CÂHİD SITKI TARANCI

Cumhûriyet devri şâirlerinden. 4 Ekim 1910’da Diyarbakır’da doğdu. İlk öğrenimini burada tamamladıktan sonra İstanbul Kadıköy’de Saint Joseph Lisesinde dört yıl okudu. 1928’de Galatasaray Lisesi dokuzuncu sınıfına nakleden Câhid Sıtkı, burayı bitirerek Mülkiye Mektebine girdiyse de birkaç yıl sonra yarıda bırakarak Paris’e gitti ve Siyâsî Bilgiler Fakültesine kaydoldu.

İkinci Cihan Harbi sebebiyle yurda dönerek askerlik görevini yaptı. Bir ara Anadolu Ajansında mütercim ve Toprak Mahsulleri Ofisinde memur olarak çalıştı. Çalışma Bakanlığında Fransızca mütercimiyken 1954 Ocak ayı sonunda hastalanarak Ankara, İstanbul, Diyarbakır’da tedâvi gördü. İyileşmeyince Viyana’ya gönderildi. Burada öldü (13 Ekim 1956). Mezarı Ankara’dadır. 

Câhid Sıtkı, daha Galatasaray Lisesi öğrencisiyken Servet-i Fünûn ve Muhit dergilerinde çıkan ilk şiirleriyle tanınmaya başladı. "Otuz Beş Yaş" şiirinin 1946’da bir yarışmada birincilik kazanmasıyla şöhreti bütün Türkiye’ye yayıldı. Ömrünün sonuna kadar şiir yazmaya devâm etti. Yeni Şiirin kurucularından sayılan Câhid Sıtkı, başkalarına benzemeyen dünyâsı ve söyleyişiyle tanınır. 40 yaşına kadar bekâr kalan şâirin bu yaşa kadar yaşadığı düzensiz, uykusuz, içkili sefâhat ve bohem (yarını düşünmeden, tasasız, derbeder) hayâtı, kendisinde mevcut sürekli hoşnutsuzluk, elem, üzüntü havalarıyla birlikte şiirlerine aksetmiştir. Şiirlerinin çoğunda karamsar halleri, kuruntuları ve iç sıkıntılarının yanısıra, korku ve özleyişlerini de açığa vurur. Karamsarlığının sebepleri arasında mânevî inançlarının zayıf olması, kendinden bir nevî nefret duyması, âile yuvasının sıcaklığından ve gerçek dost bağlılıklarından uzak olması sayılabilir. Şâir içliliği ve duygululuğu ile zaman zaman uzaklarda kalan "anne" yi aramış, çocukluğundaki "beyaz başörtüsüyle namaza durmuş" büyük annesini özlemiş, aşağıya aldığımız şiirinde görüldüğü gibi son bir çâre olarak Yaratan’a sığınmıştır. 

Üslûbu sâde, kelimeleri çok defâ basittir. Hayal oyunlarından hoşlanmaz. Kullandığı mecazlar, derin karışık ve şaşırtıcı değildir. "Sanat için sanat" anlayışına bağlı olan şâir, şiirde şekil özellikleri üzerinde fazla durmaz. Arûz, hece ve serbest vezinden birini alıp diğerlerini reddetmez. Hepsiyle güzel şiirler yazabileceğine inanır. 

Eserleri: 

Ömrümde Sükût (1933), Otuz Beş Yaş (1946), Düşten Güzel (1952) şiirlerini topladığı kitaplardır. 

ŞAŞIRDIM KALDIM 

Şaşırdım kaldım nasıl atsam adım, 

Gün kasvet, gece kasvet. 

Bulutlar, sisler içinde bunaldım,

Gök mâvisine hasret. 

 

Olmuyor seni düşünmemek Tanrım, 

Ummamak senden medet. 

Suyun dibine vardı ayaklarım; 

Suyun dibinde zulmet. 

 

Kalmadı ümidin soluk ve cılız,

Işığında bereket. 

Ve ölüm, kapımda kişner, sabırsız 

Bir at oldu nihâyet. 

CÂHİD ZARİFOĞLU

Gazeteci, şâir ve yazar. Aslen Kahramanmaraşlı olan Câhid Zarifoğlu, 1940 senesinde Ankara’da doğdu. Çocukluğu Ankara, Siverek ve Kahramanmaraş’ta geçti. Çocukluğundan îtibâren şiir ve edebiyâta karşı ilgi duyan Câhid Zarifoğlu, şiir ve yazı yazmaya Kahramanmaraş’ta lise öğrencisiyken başladı. Okul dergilerinde ve Kahramanmaraş mahallî basınında şiir ve yazıları yayınlandı. Kahramanmaraş’ta Açı adında bir sanat dergisi çıkardı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyâtı Bölümünde okurken Türk Dili, Papirüs ve Yeni Dergi’de şiir ve yazıları neşredildi. Yeni İstiklâl Gazetesi sanat sayfasında, Diriliş, Edebiyât ve Mâverâ gibi dergilerde yayınlanan şiir ve yazılarıyla edebî kişiliğini ortaya koydu. Bâzı gazetelerde takma adla yazdığı köşe yazıları ise onun fikrî şahsiyetinin gelişme safhaları oldu.

Câhid Zarifoğlu 1972 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi Alman Dili ve Edebiyâtı Bölümünü bitirdikten sonra Avrupa’ya gitti. Dil kurslarına katıldı. Çeşitli Avrupa ülkelerini dolaştıktan sonra Türkiye’ye döndü. Dönüşünde bir özel lisede öğretmenlik, bâzı kuruluşlarda ve TRT’de tercümanlık, teknik sekreterlik ve denetçilik yaptı. 7 Haziran 1987 senesinde İstanbul’da vefât etti.

Câhid Zarifoğlu, ilk şiirlerinde madde-ruh çatışması ve Batı diktasına karşı Doğu protestosu gibi temaları işledi. İşâret Çocukları adlı ilk şiir kitabının ardından Yedi Güzel Adam adlı şiir kitabını neşretti. Bu ikinci kitabında Anadolu insanının acılarını, ümitlerini, sevgilerini ve dînî inançlarını yansıttı. Üçüncü şiir kitabı Menziller’de İslâmiyetteki insan sevgisi ve içtimâî (sosyal) mutluluk konularını işledi. Sosyal adâleti ve mutluluk özlemini işlediği son dönem şiirlerini ise Korku ve Yakarış adlı kitabında topladı. Câhid Zarifoğlu’nun bütün şiirleri onun vefâtından sonra 1989 yılında Şiirler adıyla neşredildi.

Câhid Zarifoğlu’nun seçkin özelliklerinden birisi de çocuk edebiyâtına yönelmiş olmasıdır. Şiirlerinde de çocuk temasını işleyen Câhid Zarifoğlu, bilhassa 1980’den sonra çocuklara hitâb eden çocuk romanları yazmıştır. 

Çocuk romanları şunlardır: Ağaçkakanlar, Serçe Kuş, Yürek Dede ile Pâdişâh, Küçük Şehzâde, Motorlu Kuş. Yürek Dede ile Pâdişâh adlı çocuk romanıyla 1985 senesinde Çocuk Edebiyâtı dalında Yazarlar Birliği Ödülünü kazandı.

Bunlardan başka İns adıyla ütopik hikâyeler, Savaş Ritimleri diye bir roman, Sütçü İmam adıyla bir oyun yazmıştır. Denemelerini Bir Değirmendir Bu Dünyâ’da toplamış olan Câhid Zarifoğlu’nun günlükleri Yaşamak adlı eserde yayınlanmıştır.

CÂHİLİYE DEVRİ

Hak dinlerin, yâni peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bildirdikleri doğru yolun unutulduğu devir. Husûsî mânâda Îsâ aleyhisselâmın dîninin doğru şeklinin unutulmasından, İslâmiyetin gelmesine kadar olan bozuk dönem. İslâmiyetten önceki Arabistan’ın durumu. 

Câhiliye devrinde yeryüzünde bulunan bütün milletler Allahü teâlâyı unutmuş, huzur ve saâdetin kaynağı olan tevhid (Allahü teâlânın birliği) inancı ortadan kalkmıştı. Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği din unutulmuş, Tevrât’ın aslı değiştirilmişti. İsrâiloğulları birbirlerine düşmüştü. Daha sonra Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî nasrâniyet de büsbütün bozulmuş, aslı ile hiçbir alâkası kalmamıştı. Teslîs, yâni üç tanrı fikri kabul edilmişti. İncil’in aslı kaybolmuş, papazlar istedikleri gibi değiştirmişlerdi. Her iki kitap da, Allah kelâmı olmaktan çıkmıştı. Mısır’da, bozulmuş Tevrât’ın hükmü, Bizans’ta yine değiştirilmiş Hıristiyanlık vardı. İran’da ateşe tapılıyor, ateşperestlerin ateşi bin senedir devamlı yanıyordu. Çin’de Konfüçyüsizm, Hindistan’da Budizm gibi uydurma dinler hüküm sürüyordu. 

İşte böyle bir zamanda, Arabistan’da da inançsızlık, zulüm son haddine varmıştı. Ahlâksızlık, iftihâr vesîlesi sayılıyordu. Arabistan, dînî, rûhî, ictimâî ve siyâsî bakımlardan, tam bir câhiliyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisindeydi. Zayıfların malları zorla ellerinden alınıyor, buna mâni olacak bir yetkili bulunamıyordu. Devamlı çekişme hâlinde olan Arap kabîleleri, baskın ve yağmacılığı, kendileri için bir geçim vâsıtası kabul ediyorlardı. Zulüm ve yağmacılıkla övünen kabîlelerin işgâlinde olan Arabistan’da, siyâsî bir nizâm, ictimâî (sosyal) bir düzen kalmamıştı. Kumar, içki, zevk ve sefâ âlemleri hiç yadırganmıyordu. Kadın, elde basit bir mal gibi alınıp satılıyordu. Kız çocuğunun doğması bir felâket ve yüz karası sayılıyor, hattâ küçük kız çocukları diri diri toprağa gömüyorlardı. İnsanlar, inanç bakımından da parçalanmıştı. Kimisi tamâmen inaçsız ve dünyâ hayâtından başka bir şey kabûl etmiyor, kimisi ise, Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanıyor, fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabûl etmiyordu. Bir kısmı da Allahü teâlâya inanıyor, âhirete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da, Allahü teâlâya şirk koşup putlara tapıyordu. Müşriklerin her birinin evinde bir put bulunuyordu. Bunlardan başka hazret-i İbrâim’in bildirdiği din üzere olan ve Hanîf denilen kimseler vardı. Bunlar, Allahü teâlâya inanır ve putlardan uzak dururlardı. Peygamber efendimizin babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalib, annesi Âmine Hâtun ve Kus bin Sâide gibi bâzı kimseler, bu din üzere idiler. 

İnsanlar her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyi bırakmışlardı. Şaşkınlıklarından kâinâtta meydana gelen hâdiselere ve Allahü teâlânın yarattığı eşyâya, bilhassa elleriyle yonttukları taştan ve tahtadan putlara ilâh diye tapınıyorlardı. Herkes birbirine düşmandı. Nihâyet sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm dünyâyı şereflendirdiler. 40 yaşına gelince peygamberliği bildirildi. İslâm güneşi doğdu.İnsanlık âlemi, hidâyete ve kurtuluşa erdi. Câhiliye devri bitti, saâdet asrı başladı. İslâmiyet gün geçtikçe bütün dünyâya yayıldı. İnsanlar ruh, düşünce ve yaşayış bakımından râhat ve huzûra kavuştu.

CALVİN

(Bkz. Kalven)

CAM

Alm. Glas (m), Fr. Verre (m), İng. Glass. Silisli kumun ateşte eritilmesiyle yapılan saydam ve kırılgan madde. Genellikle alkali ve toprak alkali silikatlardan meydana gelen cam, bâzan borat ve alüminatlar da ihtiva eder.

Camın ilk defâ ne zaman yapıldığı kesin olarak bilinmiyor. Çok eski bir târihe sâhip olduğu bir gerçektir. Üzerinde târih olan en eski cam ise M.Ö.1551-1527 yılları arasında yaşayan Firavun Amenhotep’e âit olan iri bir boncuktur. 

Orta Asya’dan gelen Selçuklular, camcılığı, Anadolu’ya getirip yaydılar. Artuklular ve Selçuklular zamânında yapılan medrese ve bilhassa câmilerde kullanılan cam ayrı bir özellik taşıyordu. Osmanlıların kurulması, gelişmesi ve İstanbul’un alınması ile camcılık da gelişti. On altı ve on yedinci yüzyıllarda cam sanâyiinde büyük gelişmeler oldu. İstanbul, camcılığın merkezi hâline getirildi. 

On dokuzuncu asırda ise Çubuklu dolaylarında bir billur, bir de cam yapım evi kuruldu. Birbirinden güzel nâdide billurlar yapıldı. Bunların en meşhurları çeşm-i bülbüllerdi. (Bkz. Çeşm-i Bülbül) 

Cumhuriyet devrinde 1934 yılında kurulmaya başlayan modern cam fabrikası, 1937 yılında üretime başlayabildi. Böylece Paşabahçe’de fabrika kurulmuş oldu. Bundan sonraki yıllarda Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş’nin fabrika sayıları arttırılıp, ihrâcat yapılabilecek duruma gelinmiştir. 

Ayrıca özel şirketlere âit pekçok cam fabrikası yapılmıştır. 

Özelllikleri: Camın erime noktası yoktur. Isıtıldığında yumuşar ve arzu edilen şekil verilebilir. Sıcak şekillendirme 800-1300°C arasında yapılabilir. Cam yaklaşık olarak 500°C’nin üzerinde yumuşamaya başlar. Silis camların genişleme katsayısı çok düşük olduğu için, âni sıcaklık değişmelerine dayanıklıdır. Fakat diğer camlar genişleme katsayısı büyük olduğu için, âni sıcaklık değişmelerine dayanıklı değildir. Herhangi bir cam istenildiği gibi ısıtılamaz. Bilhassa âni soğutulamaz. Eğer bir cam bir metal ile birleştirilip kaynak yapılacaksa, metal ile camın genişleme katsayısı aynı olmalıdır. Camların kopma yükü 4-10 kg/cm2, baskıya karşı direnci 60-120 kg/mm2 ve elastik modülü 4500-10.000 kg/mm2dir. Sertlik (çizme deneyi ile tâyin edilir) âdi camlarda 200 civârındadır. Silis oranı arttıkça camın sertliği 270’e kadar çıkabilir. Yoğunluk âdi camlarda 2,4-2,6; kurşunlu camlarda ise 3-3,8 g/cm3tür. Camlarda elektrik iletkenliği ise çok düşük olup, elektrolitik tiptendir. Elektrik iletkenliği sıcaklıkla artar. Âdi camlar mor ötesi ışınları geçirmezler. Mangan ihtivâ eden renkli camlar yalnız kızıl ötesi ışınları geçirir. 

Camların, bulundukları ortama karşı dayanmaları silis ve alüminyum oranıyla artar. Fakat alkali oranıyla düşer. Camlar sudan pek etkilenmezler, fakat basınç altındaki su buharı hızla aşındırabilir. Florür asidi (HF) hâricinde hiçbir asitten etkilenmez.

Cam Çeşitleri ve Kullanım Sahaları

Ticarî camlar, soda camı ve özel camlar olmak üzere başlıca iki türdür. Cam üretiminin büyük bölümünü oluşturan soda camı, kum (silisyum dioksit, SiO2), soda (sodyum karbonat, NaCO3) ve kireçtaşından (kalsiyum karbonat, CaCO3) elde edilir. Erimiş silis de (silisyum dioksit) tek başına çok nitelikli bir camdır; ama kumun erime noktası 1.700°C’nin üstünde olduğundan, böylesine yüksek sıcaklıklara ulaşması mâliyeti büyük ölçüde arttırır. Bu sebeple silis camı, yalnızca ürünün başka kimyevî maddelerle tepkimeye girme tehlikesi olan yerlerde, âni sıcaklık değişikliklerine karşı dayanıklılığın veya başka özel üstünlüklerin arandığı durumlarda kullanılır. Gene de eritilmiş silis camı üretimi oldukça önemli bir sanâyi dalıdır. 

Soda camları: Bunlar başlıca âdi cam (levha cam) ve şişe camıdır.  Âdi cam: Bu camın ilkel maddesi kireçtaşı (CaCO3) soda (Na2CO3) ve kum (SiO2)dur. Bu üç maddenin 1000°C üzerinde ısıtılması ile cam meydana gelmektedir. Sıvı hâle gelen bu karışımda meydana gelen tepkime: 

Na2CO3 + CaCO3 + 6 SiO2 ®Na2O.Ca.O.6SiO2 +2CO2 

Âdi cam, yaklaşık olarak % 73 SiO2, % 12 Na2O, %10 CaO, % 4 MgO ve % 1 Al2O3’ten meydana gelmiştir. 

Şişe camları: Bu camlarda aranılan vasıf, temas edeceği maddelerden etkilenmemesidir. Bu yüzden kireç miktarı çoğaltılır ve Na2O miktarı azaltılır. Bu camın yaklaşık bileşimi % 65 SiO2, % 20 CaO, % 7 Na2O, % 4 Al2O3, % 4 MgO ve eser miktarda demir oksittir. Ampul camı da hemen hemen bu bileşimdedir. Az miktarda kurşun bulunur. Ampulleri buzlu hâle getirmek için ya kumla veya florür asidiyle aşındırma işlemi yapılır. 

Soda camlarının bileşimine çeşitli maksatlarla muhtelif oranlarda başka maddeler de ilave edilir. Bunlardan bâzısı camın inceltilmesine, bâzısı (özellikle selenyum ve eser miktardaki kobalt oksit) camın rengindeki istenmeyen tonların giderilmesine yardımcı olur. Kumda her zaman katışkı olarak demir bulunur. Şişe yapımında kullanılan kumun düşük demir muhtevâlı olmasına ne kadar özen gösterilse de, eser miktardaki katışkılar bile cama istenmeyen bir yeşil renk verir. Selenyum ve kobalt oksit, eser miktarda arsenik trioksit ve sodyum nitratla birlikte kullanıldığında bu yeşil renk giderilebilir ve bilinen renksiz cam elde edilir. 

Özel camlar: Endüstride özel fiziksel ve kimyâsal nitelikli cam çeşitleri de üretilir. Mesela optik camlarda, istenen kırma indisi değerlerini ve ışığı renklerine ayırma özelliklerini elde etmek için, çok değişik bileşimlerden faydalanılır. Optik camların başlıca iki türünden biri olan crown camı bir soda camıdır; ilk defa 17. yüzyılda İngiltere’de geliştirilen flint camı ise kurşunlu camdır (kristal) ve kırma indisi daha yüksektir. Bu iki tür camdan yapılan mercekler birbirine yapıştırılarak, tek bir merceğin optik kusurlarını taşımayan mercek sistemleri elde edilir. Merceklerde kullanılan bu iki temel türe, 1930’lardan bu yana geliştirilen yeni türler eklenmiştir. Bunlar arasında borosilikatlı crown camları, baryumlu crown camları, baryumlu flint camları ile borat ve fosfat camları sayılabilir. Ayrıca nâdir toprak elementleri ve flüor taşıyan optik camlar da üretilmektedir. Günümüzde kırma indisi 1,4 ile 2 arasında değişen ve ışığı ayırma özellikleri birbirinden çok farklı olan optik camlar elde edilebilmektedir. 

Borosilikat camlarının genleşme katsayısı âdi camın üçte biri kadardır; ayrıca bu tür camların kimyasal etkilere dayanıklılık, yüksek erime sıcaklığı ve yüksek elektrik yalıtkanlığı gibi bazı üstünlükleri de vardır. Pyrex olarak da bilinen borosilikat camları ısıya dayanıklı mutfak eşyâlarının ve yansımalı teleskoplardaki aynaların yapımında yaygın olarak kullanılır. Kimyâ laboratuvarlarında da geniş ölçüde kullanılan pyrex camlarının bileşimi %80 SiO2, %11 B2O3, %9 Na2O Al2O3 CaO As2O3 şeklindedir. 

Otomobil ön camlarının ve cam kapılarının yapımında, insanların can güvenliği açısından, kırıldığı zaman parçalanmayacak camlar kullanılır. Bu maksatla güvenlik camı denen iki cam türü geliştirilmiştir. Sertleştirilmiş güvenlik camı, düz camı yumuşama sıcaklığına yakın bir sıcaklığa kadar ısıttıktan sonra üstüne soğuk hava veya gaz püskürtüp birdenbire soğutarak elde edilir. Böylece bükülmeye ve darbelere karşı büyük bir dayanıklılık kazanan cam, kırıldığında küçük küp biçiminde, kenarları içbükey olduğu için çok kesici olmayan parçalara ayrılır. İnsanın kafatası kemiğinden daha dayanıklı olan bu camlar, çarpma anında sürücü ve yolcuların yaralanmasına yol açabilir. Bu sebeple, daha dayanıksız olan, ama kırıkları çok kesici olmayan yaprak cam (katmanlı cam) otomobil ön camı olarak kullanılmaya daha uygundur. Bu tür camlarda, aralarına ince bir plastik (genellikle polivinil bütiral) katmanı yerleştirilen iki cam levha, sıcaklık ve basınç altında birbirine yapıştırılır. Aradaki plastik katman, çok ince olmasına mukabil çok dayanıklıdır ve şiddetli bir darbede cam kırılsa bile bu katman sağlam kalır. Cam kırıkları da plastik katmana yapışık kaldığı için etrafa saçılmaz. Daha kalın veya birden fazla plastik katman kullanarak kurşun geçirmez camlar elde edilir. Yüksek gerilimli enerji iletim hatlarında yararlanılan cam izolatörlerde de sertleştirilmiş cam kullanılır. 

Cam elyafından hem ısı ve elektrik yalıtkanı olarak, hem de deniz teknelerinin ve otomobil karoserilerinin yapımında kullanılan hafif sentetik reçinelere (plastikler) dayanıklılık vermek için yararlanılır. Cam elyafı çok ince (çapı mm’nin binde biri kadar) cam ipliklerinden oluşur. 

Cam tozu ile karbon karışımının ısıtılmasıyla elde edilen köpük cam, çok ince çeperli kabarcıklardan oluşan, çok hafif ve ısı yalıtkanlığı yüksek bir malzemedir. Kolayca kesilebilir ve kesildiğinde niteliklerini kaybetmez. Isı yalıtkanı ve yüzdürücü olarak (meselâ cankurtaran simitlerinde) kullanılır. 

Cam tuğlalar ise, çelik konstrüksiyonlu yapıların duvarlarında, harçla örülerek kullanılır. İki yarım parçanın birbirine eklenmesiyle oluşturulan cam tuğlanın içi boştur. İşleme esnâsında meydana gelen kısmî hava boşluğu tuğlaya ses yalıtımı özelliği de kazandırır. İki cam levhanın, arada boşluk kalacak biçimde birbirine eklenmesiyle oluşturulan çift katlı pencere camları da ses ve özellikle ısı yalıtımı açısından önemli üstünlüğe sâhiptir. 

Cama gümüşün halojenür tuzları katıştırılarak, morötesi ışınımın ve görünen ışığın etkisiyle ışık geçirgenliği değişen fotokromik camlar elde edilir. Fotokromik camlar genellikle gözlüklerde kullanılır. 

Kimyasal maddelerden etkilenmeyen camlar da özel camlar arasında önemli bir yer tutar. Bileşim olarak soda-kireç-silis camı ile borosilikat camı arasında yer alan ve "nötr" cam (ampul camı) olarak adlandırılan özel camlar, ilâç ampullerinin yapımında kullanılır. Sodyum veya cıva buharı içinde bir elektrik boşalımı oluşturarak çalışan sokak aydınlatma lambaları için de özel camlar gerekir; çünkü sodyum ve cıva buharı camların çoğunu etkiler.

CÂMİ

Alm. Moschee (f), Fr. Mosquee, İng. Mosque. Müslümanların ibâdet yeri. İbâdet yapmak için toplanılan yerlere "mâbed" veya "ibâdethâne" denir. Müslümanların mâbedine "mescit" ve "câmi"; Yahûdîlerinkine "sinagog" ve "havra"; Hıristiyanların mâbedine de "kilise" denir. Lügatta câmi; toplayan, toplayıcı demektir. Müslümanların ibâdet yapmak için toplandıkları yer câmilerdir. Câmiler, İslâmiyetin îcaplarını, emir ve yasaklarını öğretmek ve bunlara uyulmasını sağlamak için kullanılır. Câmide berâberce yapılan ibâdet, yalnız başına yapılandan daha kıymetli ve daha sevaptır. 

Türkiye’de görülen câmiler genellikle büyük bir alanda yapılmışlardır. Osmanlılar zamânında yapılan câmiler üç ana bölümden meydana gelmiştir. Bu üç ana bölüm; 1) Dış avlu, 2) İç avlu, 3) Câminin içi, namaz kılınan kısmı (kubbe altı veya sahın)dır.  

1. Dış avlu: İç avlu ve sahını çevreler. Etrâfı pencereler açılmış taş duvarlarla çevrilmiş ve pencerelerine demir parmaklıklar takılmıştır. Bu avluya girişi sağlamak için çeşitli yerlerine kapılar açılmıştır. Bu dış avlular Selâtin Câmilerinde, yâni pâdişahların yaptırdığı câmilerde çok büyük olup, zemini topraktır ve üzerinde kaldırım döşeli ince yollar vardır. Hem gölge yapmak hem de binâya güzellik kazandırmak için bâzı yerlerine ağaçlar dikilmiştir. Dış avluda türbelerin, mezarların bulunduğu yer vardır ki, buraya "hazîre" denilir. 

2. İç avlu: Câmi binâsına bitişik ve kıblenin ters yönüne gelen tabanı mermer döşeli ve etrâfı pencereli yüksek duvarlarla çevrili kısımdır. Bu avlunun iç tarafında sütunlu revaklar vardır. Revakın iki sütun arasında kalan her bölümünde demir parmaklık takılmış, genellikle ahşap kapakları bulunan pencereler açılmıştır. Revakın bulunduğu kısım, iç avluyu dört tarafından çepeçevre dolaşır ve yüksekçe bir seki şeklinde olup zeminden yüksektir. Câmi ile birleşen taraftaki kısmına ise, son cemâat yeri denir. İç avlunun ortasında cemâatin abdest alması için yapılmış bir şadırvan bulunur.

İç avlunun ekseni ile, câmi içinin ekseni aynı istikâmette olur. Mihraptan geçen bu eksenin iç avlu duvarında bir kapı bulunur. Bu kapıya "cümle kapısı" denir. Bundan başka iç avlunun sağ ve sol yanlarında esas mekâna yakın kısımlarında da birer kapı vardır. Bunlara da "koltuk kapı" denir. 

Revakın, câmi binâsına bitişik olan kısmının ortasında büyük bir kapı bulunur. Bu kapıdan câminin içine girilir. Bu kapının bulunduğu câmi duvarının iç avluya bakan yüzünde, kapının sağında ve solunda birer mihrap vardır ki, son cemâat yerinde namaz kılanların kullanması için düşünülmüştür. Yine bu duvar üzerinde dışarıya taşkın balkon şeklinde mahfiller vardır. Bunlara "Mükebbire" denir. 

Son cemâat yeri: Sahın ile iç avlu arasında olan ve câminin sahın kısmından bir duvarla ayrılmış bulunan üstü tonoz veya küçük kubbelerle örtülü, câminin eninde revaklı uzun yerdir ki, câmi dolduğu vakit sonradan gelenler veya namaz vaktine geç kalanlar burada saflar teşkil ederek namaz kılarlar. Son cemâat yeri zeminden yüksekçe olur. Bâzan câminin içinde de son cemâat yeri olabilir. 

Şadırvan: Üstü çadır şeklinde bir dam veya bir ahşap kubbe ile örtülü yüksek mermer bir havuz olup, içinde bir fıskiyeden veya lüleden akan sular toplanarak dış tarafında sıra ile takılmış musluklardan akar. Câminin iç avlusunda cemâatin abdest alması için yapılmıştır. Câminin mîmârî üslûbuna uygun olarak yapılmışlardır. Şadırvanların damları direkler veya sütunlar üzerine tutturulmuş olup ileriye taşkın saçakları olur. Musluklarının önünde sıralanmış tahtadan sâbit oturacak sıralar ve ayak koyacak taşlar yer alır. Musluktan akan suyun, sıçramaması için derin olarak yapılmış yalakları bulunur. Bâzı şadırvanlarda kuşların suyu kirletmemesi için hazne denilen yüksek havuzun üstü tel kafesle örtülmüştür. Şadırvanlar genellikle yuvarlak veya çok köşeli olduğu gibi kare veya dikdörtgen şeklinde olanları da vardır. 

Mükebbire: (Me’zene) Ezan okunacak veya tekbir getirilecek yer mânâsına gelir. Câminin son cemâat yerinde namaz kılanlara, içerideki imâmın tekbirlerini tekrar ederek cemâatin birlikte namaz kılabilmesini sağlamak için yüksekçe bir pencere içine ve dışarıya taşkın olarak inşâ edilmiş balkon şeklinde çıkmadır ki, son cemâat müezzini imâmın tekbirlerini buradan tekrar ederek dışardaki duymayan cemâate bildirir. 

3. Câminin içi, kubbe altı veya sahın: Câmiler, binâ olarak Mekke’ye, yâni Kâbe istikâmetine yöneltilmiştir. Üstü büyük kubbe ile örtülü olan mekâna "kubbe altı" veya "merkez sahın" denir. Merkez sahının köşesinde, Kur’ân-ı kerîm okumak için biraz yüksekçe olarak yapılmış yerlere ise "sofa" adı verilir. Büyük kubbe, mîmârî duruma ve büyüklüğüne bağlı olarak pâye ve sütunlar üzerine oturur. Sahınların zemini mermer döşelidir. Buralarda namaz kılınacağı için üzerine halı serilir. Bâzı yan sahınların yanlarında kapılar vardır. Cemâat dış avludan câminin içine bu kapılardan direk olarak girebilir. Bâzı büyük câmilerde yaz sahınları üzerinde fevkaniye ve tabaka diye tâbir edilen ikinci bir kat daha bulunur. Bu tabakaların padişahlara ayrılmış ve dışarıdan ayrı bir kapı ve merdivenle çıkılan kısımlarına "hünkâr mahfili" denir. İlk Osmanlı câmilerinde merkezî sahının ortasında genellikle bir havuz bulunur, ya bu havuzun üstünde veya merkez sahının herhangi bir yerinde yüksekçe bir mahfil yer alır. Bu mahfil müezzinlerin kullanmaları içindir. Bu sebepten dolayı "müezzin mahfili" denilir. 

Merkezî sahının kıble yönündeki duvarının tam ortasında hücre şeklinde bir kısım bulunur. Bu hücre imâmın namaz kıldırırken bulunacağı yerdir ki, buna mihrap denir. Mihrabın sağ tarafından merdivenlerle çıkılan, taştan veya ahşaptan yapılmış yüksek yere ise minber ismi verilir. Bundan başka câminin içinde vâizlerin vâz verirken üzerine oturmaları için yapılmış yüksek kısımlara da kürsü denir. Bütün bu kısımlar esas vazîfelerin dışında, üzerleri çok güzel şekilde süslenmiştir. Üst kat pencereleri genellikle sâde ise de, vitray denilen renkli camlardan yapılmış pencereler de vardır.

Câminin içinin aydınlatılması için duvarlarına ve çeşitli yerlerine sıralar hâlinde pencereler açılmıştır. Alt kat pencerelerde ahşap kapaklar bulunur. Bu kapakların üzerleri çok güzel şekilde süslenmiştir. Üst kat pencerelerin sâde olanları bulunmakla birlikte, vitray denilen renkli camlardan yapılmış olanları da vardır. 

Mihrap: Câmi, mescit ve namazgâhlarda kıble istikâmetini gösteren ve imâmın cemâat önünde durarak namaz kıldırdığı yere denir. Mihraplar umûmiyetle oyuk bir hücre şeklinde yapılırlar. Namazgâhlarda bu mihrap yeri dikili bir taşla gösterilir. Genellikle mermerden yapılmalarına rağmen çok az sayıda ahşap mihrap da vardır. Ayrıca çini levhalarla kaplanmış mihraplara da çoğu câmilerde rastlamak mümkündür. Mihraplar, câminin mîmârî durumuna uygun olarak sâde veya süslü olarak yapılırlar. 

Minber: Câmilerde üzerine hatibin çıkıp hutbe okunmasına mahsus merdivenli yüksek kürsü. 

Peygamber efendimiz Medîne’deki mescitte Eshâbına hitâb ettikleri zaman uzun müddet ayakta dururdu. Bunu gören Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dayanması için bir hurma ağacı dikmişlerdir. Sonradan ılgın ağacından her kademesi birer fâsılalı ve iki karış kadar enli üç kademeli bir minber yapılmış ve Peygamber efendimiz hutbelerini bu yüksekçe mevkide okumuştur. Bu minber üç veya dört ayaklı olup arkasında dayanmak için üç sütunu olduğu ve Peygamberimizin üçüncü kademede oturup ayaklarını ikinci kademeye dayadıkları rivâyet edilir. O vakitten beri câmilerde hutbe için daha çok kademeli taştan veya ahşaptan minberler yapılmıştır. Önde perde ile örtülü bir kapısı veya külah ile örtülü düz bir sahanlığı olan bu minberler, mihrâbın sağına inşâ edilmişlerdir. Gâyet güzel oymalar ve şebekeli parmaklıklarla süslenmiş olan bu minberler, câminin en önemli kısmını teşkil eder. 

Kürsü: Câmilerde, vâiz ve ders vereceklerin oturmasına mahsus, üstüne birkaç basamaklı bir merdivenle çıkılan seyyâr veyâ sâbit sedir. Bunların üstü oymalarla süslü, ağaçtan taht gibi yapılmış olan yerlerine bir minder konulur. Önlerinde kitap koymaya mahsus rahleler vardır. Bunlar genellikle tahtadan oymalı ve sedefli olarak gâyet süslü yapılırlar. Bâzı câmilerde mermerden yapılmış olanları da vardır. Câmilerin başlıca eşyâsından birini meydana getirir ve her câmide bir iki tâne bulunur. Câmilerde bulunan bu kürsülere vâz kürsüsü denir. 

Minâre: Câminin bitişiğinde, ezan okumak ve ezanı civara duyurmak için ince bir kule şeklinde bir veya birkaç şerefesi bulunan yüksek yapı. Yeni minâreler genellikle taştan yapıldıkları gibi tuğladan ve ahşaptan yapılanları da vardır.

Ezan okumak ve uzaklara kadar duyurabilmek için câmiye ilk minâreyi Eshâb-ı kirâmdan Mesleme bin Mahled yaptırmıştır. Mesleme’nin (radıyallahü anh) kardeşi Şerahbil bin Amr tarafından da minârede ilk ezan okunmuştur. O zamâna kadar ezan, mescitlerde yüksekçe bir yerden okunurdu. 

Bundan sonra yapılan câmilere en az bir minâre ilâve etmek âdet oldu. Bu sebepten minâre, İslâm mîmârîsinde önem kazandı. Bu sebeple her millet kendi mîmârî üslûbuna uygun çeşitli şekillerde minâreler inşâ etmişlerdir. Minâre, en gelişmiş ve en uygun şekline Osmanlı devrinde ulaştı ve bunda Mimar Sinan’ın büyük rolü oldu. Zâten Sinan’la Osmanlı’nın 16. yüzyılda mimarî sanatı en yüksek dereceye varmıştır. 

Minâre en alt kısmından başlamak üzere şu kısımlardan meydana gelir: Kürsü, pabuç, gövde, şerefe, petek, külâh ve alem. Minârenin içindeki merdivenle şerefeye çıkılır. 

İlk câmiler: Yeryüzünde yapılan ilk ibâdet yeri, Mekke şehrinde bulunan Kâbe’dir. Buraya "Mescid-i Haram" da denir. Allahü teâlânın "benim evim" buyurduğu Kâbe’ye "Beytullah=Allah’ın evi" denir. Bunun gibi, câmilere de "Beytullah" denir. Böyle söylemek, câmilerin kıymetlerini, şereflerinin çok yüksek olduğunu bildirmek içindir. Kâbe ilk defâ hazret-i Âdem tarafından yapılmıştı. Nûh aleyhisselâm tûfânında yıkıldı. Böylece Kâbe’nin yeri, hazret-i Nûh’dan hazret-i İbrâhim’e kadar boş durdu. Bugünkü Kâbe’yi İbrâhim aleyhisselâm oğlu hazret-i İsmâil ile birlikte binâ etmiştir. Zamanla çeşitli târihlerde tâmir edilmiştir. 

Müslümanların önemli mâbedi olan "Mescid-i Aksâ" hazret-i Süleymân’ın hükümdârlığı zamânında M. Ö. 965-926 yıllarında onun tarafından Finikeli mîmârlara yaptırılmıştır. Yapımı 7 sene sürmüştü. Çok muhteşem bir şekilde inşâ ettirilen Mescid-i Aksâ, Kudüs’ü zapteden Buhtunnasar tarafından yaktırıldı. Daha sonra Sultan Keyhüsrev tarafından tâmir ettirildi. 70 senesinde Romalılar yaktı ise de binâ yeniden tâmir edildi. Binânın arsası Kudüs Müslümanlarının eline geçince, yeni bir İslâm mâbedi yapmak için kallanıldı. Altıncı Emevî halîfesi olan Velîd bin Abdülmelik, 715 senelerinde buraya, yine "Mescid-i Aksâ" denilen câmiyi yaptırdı. 

Müslümanlar için değeri çok yüksek olan câmilerden biri de, Medîne’deki "Mescid-i Nebî"dir. Medîne-i münevvere’nin en büyük câmisidir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne’ye hicret ettiği zaman, devesinin ilk çöktüğü yerde inşâ edilmiştir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne’de önce Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evinde 7 ay misâfir kaldı. Hazret-i Ebû Bekir’den ödünç aldığı 10 altın ile bu arsayı satın alıp, düzelttiler. Hicretin ikinci senesinin Safer ayında mescit tamam oldu. Üzeri hurma dal ve yapraklarıyle örtüldü. Üç kapısı vardı. Mihrâbı, şimdiki Bâb-ı Tevessül yerindeydi. Şimdi mihrâbın yerinde olan kapısından cemâat girer çıkardı. Temelin derinliği ve duvarların kalınlığı iki buçuk metre (üç arşın) idi. Temeli taşdan, duvarları kerpiçtendi. Eni boyu yaklaşık sekiz buçuk metre (10 arşın), yüksekliği de yaklaşık 6 metre (7 arşın) idi. Medîne’deyken, Peygamberimiz vefât edinceye kadar, bütün namazlarını hep bu câmide cemâatla kıldı. Bu mescit, daha sonraları büyük tâmirâtlar yapılarak genişletildi. Şimdiki şekline ve ebadına yakın olarak inşâsı Emevî Halîfesi Velîd bin Abdülmelik zamânına rastlar. 

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâm zamânında daha birçok câmiler yapılmıştır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Mekke’den Medîne’ye hicret ederken, önce Kubâ köyüne uğradı. Burada 10 günden fazla kaldı. Kubâ Mescidi denilen câmiyi yaptırdı. İlk Cumâ namazının kılındığı câmi, Ranuna Vâdisindeki "Mescid-i Cumâ"dır. Mescid-i Fadîh, Mescid-i benî Kureyzâ, Mescid-i Ümm-i İbrâhim, Mescid-i Benî Zafer, Mescid-ül-İcâbe, Mescid-ül-Fetih, Mescid-ül-Kıbleteyn, Mescid-i Zühâbe, Mescid-i Cebel-i Ayniyye, Mescid-ül-Bakî vs. bunlardan başlıcalarıydı. Mescid-i Dırâr, Kubâ köyünde bulunan münâfıklardan ileri gelenleri tarafından, kötü maksatla yaptırılan toplantı yeridir. Resûlullah efendimiz burada namaz kılmamış ve yıktırmıştır. Yeri belli değildir. 

Meşhur câmiler: İslâm devletlerinden başta Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ve Osmanlılar olmak üzere, Müslümanların oturmakta olduğu bütün şehir ve beldeleri, baştan başa câmilerle süslemişlerdir. Câmi inşâsı başlı başına bir mîmârî tarz vücuda getirmiştir. Bunların bir kısmı çeşitli harplerde, yangın ve sel felâketlerinde yıkılmasına rağmen, hâlâ pek çoğu ayakta durmaktadır. Hele Osmanlılar Bursa, Edirne ve İstanbul gibi pâyitaht şehirlerinde sayılamayacak kadar câmiler yaptırmıştır. Edirne’de Selîmiye, Bursa’da Kebîr (Ulucâmi), İstanbul’da Bâyezîd, Süleymâniye, Fatih, Sultan Ahmed vs. câmileri en büyükleri ve en muhteşemleridir. Bundan başka dünyânın çeşitli yerlerinde bulunan başlıca meşhur câmilerden bir kısmı şunlardır: 

Câmi-i Emevî, Cezâyir Paşa Câmii, Samarra Câmii, Kuba Mescidi, Fustat, Amr Câmii, Kahire İbni Tulun Câmii, Kayravan Sidi Ukba Câmii, İsfehan Câmii, Kâhire Kayıtbay Câmii, Buhara Kaliyan Câmii, Semerkand Şîrdâr Câmii, Lahor Bedşâhî Camii, Kurtuba Câmiidir. 

Câmi âdâbı: Câmiye hürmet onun kıymetini anlamakla olur. Müslümanların toplandığı ibâdet yeri olan câmiye abdestsiz girilmez. Herkesi rahatsız eden kokan elbise ile içerde bulunmak uygun değildir. Câmilere necâset, yâni pislik sokulmaz, yol hâline getirilip geçilmez. Pislik bulaştıracak deli ve küçük çocuk câmiye sokulmaz. Câmilerde pazar kurmak, yüksek sesle konuşmak, nutuk söylemek, konferans vermek uygun değildir. Câmilerde sarkıntılık ederek dilenilemeyeceği gibi böyle birine sadaka da verilmez. Misâfir olanın hâricindeki kimseler câmide yemek yiyemezler. Câmide alış veriş yapılmaz.

CANDAROĞULLARI

On üçüncü asırda Kastamonu, Sinop ve çevresinde kurulan bir beylik. Aslen Türkmen bir âiledendirler. Beyliğin kurucusu ise Şemseddin Yaman Candar’dır. 

On üçüncü asrın sonlarında Selçuklu hükümdârı İkinci İzzeddîn Keykavus’un oğlu İkinci Gıyâseddîn Mes’ûd’un birinci hükümdârlığı zamânında (1293-1298), bunun kardeşlerinden olup memleket dışında bulunmakta olan Rükneddîn Kılıç Arslan bir gemi ile Kırım’dan gelerek Sinop’a çıkmış ve oradan da Kastamonu’ya gelmiş ve vâli tarafından hüsn-i kabul görmüştü (1291). Bu târihlerde Kastamonu vâliliğinde Emir Çoban’ın oğlu Muzafferüddîn Yavlak Arslan bulunuyordu. Kılıç Arslan, Yavlak Arslan’ı kendisine atabeğ yaparak hümükdârlığını ilân etti ve Moğollarla birlikte üzerine gelmekte olan kardeşi Mes’ûd’un kuvvetlerini dağıttı ise de, Mes’ûd’a yardıma gelmekte olan Şemseddîn Yaman Candar karşısında bozguna uğradılar. Yavlak Arslan maktûl düştü. Bu durum üzerine Yavlak Arslan’ın ıktaı (karşılığında asker beslemek şartıyla istifâdesine verilen toprak) Kastamonu ve havâlisi, İlhan Geyhatu tarafından Şemseddîn Yaman Candar’a verildi. 

Şemseddîn Yaman’ın hangi târihte vefât ettiği ve nereye defnedildiği belli değildir. En yakın ihtimâl vefâtının 14. yüzyıl başlarında olmasıdır. 

Şemseddîn Yaman Candar’ın ölümü üzerine Kastamonu’nun eski sâhibi Yavlak Arslan’ın oğlu Hüsâmeddin Mahmud Bey, derhal harekete geçerek Kastamonu’yu işgâl ettiğinden, Şemseddîn Yaman Candar’ın oğlu Süleymân Paşa, Eflâni tarafına çekilerek orada oturmaya mecbur olmuştu. Süleymân Paşa 1309’da Eflâni’den kalkarak âniden Kastamonu üzerine baskın yapmış, Mahmud Beyi sarayında muhâsara ederek, yakalayıp öldürdükten sonra burasını beyliğine merkez yapmıştır.

Süleymân Paşa 1335 yılına kadar İlhanlıların hâkimiyetini tanıdı. İlhanlı hükümdârı Ebû Saîd Bahâdır Hanın ölümünden sonraki beş yılda ise müstakil olarak hükûmet sürdü. Anadolu’da İlhanîlerin nüfûzu sarsılmaya başladığı sırada Süleymân Paşa tedbirli hareket ederek İlhanîlerin vezîri Emir Çoban Anadolu’ya geldiği zaman onu karşılamış ve sadâkatini arz eylemiş bu halden istifâde ile de hudûdunu genişletmeye muvaffak olmuştu. 

Süleymân Paşa, Pervâneoğullarından Gâzi Çelebi zamânında Sinop’u kendi hâkimiyeti altına aldı ve Gâzi Çelebi’nin 1322’de vefâtından sonra burasını doğrudan doğruya ilhâk ederek idâresini büyük oğlu Giyâsüddîn İbrâhim Beye verdi. Bu arada Taraklı ve Safranbolu’yu da beyliğine katan Süleymân Paşa kendi adına para da bastırdı. 

Süleymân Paşanın 1339’da küçük oğlunu kendine veliaht yapmasını bahâne eden büyük oğlu İbrâhim, babasına isyân ederek Kastamonu’yu zapt ile hükümdâr oldu. Süleymân Paşanın nasıl vefât ettiği ve veliaht Çoban’ın âkibeti mâlûm değildir. İbn-i Battûta Süleymân Paşanın 70 yaşında olduğunu beyân ettiğine göre, ölümünde 80 yaşında olması muhtemeldir. İbn-i Battûta Süleymân Paşayı uzun sakallı, güler yüzlü, vakûr ve heybetli olarak tavsif etmektedir. İbrâhim Beyin hükûmeti uzun sürmedi ve 1345’te vefât etti. Yerine amcası Emir Yâkub’un oğlu Âdil Bey geçti. Zamânı hakkında fazla mâlûmât bulunmayan Âdil Bey, 1361 yılında ölünce, yerine Osmanlı târihlerinde Kötürüm Bâyezîd diye anılan oğlu Celâleddîn Bâyezîd hükümdar oldu. 

Bâyezîd Bey, sert, haşin ve acımasız bir zâd idi. O, kendisinden sonra oğlu İskender’i hükümdar yapmak istiyordu. Diğer oğlu Süleymân Paşa bundan dolayı kardeşi İskender’i öldürüp, Osmanlı hükümdârı Murad Hüdâvendigâr’ın yanına kaçarak onu babası aleyhine tahrik etti. İkinci Süleymân Paşa, Osmanlı kuvvetleri ile Kastamonu’ya gelerek babasını Sinop’a kaçırmış ve bu sûretle Beylik ikiye bölünüp Süleymân Paşa Kastamonu Beyi olmuştur. Daha sonra Bâyezîd Bey, oğlunun, Osmanlılarla arasının açılmasından istifâde ederek Kastamonu’ya hücum ile Süleyman’ı kaçırdı ise de, Süleymân Paşa Osmanlıların yardımı ile burasını yeniden ele geçirdi (1384). Bu son seferinde hastalanan Celâleddîn Bâyezîd Bey, 1385’te vefât ederek Sinop’taki türbesine defnedildi. Yerine, Sinop Şûbesi hükümdârı olarak, oğullarından İsfendiyâr Bey geçti. Bunun hükümdârlığı uzun sürdüğü için Candar Beyleri Osmanlı târihlerinde İsfendiyaroğulları diye zikredilmiştir. 

Osmanlıların himâyesinde Kastamonu Beyi olan Süleymân Paşa, Birinci Kosova Muhârebesinde, yardımcı asker yolladığı gibi, Yıldırım Bâyezîd’in Batı Anadolu beyleri üzerine yaptığı seferde de kuvvet vermişti. Ancak beyliklerin ortadan kalkmasının sırası kendisine geleceğini hisseden Süleymân Paşa, Osmanlılardan yüz çevirerek Sivas hükümdârı Kâdı Burhâneddîn ile ittifak etmiş ve bu sûretle iki defâ Yıldırım Bâyezîd’in elinden kurtulmaya muvaffak olmuştur. Nihâyet 1392 yılında sür’atle Kastamonu’ya gelen Yıldırım Bâyezîd, Kâdı Burhâneddîn ile birleşmelerine meydan vermeden Candaroğulları kuvvetlerini bozguna uğrattı. Süleymân Paşa öldürüldü. Böylece Candar Beyliğinin Kastamonu şûbesi Osmanlıların eline geçti. Sinop tarafına taarruz etmeyen Bâyezîd, İsfendiyar Bey ile anlaşarak Kıvrım yolunu hudut kesti. 

Ankara Muhârebesinden sonra, Menteşeoğlu Mehmed Beyle berâber Tîmûr’a tâzimlerini arz eden İzzeddîn İsfendiyâr Beye, Kastamonu da dâhil olmak üzere, bütün Candar Beyliği devredildi. İsfendiyar Bey, Fetret Devrinde Îsâ ve Mûsâ Çelebilere mümkün olduğu kadar yardımda bulundu. 1413 yılında ise Osmanlı tahtında hâkimiyeti ele geçiren Çelebi Mehmed’in Eflak üzerine yaptığı seferlerde kendisinden yardım isteğine karşılık oğlu Kâsım Bey kumandasında asker göndermekle mukâbelede bulundu.

İsfendiyâr Bey, emri altındaki bölgelerden, Çankırı, Kalecik ve Tosya’yı en çok sevdiği oğlu Hızır Beye vermek istedi. Babasının bu icrâatına gücenen büyük oğlu Kasım Bey Eflak seferinden dönüşte Kastamonu’ya gelmedi ve bu yerlerin Osmanlı himâyesinde bulunmak şartıyla kendisine terk edilmesini istedi. Çelebi Mehmed, Kasım Beyin bu arzusunu muvâfık bularak harekete geçti. Ancak İsfendiyar Beyin red cevâbı karşısında, Kastamonu üzerine yürüyen Çelebi Mehmed, onu Sinop’a çekilmeye mecbûr etti. Nihâyet Kastamonu ve Küre Candaroğullarında kalmak şartıyla diğer bölgeler Osmanlılara terk edildi. Onlar da bu bölgeleri kendileri adına Kâsım Beye verdiler. 

İki beylik arasında uzun bir süre devâm eden iyi ilişkiler, Çelebi Mehmed’in ölümü ve Osmanlı Devletindeki iç karışıklıktan istifâde etmek isteyen İsfendiyâr Beyin, oğlu Kâsım Beye taarruzu ile bozuldu. Kâsım Beyin elinden eski bölgelerini alan İsfendiyar Bey, daha sonra Osmanlılara âit Safranbolu’yu muhâsara ettiyse de, muhârebede mağlûb olarak yaralı hâlde Sinop’a kaçtı. Osmanlı kuvvetleri bakır mâdeni ile meşhûr Küre’yi zabtettiler. Bu durum üzerine İsfendiyar Bey, torununu (İbrahim Beyin kızını) İkinci Murâd’a vermek ve Bakır Küresi hâsılâtının bir kısmını Osmanlılara terk ve lüzûmu hâlinde asker göndermek, bir de Kâsım Beyin yerlerini iâde etmek sûretiyle sulh teklif ederek bu şartlarla anlaşma imzâlandı (1424). 

İsfendiyar Bey, yaşı yetmişi geçmiş olduğu hâlde 1440 yılında vefât etti ve Sinop’daki türbesine defnedildi. Yerine oğlu Tâceddîn İbrâhim Bey geçti ise de, üç buçuk yıl kadar bir saltanat sürdü. 1443 Mayısı sonunda öldü. 

İbrâhim Beyin yerine büyük oğlu Kemâleddîn İsmâil Bey geçti. İsmâil Beye kardeşi Kızıl Ahmed Bey muhâlefet ederek, Osmanlıların yanına gitti. Osmanlılar, Ahmed Beyin teşvikiyle Mahmud Paşa komutasında Kastamonu üzerine asker sevk ettiler. İsmâil Bey Sinop’a kaçarak müdâfaa hareketine girişti. Müdâfaadan bir netîce elde edemiyeceğini anlayınca da hayâtına ve çocuklarına dokunulmayacağına dâir teminat alarak kaleyi teslim eyledi (1461). 

Fâtih Sultan Mehmed, Sinop önünde orduya iltihak ederek, İsmâil Beyle görüştü ve ona akran muâmelesi yaptı. Otağının kapısında karşıladı. İsmâil Bey el öpmek istediyse de, Fâtih Sultan Mehmed kardeşim hitâbıyla boynuna sarılarak öptü. 

Osmanlı pâdişahı, İsmâil Beye başlangıçta İnegöl, Yenişehir ve Yarhisar taraflarını ve oğlu Hasan Beye de Bolu sancağını vermişti. Fakat İsmâil Bey kendisine Rumeli’de bir yer verilmesini ricâ edince Filibe’ye nakledildi. Hükümdârlığında olduğu gibi Filibe’de de hayırlı vakıflar yaptı. 1479 târihinde orada vefât etti. İsmâil Beyin yerine hükümdar olan Kızıl Ahmed Beyin saltanatı ise iki üç ay sürmüş ve beylik tamâmiyle Osmanlıların eline geçmiştir. 

Candaroğulları, Birinci Süleymân Paşadan beyliğin son bulmasına kadar yaklaşık yüz altmış sene devâm eden saltanatları zamânında, ilmî ve sosyal müesseselerle memleketlerini îmâr etmişlerdir. Ayrıca ilim ve sanat adamlarını himâye ile kendi adlarına ithâf edilen pekçok Türkçe eser yazdırmışlar, bu sûretle Türkçenin ilim dili olmasına her bakımdan îtinâ göstermişlerdir. 

Candaroğullarından Celâleddîn Bâyezîd Beyin Araç kasabasında bir câmi, İsmâil Beyin Kastamonu, Sinop ve beyliğin diğer merkezlerinde câmi, mescid, han, hamam, çeşme gibi eserleri vardır. İsfendiyar Bey zamânında Kastamonu, Anadolu’daki ilim merkezlerinden biri olmuştur. Daha sonra burada Sancakbeyliği etmiş olan Osmanlı şehzâdeleri de Candaroğulları zamânındaki ilim ve edebiyât cereyanlarını devâm ettirmişlerdir. 

İlim ve fazîlet sâhiplerini himâye eden, destekleyen ve dâimâ onlarla berâber olan Candaroğulları hükümdârları adına yazılmış eserler arasında en önemlileri şunlardır: Süleymân Paşa adına tasavvuftan Farsça İntihâb-ı Süleymâniye ismiyle Allâme Şîrâzî’nin bir eseri; Celâleddîn Bâyezîd adına, Ebû Mihnef’ten tercüme edilen üç bin beyitli Maktel-i Hüseyin Mesnevîsi; İsfendiyâr Bey adına göz hastalıklarına dâir Sinoplu hekim Mü’min bin Mukbil tarafından telif edilen Kitâb-ı Miftâh-ün-Nûr ve Hazâin-üs-Surûr; Hızır Bey adına tercüme edilen Mîrâcnâme, Kâsım Bey adına yazılan Ömer bin Ahmed’in kaleme aldığı on beş bâb üzerine kırâat-ı seb’aya dâir olan Risâle-i Münciye isimli Türkçe tecvid kitabı. 

Candarbeyliği iktisâdî durum itibâriyle iyi bir mevkide bulunuyordu. On üç, on dört ve kısmen on beşinci asırlarda pek ehemmiyetli olan Sinop ticâret limanı bu beyliğin elinde bulunuyordu. Sinop vâsıtasıyla, Anadolu emtiasını ve kendi mallarını ihrâç ettikleri gibi, Cenevizlilerin getirdikleri malları da içeri alıyorlardı. Bir ara Samsun’u da elde eden Candaroğulları burada bir kalesi olan Cenevizlilerle ticârî muâmelede bulundular. Kastamonu’nun en mühim ihrâç eşyâsı bakır ile demirdi. Bilhassa birincisi pek önemli ve makbuldü. Bu ihrâcât dolayısıyla beylik külliyetli gelir temin etmekteydi. Cenevizlilerle alış verişlerinde Candaroğullarının çift balık resimli bakır sikkeleri görülmüştür. Candarbeyliği zamânında Kastamonu atları meşhur ve Arab atları gibi şeceresi olup yüksek fiatla satılırdı. Ayrıca dışarıya doğan ve şâhin gibi av kuşları ihrac edilirdi. 

Candarbeyliğinin Sinop limanında tersânesi ve donanması olduğu mâlum ise de, bu donanmanın miktarına ve faaliyetine dâir fazla bilgi yoktur. Pervâneoğullarından Gâzî Çelebiden sonra, Candaroğullarına geçen Sinop’ta donanma faaliyetleri görüldü. Nitekim Candarbeyliği donanmasının 1361’de Kefe’yi Cenevizliler’den almalarına ramak kalmıştı. Osmanlılar zamânında da Candaroğullarından kalan Sinop tersânesinde kadırgalar yapılmıştır. 

Candarlı Beyleri

Tahta Geçişi

Şemseddin Yaman Candar

1292

Birinci Süleyman Paşa

1309

Birinci İbrahim Paşa

1399

Âdil Bey bin Ya’kûb

1345

Celâleddin Bâyezid

1361

İkinci Süleyman Şah

1384

İsfendiyar Bey bin Bâyezid

1385

Tâceddin İkinci İbrâhim Bey

1440

Kemâleddin İsmâil Bey

1443

Kızıl Ahmed Bey

1461