CEBİR

Alm. Algebra (f), Fr. Algébre (f), İng. Algebra. Rakamlar ve semboller kullanarak ve denklemler kurmak sûretiyle aritmetik işlemlerini genelleştirmiş olan matematik kolu. Aritmetikle cebir arasındaki fark, aritmetiğin müşahhas (somut) niceliklerle uğraştığı hâlde, cebirde kullanılan sembollerin değeri belli bir sayılar cisminin dışında kalabilir.  Cebir, en genel şekliyle elemanter cebir ve modern cebir olmak üzere ikiye ayrılır: 

Elemanter cebir:Pozitif ve negatif sayılar: 1,2,3, ..., n... gibi tabiî sayılar ile toplama işlemi her zaman yapılabilir. Fakat çıkarma işlemi her zaman mümkün değildir. Negatif sayılar kavramına geçilmesi bu sebepten olmuştur. Pozitif, negatif ve sıfır sayısının meydana getirdiği sayılar kümesi tam sayılar kümesini teşkil eder. 

ŞEKİL VAR!

Bir sayının önündeki işâret, "ayırt edici" olarak nitelendirilir. Bu işâretin sayı önünden kalkmasıyla elde edilen tabiî sayı "mutlak değer"i olur. Aritmetik işlemler yapılırken işâretlerinin de önemli olduğu elemanter cebirde kuvvet alma, kök alma işlemleri temel yapıdır. Çok terimliler ve çok terimlilerin eşitlik şeklinde ifâdesi olan "denklemler" rasyonel veya irrasyonel olan cebrik ifâdelerdir. Bir denklemde bulunan bilinmeyenleri, bilinenler yardımıyla çözmek işlemine "denklemin çözümü" veya "denklemin köklerinin hesaplanması" denir. Bu denklem çözümleri cebirin temelini teşkil eder. Cebirin ilk temel kaidesi "n derece bir denklemin n tâne kökü vardır." ifâdesidir. Birinci derece denklemin bir, ikinci derece denklemin iki, üçüncü derece denklemin üç vs. kökü vardır. Denklem köklerinin hesaplanması derecesine ve bilinmeyen sayısına göre çeşitli usûllerle yapılabilmektedir. 

Bir x,y koordinat eksen takımında, y= f(x) veya f (x,y)=0 şeklindeki denklemi sağlayan noktalar bir eğri olarak gösterilebilir. 

Modern cebir:Temeli çok eskilerde atılmasına rağmen gelişmesi 20. asırda çok süratli olduğu için yeni bulunan bir matematik sistem gibi görülen, kümeler, cebri elemanter cebirde mümkün olmayan bâzı işlemleri ve kolaylıkları temin eder. Bunlara en basit bir örnek olarak cinsleri farklı elemanların birleştirilmesi (toplanması) verilebilir. Küme (cümle); ortak özellikleri hâiz elemanların topluluğudur. Bir küme parantezler içinde elemanlar arasında virgül (,) konulmak sûretiyle veya Venn diyagramları ile (kapalı bir eğri içerisinde elemanları göstermek sûretiyle) ifâde edilir. Parantezli yazılış da liste şeklinde yazılış ve kapalı yazılış olmak üzere ikiye ayrılır. Meselâ; alfabede bulunan sesli harflerin topluluğu bir A kümesi teşkil eder. 

A= [a,e,ı,i,o,ö,u,ü] liste biçiminde yazılış 

A=[x/x alfabesinin sesli harfleri] kapalı yazılış 

Kümelerin üzerinde târif edilen pekçok işlem mevcuttur. Herhangi iki farklı kümedeki eleman sayıları birbirlerine eşitse bu iki küme birbirine denktir. Birleşme, kesişme, iki kümenin farkı gibi işlemler, târif edilen kümelerin geometrik açıklaması ile çok kolay ve anlaşılır bir durum alır. Bu şekildeki izah tarzı çok eskilerden beri kullanılageldiği hâlde ifâde çok değişik olmaktaydı. Sayı sistemlerinin kurulması, cebrin temelini teşkil eden mantık işlemlerinin Boole cebri ismiyle tamâmen farklı bir kol olarak ayrılması ve kümeler teorisindeki ileri seviyedeki çalışmaları günümüzdeki pekçok gelişmelerin de esâsı olmuştur. Ayrıca kümeler üzerinde çeşitli özellikler, bağıntılar, fonksiyonlar ve işlemler târif edilir. Grup, cisim, halka vs. bunlardan en temel olanlarıdır. 

Târihi:

Bilinen en eski cebir kitabı Harezm Müslüman Türklerinden Mûsâ oğlu Mehmed’in 825 yılında yazdığı kitaptır. Kitabın adı El-Cebru vel-Mukâbele’dir. Bu kitaptaki cebir kelimesinin anlamı "bütünleme" yâni denklemin her iki tarafına aynı niceliğin (kemiyetin) ilâve edilmesidir. Avrupa bu kelimeye "büyük sanat" mânâsını vermiştir. Matematiğin geniş bir dalına ad olan "cebir" kelimesi bu eserden dilimize geçmiştir. Lâtince karşılığı algebre (Fransızca); algebra (İngilizce) olarak batı dillerine de yerleşmiştir. 

Harezmî adı da batı bilim dünyâsında türlü türlü yazılış şekillerine sokulmuştur. Bunlardan "hesap metodu" anlamında olmak üzere Lâtincede "alkhorizmi" (bundan algoritma), Fransızcadan "algorithme" şeklinde kullanılmıştır. Arapçaya Mezopotamya dillerinden girdiği söylenen bu kelime batıda Arapça yazılış şeklini hatırlatacak biçimde kullanılmaktadır. Bu kelimenin terim anlamını Arapçadan kazandığı muhakkaktır. 

Tarafsız olarak hazırlanmış matematik târihi eserlerinde "Cebir, sekiz ile on altıncı asır İslâm dünyâsı bilginleri tarafından ortaya koyulmuş ve geliştirilmiştir." diye yazmaktadır. 

Harezmî, matematik, astronomi ve coğrafya konuları ile ilgili olarak çeşitli eserler ortaya koymuştur. Matematiğin geniş bir dalı olan "Cebir"in temellerini atıp geliştirmiştir. Çeşitli kaynaklar Harezmî’den "Harezmî’nin kurduğu cebir ilmi Batının Euckleides (Öklid)inden 1000 yıl ileridir." şeklinde bahsederler. 

Harezmî, x2+21= 10x tipindeki denklemleri çözerken, bilinmeyenin bir değeri için (cezîr=kök) terimini kullanmıştır. Harezmî’nin "Al-Cebr" terimi 1202’de Leonardo Pisano (İtalyan) tarafından "Algebra" şeklinde Avrupa’ya sokulmuştur. On altıncı asırda bir aralık "Algeber" şekline giren bu kelimenin meşhur kimyâcı Câbir’in batıdaki adı olan Ceber’den türediği sanılmıştır. Cebir kaynakları içinde temel olarak bilinen, târif, izah ve formüllerin bir kısmını cebire ilk kazandıranların başında Ömer Hayyâm gelmektedir. Ömer Hayyâm ülkemizde zevk ve eğlence şâiri olarak sâdece edebî yönüyle bilinmektedir. Halbuki Batıda ise ünlü bir matematik ve astronomi bilgini olarak tanınır. 

Bugünkü cebirde "Newton formülü" veya "Binom formülü" olarak bilinen formüldeki terimlerin katsayılarını pratik olarak veren: 
(a+b)0 
Þ
(a+b)1 
Þ 1 1 
(a+b)2 
Þ 1 2  1 
(a+b)3 
Þ 1 3  3   1 
(a+b)4 
Þ 1 4  6   4  1 
(a+b)5 
Þ 1 5 10 10 5 1
.......................................

şeklindeki ifâdeyi "Paskal üçgeni" diye Batı kendisine mâl etmiştir. Aslında bu, Müslümanların eseri olup, Ömer Hayyâm’a âittir. Araplardan Ebû Kâmil (900 seneleri) ve El-Kerhî (1100 seneleri), Harezmî’nin açtığı çığırda yürümüşlerdir. On dördüncü asır sonunda Bursalı Kâdızâde Rûmî, Osmanlı Türklerinin ilk cebircisi ve matematikçisi olmuş, Timur Hanın torunu meşhur Uluğ Bey onu Semerkand Üniversitesinin rektörlüğüne (başkanlığına) getirmiştir. Semerkand rasathânesinin müdürü Gıyâsüddîn Cemşid ibni Mes’ûdü’l-Kâşî 1427’de El-Miftah fi’l Hisâb adlı eserini Uluğ Beye sunmuştur. Bu eserde Cemşîd, Batı dünyâsından en az bir asır ileride olarak, 3. dereceli denklemi çözmüştür. On beşinci yüzyılda Anadolu’da yerleşen Türklerden Fethullah Şirvânî ile Ali Kuşçu, Risâle fi’l-Hisâb adlı eseri, 16. yüzyılda da Mîrim Çelebi, Semerkand Türk okulunun geleneğini Türkiye cebirinde de devâm ettirmişlerdir. 

Batıda yayınlanan ilk cebir kitabı on beşinci yüzyıl İtalyan matematikçisi Luca Pocioli’nin Summa de Arithmetica adlı eseridir. On altıncı yüzyılda Fransızlardan François Viete, nicelikleri harflerle gösteren sembolik bir cebir kitabı yazmıştır. Batı matematikçileri, cebirle ilgili eserlerini Harezmî’nin El-Cebr ve’l-Mukâbele eserini örnek alarak yazmışlardır.

CEBRÂİL

Peygamberlere vahy getirmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle vazîfeli melek. Dört büyük melekten birisi ve en üstünü. 

Cebrâil aleyhisselâmın ismi Kur’ân-ı kerîmde geçmekte olup, ayrıca Cibrîl, Rûh-ul-Emîn ve Rûh-ul-Kuds diye de zikredilmektedir. Cebrâil kelimesi lügatta "Allahü teâlânın kulu" mânâsındadır. Cebrâil’e ayrıca Nâmûs-ı Ekber de denilmiştir.  Cebrâil aleyhisselâmın vazîfesi peygamberlere vahy getirmektir. Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize Mekke yakınındaki Hira Dağında ibâdet ve tefekkürle meşgul iken gelerek ilk vahyi getirmiştir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: "(Ey Muhammed!) Yaratıcı Allahü teâlânın adı ile oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan (alaktan) yarattı! Oku, Allahü teâlâ büyük kerem sâhibidir. O, kalemle öğretir, bilmediklerini öğretti." (Alak sûresi: 1-3) 

Cebrâil aleyhisselâm her şekle girebilirdi. Peygamber efendimize aslî şekliyle, biri Hira Dağında ve diğeri Mîrac esnâsında Sidret-ül-müntehâda olmak üzere iki defâ görünmüştür. Cebrâil aleyhisselâm ekseriyâ Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî sûretinde gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm yirmi üç yıla yakın bir sürede Kur’ân-ı kerîm âyetlerini peyderpey ve çeşitli şekil ve sûretlere girerek getirmiş, Peygamber efendimizin mübârek kalbine ulaştırmıştır. Bu husûsta Allahü teâlâ buyurdu ki:

"Ey Resûlüm söyle! Her kim Cibrîl’e düşman ise, kininden helâk olsun. Gerçekten Cibrîl daha önce indirilen kitapları tasdîk etmekte olan Kur’ân’ı kerîmi Allah’ın izniyle senin kalbine indirdi ve Kur’ân-ı kerîm doğru yolu gösterici, müminlere derecelerle kurtuluşu müjdeleyicidir." (Bekara sûresi: 97) 

Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kere gelip o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi Levh-il-Mahfûz’daki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz de dinler ve tekrar ederdi. Peygamber efendimiz âhirete teşrif edeceği sene, iki kere gelip tamâmını okumuştur. Âdem aleyhisselâma on iki kere, Nuh aleyhisselâma elli kere, İbrâhim aleyhisselâma kırk kere, Mûsâ aleyhisselâma dört yüz kere, Îsâ aleyhisselâma on kere, Muhammed aleyhisselâma yirmi dört bin kere gelmiştir.

CEHENNEM

Alm. Hölle (f), Fr. Enferr (m), İng. Hell. Âhirette kâfirlerin sonsuz, Müslümanlardan günahkâr olanların da günahları kadar kalıp azâb görecekleri yer. Allahü teâlânın bütün peygamberleri, insanlara Cehennem azâbını haber vermişler, inanmayanları bununla îkâz etmişlerdir.

Bu dünyâda, gönderilen peygamberlere inanmayanlara, emredilenleri yapmayanlara cezâ olarak, Allahü teâlâ tarafından Cehennem hazırlanmıştır. Cehennem sonsuzdur. Dünyâda Allahü teâlânın emir ve yasaklarını kabul etmeyenler, Cehennem’de sonsuz azâb içinde kalacaklardır. Bunlara hiçbir sûrette kurtuluş ümîdi yoktur. Îmân ile ölenlerden, günâhları şefâat ve ihsân ile affedilmeyenler de Cehennem’e girecek, günahları kadar burada kaldıktan sonra çıkarılarak temiz bir hâlde Cennet’e sokulacaktır.

Cehennem ve oradaki azâbın nasıl olduğu bu dünyâda herkes tarafından tam anlaşılamaz. Bu husus ancak âhirette tam olarak anlaşılacaktır. İslâm dîninin bildirdiği husûsiyetleri ile bâzı açıklamalar yapılabilir.

Müminlere mükâfât ve nîmet için hazırlanmış Cennet, kâfirlere de azâb için hazırlanmış olan Cehennem (şimdi) vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Kıyâmette her şey yok edilip, tekrar yaratıldıktan sonra, ebedî olarak varlıkta kalacaklar hiç yok olmayacaklardır.

Cehennem meleklerine Zebânî denir. Bunlar Cehennem’de emrolunan vazîfeleri yapar. Cehennem ateşi bunlara zarar vermez. Denizin balığa zararlı olmadığı gibidir. Cehennem Zebânîlerinin büyükleri on dokuzdur. En büyüğünün adı Mâlik’tir.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde kendisine inanmayanlar ve günâhkârlar için hazırladığı Cehennem’ini haber vermektedir. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:

Görüşleri ve akılları, bu dünyâ çerçevesine sıkışmış olanlar, âhireti bırakarak dünyânın çabuk geçiçi zevklerinin arkasından koşuyor. Gece-gündüz düşündükleri ve sıkıntılara katlanarak özledikleri bu nîmetlerden dilediğimizi, istediklerimize kolaylıkla ve bol bol veririz. Fakat bunlara böylece iyilik etmiyoruz. Cehennem azâbını hazırlıyoruz. Bunlar âhirette rahmetten uzaklaştırılıp, kötü bir hâlde, Cehennem’e sürükleneceklerdir. Her biri çabuk biten ve arkasından sıkıntılar ve felâketler bırakan bu dünyâdaki haramların lezzetlerine bağlanmayıp da vâdettiğim sonsuz ve hakîkî ve hiç değişmeyen âhiret nîmetlerini isteyerek, gösterdiğim ve beğendiğim iyilikleri yapanlara gelince, bunlar Kur’ân-ı kerîmde bildirdiğim yolda yürüdükleri için, bütün iyiliklerini beğeniriz. Kimseyi umduğundan mahrûm bırakmayız. Nîmetlerimizi hepsine serperiz. Senin Rabbinin nîmetlerinin yetişmediği kimse yoktur. (İsrâ sûresi: 18)

Kâfir olanlara gelince, onlara Cehennem ateşi var. (İkinci defâ haklarında hüküm verilip) öldürülmezler ki, ölsünler (de rahata kavuşsunlar). Üzerlerinden Cehennem’in azâbı da hafifletilmez. İşte (Allah’ı ve nîmetlerini inkâr eden) her nankörü böyle cezâlandırırız. O kâfirler Cehennem’de şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar (dünyâda şirk gibi) yapageldiklerimizden başka sâlih bir âmel yapalım. (Allah onlara şöyle buyurur:) Size düşünecek kimsenin düşüneceği kadar ömür vermedik mi? Hem size peygamber de geldi. O hâlde (ateşin azâbını) tadın. Çünkü zâlimleri (Allah’ın azâbından) kurtaracak yoktur. (Fâtır sûresi: 36-37)

Âl-i İmrân sûresi 85. âyet-i kerîmede meâlen: Muhammed (aleyhisselâm)in getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabul etmez. Dîn-i İslâma arka çeviren, âhirette ziyân edecek, Cehennem’e gidecektir.

Nisâ sûresi, 13. âyet-i kerîmede meâlen:Allahü teâlânın ve peygamberi Muhammed (aleyhisselâm)in emirlerine aldırış etmeyenler, beğenmeyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyaçlara kâfi değildir diyenler, kıyâmette Cehennem ateşinden kurtulamayacaklardır. Cehennem’de çok acı azâb vardır, buyruldu.

Cehennem’deki azâb çeşitlidir. Ateşle olduğu gibi, “Zemherir” denilen yerlerinde çok şiddetli soğukla da olacaktır. Bâzı kimselere, bir ateşe bir soğuğa daldırılarak azâb yapılacaktır.

Cehennem yedi tabakadır. Birinci tabaka en hafiftir. Fakat dünyâ ateşinden yetmiş kat daha şiddetlidir. Adı “Cehennem”dir. Burada Müslümanlardan bir kısmı yanıp, günahlarından temizleneceklerdir. Cehennem’in ikinci tabakası daha şiddetlidir. Adı “Sa’îr”dir. Burada Yahûdîler yanacaktır. Üçüncü tabakası daha şiddetli olup, adı “Sakar”dır. Burada şimdiki Hıristiyanlar azap görecektir. Dördüncü tabakanın adı “Cahîm”dir. Burada, güneşe, yıldızlara tapanlar azap görecektir. “Hutame” denilen beşincisinde, ateşe, öküze tapanlar, Budistler, Brehmenler yanacaktır. Altıncı tabakasının adı “Lazy” olup, burada, hiç dîni olmayanlar, müşrikler, komünistler, masonlar azâb görüp yanacaklardır. Cehennem’in yedinci tabakası, en dibi, en şiddetli tabakası olup, adı “Hâviye”dir. Burada, inanmadıkları hâlde inanmış görünen ve İslâm dîninden ayrılıp mürted olanlar yanacaktır. Bu yedi tabakanın isimlerinin sırası, bâzı dînî kaynaklarda başka türlü yazılıdır. Muhakkak olan şudur ki, Cehennem vardır ve sonsuzdur. Yedi tabakası vardır. İnanmayanlar burada sonsuz olarak azap çekeceklerdir.

Cehennem hakkında Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki:

Cehennem’de deve boynu gibi yılanlar vardır. Öyle zehir akıtırlar ki, harâreti kırk yıllık yoldan alınır. Yine orada öyle akrepler var ki, her biri birer katır gibidir. Onların da akıttığı zehirlerin harâreti kırk yıllık mesâfeden alınır.

Hüzün kuyusundan veyâ vâdisinden Allah’a sığınınız. O, Cehennem’de bir deredir. Cehennem bile günde yetmiş defâ onun hareketinden Allah’a sığınır; Allahü teâlâ onu riyâkâr okuyucular (İslâm dînine riyâ ile inanan ve Kur’ân-ı kerîmi riyâ için okuyanlar) için hazırlamıştır.

Ey müslümanlar topluluğu! Allahü teâlânın sizi teşvik ettiği şeye rağbet ediniz ve O’nun yasak ettiklerinden kaçınınız. Allahü teâlânın korkuttuğu şeylerden korkunuz. O’nun cezâsından, azâbından Cehennem’inden korkunuz. Şu bulunduğunuz dünyâda O’nun ateşinden bir damla kıvılcım bulunmuş olsa, bu dünyâyı sizler için yaşanmaz hâle getirir.

CEHENNEMTAŞI

Alm. Silbernitrat (n), Höllenstein (m),Fr. Nitrate (m), d’argent, pierre (f), infernale, İng. Lunar Caustic, Silver nitrate. Kimyâdaki adı gümüş nitrat olan, renksiz, kokusuz, kristaller hâlinde bir madde. Formülü (Ag NO3) şeklindedir.

Özellikleri: Teknik bakımdan çok önemlidir. 20°C’de 100 gram suda 222 gr gümüş nitrat çözünür. Metil ve etil alkolde orta derecede çözünür. Başka organik çözücülerde de çözünür. Yaklaşık 320°C’ye kadar ısıtıldığı zaman oksijen kaybederek gümüş nitrite dönüşür. Kızıl dereceye kadar ısıtılırsa elementel gümüş meydana gelir.

Gümüş nitrat içildiği takdirde şiddetli karın ağrısına, kusma, ishal ve mide-barsak iltihaplarına yol açar. Böyle durumlarda ağızdan sırasıyla tuzlu su, süt ve sabunlu su verilir.

Elde edilişi:Yoğunluğu 1,25-1,30 olan nitrat asidinde gümüşün çözünmesiyle elde edilir. Gümüş nitrat en çok bu yolla elde edilir:

Ag+ 2HNO3 Æ Ag NO3 + NO2+H2O

Kullanılışı: Fotoğrafçılıkta, tıpta, gümüş kaplamada, ayna îmâlâtında, silinmez mürekkep yapımında kullanılır. Tedâvide çeşitli maksatlarla kullanılan gümüş nitrat, çubuklar hâlinde veya % 0,01-10’luk sulu çözeltiler hâlinde deri ve mukozaya tatbik edilir. Gümüş nitrat çubuklarından siğil ve yara tedâvisinde faydalanılır. Gümüş nitrat deriye temas ettiğinde deriyi yakar. Cehennemtaşı denmesinin sebebi de bu yakıcı özelliğindendir. Gümüş nitratın % 1-2’lik çözeltileri, belsoğukluğuna sebeb olan gonokokların yol açabileceği göz enfeksiyonlarını önlemek maksadıyla yeni doğmuş bebeklerin gözlerine damlatılır. Gümüş nitrat ayrıca, tümör, tedâvisinde de kullanılır.

Gümüş nitratın sulu çözeltileri analitik kimyada halojenür, tiyosiyanat ve siyanürlerin volumetrik analizlerinde yaygın olarak kullanılır.

CEHRİ (Rhamnus Petiolaris)

Alm. Immergrüner Kreuzdorn. Fr. Alaterne, bourgéine, İng. Buckhorn. Familyası: Cehrigiller (Rhamnaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Akdeniz bölgesi, İç ve Güney Anadolu.

Mayıs-haziran aylarında sarı-yeşil renkli çiçekler açan, dallarının ucu dikenli, 1-4 m yüksekliğinde bodur ağaç. Meyveleri küre şekilli, bezelye büyüklüğünde, eriksidir.

Saplı cehri (Rhamnus petiolaris)ve Boyaca cehrisi (R. tinctoria)nin meyveleri cehri ismi altında bilinmekte ve önemli miktarlarda ihraç edilmektedir. Ülkemizde bunlardan yalnız (R.petiolaris) mevcuttur.

Kullanıldığı yerler: Cehri meyvelerinin üst tabakası, glikozit bünyesinde sarı renkli bir boya maddesi ihtivâ etmektedir. Boya sanâyiinde kulanılan bu meyvelerinden dolayı önemli bir bitkidir.

CELÂL BAYAR

Türkiye Cumhûriyetinin üçüncü cumhurbaşkanı. Bursa’nın Umurbey köyünde 1883 yılında doğdu. Babası Abdullah Fehmi aynı köyde baş öğretmendi. Mahmud Celâl (Bayar) ilk ve orta tahsilini babasının yanında yaptı.

Gemlik mahkeme ve reji kalemlerinde memur oldu. Sonra Bursa’daki Zirâat Bankasında vazîfe alıp burada siyâsî hayâta atıldı. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra Bursa’da İttihat ve Terakki Cemiyetinin şûbesi açılınca, buraya girdi ve kısa zamanda yükseldi. İttihat ve Terakki Cemiyetinin çalışmalarında kısa zamanda sivrildi. Bursa ve İzmir’in İttihat ve Terakkî Cemiyetinin genel sekreteri oldu. Birinci Dünyâ Savaşı ve İttihat ve Terakkinin akıl almaz icrâatı, imparatorluğu felâkete götürdü.Memleket, yabancılar tarafından istilâ edildi. Mahmud Celâl, Müdâfaa-i Hukuk-i Osmâniye Cemiyetine girdi (1918). Arkasından İstiklâl Savaşının başlaması üzerine Anadolu’ya geçti. Ege bölgesinde hoca kisvesiyle ve Gâlib Hoca adıyla köyleri dolaştı. Birinci Büyük Millet Meclisine, Saruhan milletvekili olarak katıldı.

Bundan sonra Mahmud Celâl için faal bir çalışma başladı. 1921’de İktisâd Vekili oldu, Lozan Konferansı ilk heyetine müşâvir olarak katıldı. İkinci TBMM’ne İzmir üyesi olarak girdi. Îmâr ve İskân Bakanlığına getirildi (1924). 1932’de tekrar İktisat Vekîli ve 1937’de Başbakan oldu. 1939 yılına kadar bu görevde kaldıktan sonra siyâsî mücâdelesini hızlandırıp 5 Kasım 1946’da Halk Partisinden ve milletvekilliğinden istifâ etti. 7 Ocak 1946’da Türk siyâsî döneminde çok partili hayâtın ilk başlangıcı olan Demokrat Partiyi arkadaşlarıyle birlikte kurdu. Parti, ilk girdiği 1946 seçimlerinde, 65 milletvekiliylemeclise girdi. 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde parti 306 milletvekiliyle çoğunluğu sağlayınca Celâl Bayar Cumhurbaşkanı seçildi. Parti başkanlığından ayrılmasına rağmen, hükûmetin politikasının berilenmesinde önemli rol oynadı.

Türkiye Cumhûriyetinin üçüncü cumhurbaşkanı olarak 10 yıl görev başında kaldıktan sonra, 27 Mayıs 1960 günü yapılan ihtilâlle baş sorumlu olarak tevkif edildi. Yassıada’da Demokrat Parti ileri gelenleriyle berâber muhâkemesinin sonunda îdâma mahkûm edildi (15 Eylül 1961). Cumhurbaşkanı tarafından cezâsı müebbet hapse çevrildikten sonra rahatsızlığı sebebiyle 7 Kasım 1964’te serbest bırakıldı. Bundan sonra eski Demokrat Partililerin siyâsî haklarının geri verilmesi için mücâdele etti. 1968’de Bizim Ev adıyla bir kulüp kurdu. 1973 seçimlerinde Demokratik Partiye destek verdi. 1975’ten sonra Adâlet Partisini destekledi. 1980 ihtilâlini destekledi.

Celâl Bayar, Ben de Yazdım adıyla hâtıralarını yazdı. 105 yaşındayken Ağustos 1986’da öldü. Kabri, doğum yeri olan Gemlik-Umurbey’dedir.

Lâiklik konusunda çok hassas olan Bayar, düşünce ve inanç hürriyetine büyük sınırlamalar getiren Türk Cezâ Kânunu’nun 163. maddesine 1949’da bâzı ilâvelerin yapılması husûsunda CHP başbakanı Şemsettin Günaltay’ı desteklemiştir.

Atatürk’ü sevmenin millî bir ibâdet olduğunu daha 1930’larda söylemiş ve bunu zaman zaman tekrarlamıştır. Nitekim onun gayretleriyle 1951’de Atatürk’ü koruma kânunu çıkarılmıştır. Bu konulardaki katı tutumu halkın tepkisini çekmiştir. Diğer yandan dış politikada batı yanlısı bir politika tâkip edilmesinde etkili olmuştur. ABD ile imzâlanan birçok ikili anlaşma onun eseri olup, çoğu meclisten geçmemiştir. Türkiye’yi küçük bir Amerika hâline getirmeye çalışmıştır.

CELÂL ESAD ARSEVEN

Türk sanat târihçisi, ressam ve yazar. Babası Sadrâzam Ahmed Esad Paşa, annesi Fatma Sûzidil Hanımdır. Ekim 1875’te İstanbul Beşiktaş’ta doğdu. İlköğrenimine Beşiktaş’ta Taşmektep’te başladı. Daha sonra Hamidiye Mektebinde, Galatasaray Mekteb-i Sultânisinde, Beşiktaş Askerî Rüşdiyesinde öğrenim gördü. 1889’da Mekteb-i Mülkiyeye girdi. Resim yapmaya meraklı olduğu için bu yıllarda Sanâyi-i Nefîse Mektebine (Güzel Sanatlar Akademisine) devâm etti. Hoca Ali Rızâ ve Fausto Zonaro’dan ders aldı. 1891’de Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın isteği üzerine Harbiye Mektebine girdi. 1906’da bu mektepten Mülâzım-ı Sânî rütbesiyle mezun oldu. Subay olduktan sonra hünkâr yâveri olarak görevlendirildiği için rahatça resimle uğraşma imkânı buldu. Bu sırada resim tekniğiyle ilgili bir dizi küçük kitap yayımladı. 1908’de bir grup ressam ve müzikçiyle birlikte öğrenim için Avrupa’ya gönderildi. Dönüşünde Kolağası rütbesindeyken askerlikten istifâ ederek tamamen sanata yöneldi. Arkadaşı Salâh Cimcoz ile birlikte Kalem adında bir dergi çıkardı. Çeşitli yazılarla birlikte İstanbul târihi ve eski eserlerine dâir bir kitap da hazırladı. Bu sırada çeşitli memuriyetlerde bulundu.

1917’de İstanbul Âsâr-ı Atîka Müzesinde kurulan Muhâfaza-i Âbidât Encümenine üye seçildi. 1920’de Sanâyi-i Nefîse Mektebi (Güzel Sanatlar Akademesi)ne hoca olarak tâyin edildi ve mîmârlık târihi ve şehircilik dersleri verdi. 1933’ten 1937’ye kadar Kadıköy Halkevinin başkanlığını yapdı. 1942’de CHP’den İstanbul milletvekili, 1946’da Giresun milletvekili olarak TBMM’de bulundu. 1951’de Gayri Menkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu üyesi oldu. İki yıl müddetle başkanlık yaptığı bu kuruldan 1958 yılı başlarında istifâ ederek ayrıldı. Ölümünden kısa bir müddet önce kendisine Devlet Kültür Armağanı ve İstanbul Teknik Üniversitesinin fahri doktorluk ünvânı verildi. 13 Kasım 1971’de İstanbul’da öldü.

Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş olmasına rağmen zamânındaki diğer bâzı kimseler gibi Avrupâî yaşantının hayranlarından olan Celâl Esad Arseven, müzik, tiyatro, edebiyat, resim gibi sanatların çeşitli dallarıyla uğraştı. Değişik müzik âletlerini çaldığı gibi, birkaç edebî türde eserler verdi. Sahne için oyunlar yazdı. Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu üyeliği ve başkanlığı sırasında İstanbul ve Kadıköy’ün Bizans dönemindeki durumunu konu alan suluboya resim çalışmalarıyla ilgi çekti. Ancak İslâm ve Türk târihinden çok Bizans târihine meyletmesi ve Eski Yunan ve Bizans kültürünün ortaya çıkarılmayla ilgili çalışmaları sebebiyle tenkid edildi.

Celâl Esad Arseven’in en önemli çalışmaları, resim tekniği, belediyecilik, şehircilik, sanat târihi ve Türk sanatı üzerinedir. Başlıca üç çalışmasından biri İstanbul târihi ve eski eserlerine dâirdir. Bu eserini ilk defâ 1908’de Fransızca olarak neşretti. İstanbul’un Bizans ve Türk devri eserlerinin yerlerini gösteren bir de arkeolojik şehir planı neşretti. Onun eserlerinden ikincisi, sanat târihi sözlükleri ve büyük bir sanat ansiklopedisidir. Sanat terimleriyle ilgili sözlüklerden başka birçok küçük kitaplar neşreden Celâl Esad Arseven, Sanat Ansiklopedisi hazırladı. Beş cilt hâlinde bastırdığı bu eserinde bütün sanat terimlerinin karşılık ve açıklamalarını vermiş, ayrıca çeşitli sanat devirleri, üslupları ve teknikleri hakkında geniş bilgiler vermiştir. 1928’de TürkSanatı adlı eserini neşretti. Hayâtının son yıllarında Türk sanatı hakkındaki bu denemesini yeniden ele alarak iki büyük cilt hâlinde Türk Sanatı adıyla yayımladı. Bunlardan başka piyes, roman, sanat târihi, hâtırât ve inceleme türünde çeşitli eserleri de vardır.

CELÂL SÂHİR EROZAN

Servet-i Fünûn şâirlerinden. 29 Eylül 1883’te İstanbul’da doğdu. Babası Yemen vâli ve kumandanı İsmâil Hakkı Paşadır. İlk tahsiline Nümune-i Terakkî İlkokulunda başladı. Daha sonra tahsiline Davud Paşa Rüştiyesinde ve Vefa İdadisinde devam etti. İdadî’den sonra iki sene hukuka devam etti ise de tahsili yarım kaldı. Çocukluk çağında yazdığı şiirlerle dikkati çekti. Dokuz yaşındayken şiir okuma ve hitabet kabiliyeti ile İkinci Abdülhamid’in dikkatini çekmişti. Padişah onu saraya davet ederek şiirler okutur, konuşturur ve ona liyâkat nişanı verirdi. Bu yüzden lisede okurken nişanlı şâir adıyla meşhur oldu.

Celâl Sâhir, on dört yaşından îtibâren Malûmat, Musavver Fen ve Edeb, Pul, Lisan gibi dergilerde şiir ve makaleleri yayımlanmaya başladı. Bu yazılarında Ahmed Celâl, Velhan, Şârık, Hikmet Celâl gibi takma adları kullanmıştır. Fransızcasını ilerletip, Fransız edebiyatı hakkında bilgi edinince edebî zevki değişti ve Servet-i Fünûn Dergisi’nde şiirler yazmaya başladı. 1901’de derginin kapatılmasına kadar şiir ve yazı hayatını sürdürdü.

Celâl Sâhir, 1903’te ilk memuriyetine başladı ve Hariciye Nezâretinde görev aldı. 1907’den sonra Kabataş ve Mercan İdadilerinde Edebiyat Öğretmenliği yaptı. Meşrutiyetin îlânından sonra oldukça aktif bir hayata başladı. Kısa bir süre Demet adlı bir kadın dergisini çıkardı ve feminizm dâvâsını müdâfaa etti. Musavver Muhit Dergisi’nin müdürlüğünü yapan Celâl Sâhir, 1909’da kurulan Fecr-i Âtî topluluğuna ilk katılanlardandı. Kısa bir süre sonra topluluğun reisi oldu. Türkçülük cereyanıyle ilgilenen Celâl Sâhir, dilin sâdeleşmesi görüşünü ileri sürdü. Bu görüşleriyle Yeni Lisan hareketinin İstanbul’da ilk savunucusu oldu. 1911’de Selanik’e giderek, burada çıkarılan Türk Yurdu, Türk Derneği, Genç Kalemler gibi dergilerde yazılar yazdı. Birinci Dünyâ Harbi sırasında bir ara ticâretle meşgul oldu. Cumhûriyetin îlânından sonra 1928’de Zonguldak milletvekili seçildi. Harf İnkılâbı kuruluna katıldı. Türk Ocaklarının 1932’de kapatılmasına kadar orada çalıştı. 1935’te akciğer kanserinden öldü. Bakırköy’deki âile kabristanına gömüldü.

Celâl Sâhir, edebiyatımızda şâir olarak tanınmasına rağmen, oldukça hacimli nesirleri de vardır. Bu yazılarında zamanın edebî eserlerini ele alır ve düşüncelerini söyler. Celâl Sâhir’in sanat anlayışı zamanla değişmiştir. İlk şiirleri klasik nazmın özelliklerini taşır. Daha sonra Servet-i Fünûn’da yazdığı şiirlerde sanat için sanat prensibine bağlı kalmıştır. Şiirlerinin konusu genelde aşk ve kadındır. Yazılarında şiir estetiği üzerinde durmamıştır. Ona göre şiir bir düşünce işi değil, duygu işidir. Fecr-i Âtî ve Millî Edebiyat yıllarında yazdığı şiirlerinde dili sâdeleşir. Daha sonraları Türkçülük Cereyanını görüş olarak kabul etmesine rağmen, bu düşüncesini şiirlerinde aynı rahatlıkla işlememiştir. Bu devirde yazdığı şiirlerinde Mehmed Emin’in tesirinde kalmıştır. Celâl Sâhir, Türk edebiyat ve siyâset hayâtında ortaya atılan akım ve inkılapların yayılmasında ve benimsenmesinde çok etkili olmuştur.

Eserleri

1) Beyaz Gölgeler: 1898-1909 yılları arasında yazdığı şiirlerin toplanmasından meydana gelmiş bir eserdir. 2) Buhran. 3) Siyah Kitap: Fecr-i Âtî devrinde yazdığı manzum ve mensur parçaları içine alır. Eserde 37 şiir, 10 nesir bulunmaktadır. 4) Kardeş Sesi: İkinci Meşrutiyetin îlânı üzerine yazılmış bir risâle olup, basılan ilk eseridir. 5) Mebus Namzetleri: Siyâsî, manzum, mizahî küçük bir eserdir. 6) Kırâat-i Edebiyye: Fuat Köprülü ile birlikte hazırladıkları üç ciltlik orta öğretim kitabıdır. 7) Müntehab Çocuk Şiirleri: Mehmed Âsım’la birlikte ilkokullarda okutulmak için hazırlanan üç ciltlik antolojidir.

CELÂLEDDÎN HAREZMŞÂH

Harezmşahlar Devletinin son hükümdârı. Asıl ismi Mengüberti olup lakabı Celâleddîn’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası, Harezmşâh Devleti Sultânı Alâüddîn Muhammed, annesi Ay-Çiçek Hâtun’dur.Küçük yaştan îtibâren çok iyi bir eğitim ve öğretim gördü.

Genç yaşta Gazne ve çevresinin vâliliğine tâyin edildi. Bundan sonra babasının bütün seferlerinde yanında bulunup, başarısına yardımcı oldu. Cengiz oğlu Cuci kumandasındaki Moğol ordusuyla 1216’da yapılan muhârebede sağ cenah kumandanlığı yaptı ve bozulmaya başlayan Türk ordusuna zaferi kazandırdı. Târihler, Celâleddîn’in Cengiz’in hücûmuna karşı Mâverâünnehir şehirlerini ayrı ayrı müdâfaa etmek yerine bütün kuvvetlerle hücum etmeyi babasına tavsiye ettiğini, ancak bu teklifini kabul ettiremediğinden Cengiz’in dağılmış durumda olan Türk kuvvetlerini ayrı ayrı imhâ ettiğini yazarlar.

Sultan Muhammed, annesi Terken Hâtun’un arzûsu ile küçük oğlu Uzlag’ı veliaht tâyin etti. Ancak ölümünden bir müddet evvel devleti, mâruz bulunduğu tehlikeden büyük oğlu Celâleddîn’in kurtarabileceğini düşünerek onu veliaht tâyin etti ve şehzâdelere de ona tâbi olmaları vasiyetinde bulundu. Babasının vefâtından sonra bâzı Türk emirleri onun tahta çıkmasını istemediklerinden bir sûikast düzenleyip öldürmek istediler. Ancak, Celâleddîn, Harezm’den Horasan’a gitmek sûretiyle bu tehlikeden kurtuldu. Cengiz tehlikesinden dolayı Harezm’de kalamayacaklarını anlayan kardeşleri onu tâkib ettilerse de yolda Moğollar tarafından öldürüldüler. Celâleddîn ise Moğol tâkib kuvvetlerini mağlub edip, tehlikeli bir yolculuktan sonra Gazne’ye ulaştı. Gazne’de tekrar kuvvet toplamaya başladı. Cengiz Han Celâleddîn’e çok önem veriyordu. Ona karşı “Yenilmez Noyan” ünvânı ile anılan komutanını gönderdi. Parvan civârında iki gün devâm eden şiddetli çarpışma netîcesinde Moğollar perişân edildiler. Ancak savaştan sonra kumandanlar arasında ganîmet ihtilâfından dolayı çıkan anlaşmazlık sebebiyle bu zaferden istifâde edilemedi. Birçok emir askerlerini alıp kendi yuvalarına döndüler. Şâyet Türk ordusu dağılmamış olsaydı, bu sıralarda Hindikuş Dağlarını aşmakta olan asıl Moğol ordusunu durdurabilirlerdi. Moğollar Gazne’yi ele geçirdiler. Sind Irmağı kıyılarına çekilen Celâleddîn, kuvvetlerinin dağılması yüzünden burada yapılan savaşı kaybetti. Alelacele yapılan gemilerle karşıya geçmek üzere yola çıktılar, ancak gemi nehrin ortasında parçalanınca pekçok kimse boğuldu. Atıyla nehri geçmeye muvaffak olan Celâleddîn, boğulmaktan kurtulan adamlarıyle Hindistan’a gidip orada üç yıl kaldı.

1224’te Harezm’e dönüp Moğollarla yeniden mücâdeleye karar veren Celâleddîn, Kirman’a geldi. Buranın hâkimi Barak Hâcip, onun sultanlığını kabûl ederek, Sultan adına Kirman’ı idâreye başladı. Buradan Atabeg Sa’d bin Zengi’nin hükümdârı bulunduğu Fars’a geldi. Onun kızını aldı. Böylece Harezmşâh Devletini yeniden tesise çalışan Celâleddîn, bundan sonra İsfahan ve Irak-ı Acem’e ilerleyerek, burada bulunan kardeşi Gıyâseddîn Pir-Şâh’ın itâatını sağladı. Lur (Hindistan)reislerini de kendisine bağladıktan sonra Moğollarla mücâdele için Halîfe Nâsır’dan yardım istedi. Ancak Halîfe, onun Irak-ı Arab’a inip istilâ etmesinden korktuğundan karşı kuvvetler gönderdi. Bu kuvvetleri bozan Celâleddîn, Bağdat’tan Meraga’ya geldi. 1225’te Tebriz’i alarak karargâhını buraya nakletti. Anadolu’da hüküm süren Sultan Alâeddîn Keykubâd ile Mısır ve Suriye’de hâkimiyet süren Eyyûbî meliklerine elçiler göndererek Moğollara karşı yardım istedi. Diğer taraftan bir asırdan beri Arran, Âzerbaycan ve Şarkî Anadolu’daki İslâm emâret ve hükümetlerine karşı gâlip ve tehditkâr bir vaziyette bulunan Gürcüleri ezmek için Gürcistan krallığını istilâ ederek Mart 1226’da Tiflis’i aldı. Bu sırada isyân eden Barak Hacib ve Âzerbaycan Türkmenlerinin isyanlarını bastırdı. Bir ara Ahlat’ı kuşattı ise de, Türkmenlerin yeniden karışıklık çıkarmaları üzerine Âzerbaycan’a döndü ve Türkmenleri cezâlandırdı. Kışı Tebriz’de geçirdiği sırada Gürcülerin Tiflis’i yeniden ele geçirip oradaki askerlerinin öldürüldüğünü öğrendi. 1227’de Tiflis üzerine yürüyen Celâleddîn, şehrin yakılıp terk edildiğini gördü. Bu sırada Bâtınîlerin, Gence Vâlisi Orhan’ı öldürdüklerini öğrenen Sultan, onların memleketine girerek Alamut ve Kumis havâlisini itâat altına aldı.

Sultan bu şekilde ülke içindeki karışıklıklarla meşgulken Moğol kuvvetlerinden bir kıt’anın Damgan civârına geldiğini öğrenip hızla üzerlerine gitti ve onları mağlub etti. İsyân hâlinde bulunan Eyyûbîlere karşı 1228’de bir sefer hazırlığı içinde olan Celâleddîn,Moğolların Ceyhun’u geçip Irak-ı Acem’e yürüdüklerini haber aldı. 26 Ağustos 1228’de İsfahan önünde meydana gelen Türk-Moğol savaşında Sultan Celâleddîn, kardeşi Gıyâseddîn’in ihânetine rağmen Moğolları hezîmete uğrattı ise de, tâkib esnâsında Moğolların kurduğu tuzağa düşen Celâleddîn’in sol cenahı bozuldu. Zor kurtulan Sultan, Luristan’a giderken, Moğollar da perişân bir vaziyette olduklarından geri döndüler. Bir hafta sonra İsfahan’a dönen Sultan Celâleddîn yeniden kuvvet toplamaya başladı. Kardeşi Gıyâseddîn ise Alamut’a giderek Bâtınîlere ilticâ etmiş, daha sonra gittiği Kirman’da öldürülmüştür.

Sultan Celâleddîn Âzerbaycan’a dönüp memleketin bozulmuş durumunu yeniden düzeltmekle meşgulken 1229’da Gürcüler yeniden isyân ettiler. Topladığı tâze kuvvetlerle bu isyânı bastırmaya muvaffak olan Sultan, Tiflis’ten başka bâzı müstahkem kaleleri de ele geçirdi. Bu zamana kadar Celâleddîn’i, Sultan tanımayan ve yazdığı mektuplarda “Hâkan” yâhut “Şehinşâh” diye hitâb eden Bağdat Halîfesi, bu muvaffakiyetten sonra Celâleddîn’e “Sultan” ünvânını tevcih etti. Celâleddîn Harezmşâh’a itâatını arz eden Şam hükümdârı Melik-ül-Muazzam Îsâ Eyyûbî’nin teşviki ile Ahlat’ı kuşatan Sultan, 14 Mayıs 1230’da kaleyi ele geçirmeye muvaffak oldu. Ancak kale müdâfîlerine ve halka şiddetli davranması, o zamana kadar Müslümanlığın kahramanı sayılan Celâleddîn’e karşı bir husûmetin doğmasına yol açtı. Anadolu ve Mısır sultanları, onun kendi ülkelerine yürüme ihtimâli karşısında kuvvetlerini toplayarak müttefik olmuşlardı. Bu haberi duyan Sultan, Anadolu ve Suriye kuvvetlerinin birleşmesine mâni olmak için harekete geçti ise de, geç kaldı. Erzincan yakınında Yassıçimen Yaylasında 10 Ağustos 1230’da vukû bulan şiddetli muhârebede büyük bir hezîmete uğrayan Sultan Celâleddîn, sulhe mecbur oldu.

Türk hükümdârları arasındaki savaşı dikkatle tâkib eden Moğollar ise, kendilerine en büyük engel olarak Celâleddîn’i görüyorlardı. Netîcede, Yassıçimen Muhârebesinde büyük bir darbe yemesi üzerine fırsatı kaçırmayarak Çermagun Noyan komutasında büyük bir Moğol kuvvetini Mâverâünnehr’e gönderdiler. Bu haberi duyan Celâleddîn, civar hükümdârlara vaziyeti bildirip yardım istedi. Ancak onlar, Celâleddîn’e güvenmediklerinden ve ayrıca Moğol tehlikesinin kendi ülkelerini saracak kadar genişleyeceğini tahmin edemediklerinden Sultâna yardım elini uzatmadılar.

Sultan Celâleddîn’in mâiyeti ile Elcezire’ye doğru ilerlediğini öğrenen Moğollar, onu tâkib ederek yollarına devâm ettiler. Nihâyet 1231 Ağustosunda Dicle Köprüsü kenarında sabaha karşı düzenledikleri bir baskınla, Celâleddîn’in bütün mâiyetini öldürüp dağıttılar. Ölümden zor kurtulan Sultan, Meyyâfârıkîn civârına kaçıp Moğolların tâkibinden kurtulmak için sarp dağlara çekildi. Ancak göçebeler tarafından yakalanıp obaya getirilen Celâleddîn, orada öldürüldü. Elcezire hükümdârı Mâlik el-Muzaffer Gâzi, Sultan’ın öldürüldüğünü öğrenince onun cesedini Meyyâfârikîn’e getirtip defnettirdi.

Türk İslâm târihinin en bahadır ve şecâat sâhibi şahsiyetlerinden olan Celâleddîn Harezmşâh, birçok harpleri hayâtı pahasına kazandığı hâlde, idâre ve siyâset bakımından zayıf olduğu için bunlardan istifâde edememiştir. Bütün meseleleri harp yoluyle halletmeye çalışması, düşmanlarını arttırmıştır. Buna rağmen Moğol saldırılarına ve Hıristiyan Gürcülere karşı mücâdele edebilen yegâne zât olması, ona gerek halk arasında ve gerek bütün Şark edebiyâtında büyük bir şöhret kazandırmıştır. Moğolların yakın şarkı tamâmen istilâ etmesinden sonra, Celâleddîn’in bölgede oynadığı rol daha iyi anlaşılmış ve İslâmiyetin müdâfii olarak büyük kahramanlar arasına dâhil edilmiştir.

CELÂLEDDÎN RÛMÎ

(Bkz. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî)