CEMÂAT
Topluluk, kalabalık.Namaz kılmak, vaaz veya mevlid dinlemek için bir araya gelmiş kimselerden meydana gelen topluluk. Aynı dinden veya soydan insanların topluluğuna da cemâat denir: İslâm cemâatı, Mûsevî cemâati gibi.
Târihte yeniçeri ocağı, saray gibi yerlerde çeşitli hizmetlerin yürütülmesiyle görevli çeşitli topluluklara da cemâat ismi verilmiştir.
Bütün Müslümanlar için “İslâm cemâati” denilmiştir. Ümmet kelimesiyle eş anlamlıdır. Peygamber efendimiz cemâat kelimesini sık sık söylemiş, İslâmiyeti yayarken komşu hükümdârları İslâm cemâatine katılmaya çağırmıştır. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Cemâatten bir karış bile ayrılan kişi, İslâm bağını boynundan çıkarmıştır.”; “Cemâatten bir karış ayrılan ve o hâlde ölen kişi, câhiliye ölümü ile ölür.”; “Allahü teâlânın rahmeti (yardımı) cemâat üzerinedir.”; “Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez.”
Allahü teâlâ Âl-i İmrân sûresinin yüz üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Hepiniz Allahü teâlânın ipine sarılınız. Fırkalara bölünmeyiniz.” İslâm âlimlerinden bâzıları, Allahü teâlânın ipi, “cemâat, birlik” demektir dediler.
İslâm dîninde namazların cemâatle kılınması, Peygamber efendimizin mühim (kuvvetli) sünnetidir. Müminin cemâate tâbi olması lâzımdır. Hattâ cemâatle kılınan namazın sevâbı yalnız kılınandan yirmi beş veya yirmi yedi derece daha fazladır. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: “Cemâatle kılınan namaza yalnız kılınan namazdan yirmi yedi kat fazla sevap verilir.” ve “İyi bir abdest alıp, mescitlerden birine cemâatle namaz kılmak için gidenin, Allahü teâlâ, her adımına bir sevap yazar ve her adımında amel defterinden bir günâhı siler ve Cennet’te onu bir derece yükseltir.”
Namazda en az iki kişiden birinin imâm olması ile cemâat meydana gelir. Cumâ ve Bayram namazları için cemâat şarttır.
Cemâatle kılınan namazda kendisine uyulan kimseye “imâm” denir. İmamlığın ve buna uyup cemâat olmanın şartları vardır. Bunlar ilmihâl kitaplarında uzun anlatılmaktadır. Hasta, felçli, bir ayağı kesik olan, yürüyemeyen ihtiyarların ve âmânın cemâate gitmesi şart değildir.
Regâib, Berât ve Kadir gecelerinde kılınan nâfileler cemâatle kılınmaz. Vitir namazı, Ramazan ayında cemâatle kılınır. Başka zamanlarda yalnız kılınır.
Cemâatle namaz kılmanın hikmetinden birisi de cemâatten birinin namazı kabul olursa, onun hürmetine diğerlerinin namazı da kabul olur.
Özür hâli müstesnâ, cemâate devâm etmek îmân alâmetlerinden sayılmıştır. Cemâatle kılınan namaz, Müslümanlar arasında birlik ve berâberliği sağlar. Sevgi ve bağlılığı artırır. Cemâat toplanıp birbirleriyle sohbet ederler. Dert ve sıkıntıları olanlar, hastalar bu sâyede kolayca ortaya çıkar. Cemâat, Müslümanların tek kalb, tek vücûd gibi olduklarının en güzel nümûnesidir.
Namaza dâir cemâatin fazîleti ile ilgili hadîs-i şerîflerden bâzısı şöyledir:
Cemâatle namaz kılan, günün tamâmını ibâdetle geçirmiş sayılır.
Câmiye devâm edenin îmânlı olduğuna şâhitlik ediniz.
Ezânı işittiği hâlde, cemâate gitmemek insana kötülük olarak yetişir.
Mısır cumhurbaşkanlarından. İskenderiye’de 1918 yılında doğdu. Hukuk Fakültesine girdi. Mısır’da ordu kurulması üzerine, Hukuk Fakültesinden ayrılarak Harp Okuluna girdi. 1938 yılında mezun olarak teğmen rütbesiyle orduya katıldı. Mısır ile Filistin arasında 1948 yılında yapılan savaşa subay olarak katıldı. Bu savaş, tecrübelerinin artmasına vesîle oldu. Daha önce arkadaşlarıyle birleşerek İngiliz aleyhtarı “Hür Subaylar Cemiyeti”ni kurmuşlardır (1942).
Bu cemiyet sonraları kuvvetlenerek tesirini artırdı. 1952 yılında aralarına General Necib’i de alarak krallık aleyhine ayaklandılar. Bu ayaklanma başarıya ulaşarak Kral Fâruk, Mısır’ı terk etmek zorunda kaldı. Böylece krallık rejimine son vererek Cumhûriyet idâresi îlân edildi. Kurulan hükûmette Necib başbakan, Abdünnâsır başbakan yardımcısı olarak yer aldı. Ancak birkaç ay sonra General Necib’i de uzaklaştırarak idâreyi tek başına ele aldı (18 Eylül 1953). Üç yıl sonra yapılan seçim sonucu devlet başkanı oldu. Başa geçtiğinden îtibâren Sovyet yanlısı bir politika sürdürdü. Birçok işletmeleri millîleştirdi. Bu millîleştirdiği müesseseler arasında Süveyş Kanalı da vardı. Bu hâdise Rusların da propagandaları ile içerideki îtibârını artırdı. Yapılan bir anayasa ile devlet başkanını geniş yetkilerle donattı. Bu arada subaylığı esnâsında birlik olduğu, yabancı güçlerin kontrolündeki İhvân-ı Müslimîn (Müslüman Kardeşler Cemiyeti)ile arası açıldı. İhvân-ı Müslimînin dinden habersiz liderlerinin yanlış hareketleri ve Abdünnâsır’ı devirmek istemeleri üzerine, 40.000 Müslümanı zindanlara doldurarak türlü eziyetler yaptı.
1965 yılında yapılan seçimlerle yeniden başkan seçildi. İki yıl sonra Mısır-İsrâil Savaşı başladı ve bu savaşta Mısır mağlup oldu. Bunun üzerine istifâ etti. Ancak yapılan baskılar üzerine istifâsını geri aldı. 1970 yılında öldü.
Abdünnâsır, Sovyet yanlısı politika uygulayarak, Sovyetlerin Ortadoğu’da nüfûzunu artırmasına sebeb oldu. Binlerce Sovyet askerî uzmanını Mısır’a görevli kabul etti. Bu askerî uzmanlar daha sonra devlet başkanı Enver Sedat tarafından Mısır’dan çıkarıldı. Nâsır ayrıca 1958-1961 yılları arasında, Suriye, Mısır ve Libya’dan müteşekkil Birleşik Arap Emirliğinin başkanlığını yaptı ve bu ülkelere de sosyalizm tohumları ekerek, Müslümanlara eziyet edilmesine sebep oldu.
Türkiye Cumhûriyetinin dördüncü cumhurbaşkanı. 1895 yılında Erzurum’da doğdu. Subay bir babanın oğlu olup, aslen Erzurumludur. Çocukluk ve ilköğretim hayâtı orduda geçti. Orta öğrenimini Erzincan’da, lise öğrenimini Kuleli Askerî Lisesinde yaptı. Cemâl Gürsel, öğrencilik sıralarından beri, arkadaşlarını koruması, onlara ağabeylik etmesiyle tanınmıştı. Kuleli’ye geldiğinde 17-18 yaşlarında, adını sorduklarında, “Bana Erzincan’da Ağa derlerdi!” demesi onu kısa zamanda sınıfın “Ağa”sı yapmıştı. Bundan sonra hep “Cemâl Ağa” diye anıldı.
Birinci Dünyâ Savaşında asteğmen rütbesiyle, Çanakkale’de ve Filistin cephesinde topçu subayı idi. Kurtuluş Savaşına teğmen rütbesiyle katıldı. Harpten sonra, Filistin cephesinden tanıdığı bir silâh arkadaşının kızkardeşiyle evlendi. Daha sonra Harp Akademisine girdi ve 1929 yılında kurmay subay oldu. Komuta kademelerinde yükselerek kendi doğum yeri olan Erzurum’da bulunan Üçüncü Ordu Komutanlığına getirildi.
1959 yılı Eylül ayında Türk ordusunun en yüksek kademelerinden olan Kara Kuvvetleri Komutanlığına tâyin edildi. Savunma Bakanı Ethem Menderes’e uyarı ve tekliflerde bulunan bir mektup verdiği için, Nisan 1960’ta, iki ay sonradan geçerli olmak üzere emekliye sevkedildi. 3 Mayıs 1960’ta vedâ ederek İzmir’e gitti.
Cemâl Gürsel, 27 Mayıs 1960’ta yapılan ihtilâlin liderliğine getirildi ve Millî Birlik Komitesi Başkanı ve Başvekil oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 26 Ekim 1961 günü yapılan seçimde, katılan 607 senatör ve milletvekilinden 434 oy alarak dördüncü Cumhurbaşkanı oldu.
Sağlık durumu gün geçtikçe bozulmasına rağmen 22 Şubat-21 Mayıs silâhlı darbe girişimlerinin yapıldığı buhranlı devrede büyük gayret gösterdi. Bu gayret ve çalışmalarından 15 Mart 1963’te hastalığı arttı. Birkaç hafta tedâvi gördü. Fakat tamâmen iyileşemedi. Bu durumu 1965 sonuna kadar devâm etti. Doktorların müşterek kararı ile Amerika’ya tedâviye gitmesine karar verildi. 2 Şubat 1966 günü Amerika’ya gitti. 53 gün tedâvi gördükten sonra iyileşmesinden umut kesilince, 26 Mart 1966’da yurda döndü. Tedâvisine Gülhâne Askerî Tıp Akademisinde devâm edildi. 14 Eylül 1966 günü ânî beyin kanamasıyla öldü.
Târihçi, yazar. 1912’de Konya’da doğdu. Orta öğrenimini Kadıköy Lisesinde tamamladı. Anadolu Ajansında muhâbirlik (1924-28), Hâkimiyet-i Milliye’de İstihbarat Şefliği ve fıkra yazarlığı yaptı. Konya’da Yeni Anadolu Gazetesi’ni ve Zaman Dergisi’ni (1928-32), İstanbul’da Halk Gazetesi’ni (1941-42), Millet Dergisi’ni (1946-1950) çıkardı. Pekçok gazete ve dergide özellikle târihî konularda yazılar yazdı. Kitap hâlinde basılan 139 eseri mevcuttur. Bunlardan bâzıları şunlardır: Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi (20 cilt, 1957-62), Bilinmeyen Târihimiz (4 cilt, 1974-75), Târih Sohbetleri (9 cilt, 1966-68), Örtülü Târihimiz (2 cilt, 1975), Sisli Tarihimiz (2 cilt-1975), Midhat Paşanın Gurbet Hatıraları (3 cilt, 1983), Geçmişten Günümüze Türk Kitaplığı (1970).
Osmanlı Devletinin son yıllarında görev alan kumandan ve devlet adamlarından. Midilli’de 1872’de doğdu. Askerî Eczâcı Mehmed Nesîb Efendinin oğludur. 1890’da Kuleli Askerî Lisesinden 1895’te de Harp Akademisinden mezûn oldu. Genelkurmay Birinci Şûbesinde bulundu. Kırklareli İstihkâm İnşâatı Şûbesinde çalışmak üzere İkinci Orduda görev yaptı. Daha sonra Selânik’teki Redif Fırkası Kurmaybaşkanlığına tâyin edilerek Üçüncü Ordu emrine verildi.
Cemâl Paşa, Osmanlı Devletinin içinden sarsılıp, daha sonra yıkılmasına zemin hazırlayan meşhur İttihat ve Terakki Cemiyetinin ileri gelen reislerinden ve faal elemanlarından idi. Nitekim adı geçen cemiyetin 1899 yılında Selânik’te Talat Paşa ve arkadaşları tarafından kurulması üzerine Cemâl Paşaya, bu yıkıcı cemiyetin ordu içinde teşkilâtlandırılması ve Sultan İkinci Abdülhamîd Han gibi bir pâdişâhın, istibdat yaygaralarıyla tahttan indirilmesini sağlayacak faaliyetleri yürütmek vazîfesi verilmişti. Netîcede Cemâl, Enver, Talat ve diğer cemiyete üye paşaların yıkıcı çalışmaları etkisini gösterdi ve Sultan Abdülhamîd Han zorla tahtından indirildi. Pâdişâh’a tahttan indirildiğini bildirmek için saraya gelen heyet arasında Ermeni Aram, Yahûdî Emanuel Karasu’nun bulunması, cemiyetin vatan hâinleri ile ne derece irtibat hâlinde olduğunu açıkça göstermektedir.
Cemâl Paşa, 1909’da Adana vâlisi 1912’de Bağdât vâlisi oldu. Vâliliği sırasında yaptığı zulümler ve haksızlıklar meşhurdur. Bilhassa Adana’da Ermenilerin hatırı için, Erzin Kazâsı müftîsi dâhil yüzlerce Müslümanı îdâm etti. Bu yaptığı zulümleri Hâtırât’ında açıkça îtiraf etmektedir. 1912’de Bulgarlarla yapılan muhârebede kumandan idi, ancak muvaffak olamayıp, Çatalca hattına kadar çekilmek zorunda kaldı. Aynı yıl menzil müfettişi ve ordu idâre reisi oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti hükûmeti ele geçirince, Cemâl Paşa 1913 yılında İstanbul muhâfızı yapıldı. Enver Paşa Harbiye Nâzırı olunca, Cemâl Paşa önce Nâfiâ Nâzırı, sonra da Bahriye Nâzırı oldu. Enver ve Talat Paşalara uyarak 1914’te Almanya ile yapılan ittifak anlaşmasını kabul etti. Zâten Balkan Savaşlarından büyük bir zararla çıkan Osmanlı Devleti, böylece Birinci Dünyâ Harbine sokulmuş oldu. Savaşta yüzbinlerce vatan evlâdı şehid olurken, altı asırlık Osmanlı Devleti de yıkılıp, memleket işgâl edildi.
Cemâl Paşa, Birinci Dünyâ Savaşı çıktığı zaman,Harbiye Nâzırlığı yanında, İkinci Ordu kumandanlığını da üstlendi. Daha sonra Enver Paşanın emriyle Suriye’nin güvenliğini sağlamak ve Mısır’ı İngiliz istilâsından korumak vazîfesiyle Dördüncü Ordu kumandanlığına tâyin edilerek Suriye’ye gitti. Suriye’de bulunduğu sırada, krallar gibi zevk ve safâ içinde yaşadı. Halka, bilhassa şeriflere zulmetti. Bütün bunları Münevver Ayaşlı acı bir üslubla anlatmaktadır. Cemâl Paşanın burada emrindeki 12.000 kişilik orduyu Sina Çölünden geçirme teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı ve ordumuzun büyük bölümü helâk oldu.
1915 senesinde Enver, Talat ve Cemâl paşalar arasında ayrılıklar çıktı. Bu ayrılık şeflik iddiâsından dolayı idi. Cemâl Paşa diğerlerinin siyâsetini tasvip etmiyor, bulunduğu yerlerde Ermenilerle işbirliği yapıyordu.
Cemâl Paşa ve adamlarının Suriye’deki şeriflere ve yerli halka yaptıkları zulümler ve İngiliz câsuslarının propagandaları neticesinde Araplar arasında Arap milliyetçiliği fikri ve Osmanlı düşmanlığı hızla yayılıyordu. Cemâl Paşa bu durumda kendini kurtarmak için, Suriye’nin çeşitli bölgelerine Ermenileri yerleştiriyor ve onlarla işbirliği yapmaktan çekinmiyordu. Cemâl Paşa ile diğer paşalar arasındaki ihtilafı bilen Ermeniler, Cemâl Paşaya Suriye krallığı vâd ederek İstanbul Hükümetine isyân ettirmek istediler. Bunun için bir plan da hazırladılar. Ancak büyük devletlerin anlaşamaması sebebiyle bu plan gerçekleşmedi.
Şam’da durumun aleyhine döndüğünü gören Cemâl Paşa 1917’de İstanbul’a döndü.
Osmanlı Devletinin Birinci Dünyâ Harbine girmesinde olduğu gibi, mağlûbiyetinde de İttihat ve Terakki Cemiyetinin mesûliyeti büyüktür. Hükûmetin ileri gelenlerinden her biri yenilgi üzerine yurt dışına kaçtılar. Cemâl Paşa Berlin ve Münih’e gitti. Bolşevik ihtilâlcileriyle tanıştıktan sonra Rusya’ya geçti. Oradan Taşkent’e gidip, güyâ onları kurtarma faaliyetlerine girişti ise de, Enver Paşanın da Türkistan’a gelmesi üzerine oradan ayrılıp Tiflis’e gitti. Orada Ermeni komitecileri tarafından 22 Temmuz 1922’de öldürüldü. Önce Tiflis’de gömüldü ise de sonra Erzurum’a getirilerek şehitliğe gömüldü. “Plevne Savunması” adlı eseri 1898’de, Hatıraları ise 1923’te İstanbul’da basıldı. Cemâl Paşanın 5 oğlu vardı.
Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde yetişen büyük âlimlerden ve evliyâdan. İsmi Muhammed, lakabı Cemâleddîn’dir. Babası büyük İslâm âlimi Fahreddîn-i Râzî’nin torunlarından vâiz Muhammed Efendidir. Aksaray’da yerleştiği için Aksarâyî denilmiş ve Cemâleddîn-i Aksarâyî diye meşhur olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1388 (H. 791) senesinde Aksaray’da vefât etti.
Babasından ve zamânın meşhûr âlimlerinden ilim öğrenen Cemâleddîn-i Aksarâyî, büyük âlim oldu. Bir müddet Amasya kâdılığı ve Dârülilm müderrisliği yaptı. 1366 senesinde Amasya Kazaskeri Pîr Nizâmeddîn’in vefâtı üzerine yerine tâyin edildi. Daha sonra o zaman Karamanoğullarının elinde bulunan Konya’ya gelip yerleşti. Karamanoğlu Halil Beyzâde Alâeddîn Bey, Cemâleddîn Aksarâyî’yi Konya kâdılığına tâyin etti. Konya kâdılığından sonra Aksaray’a gelen Cemâleddîn-i Aksarâyî, Zincirli-İncirli Medresesine müderris tâyin edildi. Bu medresede uzun müddet ders okutan Cemâleddîn-i Aksarâyî çok talebe yetiştirdi. Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru Osmanlı Devletinin ilk şeyhülislâmı ve büyük âlimi Molla Fenârî hazretleridir. Büyük kelâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî de onun ilim feyzinden istifâde için Anadolu’ya geldi. Fakat o, Aksaray’a gelmeden önce 1388 senesinde Cemâleddîn-i Aksarâyî vefât etti. Ervâh Kabristanındaki dergâhına defnedildi. Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin, türbesinin yanında Ervâh Kabristanında bir dergâhı bulunuyordu. Kabristanın güneyindeki kapı civârında büyük hanlar ve kervansaraylar vardı. Hacı namzetleri buradan uğurlanırdı. Aksaray, Osmanlı Devleti sınırları içine girdikten sonraki vakıf defterlerinde, bu dergâhtan bahsedilmektedir. Cemâleddîn-i Aksarâyî, dergâhını Karamanoğulları zamânında yaptırmış, Karamanoğlu İbrâhim Bey de vakfının yürürlüğü hakkında berât vermiştir. Şimdi dergâh mevcut olmayıp, kabrin kıble tarafında kubbeli iki taş oda yapılmıştır.
Eserleri: İlim ve fazîlet sâhibi, aklî ve naklî ilimlerde mütehassıs olan Cemâleddîn-i Aksarâyî, pekçok kitap yazıp, şerhler yaptı. Eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Şerh-ül-Îzâh: Belâgat ve meânî ilmi hakkında Arapça iki ciltlik bir eserdir. 2) Telhis: Meânî ve Beyân ilmini anlatır. 3) Hadîs-i Erbaîn, 4)Mecma-ül-Bahreyn Hâşiyesi, 5) Mültekâ Hâşiyesi, 6) Hall-ül-Mûcez: Tıp kitabı şerhidir. 7) Ahlâk-ı Cemâlî: Ahlâk ilmine dâir bir eser olup, Sultân Yıldırım Bâyezîd Hana hediye etmiştir. 8) Kitâb-ül-Es’ileti vel-Ecvibe, 9) Beydâvî Tefsîri Hâşiyesi.
Son devir Osmanlı âlimlerinden. Osmanlı Devletinin yüz yedinci şeyhülislâmıdır. İsmi, Mehmed Cemâleddîn’dir. Babası, Tedkikât-ı Şer’iyye Meclisi reisi Kazasker Hâlid Efendi, dedesi ise Kazasker Yûsuf Efendidir. Annesi, Abdülmecîd Han devri kazaskerlerinden Hacı Mehmed Sa’îd Efendinin kızıdır. 1848 (H.1264) senesinde İstanbul’da doğdu. 1919 (H. 1335) senesinde Mısır’ın İskenderiye şehri civarındaki Remle kasabasında vefât etti. İstanbul’da defnedildi.
İlk öğrenimini mahalle mektebinde gören Cemâleddîn Efendi, babasından ve zamanının büyük âlimlerinden ilim tahsil etti. Medrese tahsilini tamamlayıp on yedi yaşındayken Rüûs-ı Hümâyûn defterine kaydolunarak kendisine maaş bağlandı. Zekâ ve dirâyeti sâyesinde ilerleyerek 1866 senesinde İbtida-yı hâriç pâyesiyle müderris oldu. 1871’de Hareket-i hâriç pâyesi alıp Şeyhülislâmlık Mektupçu Muâvinliği; 1872’de İbtidâ-yı dâhil pâyesiyle, Anadolu Kazaskerliği Mektupçuluğuna getirildi. Daha sonra Adliye Nezâreti Cezâ Mahkemesi Muharrerât Şûbe Muâvinliği ve Müdürlüğüne yükseldi. İlmiye rütbesinde ilerleyip 1877’de Süleymâniye Müderrisliği pâyesine ulaştı. 1884’te İstanbul Kâdısı; daha sonra Anadolu Kazaskeri ve 1890’da Rumeli Kazaskeri oldu. 1891 senesinde Rumeli Kazaskeri pâyesiyle Meşîhât mektupçuluğunda bulunduğu sırada üstün zekâ ve dirâyeti, aynı zamanda devrin bütün ahvâline (hallerine) vâkıf olması sebebiyle, 43 yaşındayken Şeyhülislâmlık makamına yükseldi. Aralıklı olarak on sekiz seneye yakın bu vazifede kaldı. Dört defa Şeyhülislâmlık makamına getirildi. Birinci ve ikinci şeyhülislâmlığı 17 yıl 5 ay 10 gün; üçüncü ve dördüncü şeyhülislâmlığı 6 ay 3 gün sürmüştür. Birinci ve ikinci şeyhülislâmlığı Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın, üçüncü ve dördüncü şeyhülislâmlığı ise Sultan Reşâd’ın saltanatı yıllarına rastlamaktadır. Cemâleddîn Efendi Osmanlı târihinde Ebüssü’ûd Efendi, Molla Fahreddîn-i Acemî ve Zenbilli Ali Efendiden sonra şeyhülislâmlıkta en çok kalan kimselerdendir.
Cemâleddîn Efendi uzun müddet Şeyhülislâmlık vazifesinde bulunmaktan başka devrinde yaşanan birçok önemli hadiselere şâhid olmuştur. Bunlardan birisi, Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı 21 Temmuz 1905 Cumâ günü tertiplenen Yıldız Suikastıdır.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han, her hafta Cumâ selâmlığına Şeyhülislâm Cemâleddîn Efendi ve serasker Rızâ Paşa ile birlikte çıkardı. 21 Temmuz 1905 Cumâ günü Ermeniler Yıldız Câmii önüne bir saatli bomba yerleştirerek Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı suikast tertiplediler. Her şey saniyesi saniyesine hesaplanmıştı. Ancak Abdülhamîd Han hünkâr mahfelinde Şeyhülislâm Cemâleddîn Efendi ile birkaç cümle konuştu. Bu gecikme sırasında yerleştirilen bomba patladı. Böylece Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Allahü teâlânın yardımıyla, suikastten kurtuldu. Cemâleddîn Efendi de bir fâcianın önlenmesine sebeb olduğu için pâdişâhın ihsân ve iltifatını kazandı.
Cemâleddîn Efendinin şeyhülislâmlığı sırasında 23 Ocak 1913 târihinde vukû bulan ikinci mühim hâdise, İttihatçıların meşhûr Bâbıâlî Baskınıdır. İttihatçılar o sırada şeyhülislâm olan Cemâleddîn Efendiyi İstanbul’dan Mısır’a sürmüşlerdir. Cemâleddîn Efendi Mısır’da bulunduğu sırada, Mısır halkı ona çok hürmet gösterdi. Cemâleddîn Efendi Mısır’da kaldığı altı yıl içinde Hâtırât-ı Siyâsiyye adındaki eserini yazdı.
1919 senesinde 72 yaşında bulunduğu sırada Mısır’ın İskenderiye şehri civarındaki Remle kasabasında vefât etti. İskenderiye’deki cenâze namazına 35.000’den fazla Müslüman katıldı. İstanbul’a getirilen nâşı Fâtih Otlukçu Yokuşundaki âile kabristanlığına defnedildi. Sonraları Otlukçu Yokuşunun tâdilatı sebebiyle mezarı Edirnekapı Şehidliğine nakledildi.
Afganlı politikacı ve gazeteci. Asıl adı Muhammed bin Safder el-Hüseynî olup, Cemâleddîn-i Efgânî (Efganlı Cemâleddîn) diye meşhurdur. 1838’de (H.1246) Afganistan’ın Kâbil şehrine yakın Esadâbâd kasabasında doğdu. Ayrıca Hemedan yakınlarında Esadâbâd’da doğduğunu söyleyenler de vardır. 1897 (H.1315)de İstanbul’da öldü.
İlk tahsilini memleketinde yaptı. Tahsil için Hindistan’a gitti. Bilhassa lisanlara karşı kâbiliyetli olan Cemâleddîn; Farsça, Arapça, Fransızca öğrendi. Milliyeti kesin olmayan Cemâleddîn-i Efgânî’nin, Türk, Afganlı, İranlı ve Hindli olduğu hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Ayrıca İranlı bir Şiî olduğu da rivâyet edilmektedir.
Cemâleddîn-i Efgânî, din bilgisi az olduğundan, doğru yolda olmayanların tesirinde kalarak Ehl-i sünnet îtikâdından ayrıldı ve İslâm âleminde 19. yüzyılın sonlarında İngiliz propagandası neticesinde ortaya çıkan dinde reform hareketlerinin önderliğini yaptı. 1857’de hac bahânesiyle Hicaz’a gidip reform fikirlerini anlatma fırsatı buldu. Hicaz’dan Kâbil’e dönüp, Dost Muhammed Han zamânında hükûmet üyeleri arasında bulundu. Hindistan’a, oradan da Mısır’a geçti.
Tanzimat dönemi Osmanlı sadrâzamlarından Âlî Paşa tarafından 1868’de İstanbul’a dâvet edilerek, Meclis-i Maârif âzâlığı vazîfesi verildi. Osmanlı Dârülfünûnu’nun açılışında verdiği bir konferansta peygamberliğin sanatlardan bir sanat olduğunu, İslâmiyetin ilmî ilerlemeleri engellediğini iddiâ etti. Onun bu konuşması Osmanlı âlimlerince şiddetle tenkid edildi. Din ve devlet aleyhinde başka konuşmaları da bulunan Cemâleddîn-i Efgânî’nin fesatçılığı ortaya çıkınca, İstanbul’dan kovuldu. Osmanlı şeyhülislâmı Hasan Fehmi Efendi, onun câhilliğini ve yanlış yolda olduğunu bütün delîlleriyle ortaya koydu.
İstanbul’da kabul görmeyen Cemâleddîn-i Efgânî, 1872’de Mısır’a gitti. Orada da din ve siyâsette ıslâhî kalkınma (dinde reform) fikirlerini yaymaya çalıştı. İlk zamanlar pek dikkati çekmedi. Fakat bu sırada doğu kültürü ile batı kültürü arasında bocalayan Muhammed Abduh’u, kısa zamanda fikirlerinin etkisi altına alıp, hayâtı üzerinde büyük rol oynadı. Muhammed Abduh’tan başka bir kısım kimseler de onun reformcu fikirlerinden etkilendiler. Talebelerinden olan Edib İshak tarafından çıkartılan Mısır Gazetesinde; Mazhar bin Vazzâh, Es Seyyid Hüseynî veya Es-Seyyid imzâlarıyla yazılar yazarak fikirlerinin yayılmasına çalıştı. Mısır’da kaldığı sürede gizlice Özgür Mısır Milliyetçi Partisini ve Genç Mısır Teşkilâtını kurdu. Aynı isim altında bir gazete çıkardı. Genç Mısır Teşkilâtının üyelerinin çoğunun Yahûdî gençlerden olduğu dikkati çekiyordu.
1872-1879 seneleri arasında Mısır’da kalan Cemâleddîn-i Efgânî, Mısırda ayrıca Fransız Doğu Locasına bağlı bir Mason Locası Kurdu. Başbakan Riyâz Paşanın da yardımıyla çok sayıda etkili kimseleri bu locaya üye yaptı.
Onun fikirleri, Mısır’daki Ehl-i sünnet âlimleri tarafından çürütüldü. Bölücü fikirleri sebebiyle Mısır hükûmeti tarafından sürgün edilince, önce Hindistan’daki Haydarâbâd’a oradan da Paris’e gitti. Paris’te bulunduğu sırada talebesi Muhammed Abduh’la baş başa vererek, bütün Müslümanları reformcu fikirler etrâfında toplamak gâyesiyle Urvet-ül Vüskâ adlı bir cemiyet kurup, aynı adlı gazeteyi çıkardı. Bu gazete sekiz ay kadar çıktıktan sonra yayınını durdurdu. Bu başarısızlıktan sonra, açıkça yürütemeyeceği propagandayı, gizliden gizliye konferanslar yoluyla yapmaya başladı. Fikirlerini anlatmak için birçok seyâhatlerde bulundu. Bir müddet Rusya’nın Petersburg şehrinde kaldı, sonraları Almanya’nın Münih şehrine gitti. Orada İran şâhı Nâsırüddîn ile karşılaştı. Şâh’ın dâveti üzerine İran’a giden Cemâleddîn-i Efgânî’ye İran dar gelmeye başladı. Bir ara kendi hâline köşeye çekilip yedi ay kadar insanlardan uzak kaldı. Şâh ile arası açıldı. İran şâhının halka karşı uyguladığı bâzı sevimsiz hareketleri fırsat bilerek, İran’da şiddetini artıran Bâbîlik ve Behâîlik hareketlerinin içinde bulundu. Şâh’ın aleyhinde hareket ederek isyâncı ve sûikastçıların öncüsü ve teşvikçisi oldu. Bu sırada Ruslar tarafından satın alınarak, anavatanı olan Afganistan aleyhinde câsusluk yaptı.
İran’dan da kaçarak Avrupa’ya gitti. Daha sonra Londra’ya giderek fikirlerini yaydı ve Osmanlı Pâdişâhı Sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhinde faâliyetlerde bulundu. Cemâleddîn-i Efgânî’nin İslâmiyete verdiği zararları gören Sultan İkinci Abdülhamîd Han, yaptığı zararları ortadan kaldırmak ve tesirsiz hâle getirmek için kendisini İstanbul’a çağırdı. Sultan, İstanbul’a gelen Cemâleddîn-i Efgânî’yi huzûruna çağırarak, fitneye sebeb olan söz ve hareketlerden kaçınmasını emretti. Fakat yine boş durmadı.
Behâîlerle, mason cemiyetiyle, Ermeni komiteleri ve Jön Türklerle gizli münâsebetlerde bulundu. Suriye ve Lübnan’dan gelen Dürzîleri ve Mısır’dan gelen mesleksiz ve ahlâkı bozuk kimseleri etrâfında toplayıp, fikirlerini aşılamaya çalıştı. Bu faaliyetleri kısa zamanda engellendi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, onun durumunu bildiği için, İstanbul’dan çıkmasını yasakladı.
Cemâleddîn-i Efgânî, İstanbul’da bulunduğu sırada bâzı yazar ve şâirler üzerinde etkili oldu. Bilhassa Türkçülük ve İslâmcılık düşünceleri ile hareket edenler, ayrı fikir ve inançta olmalarına rağmen, onu hoca kabul etmişlerdir. Bu da cemiyette ayrılıklara yol açmıştır. Cemâleddîn-i Efgânî’nin asıl gâyesi de budur. Hayâtına bakılınca, gidip gezdiği yerlerde dâimâ tefrikadan yana olmuş ve fitneler çıkarmıştır.
İstanbul’da bulunduğu sırada hastalanan Cemâleddîn-i Efgânî 1897’de öldü. Maçka’ya defnedildi ve kabri bir Amerikalı tarafından yaptırıldı. 1944 yılında, kemikleri Kâbil’e nakledildi.
Tahsile gittiği Hindistan’da, din düşmanlarının etkisinde kalarak, Ehl-i sünnet yolundan ayrılan ve ilmi az olduğu hâlde hayâtı boyunca, kendini ilim ve din adamı gösteren Cemâleddîn-i Efgânî, İslâmiyetin aslının bozulmuş olduğunu ve reform yapmak gerektiğini iddiâ etti ve asırlardır yetişmiş ve İslâmiyetin yayılmasına çalışmış olan Ehl-i sünnet âlimlerinin çalışmalarını reddetti. Urvet-ül-Vüskâ adlı gazetesinde ve verdiği konferanslarda İslâmiyet ve Müslümanlar hakkında küçültücü yazılar yazıp, çeşitli sözler sarf etti. Onun İslâmiyet hakkındaki düşünceleri, Fransız yazarı Renan’a, 18 Mayıs 1883 târihli Le Journal des Debats Gazetesi aracılığıyla verdiği cevaptan çok iyi anlaşılmaktadır. Cemâledîn-i Efgânî bu mektubunda İslâm dîninin ilmî gelişmelere engel, peygamberlerin bildirdikleri husûsların insanlık için boyundurukların en ağırı, Müslümanlık, Hıristiyanlık ve putperestliğin aynı kefede bulunup, hepsinin ilme mâni olduğunu yazdı. Böylece İslâm dîninin ilme ve ilerlemeye verdiği önemi inkâr ederek, Allahü teâlânın bildirdiği din ile insan kafasının mahsulü olan felsefenin savaştıklarını belirtmekte ve bu mücâdelede felsefenin gâlib olmasını arzulamaktadır. Fransız yazarı Renan da bu yazısından dolayı Cemâleddîn-i Efgânî’yi medh etmiştir.
Cemâleddîn-i Efgânî’nin en önde gelen talebelerinden Şamlı Selim Nakkaş ile onun yakın arkadaşı Edip İshak da Hıristiyandı. Özel doktoru Harun ise bir Yahûdîydi. Onun sohbet toplantılarında Müslüman, Hıristiyan ve Yahûdîler birlikte bulunuyordu. Kendisi Yahûdî hanında oturuyordu. Ekseriyetle Yahûdîlerin bulunduğu gizli bir teşkilat kurmuştu.
Cemâleddîn-i Efgânî’nin şahsı ile ilgili önemli hususlardan biri de masonluğudur. Hattâ yalnız kendisi mason olmakla kalmayıp, Mısır’da birçok kimsenin de bu teşkîlâta girmesine sebeb olmuştur. Afşar İreç ve Usgar Mehdevî’nin Farsça telif ettikleri Mecmua-i İsnâd ve Medârik adlı eserde, onun mason locasına kaydolmak üzere verdiği dilekçenin mâhiyeti ve şarkın yıldızı locasının 1355 Kâhire-Mısır 7. 1878/5878 sayı ile locaya kaydolduğuna ve locaya ihtirâm reisi seçildiğine dâir cevâbı vardır. Ayrıca Hannâ Ebî Râşid, masonluğu Arap memleketlerine Cemâleddîn-i Efgânî ile Muhammed Abduh’un yaydığını yazmaktadır. Abdülhamîd Han Hâtırât’ında Efgânî’yi İngilizlerin kullandığını yazmaktadır.
Cumhuriyet devri başbakanlarından Şemseddîn Günaltay’ın; “Şeyh, peygamber kadar şâyân-ı hürmet; ona îtirâz edenler, Ebû Cehl kadar lânete müstehaktır. Çünkü Peygamberin zamânındaki İslâmlığı yeniden diriltmeye kalkışmıştır.” diyerek medh ettiği dünyâda birkaç zümre arasında meşhur edilen Cemâleddîn-i Efgânî’nin, küçücük bir Afgan Târihi ile maddeciliği tenkid etmek için yazılmış teolojik bir eser olmaktan ziyâde, siyâsî bir hiciv özelliğini taşıyan Red aled-Dehriyyîn adlı eseri vardır. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yazılmış makâleleri bulunmaktadır.
On beşinci asır divan şâirlerinden. Adı, memleketi ve hayâtı hakkında kaynaklarda değişik bilgiler verilmektedir. Germiyanlı Şeyhoğlu Mustafa ile karıştırılmış ve Şeyhi’nin yeğeni zannedilmiştir. Asıl adının Bâyezîd ve âilesinin Akşehirli veya bir nüshaya göre Aksaraylı olduğunu Hüsrev ü Şîrîn’deki zeyl kısmına koyduğu başlıktan anlaşılmaktadır. Bursa’daki muhtelif eserlerin kitâbelerinde, onun manzûme ve târihleri bulunmaktadır. Buradan onun belli bir süre Bursa’da kaldığı anlaşılmaktadır. İlk mesnevîsini 1446 senesinde yazdığı kabul edildiğinden, Çelebi Mehmed zamânında doğduğu tahmin edilmektedir. Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde İstanbul’da vefât etmiştir. Edirnekapı dışındaki Emir Buhârî Tekkesinin yanındaki kabristanlıkta medfundur.
Bir asra yakın yaşayan Cemâlî, Çelebi Mehmed, İkinci Murad, Fâtih Sultan Mehmed ve İkinci Bâyezîd devirlerini görmüştür. Şiirlerinde oldukça akıcı ve sâde bir dil kullanmıştır. Yaşadığı devirde Şeyhî Ahmed Paşa ve Necâtî gibi şâirlerin şöhreti bir süre sonra unutulmasına sebeb olmuştur. Cemâlî’nin Dîvân’ı henüz bulunamamıştır, ancak şiirleri mecmûalarda dağınık bir hâlde olup toplanmaya muhtaçtır.
Cemâlî’nin yazmış olduğu eserlerden bâzıları şunlardır:
1.Hüma ve Hümâyûn: Gülşen-i Uşşak adıyla da bilinen bu eseri 1446 senesinde Sultan İkinci Murad adına yazmıştır. Bu durumu, eserinin mukaddimesinde gâyet açık şekilde bildirmiştir. Eser mesnevî tarzında olup “fâilâtün, fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. 4630 beytten meydana gelen eserin tek nüshası, İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi, 5680 numarada kayıtlıdır.
2.Miftâh-ül-Ferec: Eseri, 1456 senesinde Fâtih Sultan Mehmed Han adına yazmıştır. Bu eseri de mesnevî tarzında yazılmış olup, 4600 beyittir. Tasavvufî bir eser olup, içinde münâcâtlar, nâtlar, dînî hikâyeleri, âyet ve hadîsleri açıklayıcı parçalar mevcuttur. Bilinen üç nüshası vardır. Bunlardan biri İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi, numara 2341’de; biri Üsküdar Selîm Ağa Kütüphânesi, Kemankeş bölümü 447 ve sonuncusu BerlinKütüphânesinde bulunmaktadır.
3. Er-Risâlet-ül-Acîbe fis-Senâyi vel-Bedâyi: Fâtih Sultan Mehmed’e ithaf edilen bu eserin yazma nüshası Türkiye kütüphânelerinde bulunamamıştır. Bilinen tek nüshası Cambridge Kütüphânesi, İslâm yazmaları ikinci kısım, 3-28 numarada kayıtlıdır.
4. Zeylü Hüsrev ü Şîrîn: Şeyhî’nin Hüsrev üŞîrîn adlı esere yazdığı zeyldir. Birçok kaynakta Şeyhî’nin, eserini tamamlamadan öldüğünü, Cemâlî’nin de bu eseri tamamladığını yazmakta iseler de, araştırmalar sonucu böyle olmadığı, bir zeyl yazdığı ortaya çıkmıştır. Âşık Çelebi ve Âli, Cemâlî’nin hangi beyitle zeyle başladığını bildikleri hâlde, bu durum uzun seneler fark edilememiştir. Zeyl, iki kısımdan ibârettir. Birincisi altmış üç beyit, ikincisi kırk altı beyit olup, tamâmı yüz dokuz beyittir.
Yazar ve mütercim. 12 Aralık 1917’de Hatay Reyhanlı’da doğdu. Hatay Lisesini bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girdi. Öğrenimini tamamlayamadan Hatay’a döndü. Bir süre ilkokul öğretmenliği ve nâhiye müdürlüğü, Tercüme Kaleminde reis muâvinliği yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyâtı bölümünü bitirdi. Elâzığ Lisesinde Fransızca öğretmenliği yaptı (1942-45). İstanbul Üniversitesi yabancı diller okulunda okutman olarak çalıştı (1946). 1955’te gözleri görmez oldu. Fakat talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. 1974 senesinde İstanbul Üniversitesinden emekli oldu. 13 Haziran 1987 günü İstanbul’da vefât etti.
Cemil Meriç’in ilk yazısı Hatay’da Yeni Gün Gazetesi’nde çıktı (1928). Sonra Yirminci Asır, Yeni İnsan, Hisar, Türk Edebiyâtı, Yeni Devir, Pınar, Doğuş ve Edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Cemil Meriç, gençlik yıllarında Fransızcadan tercümeye başladı. Hanore de Balzac ve Victor Hugo’dan yaptığı tercümelerle kuvvetli bir mütercim olduğunu gösterdi. Batı medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu. Sansüre ve anarşik edebiyâta şiddetle çattı.
Eserleri:
Umrandan Uygarlığa (1974), Kırk Ambar (1983) isimli eserleriyle iki defâ Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü kazandı. Hint Edebiyâtı, Saint Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, Bir Dünyânın Eşiğinde, Bu Ülke, Mağaradakiler, Bir Fâciânın Hikâyesi, Işık Doğudan Gelir ve Kültürden İrfana başlıca eserleridir.
Aldığı ödülleri:
Kırk Ambar adlı eseriyle “Türkiye Millî Kültür Vakfı” ödülü, Ankara Yazarlar Birliği Derneğinin“Yılın Yazarı”, Kayseri Sanatçılar Derneğince, “İnceleme”, Kültürden İrfana adlı eseriyle, Türkiye Yazarlar Birliği “Yılın Fikir Eserleri” ödüllerini aldı.
Cumhûriyet dönemi hikâye ve romancısı. 1886 yılında İstanbul’da doğan Cemil Süleymân, askerî kaymakam Süleymân Beyin oğludur. Babasının memuriyeti sebebiyle Kalender Çeşmesi Mektebinde başlayan tahsilini çeşitli okullarda tamamladı. 1903’te Halep İdâdîsinden mezun olup Beyrut Amerikan Üniversitesi Tıp Fakültesinin hazırlık sınıfına devâm etti. İstanbul’a gelerek Tıbbiyeye girdi ve 1911’de mezun oldu. Bu arada Dârü’l-Muallimînde üç yıl kadar hocalık yaptı. Karantina İdâresinde çalıştı. Akabinde Balkan Harbine katıldı. İstiklâl Harbinde Ankara Hükûmeti emrindeki Antalya Frengi Mücâdele Teşkilâtında hizmet verdi. Cumhûriyetten sonra ise, Çanakkale ve Samsun’da Sıhhiye Müdürlüğü yaptı. 1927-1934 yılları arasında Arabistan’da, 1935-1940 arasında ise Denizyolları İdâresinde çalıştı. Bu vazîfedeyken 1940 yılında öldü.
Eserleri:
Timsâl-i Aşk(mensûre ve hikâyeler, 1909), Ukde (hikâye 1909), İnhizam (roman tefrikası 1909), Kadın Rûhu (roman tefrikası 1910), Siyah Gözler (roman 1911).