî, 1595 senesi Muharrem ayı içinde bir Pazartesi günü ikindi namazı vaktinde Bursa’da vefât etti. Hamza Bey kabristânına defnedildi. Âlim bir zât olan Cenânî, aynı zamanda devrinin önde gelen şâir ve nesircilerindendir. Türkçeden başka Arapça ve Farsça şiirler de yazmıştır. Özellikle yazdığı tahmis (beşleme) ve tesdislerle (altılama) tanınmıştır. Şiirlerinden, nüktedân bir şâir olduğu anlaşılmaktadır. Yazdığı eserlerin hiçbiri basılmamıştır. Yazdığı Dîvân’ın bir nüshası, İstanbul Üniversitesi Türkçe Yazmalar kısmı numara 3096’da kayıtlıdır. Daha çok târih, gazel ve kasîdelerden meydana gelen Dîvân’ında, kendisinden önce yetişen şâirlere nazîreler, tahmis ve tesdisler vardır.

1586 senesinde yazdığı Riyâz-ül-Cinân adlı eser, Azerî Çelebi’nin Nakş-ı Hayal adlı kitabına cevap özelliğini taşımaktadır. Birçok yazma nüshaları bulunan bu mesnevînin bir nüshası Millet Kütüphânesi numara 1149’da kayıtlıdır. Ayrıca Cilâ-ül-Kulûb adlı mesnevîsi ile bir hikâye mecmûası vardır. Bu mecmûaya daha sonra Bedâyi-ül-Âsâr adı verilmiştir. Eserin tamâmı ele geçmemiştir. Cenânî’nin, Dukakinzâde Yahyâ Beyin Usulnâme adlı eserine nazîre olarak yazdığı Nazîr-i Usûl-i Yahyâ li Cenânî adlı eseri Topkapı Sarayı Kütüphânesi numara 750’de kayıtlıdır.

CENÂZE

Alm, Leiche (f), Leichnam (m), Fr. Mort (m), İng. Corpse, funeral. Meyyit, yâni yıkanıp kefenlendikten sonra tâbûta konmuş ölü. Ölüm belli olunca acele etmek ve cenâze hizmetlerini çabuk yapmak sünnettir. Ölüm alâmeti; sertleşme, soğumak ve kokmaktır. Öldüğü anlaşılınca gözler açıksa kapanır, çene bağlanır. Soğumadan önce el parmakları, dirsekler, dizler açılıp, kapanarak düz hâle getirilir. Böylece yıkaması ve kefene sarması kolay olur. Ölü soğumadan önce, elbiseleri çıkarılıp geniş, hafîf bir çarşaf ile örtülür. Karnı üzerine çarşaf altına veya üstüne ağır bir şey konulur ki, şişmeyi önler.

Müslüman ölüyü yıkamak, kefenlemek ve cenâze namazını kılmak farz-ı kifâyedir.Yâni lüzûmu kadar kimse tarafından yapılınca başkalarına farz olmaz.

Cenâzeyi yıkamada ve kefenlemede usûl şöyledir: Cenâze örtülü olarak tütsülenmiş serîr üzerine, sırt üstü veya kolay olan şekilde yatırılır. Serîr üzerinde Kıble’ye karşı yatırmak sünnettir. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır. Yıkandıktan sonra, teneşir üzerinde bezle kurulanır. Daha sonra kefenlenir. Erkeğin kefeni üç parça olması sünnettir. Yâni îzâr (baştan ayağa kadar genişliği bir metreden fazla bez), kamîs (entârî gibi uzun gömlek), lifâfe (baştan ve ayaklardan aşırı uzunlukta ve daha geniş olup, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bağlanır). Kadının kefeni de beş parça olmak sünnettir.

Peygamber efendimiz buyurdu ki: Âdem (aleyhisselâm) vefât edince, melekler Cennet’ten hanut ve kefen getirdiler. Su ve sedr yaprağı ile yıkadılar. Üçüncüsünde kâfûr koydular. Üç kefenle kefenlediler. Namazını kıldılar. Lahd (kabir) yaptılar. Defnettiler. Sonra çocuklarına dönerek, ey Âdemoğulları ölülerinize böyle yapınız dediler.”

İnsanın yalnız baş veya bedenin yarısı ele geçerse yıkanmaz ve namazı kılınmaz, öyle gömülür. Bedenin yarıdan fazlası, başı olmasa bile veya bedenin yarısı ve başı bulunursa, yıkanır ve namazı kılınır.

Cenâze namazı:Müslüman olan kadın, erkek ve çocuk öldüğü zaman iki rekat cenâze namazı kılınır. Bu namaz dört tekbirli olup, ayakta kılınır. Özürsüz oturarak hayvan üstünde veya câmi içinde kılınmaz.

Cenâze namazının dört tekbirinden her biri bir rekat namaz gibidir. İlk tekbirde eller kulaklara kaldırılıp sonrakilerde kaldırılmaz. Eller bağlanınca Sübhâneke (ve celle senâüke) ile berâber okunur. İkinci tekbirden sonra salavâtlar (Allahümme Salli ve Bârik) okunur. Üçüncü tekbirden sonra, cenâze duâsı okunur. Bu bilinmiyorsa, Rabbenâ âtinâ veyâ duâ niyetiyle Fâtiha okunur. Dördüncü tekbirden sonra önce sağa sonra sola selâm verirken, cenâzeye ve cemâate niyet edilir.

Cenâze namazının kabul olması için altı şart lâzımdır:

1. Meyyit Müslüman olmalıdır.

2.Yıkanmış olmalıdır. Cenâzenin ve imâmın bulunduğu yerin temiz olması lâzımdır.

3. Cenâzenin veya bedeninin yarısı ile başının veya başsız yarıdan fazla bedeninin imâmın önünde bulunması lâzımdır.

4. Cenâze yerde veya yere yakın, ellerle tutulmuş veya taşa konmuş olmalıdır. Cenâzenin başı imâmın sağına, ayağı soluna gelecektir. Tersine koymak günahtır.

5. Cenâze imâmın önünde hazır olmalıdır.

6. Cenâzenin ve imâmın avreti örtülü olmalıdır.

Cenâzeyi omuzlarda taşıyarak götürmek en uygun olanıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Cenâzeyi kırk adım taşıyanın kırk büyük günâhı affolur.” Cenâze ile çiçek ve çelenk götürmek ve bunları mezar üstüne koymak ve mâtem alâmetleri taşımak, yakaya rozet, resim gibi şeyler takmak, Müslümanların âdeti değildir. Avrupa’dan (Hıristiyanlardan) geçmiştir. Cenâzenin konacağı kabir, mümkün olduğu kadar derin olmalıdır.

Ölen kimsenin kırkıncı günü burnu düşmesi, elli üçüncü gecesi çürümeye başlaması ve bu gecelerde mevlid okutulması şeklinde halk arasında yerleşmiş olan inançların aslı yoktur. Ölülere, duâ ile Kur’ân-ı kerîm okumak ile, onun için sadaka vermek ile yardım etmeli, fakat bu yardımları yapmak için kırkıncı, elli üçüncü geceleri beklememelidir. Birinci günü yapıp imdâdına hemen yetişmelidir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:

“Ölünün mezardaki hâli, imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse kendisini kurtaracak birisini beklediği gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler; kendisine bir duâ gelince, dünyânın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir.” Allahü teâlâ, yaşayanların duâları sebebiyle, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi onlar için duâ ve istiğfâr etmektir. Îmân ile ölenlere hatm-i tehlîl yapmak, yâni 70.000 kelime-i tevhid okuyup sevâbını rûhuna hediye etmek çok faydalıdır. Hadîs-i şerîfte; “Bir kimse kendisi için veya başkası için 70.000 adet kelime-i tevhid okursa, günahları affolur.” buyruldu. Bunları birinci, üçüncü, yedinci, kırkıncı, elli üçüncü gibi günlerde yapmak, helva, çörek gibi şeyler yapıp kabir başında dağıtmak dînimizde yoktur.

Definden sonra (kabre ve kıbleye karşı ayakta durarak) telkîn vermek sünnettir.

CENÂZE NAMAZI

(Bkz. Cenâze)

CENEVİZ

Alm. Genua, Fr. Gene, İng.Genoa. 1815 senesine kadar devam eden Cenova Cumhûriyetine Osmanlılar tarafından verilen isim. Cenova, Ligurua’nın liman şehridir. Denizcilik yoluyla gelişen Cenovalılar, doğuda birçok imtiyazlar elde etmişler, deniz kuvvetlerinin güçlü olması sebebiyle de birçok devleti hâkimiyetleri altına almışlardır. Akdeniz’de târih boyunca en büyük rakipleri olan Venedikle devamlı harb etmişlerdir. Bizans İmparatoru Mihael VII’ye yaptıkları yardımlar karşılığı İstanbul’un Galata semtini ve İzmir limanından faydalanma husûsunda geniş imtiyazlar elde ettiler. Ayrıca Boğazlar üzerinde bâzı haklar ve Karadeniz’de Trabzon, Kefe gibi daha birçok limanı kontrolleri altına aldılar.

İlk sigorta ve ilk komandit şirketleri Cenovalılar kurmuşlardır. Osmanlı Devleti sınırları dâhilinde ticâret serbestîsi elde etmek için, kuruluş devrinde harekete geçen Cenovalılara ilk imtiyâzı Sultan Birinci Murad vermiştir (1387). 1396 yılında Fransa hâkimiyeti altına giren Cenevizliler, Fransızların zoruyla Osmanlılara karşı aleyhte hareketlerde bulunmuşlardır.

Daha sonra tekrar Osmanlılarla dostluk kurma yolunu seçen Cenevizliler, Sultan Çelebi Mehmed ile Foça şap mâdenlerinin işletme hakkının karşılığında, yıllık 2000 düka altını vermeyi taahhüd eden anlaşmayı yaptılar (1416).

Bütün ticâretleri Doğu Akdeniz ve Yakındoğu ile olan Cenevizlilerin, Osmanlı Devletinin gelişmesiyle gelir kaynakları birer birer ellerinden çıktı. İstanbul’un Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından fethi esnâsında Galatalı Cenevizliler tarafsızlık sözü vermelerine rağmen, sözlerinde durmamaları üzerine ellerindeki ticârî imtiyazların bâzıları alınmıştır. Zağanos Paşa ile 3 Haziran 1453’te yaptıkları anlaşmaya göre, yıllık vergi ödeyecekler, kilise kuramayacaklar, gayrimenkul hakkına sâhip olmayacaklardı. Böylece Galata Türklerin eline geçmiş oluyordu. Sakız, Limni, Amasra ve Kefe’deki Ceneviz kolonileri bir iki sene daha varlıklarını sürdürdülerse de Fâtih Sultan Mehmed bunları ortadan kaldırdı. Sakız Adası 1566’ya kadar vergi karşılığında varlığını sürdüydüyse de Kaptan-ı Deryâ Piyâle Paşa adayı aldı ve Ceneviz kolonisine son verdi.

Fransa bayrağı altında Doğu Akdeniz’de ticâretlerine devâm eden Cenevizlilere Sultân Üçüncü Mehmed bâzı ticârî imtiyazlar tanıdı. 1665’te ise diğer Avrupa devletlerine tanınan ticârî imtiyazlar Cenevizlilere de verildi. Osmanlı Ceneviz ticârî ilişkileri Fransız ordularının Ceneviz’i işgâline kadar sürdü. 1777’de Liguria Cumhûriyeti Napolyon tarafından tekrar kuruldu. 1805’te Fransa’ya katılan Ceneviz, 1815’te Sardunya Krallığı tarafından ilhâk edildi. 1849’dan sonra İtalya tarafından alınarak onların ticâret limanı hâline geldi.

CENEVRE

İsviçre’nin güney batısında, Cenevre kantonunun merkezi olan şehir. Fransa sınırı yakınında bulunur. Cenevre, holdinglerin ve çok sayıda milletlerarası kuruluşun merkezi olarak dünyâ çapında bir finans şehridir. Şehrin nüfûsu 160.000 civârında, metropoliten alanınki ise 380.000 civârındadır.

Cenevre, hem Germenler hem de Akdenizliler için mühim bir ticâret merkezi olarak gelişmiştir. Ekonomisi bankacılık, ticâret ve sigortacılığa dayanır. Şehir âdetâ milletlerarası sermaye için bir sığınak durumundadır. Nüfûsun çoğu hizmet sektöründe çalışır. Cenevre eskiden beri vasıflı işgücüne ve dış pazarlara yönelik üretimiyle tanınır. Kimyâ sanâyii ileri seviyede olup Basel’den sonra en büyük kimyâ sanâyii buradadır. Başlıca ihrâcat ürünleri başta saat, hassas makina ve âletler, mücevher ve kimyâsal maddelerdir. Karayollarının çoğu öteki şehirlerden ziyâde doğrudan Fransa’ya bağlanır.

Cenevre, aynı zamanda birçok milletlerarası teşkilâtın merkezi durumundadır. GATT, Birleşmiş Milletler Teşkilâtının Avrupa’daki dâireleri, Milletlerarası Çalışma Bürosu, Kızılhaç, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi Cenevre’dedir. Ayrıca milletlerarası konferansların toplanıldığı, sözleşmelerin imzâlandığı dünyâca ünlü şehir merkezlerindendir.

- 26 Eylül 1928’de Cenevre Hakemlik Genel Senedi,

- 22 Ağustos 1864 Milletlerarası Kızılhaç Komitesinin çabasıyla yaralı askerlerin korunması, ayrıca 1929 savaş esirlerine uygulanacak işlemlerle ilgili sözleşmenin imzâlanması,

- Nisan-Temmuz 1954 iki blokun (Batı ve Komünist) ve bağlantısız ülkelerin “Korede Barış” gâyesiyle toplanan ve başarısızlıkla neticelenen konferans,

-19 Mayıs 1956 karayoluyla mal taşımacılığına âit milletlerarası sözleşmeler,

- 1952’de imzâlanan, 1955’te yürürlüğe giren ve 1971’de değişikliğe uğrayan “Yazar ve Yazdıkları Eserlerin” korunması ile ilgili sözleşmeler,

- 1974’te Türk, Yunan ve İngiliz dışişleri bakanlarının, daha sonra Kıbrıs Türk ve Rum topluluklarının temsilcilerinin katıldığı Kıbrıs Meselesinin çözümlenmesi için toplanan bir dizi konferans ve sözleşmelerin hepsi Cenevre’de olmuştur.

Cenevre Üniversitesi dünyâ çapındaki araştırmalar, botanik ve eğitim dallarındaki şöhretiyle çok sayıda yabancı öğrenci çeken gözde bir kuruluştur.

CENEVRE SÖZLEŞMELERİ

Savaşın asker ve siviller üzerindeki yıkımını hafifletmek gâyesiyle, 1864-1949 arasında İsviçre’nin Cenevre şehrinde imzâlanan bir dizi milletlerarası sözleşme. Milletlerarası kızılhaç komitesinin çabası ve bu teşkilâtın kurucusu Henri Dunant’ın önayak olması sonucu ilk Cenevre Sözleşmesi 22 Ağustos 1864’te imzâlandı. Bu sözleşmeyle, yaralı ve hasta askerleri tedâvî eden bütün kuruluşların personelleriyle birlikte dokunulmazlığı sağlanarak saldırıya uğramaları önleniyor, taraf tutmaksızın bütün askerlerin bu kurumlara kabûlü ve tedâvisi öngörülüyor, yaralılara yardım eden siviller korunuyor ve sözleşme çerçevesine giren kişilerle, araç ve donanımın kızılhaç işâretini taşıması kararlaştırılıyordu.

Üç yıl içinde irili-ufaklı birçok devlet tarafından onaylanan bu sözleşme, 1906’da İkinci Cenevre Sözleşmesiyle değiştirilip genişletildi. Sözleşme hükümleri 1899 ve 1907 Lahey Sözleşmeleriyle deniz savaşlarında uygulandı. 1929’da imzâlanan Üçüncü Cenevre sözleşmesiyle savaşan devletlerin esirlere insanca davranması, haklarında bilgi vermesi ve tarafsız ülke temsilcilerinin esir kamplarını ziyâret etmelerine imkân tanıması kararlaştırıldı.

İkinci Dünyâ Savaşı sırasında bâzı devletlerin sözleşme hükümlerine uymamaları üzerine 23-30 Ağustos 1948’de Stockholm’de toplanan Milletlerarası Kızılhaç Teşkilâtı Konferansında bu hükümlere ekler yapılması ve bunların maddeler hâlinde toplanması kararlaştırıldı. Konferans sonunda hazırlanan, savaş durumundaki silahlı kuvvetlerin yaralı ve hastalarının durumunun iyileştirilmesi için sözleşme, silahlı kuvvetlerin denizdeki yaralı, hasta ve kazazedelerinin durumunun iyileştirilmesi için sözleşme, savaş esirlerine yapılacak muamele konusunda sözleşme ve savaş zamânında sivillerin korunması konusunda sözleşme, 12 Ağustos 1949’da Cenevre’de kabul edildi. Dünyâ üzerindeki ülkelerin çoğunluğu Cenevre Sözleşmelerinin bir bölümünü veya tamâmını onaylamıştır. Türkiye Cumhûriyeti de 1953’te çıkarılan bir kânunla 10 Ağustos 1954’te sözleşmelere taraf oldu.

CENGİZ AYTMATOV

Kırgız yazar ve gazeteci. 1928’de Kırgızistan’ın Şeker köyünde doğdu. Bir memur çocuğu olarak dünyaya gelen Cengiz Aytmatov ilk öğrenimini köy okulunda gördü. İkinci Dünya Savaşı sırasında köyünde erkek nüfusun azalması üzerine köyün sovyetine kâtip oldu. Daha sonra Cumbul’da baytar okuluna başladı. 1953 senesinde Kırgızistan Tarım Enstitüsünden mezun oldu. Talebeliği sırasında çeşitlli yazı denemeleri yaptı. Okulu bitirdikten sonra devlet üretme çiftliklerinde vazife yaptı. Bu sırada da eser yazmağa devam etti. Bir müddet Moskova’da Gorki Enstitüsünde staj yaptı. 1957’de Sovyet Yazarları Birliği Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitiren Cengiz Aytmatov 1959’da Kırgız’da Pravda gazetesi muhabiri oldu. Provesti gor İstepey (Dağlar ve Steplerden Masallar) adlı hikâye derlemesiyle meşhûr oldu. 1962’de Kırgız Sinematoğrafi İşçileri Birliği birinci sekreterliğine getirildi. 1963 senesinde Lenin Ödülünü aldı.

Yazdığı eserlerde Kırgızların köy hayatını anlatan Cengiz Aytmatov’un, ilham kaynağı Kırgız destanları özellikle Manas destanı oldu. Hem Rusça, hem de Kırgızca olarak kaleme aldığı eserlerinin konusu savaş ve aşktır. Yazar bu konuların üzerinde duruşunu insan duygularının en yoğun olarak bu iki durum sırasında ortaya çıkmış olmasıyla izah eder. Fransız şâiri Aragon onun Cemile adlı eseri için “Dünyanın en güzel aşk hikâyesidir.” demek suretiyle değerini ifâde etmiştir. Türk diline ve Orta Asya Türk boylarına özel ilgi duyan yazar 1966 da SSCB Yüksek Sovyeti üyeliğine seçildi. 1967 de SSCB Yazarlar Birliği Yürütme Kurulu üyesi oldu. 1968 de Sovyet Devlet Edebiyat Ödülünü aldı. Birkaç defâ ülkemizi ziyâret etti.

Sovyet Komünist Partisinde yıllarca vazife yapmış, sosyalizme kendini adamış biri olan Cengiz Aytmatov aynı zamanda Orta Asya Türk Cumhuriyetlirinin özellikle de Kırgızistan’ın otuz yıldan beri hür dünyaya açılan penceresi olmuştur. Kırgız kültürünün temellerini yeniden ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple siyâsî kişiliğinden ziyâde edebî ve kültürel kişiliğini önde tutmak gerekmektedir.

Cengiz Aytmatov’un Cemile, Masaldan Sonra, Beyaz Gemi, Elveda Gülsarı, Toprak Ana, İlk Öğretmenim, Yüz Yüze, Selvi Boylum, Deve Gözü, Askerin oğlu, Oğulla Görüşme, Kopar Zincirlerini Gülsarı, Öğretmen, Zorlu Geçit adlı eserleri vardır. Çeşitli dillere çevrilen eserleri Türkiye’de çeşitli yayınevleri tarafından basılmıştır. Türkçeye çevrilen eserleri 1974 ve 1982’de Bütün Eserleri adı altında toplanmıştır.

CENGİZ DAĞCI

Kırımlı Türk romancı ve şâir. 9 Mart 1920 târihinde Kırım’ın Yalta liman şehrine bağlı Kızıltaş köyünde doğdu. Bir adı da Murat olan Cengiz Dağcı, bâzı eserlerinde Suvarski adını kullanmıştır. Babası Kırım’dan sürgün edilen Emir Hüseyin Dağcı, annesinin adı ise Fatma’dır.

İlk tahsilini doğum yeri olan Kızıltaş köyünde gören Cengiz Dağcı, ortaokulu Akmescid’de okudu. Talebelik yıllarından îtibâren şiirler yazmaya başladı. İlk şiiri 1936 yılında Kırım Gençlik Dergisi’nde yayınlandı. Bâzı şiirleri de Kırım Yazarlar Birliğinin Edebiyat Mecmuâsı’nda yer aldı. 1939 senesinde Kırım Pedagoji Enstitüsüne girdi.

İkinci Dünyâ Savaşı başlayınca tahsilini bitiremeden askere alındı. Odesa’daki Subay Okuluna gönderildi. 1941 Haziranında Ukrayna Cephesinde tank teğmeni olarak savaşa girdi. Almanlara esir düştü. Bir süre sonra Almanlar tarafından kurulan Türkistan Lejyonuna katılıp, Ruslara karşı savaştı. Daha sonra Polonya’ya geçti. Hanımı Polonya milliyetçileriyle birlikte Almanlara karşı yeraltı faaliyetlerinde bulundu.

1945-46 senelerinde binlerce Türkistanlı ile birlikte Türkiye’ye gelmek için müracaatta bulundu. Fakat devrin idârecileri tarafından bu istekleri kabul edilmediği için gelemedi. Daha sonra Kızılhaç’ın yardımıyla İngiltere’ye gitti. Londra’ya yerleşti ve hâlen ticâretle uğraşmaktadır.

Savaş onun psikolojik durumu üzerinde olumsuz tesirler bırakmıştı. Bu bakımdan yazar savaş öncesi ve savaş yıllarına ışık tutacak mâhiyette hâtıra tarzında romanlar yazdı. Eserlerinde Kırım Türklerinin sıkıntı ve mücâdelelerini anlattı. Bâzı şiirleri 1950’li yılların ikinci yarısında Kırım Dergisi’nde yer aldı. Şiirlerinde ve eserlerinde hislerine bir sınır koymayan Cengiz Dağcı, söylemek istediklerini açıkça ifâde etmeyi tercih etti. Türkiye’de bir yayımcıya gönderdiği hayat hikâyesini, “Elhamdülillah Türküm, Müslümanım ve notlarımda yazdıklarımın hepsinin de hakikat olduğuna yemin ederim.” diye bitirmiştir.

Türk âleminin bir bütün olduğunu da şöyle ifâde etmiştir: “Bize Tatar diyorlar. Çerkez, Türkmen, Kazak, Âzerî, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kabudî, Başkırt, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan. Deniz parçalanamaz. Biz Türk Tatarız. Bunu senin kalbin bildiği gibi her Başkırt, her Kırgız, her Kazak’ın da kalbi bilir. Kalbinin hisleriyle hareket et. Dünyânın boş hırslarına kapılma...”

Cengiz Dağcı, Türk edebiyâtına birçok eser kazandırdı. Türkiye’de 1956’dan bu yana yayımlanan romanları pekçok baskı yapmıştır.

Eserleri şunlardır: Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Onlar da İnsandı, Ölüm ve Korku Günleri, O Topraklar Bizimdi, Dönüş, Genç Temüçin, Badem Dalına Asılı Bebekler, Üşüyen Sokak, Anneme Mektuplar, Benim Gibi Biri, Yansılar.

Cengiz Dağcı’nın şiirlerinden;

Veriniz Atamın Kılıcını Bana!

Kalbimde hürriyet ateşi yanar,

Veriniz atamın kılıcını bana!

Atımı süreyim kanlı meydana,

Veriniz atamın kılıcını bana!

 

Veriniz! Kudretli deryadır gönlüm,

Türkistan yok diye bağıran o kim?

Kanını seven savaşçı bir Türküm.

Veriniz atamın kılıcını bana!

 

Veriniz! Dökülen kana kan için,

Günahsız yurdumda ölen can için,

Geçmiş ve gelecek nam ve şan için.

Veriniz atamın kılıcını bana!

 

Kalbimde hürriyet ateşi yanar,

Veriniz atamın kılıcını bana.

Atımı süreyim kanlı meydana,

Veriniz atamın kılıcını bana!

CENGİZ HAN

Meşhûr Moğol imparatoru. 1155’te Onon Irmağı kıyısındaki Dülün-Boldak kasabasında doğdu. Babası Yegüsey Bahadır’dır. Asıl adı Timuçin olup, imparator olunca Cengiz adını aldı.

Timuçin’in babası, Moğolların oldukça tanınmış boy beylerindendi. Babasının ölümünden sonra Timuçin, etrafına birtakım Moğol ve Türk kabîlelerini topladı. Kendisine tâbi olmayan kabîleler üzerinde katliam derecesine varan zulümler yaptı. Ayrıca kabîlelerin önde gelenlerini öldürtüyor ve kendisine karşı gelebilecek bir kimse bırakmıyordu. Esâsen hayat şartlarının ağır, toprağın kısır olduğu, şehirlerin teşekkül edemediği Moğolistan’da derebeylik teşkilâtı dışında ictimâî bir devlet teşkilâtı yoktu. Bu sebeple Timuçin de aynı yolu seçti. Evvela eski arkadaşı ve kankardeşi Camuka Hanı ve yine eski müttefiki ve Kerayit Moğollarının kralı Ong Han ile oğlu Sengün Hanı yendi. 1206 yılında Naymanları da yenerek Batı Moğolistan’a hâkim oldu ve Cengiz adını takınarak imparatorluğunu îlân etti.

İlk olarak devletine, ileride Cengiz Kânunu denilecek olan kâidelerle düzen verdi. Boy beyleri ve büyük kumandanlarından meydana gelen kurultayını topladı. İlk hedefi Çin İmparatorluğu idi. 1215’te çok çetin geçen muhârebelerden sonra, Çin’in başkenti Pekin’i ele geçirdi. Sonra Uygur ve Karluk Türk devletlerini kendisine tâbi hâle getirdi. Nihâyet 1218’de Türkistan’a, Harezmşahlara ve Doğu Türk Hakanlığına karşı sefere çıktı. Harezmşahlar hükümdârı Celâleddîn Harezmşah büyük bir mücâdele vermesine ve kahramanlıklar göstermesine rağmen dalga dalga gelen Moğol kuvvetleri karşısında yenilmekden kurtulamadı. Bütün Türkistan, başkenti Semerkand da dâhil, Cengiz’in eline geçti. Celâleddîn Harezmşah İran’a çekildi ise de, bir müddet sonra Moğollar burayı da ele geçirdiler.

Bundan sonra Moğolistan’a dönen Cengiz, Çin’e karşı son seferine çıktı. Son seferini kazanan Cengiz, 1227’de Kansu’da öldü. Burhan-Haldun Dağlarında, bugün dahi bilinemeyen bir yere gömüldü.

Cengiz, kan dökücü ve zâlim bir hükümdâr olup, Türk şehirlerinde müthiş katliâmlar yaptırdı. Çeşitli târih kitaplarında ifâde edildiğine göre; “Cengiz dünyânın en büyük cihângirlerinden ve en meşhur zâlim ve kan dökücülerindendir. Horasan, Kandehar ve Multan gibi medeniyet merkezlerini yakıp yıktı. Milyonlarca Müslümanı öldürdü. Çoğunu câmilerde kılıçtan geçirdi. Buhara, Semerkand ve Herat gibi ilim merkezi olan büyük şehirleri harabeye çevirdi. Kadınlarını esir diye askerlerine dağıttı. İslâm medeniyetine, yerine getirilemeyecek darbeler indirdi. İslâm âlimlerinin milyonlarca eserlerinin bugün elde bulunamaması, Cengiz ile torunlarının ve bunların emri ile saldıran vahşi Moğol yağmacılarının yaptıkları tahriplerin netîcesidir.

Cengiz, Moğol olup, Türklükle hiçbir ilgisi yoktur. Yağmacılıkla geçinir ve Güneşe tapınırlardı. İslâm ve medeniyet düşmanıydılar. Askerlerinde nikâh ve âile duygusu yoktu. Cengiz, teşkilâtlı ve düzenli bir ordudan çok, çapulcu gürûhu gibi bir orduya sâhipti. Bu sebepledir ki, taşkınlık ve azgınlık zamânı kısa sürdüğü hâlde, yıktığı medeniyetler bir daha eski hâlini alamadı.

CENGİZNÂME

Moğol hükümdârı Cengiz Hanın hayâtı, şahsiyeti ve fetihleri etrafında söylenmiş destan. Bu destan Orta Asya’da Cengiz ve çocukları tarafından idâre edilen bâzı Türk kabîleleri arasında 13. asırda doğmuştur. Yazılı edebiyâta 15. yüzyıl sonlarında geçmiş olan bu destanın, Orta Asya Türkleri arasında yaygın ve devamlı bir ömrü olmuştur.Türklerin İslâmiyetten uzak kalan Başkurt, Kırgız-Kazakları, Yakutlar-Tonguzlar gibi boyları arasında ısrarla yaşatılmıştır.

Eserde vak’alar, Moğol İmparatoru Cengiz’in ve çocuklarının târihi hikâyelerine uygundur. Bu sebeple Cengiznâme, Cengiz’den başlayarak Moğol Hanlarının destânî bir târihi olarak kabul edilmiştir. Destan, Cengiz’in atalarını ve doğuşunu hikâye ile başlar. Evlenişi, bâzı Orta Asya kabîlelerinin başına geçişi, yaptığı savaşlar ve fetihleri anlatıldıktan sonra kurduğu imparatorluğu çocukları arasında paylaştırarak ölmesiyle biter.

Cengiz, Müslüman Türkler tarafından hiç sevilmemiş ve hep nefretle karşılanmıştır. Bilhassa Osmanlı Türkleri Cengiz’in yaptığı fetihler esnâsında yaptığı zulümleri, yakıp yıktığı şehirleri, harâb ettiği mâmûreleri ve oluk gibi akıttığı Müslüman kanını unutamamışlardır. Ayrıca Anadolu’da 12. asırda bütün şiddetiyle yaşanan Moğol zulüm ve baskısı, Cengiz ve ordularının Selçuklu ve Osmanlı Türkleri içinde nefretle anılmasına yetmiştir. Dolayısıyla Anadolu Türkleri arasında bu destan bilinmez.

Cengiznâme’nin Paris Millî Kütüphanesinde, Berlin Devlet Kütüphânesinde, British Museumda yazma nüshaları vardır. İlk matbu nüshası İbrâhim Halfin tarafından 1822’de Kazan’da bastırılmıştır.

CENİN

(Bkz. Embriyon)

CENNET

Alm. Paradies (n), Fr. Paradis (m), İng. Paradise. Âhirette, Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerin gidecekleri ve sonsuz olarak zevk ve saâdet içinde yaşayacakları yer. Cennet kelimesi, lügatta C ve N harflerinden meydana gelmekte olup, aynı kökten meydana gelen cin, cinnet, cinân, cenîn kelimeleri gibi “örtülü” demektir. Cennet meyveler, çiçekler, güzel kokular ve daha pekçok güzellikler ile örtülü olduğundan bu isim verilmiştir. Dünyâda bağ, bostan, bahçe mânâsına da kullanılır. Kelimenin bu kullanılış şekli, daha çok teşbih, benzetme içindir.

Bütün semâvî dinler ve bâzı semâvî olmayan inanç sistemleri, bu dünyâdan başka olarak bir ikinci dünyânın, yâni âhiretin varlığından haber vermişlerdir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdan îtibâren bütün peygamberlerin, insanlara tebliğ ettikleri dinlerde, îmâna âit esaslar aynı idi. Bu dinlerin hepsinde, âhirete ve âhirette mükâfâtlara veya cezâlara uğrayarak, sonsuz yaşamaya “inanmak” emredilmiştir. Cennet, insanları, âhirette mükâfâtlandırma yerinin adıdır.

Cennet hakkındaki bilgilerimiz, din kitaplarına dayanır. Fen ilimlerinin konusu bu dünyâyı incelemek olduğundan, bunlardan âhiret (öbür dünyâ) hakkında bir açıklama veya bilgi beklenmez ve aranmaz.

İslâmiyet, insanların öldükten sonra tekrar yaratılıp sonsuz yaşayacaklarını, hayvanların ise kıyâmette birbirleriyle ve insanlarla hesapları görüldükten sonra, tekrâr yok edileceklerini bildiriyor. İslâm dîninin mukaddes kitâbı Kur’ân-ı kerîm ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri, bunların şerhi, tefsiri yâni izah ve açıklaması olan ana kaynaklarda Cennet hakkında çeşitli bilgiler vardır. Buralarda bildirildiği gibi Cennet, bu dünyâda iken Allahü teâlânın gönderdiği peygamberlere inanarak, onların bildirdiklerine uygun yaşayarak, doğru yolda yürüyenlere mükâfât, iyilik, nîmet ve ihsân yeri olmak için Allahü teâlâ tarafından yaratılmış ve hazırlanmıştır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin 112. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurdu:

“Şirk ve nifaktan tövbe edenler, Allah’a ihlâsla ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû ve secde yapanlar (namaz kılanlar), iyiliği emredip, kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın hudûdunu koruyanlar (emirlerini yapıp, yasaklarından sakınanlar) (var ya) işte böyle müminleri Cennetle müjdele.”

Cennet, akla gelen veya gelmeyen her türlü güzelliklerin toplandığı yerdir. Dünyâdaki zevk ve lezzetlerin, Cennettekilerin yanında hiç kıymeti yoktur. Cennette, oradakilerin istedikleri her türlü yiyecek ve içecek önlerine gelir.Koparmak, pişirmek gibi zahmetlere katlanmadan dilediklerince yiyip içerler. Türlü çeşitli mücevherden yapılmış köşkler, herbiri ayrı lezzette ırmaklar, leziz meyvelerle dolu ağaçlar, nefis bahçeler, kuşlar ve daha akla hayâle gelmeyecek nice nîmetlerden bol bol faydalanırlar. Hûrî, gılman ve Cennet melekleri ile berâber olup, zevk ve lezzet içinde sonsuz yaşarlar. Cennet meleklerinin büyüğünün adı Rıdvân’dır. Cennet’te bir kısım köşklerin içinde olanlar, diledikleri yeri görür ve kendilerini istedikleri yere götürürler. İnsanlar, dünyâda kaç yaşında vefât etmiş olurlarsa olsunlar, Cennet’te 33 yaşında olacaklardır. Hanımlar, kocaları ile ve İslâm büyüklerini sevenler de, onlarla berâber olurlar. Cennet’e giren bir daha çıkarılmaz.

Cennet’teki dereceler ve mükâfâtlar, herkesin ilmine ve ibâdetlerine göre olacaktır. Allahü teâlâ, arş ve kürsî altında, yedi kat göklerin üstünde sekiz Cennet yaratmıştır. Bunlardan, Cennet-i Adn, derecesi ve nîmetleri en yüksek olandır. Peygamberler, sıddîkler ve şehitler bu Cennet’e girerler. Cennet-i Firdevs, diğerlerinden üstündür. Bahçeleri çoktur. Diğerleri; Cennet-i Naîm, Cennet-i Huld, Cennet-ül-Me’vâ, Dârüs-selâm, Dârül-Karâr, Dârül-Celâl’dır.

Cennet’e herkes giremeyecektir. Âdem aleyhisselâmdan kıyâmete kadar gelip geçen insanlar içinde Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler girecektir. Bunun için, insanların kendi zamanlarındaki Peygamberlere ve getirdiği dîne inanarak bu inançlarına uygun bir dünyâ hayâtı geçirmeleri ve son nefeslerinde îmân ile vefât etmeleri lâzımdır. Son peygamber Muhammed aleyhisselâmın gelmesi ve İslâm dînini bütün insanlara tebliğ etmesinden sonra, kıyâmete kadar gelecek insanların O’na ve O’nun bildirdiklerine îmân etmeleri şarttır. Ancak Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine şeksiz, şüphesiz îmân etmekle ve her hususta O’na tam uymakla, Allahü teâlânın rızâsına ve Cennet’teki en yüksek derecelere kavuşulur.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Cennet hakkında meâlen buyurdu ki:

Rablerinden korkanlar (takvâ sahibi olanlar) ise (izzet ve ikrâm ile) bölük bölük Cennet’e sevk edilirler. Oraya varıp kapıları kendilerine açılınca, Cennet’in bekçileri şöyle derler: Selâm ve selâmet size, tertemiz geldiniz! Artık, ebedî kalmak üzere girin buraya. (Zümer sûresi: 73)

...Kim Allah’a ve peygamberine itâat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar ki, onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Bu, en büyük kurtuluş ve saâdettir.(Nisâ sûresi: 13)

Allah, mümin erkeklere de, mümin kadınlara da içinde ebedî kalıcı olmak üzere altından ırmaklar akan Adn Cennetlerini ve çok güzel meskenleri vâdetti... (Tevbe sûresi: 72)

...Canlarının istiyeceği, gözlerinin hoşlanacağı ne varsa oradadır ve siz içinde ebedî kalıcılarsınız. İşte bu sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mîrasçı kılındığınız Cennet’tir. (Zuhrûf sûresi: 71-72)

Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâm da Cennet hakkında buyurdu ki:

Aşağı derecede bulunan Cennetlikler, yüksek derecede bulunan Cennetlikleri ufukta parlayan tek tük yıldızlar gibi göreceklerdir.

Cennet’te yukarıya doğru, biribirlerinin üstünde bulunmak sûretiyle (100) derece ve mertebe vardır. Genişlikleri de çok geniştir. Firdevs makam bakımından Cennet’in en yükseğidir. Cennet’in dört nehri -ki onlar: Bal, su, süt ve şarap- Firdevs’ten akar ve o Firdevs’in üstünde Arş-ı a’lâ vardır. Öyleyse Allah’tan istediğiniz zaman, Firdevs’i isteyiniz.

Dikkat edin, Cennet için hazırlanan yok mudur? Kâbe’nin Rabbi’ne (Allah’a) yemîn olsun ki, Cennet’te tehlike diye bir şey yoktur. Cennet, parlayan bir nûr, etrafa yayılan bir kokudur. Binâları kuvvetlidir. Irmakları devamlı akar, bol ve kemâle ermiş meyve yeridir.

Cennet’in ırmakları, misk tepelerinden veya misk dağlarının eteklerinden çıkar.

CENNETKUŞU (Paradisea)

Alm. Paradiesvögel (m), Fr. Oiseau (m) de paradis, İng. Bird of paradise. Familyası: Cennetkuşugiller (Paradiseidae). Yaşadığı yerler: Yeni Gine ve Kuzey Avustralya ormanlarında. Özellikleri: 10 ile 35 cm boyunda olmalarına rağmen, uzun süs tüylerinden dolayı daha iri görünürler. Yüksek ağaçlarda yaşayan, böcek ve meyvelerle beslenen ötücü kuşlardır. Çeşitleri: 42 türü bilinir. Büyük, küçük, kral, gök, gök bayraklı, on iki telli cennetkuşları en meşhûrlarıdır.

Yeni Gine çevresindeki adalar ile Kuzey Avustralya ormanlarında yaşayan, Cennetkuşugiller familyası bireylerine verilen genel ad. Dünyânın en güzel tüylü kuşlarıdır. Gagaları yandan basık, ayakları güçlü pençelidir. En yüksek ağaçlara konar ve yuva yaparlar. Güneş ışığında süs tüyleri altın ve zümrüt gibi parıldayarak seyredenleri hayran bırakır. Serçe ile karga iriliğinde olmalarına rağmen, uzun renkli tüyleri onları daha büyük gösterir. Büyük cennetkuşu uzun kuyruğu ile bir metreyi bulur. Genellikle erkekler daha zarif ve renklidir.

Eşleşme dönemlerinde erkek cennetkuşları tüylerini kabartarak dişilere gösteriler yapar. Dişi, ağaç dallarına yapılan çömlek şeklindeki yuvaya kahverengi çizgili iki yumurta yumurtlar. Cennetkuşunun tüyleri, yerliler ve bayanlar tarafından süs olarak kullanılır. Eski çağlarda bu kuşlar için, çok efsâneler söylenmiştir.

CENTİYAN (Gentiana Lutea)

Alm. Gelber Enzian (m), Fr. Gentiane (f), İng. Gentian.Familyası: Centiyangiller (Gentianaceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Bursa, İzmir, Kütahya.

Temmuz-ağustos aylarında çiçek açan, yüksek dağlardaki çayırlarda yetişen, takriben 1 m boyunda, çok senelik otsu bir bitki. Gövdeleri yeşil, sert, dik ve içi boştur. Yapraklar karşılıklı, üsttekiler sapsız, alttakiler ise kısa ve geniş saplı olup, gövdenin takriben yarısından yukarıda bulunan yaprakların koltuğunda, 6-15’i bir arada bulunur. Çiçekler parlak sarı renkte, yıldız hâlinde yayılmış, tabanda yapışık, 5 uzunca taç yapraktan ibârettir. Tohumlar yassı, yuvarlak ve esmerimsi renklidir.

Kullanıldığı yerler:Bitkinin kullanılan kısımları kökleridir. Genellikle 3-5 senelik bitkilerden elde edilir. Kökler sonbaharda topraktan çıkarılır,yıkanır, kesilir. Evvelâ güneşte, sonra gölgede kurutulur. Bu esnâda kökün husûsî koku ve rengi meydana gelir.

Centiyan köklerinden mum, tanen, uçucu ve sâbit yağ ile gentianin isimli bir alkaloit ve glikozitler elde edilir.

Acı ilaçlardan biridir. İştah açıcı ve mîdevî olarak istifâde edilir. Kandaki kırmızı ve beyaz küreciklerin miktârını arttırdığından dolayı kan hastalıklarında da kullanılır. Ateş düşürücü olarak eskiden halk arasında kullanılmıştır.

Bursa (Uludağ)da bu bitkinin köklerinden sulu bir hulâsa hazırlayarak, tekneler içinde ticârete çıkartırlardı. Fakat bilgisizce bir toplama ve kaçak olarak yurt dışına ihracı, bu bitkinin neslinin tükenmesine yol açmıştır.

CENTO

Türkiye ve Irak arasında 1955 yılında karşılıklı işbirliğini sağlamak amacıyla yapılan antlaşma. Arap ülkelerine ve bölgenin güvenlik ve barışıyla ilgilenen diğer ülkelere antlaşma açık olduğundan bu antlaşmaya Pakistan, İran, İngiltere sonradan dâhil oldular. Amerika gözlemci olarak katılmış, böylece Bağdat Paktı ortaya çıkmıştır. 1958 yılında Irak’ta ihtilâl yapılıp mevcut rejim devrilince, Irak pakttan 1959’da çekildi. Merkezi Bağdat’ta bulunan teşkilât Ankara’ya taşındı. Central Treaty Organization=Merkezî Antlaşma Teşkilâtı kelimeleri kısaltılarak “CENTO” tanımı ortaya çıkarıldı.

CENTO’nun emrinde NATO’da olduğu gibi askerî kuvvetler yoktu. Fakat askerî yetkililer arasında devamlı bir işbirliği, dayanışma plânlama gayreti vardı. Şah rejiminin yıkılmasının ardından 12 Mart 1979’da Pakistan, ertesi gün de İran bu teşkilâttan çekildi. Eylül 1979’da CENTO dâimi komitesi tarafından feshedildi.

CERÂHAT

Alm. Eiter (m.), Fr. Pus (m.), İng. Pus, matter. Bâzı mikroplar ve tahriş edici maddeler tarafından vücut dokularında iltihâbî reaksiyon sonucu meydana getirilen, kıvamlı, yeşilimtrak-beyaz sıvı. Cerâhatın (irinin) görüldüğü iltihap şekline “irinli iltihap” denir.

Vücûdun bir yerine mikrop veya tahriş edici maddelerden birisi girdiği zaman, vücut savunmak için akyuvarlarını o bölgeye yollar. Ayrıca o bölgenin kanlanması da artar. Doku içine damarlardan sıvı ve akyuvar sızması olur. Böylece burası kızarır, şişer ve ağrı yapar. Cerâhat; başlıca iltihâbın âmili olan mikroplar (ekserisi öldürülmüş olarak), serum, ölü doku hücreleri ve beyaz kan hücrelerinden (akyuvarlardan) meydana gelir. İltihâbı yapan mikroorganizmanın cinsine göre cerâhatin rengi ve kıvâmı da değişir.

Cerâhat, vücutta bulunduğu yerlere göre çeşitli isimler alır: Akciğer zarı, kalb zarı gibi yerlerde olunca “ampiyem”, deride kabarcıklar şeklinde olursa “piyodermi”, bir boşluğu doldurur şekilde olursa “apse” adını alır. Cerâhat, vücûdun dış sathına yakınsa, kendiliğinden açılarak patlayabilir. Derinlerde olan apseleri yararak dışarı boşaltmak gerekir. Cerâhat temizlenmeyecek olursa, kana mikrop karışması ve “sepsis” denilen kan zehirlenmesi ortaya çıkabilir. (Bkz. Abse)

CERBE MUHÂREBESİ

1560’ta vukû bulan ve Haçlı donanmasının hezîmetiyle sonuçlanan, deniz muhârebesi. Preveze yenilgisinin izlerini silmek isteyen Avrupalılar, Türkleri Batı Akdeniz’den çıkarabilmek için, Turgut Reisi Cerbe’de vurup askerini imhâ etmek gâyesindeydiler. Ancak bu sâyede Tunus ve Trablus, İspanya’nın eline geçerdi. Türklerin burayı yeniden ele geçirmeleri ise yılları alırdı.

Mehdiye Kalesinin yıkılmasından sonra Turgut Paşanın elindeki en müstahkem kale, Cerbe Kalesiydi. Turgut bilhassa son yıllarda burasını iyice tahkim etmişti. Cerbe Adası, Trablus’la Tunus’un arasında bulunduğundan, buradan her iki ülkenin de kontrolü kolay oluyordu. Bunun içindir ki, Haçlıların ilk saldırı noktası Cerbe Adası idi. Cerbe’de yenilen Türklerin Trablus’u savunmaları zor olacaktı. Cerbe’de bin kişilik bir Türk kuvveti vardı. Turgut Paşa’nın esas kuvvetleri Trablus’ta bulunuyordu ve bunların güçlü Haçlı donanmasına bir şey yapamayacakları meydandaydı.

Nitekim Haçlıların, Osmanlılara karşı hazırlanmış ve kesin bir zafer almayı aklına koymuş olan iki yüz parçadan mürekkep müttefik donanması, ihtiyat olduğundan epey zamandır sefere çıkmayan Jan Andrea Dorya kumandasında Cerbe önüne geldi. Turgut Paşa bu muazzam kuvvete karşı koyamayacağını anlayarak Trablus’a çekilirken, acele olarak Mora sancakbeyi vâsıtasıyla durumu İstanbul’a bildirdi.

Cerbe’yi almaya muvaffak olan İspanyol ve müttefikleri Osmanlı donanmasına karşı acele orayı tahkim ettiler. Buna karşı Piyâle Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması Cerbe Adası önüne geldi ve işte burada târihte meşhur Cerbe Muhârebesi yapıldı.

Haçlı donanmasının başında başkumandan Andrea Dorya bulunuyordu. Donanma iki yüz gemiden müteşekkil olup, buna 30 bin asker yüklenmişti. 22 yıldan beri, Preveze’den sonra Hıristiyan âlemi böyle bir armadayı bir arada görmemişti.

Kaptan-ı Deryâ Piyâle Paşa komutasındaki Türk donanmasında ise Uluç Ali Reis,Seydi Ali Reis ve Turgut Paşa gibi tecrübeli kaptanlar bulunuyordu. Donanma 120 parçadan müteşekkildi. Bu tecrübeli deniz serdarları yaptıkları harp dîvânında düşmanı imhâ için Preveze’de kullanılan taktiği uygulamaya karar verdiler.

Piyâle Paşa ve tecrübeli komutanları Haçlı armadasını 14 Mayıs 1560 sabahı pek az bir zâyiâtla birkaç saatte perişân ettiler. Düşman askerinin 20 bini imhâ edildi. Bu muhârebe, Andrea Dorya’nın Preveze’de Barboros’tan yediği silleden sonra, müttefiklere vurulmuş ağır bir darbe oldu. Müttefik kuvvetlerin 60 büyük gemisi batırıldı. Büyükamiral Andrea Dorya yaralı ve perişân bir halde alelade bir kayıkla hayâtını zor kurtardı.

Zaferi müteâkip muhâsara edilen Cerbe Kalesi kısa sürede tekrar fethedildi. Kaledeki İspanyol Generali Alvaro bir gemiye atlayarak kaçmışsa da, Turgut Paşa tarafından tâkip edilerek esir alındı. Adanın idâresi Turgut Paşaya verildi.

Cerbe’de Türk zâiyatı Preveze’de olduğu gibi hayrete değer derecede az olmuştur. Ancak birkaç küçük Türk gemisi batmış ve şehitlerin sayısı bini bulmamıştır.

CERN

(Bkz. Avrupa Nükleer Araştırma Konseyi)