C

Türk alfabesinin üçüncü, Osmanlı alfabesinin altıncı, Arap alfabesinin beşinci harfi. Eski Türkçede yâni 9. asra kadar Türkçede "c" sesi yoktur. Türkçede görülen "c" sesi "ç" den çıkmıştır. Bu bakımdan eski Türklerin kullandığı Orhun-Yenisey alfâbesinde "l" (ters y) işâreti "ç" yerine kullanılmıştır. Uygur alfabesinde ise C, Ç harfleri Arâmî-İran alfabesine dayanır. Lâtinler ise C harfini Etrüsklerden almıştır.  Bugün Türkçede çok kullanılmasına rağmen temel seslerden değildir. Bir dişsi, dudaksı, sessiz olan C çıkış noktası "Ç" ile aynı olup, sedâlı yâni tonlu bir sestir. Türkçede kelime sonunda bulunmaz.

C VİTAMİNİ

(Bkz. Vitaminler) 

CA'BER KALESİ

Sûriye’nin kuzeyinde, Fırat Nehrinin sol kıyısında eski bir kale. Bugün harâbe hâlinde olan bu kale, Rakka şehrinde Balis’e giden yol üzerinde, Rakka’nın 50 km batısında, Halep şehrinin 110 km doğusunda yer almaktadır. 

İslâmiyetten önceki devirde ve İslâmiyetin başlangıcı sırasında buranın ismi Davsara idi. Müslüman coğrafya âlimleri burası için "Davsen" adını kullandılar. Hicri 5. asırda Benî Kuşeyrli Ca’ber tarafından zaptedildiği için bu isimle şöhret bulmuştur. Bu kale 1087’de Sultan Celâleddîn Melikşah tarafından zaptedilmiş ve Halep’teki Ukaylilerin sonuncusu Sâlim’e verilmiştir. 1146’da Musul Emîri Atabeg Zengi tarafından kuşatılmış ise de, ölümü üzerine zaptedilememişti. Ancak daha sonra bu kale Ukayliler tarafından Atabeg Zengi’nin oğlu Nûreddîn Zengi’ye teslim edildi. 1206’da Harzemşâhların istilâsına, 1260’ta da zâlim Hülâgü’nün yağmasına ve tahribâtına mâruz kalmıştır. Memlûklüler zamânında Haleb’e bağlanan kale, Kılavun’un hükümdârlığının son zamanlarında tâmir edilmiş sonra da Döğer adlı Türkmen Boyunun eline geçmiştir. Döğerli beyler, Memlûklüler ve Osmanlılar zamânında kaleye hâkim olmuşlardır. 

Osmanlı vak’anüvislerine göre Ca’ber Kalesi, Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman Beyin büyük babası, Fırat Nehrini geçerken şehid olan Süleymân Şâhın gömüldüğü yerdir. Burada Süleymân Şaha âit olduğu tesbit edilen türbe, Osmanlı Sultânı İkinci Abdülhamîd Han tarafından yeniden yaptırılmıştır. Ca’ber Kalesi Osmanlı Devleti zamânında Rakka kazâsına bağlı bir nahiye merkeziydi. Birinci Dünyâ Harbinden sonra Osmanlı Devletinin yıkılması üzerine 1918 yılı sonlarına doğru İngilizler tarafından işgâl edildi. Sonradan Sûriye Devleti sınırları içine dâhil edildi. 

20 Kasım 1921’de Türkiye ile Fransa hükûmetleri arasında imzâlanan Ankara İtilâfnâmesinin 9. maddesi gereğince; Osmanlı sülâlesinin kurucusu olan Sultan Osman Hanın büyük babası Süleymân Şahın, Ca’ber Kalesindeki Türk mezarı diye tanınan kabri, müştemilâtı ile berâber Türkiye’nin malı sayılmış ve Türkiye’ye orada muhâfızlar bulundurmak ve bayrağını çekmek hakkı tanınmıştır. 

CÂBİR BİN ABDULLAH

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. İsmi Câbir, künyesi Ebû Abdurrahmân ve Ebû Abdullah’tır. Babasının ismi Abdullah, annesinin ismi Nesîbe Hâtundur. Babası Abdullah, Selemeoğullarının reisi idi ve Câbir’le berâber İkinci Akabe Bîatinde bulunup Medîne’ye döndüklerinde, âilesinin ve kabîlesinin Müslüman olmakla şereflenmelerine sebeb oldular. Câbir bin Abdullah, 601 senesinde (Hicretten 21 sene önce) Medîne’de doğdu. 693 (H. 74) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.

Genç yaşta Müslüman olan Câbir bin Abdullah, bizzat Peygamber efendimizden ilim öğrendi. Tefsir ilminde Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerindendi. Bedir ve Uhud savaşı hâriç, Resûlullah efendimizin bütün savaşlarına katıldı. 627 senesinde Hendek Savaşında bulunan Câbir bin Abdullah büyük gayret ve fedâkarlık gösterdi. 

Tefsir ve fıkıh ilminde Eshâb-ı kirâmın önde gelenlerinden olan Câbir bin Abdullah, Peygamber efendimizin sağlığındayken sorulan bâzı suâllere cevap verip, müftîlik yaptığı gibi, Peygamber efendimizin vefâtından sonra, O’ndan öğrendiği ilmi dört bir yandan gelenlere öğretmeye çalıştı. Yemen, Mısır, Basra, Kûfe gibi uzak yerlerden dersini dinlemeye gelirlerdi. Hattâ Eshâbın büyüklerinden Ebû Ubeyde, Talhâ bin Ubeydullah, Ammâr bin Yâsir, Muâz bin Cebel gibi büyük zâtlar ondan çok istifâde ettiklerini söylerlerdi. Câbir bin Abdullah’tan Tâbiînin büyükleri pekçok rivâyette bulunmuşlardır. 1540 hadîs-i şerîf bildirdiği kaydedilmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden 210 adedi Sahîh-i Buhârî ve Müslim’de yer almıştır. Ömrünün sonuna doğru gözlerine perde gelen Câbir bin Abdullah, Sıffîn Muhârebesinde hazret-i Ali’nin yanında bulundu. Yezîd’in kumandasındaki orduda İstanbul Muhâsarasına katıldığı bu sırada 693 (H.74)te şehid olup, Kocamustafapaşa’da bulunduğu sanılmakta ise de, kaynak kitaplarda onun aynı senede Medîne-i münevverede vefât ettiği bildirilmektedir. 

Câbir bin Abdullah; yakışıklı, sevimli, güzel ahlâklı, sünnet-i seniyyeye uymakta çok gayretli, merhametli, nâzik, gönül alıcı pek muhterem bir zâttı. Evi, Mescid-i Nebî’den bir mil (2 kilometre) uzak olmasına rağmen, her namazı Peygamber efendimizle, Mescid-i Nebî’ye gelerek kılardı. Hakkı söylemede adâletten ayrılmaz, emr-i mârûf ve nehy-i münkeri bildirmekte çok gayret gösterirdi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin nasıl namaz kıldığını görmek isteyen ona sorar, o da târif ederdi. 

Bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzılar şunlardır: 

Resûlullah efendimiz; "Birinin evi önünde nehir olsa, her gün beş kere bu nehirde yıkansa üzerinde kir kalır mı?" diye sordu. Eshâb-ı kirâm "Hayır yâ Resûlallah!" dediler. Resûlullah efendimiz; "İşte beş vakit namazı kılanların da böyle küçük günahları affolur." buyurdular. Ayrıca buyurdular ki: 

Allahü teâlâ, benim ümmetime, Ramazân-ı şerîfte beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir peygambere vermemiştir: 

1. Ramazânın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü’minlere rahmet eder. Rahmetle baktığı kuluna hiç azâb atmez. 

2. İftâr zamânında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir.

3. Melekler, Ramazânın her gece ve gündüzünde oruç tutanların affolması için duâ eder. 

4. Allahü teâlâ, oruç tutanlara âhirette vermek için, Ramazân-ı şerîfte Cennet’te yer tâyin eder. 

5. Ramazân-ı şerîfin son günü oruç tutan müminlerin hepsini affeder. 

CÂBİR BİN EFLAH

Endülüs’te yetişen büyük Müslüman astronomi ve matematik âlimi. Künyesi Ebû Muhammed olup, Avrupa’da Geber ismiyle şöhret buldu. Bu zât, kimyâcı Câbir bin Hayyân es-Sûfî ve Muhammed bin Câbir Bettânî ile ekseriyâ karıştırılmaktadır. Câbir bin Eflah, Endülüs’te, Sevilla’da doğmuştur. Doğum târihi ve yaşadığı târih kesin bilinmemesine rağmen, 12. asrın ortalarında vefât ettiği tahmin edilmektedir. 

Câbir bin Eflah, Batlamyüs’ün bâzı görüşlerini tenkid etti. Özellikle güneşe takrîben 3 dakikalık bir ihtilâf-ı manzar (dünyâ üzerinde duran bir gözlemcinin gözünden herhangi bir yıldıza giden hat arasındaki açı, paralaks) kabul ettiği hâlde, dünyâya güneşten daha yakın olan Merkür ve Venüs’te görülebilecek kadar ihtilâf-ı manzar bulunmadığı hakkındaki iddiâsını tenkid etmiş ve çürütmüştür. Endülüs’ün Sevilla şehrinde yapılan rasathânenin nasıl yapılması gerektiğini tesbit ve inşâsını bizzat kontrol etmiştir. 

Namaz vakitlerini anlamakta kullanılan usturlâb âletini Müslüman âlimler yaptılar ve onu zamanla geliştirdiler. Câbir bin Eflâh, bunların daha mükemmeli olan çubuklu güneş saatini yaptı. Bu saat, astronomi kitaplarında Câbir’in Teodalit’i diye geçmiştir. Azimut kadranı denilen bu çubuklu güneş saatini, Avrupa’dan ancak üç asır sonra Alman astronomi bilgini ve matematikçisi Regiomontonus (1436-1476), 1450 senesinde modeline uygun yeniden yapabilmişti. 

Trigonometri alanında, bilhassa küresel trigonometri ile ilgili prensipler üzerinde durdu. Dünyâda ilk defâ dik açılı bir üçgen için beşinci temel prensibi ortaya koydu. Küresel trigonometri ile ilgili prensiblerden bir sonuç elde edebilmek için "dört boyut kuralı"nı uyguladı. Düzlem trigonometride ise öncekilerin usûlüne göre hareket etti. 

Eserleri: 

Câbir bin Eflah’ın günümüze kadar gelen en önemli eseri, Islâh-ül-Mecisti adıyla bilinen Kitâb-ül-Hey’et’tir. Eser, bir astronomi kitabıdır. Bu kitabında Câbir, Batlamyüs’ü tenkid ederek, onun bâzı ilmî hatâlarını ve buluşlarındaki noksanlıkları meydana çıkarmıştır. Bu eserde, küre ve düzlem trigonometriden de bahsetmiştir. Eser, Lâtinceye tercüme edilerek, Petrus Apianus tarafından 1534 senesinde Nürnberg’de bastırılmıştır. Eser, bugün Berlin ve Escurial’de bulunmaktadır. 

CÂBİR BİN HAYYÂN

Modern kimyânın kurucusu meşhûr İslâm âlimi. Tebe-i tâbiîndendir. İsmi Câbir bin Hayyân Abdullah el-Ezdî olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. Horasanlı, Tuslu, Harrânlı ve Kûfeli olduğu söylenen Câbir’in âilesi hakkında çok az bilgi vardır. İslâm âleminde Sûfi, Avrupa’da Al-Geber ismiyle şöhret buldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekte ve yaklaşık 815 (H. 200) yılında vefat ettiği kabul edilmektedir.

Aslen Türk olan Câbir bin Hayyan, Abbâsî Halîfesi Hârûn Reşîd’in sarayında yaşadı. Vezir Yahyâ bin Hâlid el- Bermekî’den himâye gördü. Asrının fen âlimiydi. Bütün İslâm âlimleri gibi, fen ilmini, İslâmî ilimlerle berâber okudu. Tıp, astronomi, matematik, felsefe, kimyâ ve zamanın diğer ilimlerinde yetişti.

Câbir bin Hayyân, Câfer-i Sâdık hazretlerinin derslerine devâm etti ve hizmetinde bulundu. Temel din ilimlerini öğrendi. İlmî araştırmalarda husûsî metodlar geliştirdi. O zamanda meşhûr olan simyâ (sihir ve büyücülerin, olması mümkün olmayacak şeyleri yapıyorlar gibi göstermeleri) ilminin bir fen ilmi olmadığını isbât edip, ondan ayrı olarak tecrübeye, analize ve matematiğe dayalı kimyâ ilmini kurdu. Böylelikle bugünkü modern kimyânın temelini atmış oldu. 

İlim öğretip birçok talebe yetiştiren Câbir bin Hayyân, eserlerinde yapmış olduğu ilmi ve fenni tecrübeleri, en ince ayrıntılarına varıncaya kadar îzâh etti. Ulaştığı netîceleri son derece hassâsiyet ve dikkatle yorumladı. Bâzı mühim kimyevî maddelerin terkibini tesbit edip, açıkladı. Kimyâda kullanılabilecek bâzı metodlar ortaya koydu. Deneylerde kullanılacak âletlerin îmâli ve bunların kullanılış metodunu îzâh etti. Kimyâ ilminde kullanılabilecek hassas ölçü âletlerini yaptı. 

Kristalleşme, damıtma, kalsinasyon (kavurma), sublimasyon ve buharlaşma gibi kimyevî teknikleri, kimyâ ilmine kazandırdı. Sülfirik ve nitrik asitler gibi birçok asitler ile sodyum karbonat ve potasyumu buldu. Zehir ve zehirli maddelerin kimyevî yapıları üzerinde incelemelerde bulundu. Bu konuda Kitâb-üs-Sümûm adlı eserini yazdı. Bitkilerden elde edilen bir boya ile derilerin nasıl boyanabileceğini ve derilerin nasıl dabağlanacağını ortaya koydu. Ateşte yanmayan kâğıt îmâlini gerçekleştirdi. İlk defâ imbik yaptı. Çeşitli metallerin kullanılır hâle getirilmesi, çeliğin geliştirilmesi, su geçirmez kumaşların verniklenmesi, cam îmâlinde mangan dört oksit’in (Mn3O4) kullanılması, paslanmanın önlenmesi, altın yaldızla süsleme, boyaların ve yağların tesbiti gibi alanlarda birçok buluşlar yaptı. Cisimleri hassalarına göre üç sınıfta tasnif ederek, daha sonra yapılan sınıflandırmalara rehberlik etti. Birçok kimyevî maddeyi tesbit ederek, günümüzde de kullanılan Arapça isimler verdi. 

Câbir bin Hayyân, maddelerin atomik yapısını gösteren orjinal tesbitler yaparak, kimyevî reaksiyonlarda belli miktarların belirli miktarlarla reaksiyona girdiğini söyledi. Atom hakkında, ancak asırlar sonra anlaşılabilecek şu sözleri söyledi: Maddenin en küçük parçası olan "el-cüz’ü lâ yetecezzâ" da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi, bunun parçalanamayacağı söylenemez. Atom da parçalanabilir. Parçalanınca da öyle bir güç meydana gelir ki, bir anda Bağdât’ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allahü teâlânın kudret nişânıdır." Bu sözlerden asırlar sonra yapılan atom bombası, atıldığı şehirleri yerle bir etti. 

Câbir bin Hayyân, maddeleri, yapılarındaki özelliğe göre üç ana sınıfa ayırdı: 1) Ateş veya sıcaklıkla hemen buharlaşabilen maddeler, 2) Çekiçle dövülebilen, parlaklık arz eden, ses çıkaran metalik cisimler, 3) Mineral cinsinden olan, ne çekiçle dövülebilen, ne de toz hâline dönüştürülebilen katı cisimler. Birinci gruba giren maddeleri, sülfür, arsenik, civa, amonyak, kâfur olmak üzere beş gruba ayırdı. Metalik cisimleri de kendi arasında kalay, kurşun, demir, bakır, gümüş, altın olmak üzere altı çeşide ayırdı. 

Câbir bin Hayyân, kimyânın geniş uygulama alanı olan arıtma konusuyla alâkalı ilk misâlleri ortaya koydu. Arıtma yollarından oksitlenme, süblinasyon (amalgam yapmak), damıtma, arıtma, çökeltme, ergitme ve kristalleştirmeyle ilgili işlemleri, uygulamaları ile birlikte açıkladı. Kükürt ile civanın karıştırılması sonucu kırmızı bir taşın (zencefre) meydana geldiğini açıkladı. Sirke ile asetik asit elde etme yollarını ilk olarak ortaya koydu. 

George Sarton onu, "Orta çağların ilimler ansiklopedisi" olarak değerlendirmekte, şöhret ve tesirlerinin, 17. asra kadar devâm etmiş olduğunu ifâde etmektedir. Gerçekten 17. asra gelinceye kadar kimyâ bilimleri alanında onun seviyesine kimse çıkamamış, kimse onu gölgede bırakamamıştır. Doğu ve batı ilim dünyâsında ona denk ve onu aşan bir kimyâcı yetişmemiştir. 

Kimyâ târihçisi Leclerc; Histoire de la Medicine Arabe adlı eserinde, Câbir bin Hayyân’ı orta çağların tartışılamaz en büyük âlimi, ilmî otoritesi ve derinliği ile benzeri olmayan bir üstat, metodu ile yol gösterici olması bakımından büyük bir ilim teşvikçisi ve nihâyet modern kimyânın kurucusu ve tamamlayıcısı olarak değerlendirmektedir.  İslâm âleminde, Ebû Bekr Râzî, İbn-i Sinâ, Mesleme el- Macrîtî, Fârâbî ve daha birçok bilgin, onun eserlerinin gölgesinde yetişip, olgunlaştılar. 

Onun eserleri, farklı metodlarda hazırlanmıştır. Meselâ bâzı eserlerinde, son derece kısa ve özlü bir üslub tâkib etmiş, hattâ bâzılarında semboller kullanmıştır. Bâzı eserlerinde ise ayrıntılı ve uzun anlatımlı bir yol tâkib etmiştir. Batılı ve doğulu birçok bilgin, onun eserlerinden istifâde etti. Batılı bilginlerden Galileo, Francis, Bacon, Newton ve başka bir çokları ondan çok faydalandılar. 17 ve 18. asırda, batı ilim çevrelerinde meydana gelen birçok ilmî buluşların teşekkülünde, onun eserlerinin büyük tesiri vardır. Özellikle bugün kimyâ ilminde mevcûd olan birçok orjinal keşif ve metodlar, hemen hemen bütünüyle ona âit veya onun fikirlerinden kaynaklanmıştır. 

Ünlü Fransız bilim târihçisi M. Berthelot, Orta Çağlarda Kimyâ Târihi adlı eserinde şöyle demektedir: "Aristo’nun mantık ilmindeki yeri neyse, Câbir bin Hayyân’ın kimyâ ilmindeki yeri de odur. Aristo, mantığın kurucu ve üstâdı olarak kabul edildiği gibi, Câbir bin Hayyân da kimyânın kurucusu ve üstâdıdır." 

Modern araştırmacılar şöyle demektedirler. Eğer Câbir bin Hayyân çağımız teknolojisini kullanarak aynı eserleri yazsaydı, modern sonuçlara ulaşırdı. Çünkü o, tüme varım metodunu kullanıyordu. Yâni maddenin en küçük parçasından araştırmaya başlayarak, istediğine ulaşıyordu. Bununla berâber, dış gözlemlerinde tümden gelim metodundan da yararlandı. Yâni maddenin tabiî hâlinden en küçük parçasına kadar inceleyerek sonuca vardı. Francis Bacon, bu metodu onun eserlerinden öğrenmiş, Dekart ise onu taklid etmiştir. 

O, deney yoluyla elde edilecek bilgi ve prensiplerin kat’î ve değişmez olduğunu iddiâ etmedi. Aksine modern bilim çalışmalarında olduğu gibi, bunların zannî ve ihtimâlî olduğunu belirtti. Onun metodunun esâsını, "mazbut müşâhede ve sağlam tecrübe" teşkil etmektedir. O, bu metodu ile hayal ve kuru faraziyelerle oyalanmamış, gerçek anlamda bir ilmi çalışma ortaya koyarak çığır açmıştır. 

Câbir bin Hayyân; tıb, astronomi ve mantık, felsefe, fizik, mekanik gibi ilim dallarında da çalışmalar yaparak bunlarla ilgili eserler verdi. Usturlâb hakkında yazdığı eseri gören âlimler, eserin bin bölümden meydana geldiğini ve akılları durduracak üsünlükte olduğunu kaydetmişlerdir. 

Yazdığı eserler, asırlarca İslâm medreselerinde okutulunca, Endülüs Müslümanları yoluyla Avrupa’ya geçti. İslâm dünyâsında ve Avrupa’da kimyâ ilminde Câbir çağının sonu bir türlü gelmedi. Öyle ki, Avrupa’da bâzı kimyâgerler, kabul görmesi için eserlerini ona mâl ederek, kendi eserlerine onun ismini yazdılar. 

Câbir’in eserlerinin büyük bir kısmı kayboldu. Bunlardan yirmi yedi tânesi, Lâtince ve Almanca olarak Nürnberg, Frankfurt ve Strazburg’ta 1473-1710 yılları arasında basılmıştır. Basılmış olan eserlerinden bâzılar şunlardır: 

1) Kitâb-ül-Beyân, 2) Kitâb-ül-Hacer, 3) Kitâb-ün-Nûr, 4) Kitâb-ül-İzâh, 5) Kitâb-ül-Istakas-is-Sâlis, 6) Tefsîr-ül-İstaka, 7) Kitâb-üt- Tecrid, 8) Kitâb-ül-Mülk, 9) Kitâb-ur-Rahme. 

Basılmamış eserlerinden bâzıları ise şunlardır:

1) Kitâb-üş-Şems, 2) Kitâb-ül-Kamer, 3) Kitâb-ül-Hayvân, 4) Kitâb-ün-Nebât, 5) Kitâb-ül-Hikmet, 6) Kitâb-ül-Anâsır, 7) Kitâb-ül-Kimân-il-Meâdin, 8) Kitâb-ül-Hilkat, 9) Kitâb-ül-Hey’et, 10) Kitâb-ün-Nakd. 

CABO VERDE

DEVLETİN ADI

Cabo Verde Cumhuriyeti 

BAŞŞEHRİ

Praia 

NÜFÛSU

341.000

YÜZÖLÇÜMÜ

4.033 km2 

RESMÎ DİLİ

Portekizce 

DÎNİ

Hıristiyan (Katolik) 

PARA BİRİMİ

Cabo Verde Escudosu 

Kuzey Atlas Okyanusunda Batı Afrika sâhillerinden 515 km uzaklıktaki takımadalar üzerinde kurulmuş olan devlet. 

Târihi

Cabo Verde Takımadaları 1455 yılında Alvise Cadomoste ve Antonia Noli adlı kâşifler tarafından bulundu. Gayri meskun olan adalar kısa zamanda Portekiz kolonileri, Gineli köleler tarafından istilâ edildi. Böylece adalar Portekiz’in deniz aşırı bir sömürgesi oldu. Portekizce İlhas do Cabo olarak adlandırılan adalar, Gine-bissau gerillaları ile yakın işbirliği içinde olan Aristedes Pereira ve Padro Pires liderliğinde yaptıkları mücâdele sonunda 5 Temmuz 1975’te 515 sene süren Portekiz hâkimiyetine son vererek bağımsızlığına kavuştu.

Fizikî Yapı

Cabo Verde Takımadaları 11 büyük, 5 küçük adadan meydana gelmiştir. Adaların toplam yüzölçümü 4033 km2dir. Büyük adalar; Sao Tiago, Santo Antao, Sao Vicente, Sao Nicalau, Sal, Bao, Vista, Fogo, Mavie, Brova ve Santa Luzia’dır. Başşehri Sao Tiago adasındadır. 

Cabo Verde Takımadaları volkanik bir gelişme sonunda meydana geldiğinden dağlık bir arâziye sahiptir. Toprak örtüsü oldukça verimsiz olan takımadaların Fog Adasındaki Pico de Cona Yanardağının yüksekliği 2829 metreye ulaşır. 

İklim

Sıcak ve nemli bir iklime sâhip olan Cabo Verde Takımadalarında senelik sıcaklık ortalaması 24 °C’dir. Senelik yağış miktarı çok az olduğundan adaların üçü tamâmen kuraktır. Yağışlar yağmur şeklinde olmaktadır. 

Nüfus ve Sosyal Hayat

341.000 civarında olan nüfusun üçte birinden fazlası Sao Tiago Adasında yaşamaktadır. Halkın ekseriyeti Portekizliler ile Gineli Afrikalıların karışımından meydana gelen bir melez ırk olan Mulottolardır. Kuzey Amerika’ya olan fazla göç sebebiyle kadın nüfûsu erkeklerden çok fazladır. Halk genellikle tarımla uğraşır. Resmî dili Portekizce olmasına rağmen yerli dili olan Cralle lisanı da kullanılır. Okuma-yazma bilenlerin sayısı nüfusun % 70’ini teşkil eden Cabo Verde’de 7-14 yaş arasında ilk ve orta öğretim mecbûridir. İlk öğretim 7-12, orta öğretim ise 12-14 yaşlarında yapılır. Bir endüstri ve ticâret okulu, üç öğretmen koleji vardır. Sosyal güvenlikle ilgili çalışmanın yapılmadığı ülkede, bir haftalık gazete ve üç radyo istasyonu bulunuyor. Televizyon yayını yapılmamaktadır. 

Siyâsî Hayat

5 Temmuz 1975’te istiklâline kavuşan takımadalar Cumhûriyetle yönetilir. Anayasası da aynı sene kabul edilmiştir. Anayasaya göre 56 üyeli meclis halk tarafından seçilir. Meclis üyeleri, aralarından cumhurbaşkanını seçer. Seçmen yaşı 17 olan ülke, Birleşmiş Milletler Teşkilâtının üyesidir. 

Ekonomi

Cabo Verde’nin ekonomisi ülke şartlarının dezavantajına rağmen öncelikle tarıma dayanmaktadır. Yetiştirdiği başlıca ürünleri kahve, mısır, portakal, tütün ve şekerkamışıdır. Balık, halkın en önemli besin maddesidir. Turizme elverişli olmasına rağmen bu yöndeki yatırımların azlığı, ekonomiye katkıda bulunmasını engellemektedir. Fakat bu hususta da yeni yeni yatırımlar başlamıştır.

CAD-CAM

"Computer Aided Design-Computer Aided Manufacturing" kelimelerinin baş harfleridir. Bilgisayar yardımıyla dizayn ve îmâlât yapmak demektir. Pekçok sahada olduğu gibi bilgisayar mühendislik sahasında da yaygın olarak kullanılmaktadır. Îmâl edilecek herhangi bir parçanın teknik resmi veya üç boyutlu modeli veyahut herhangi bir sistem şeması bilgisayarda kolayca tasarlanıp hassas bir şekilde çizilebilmektedir. Çizilen bir şekil üzerinde istenen herhangi bir değişiklik birkaç ufak işlemle kolayca yapılabilmekte, hatâlar derhal düzeltilebilmektedir. Elle tasarlanıp çizimi çok zaman alan çizimler ve tasarlanması çok güç olan karışık parçaların modelleri bilgisayarda kolayca yapılabilmekte, hattâ tasarlanan modelin döndürülmesi, kesitinin alınıp çeşitli açılardan incelenmesi ve çeşitli yüklere karşı mukâvemetinin analiz edilmesi mümkün olabilmektedir. Yâni CAD sâyesinde mühendislik çizim ve tasarımları elle yapılana göre çok daha hassas, hızlı yapılabilmekte ve pekçok konuda tasarruf sağlanmaktadır.

CAD sistemiyle tasarlanıp çizimi yapılan bir parçanın bilgisayar yardımıyla îmâli veya bir sistemin montajı CAM sistemiyle gerçekleştirilir. CAM yapılacak îmâlat veya işin bilgisayar kontrolünde yapılmasıdır. Bilgisayar kontrollü CNC (Computer Numeric Control) tezgahlar veya çeşitli taşıma, montaj, aktarma işlerinde kullanılan robotlar önceden programlanarak yapılacak işin otomatik olarak yapılması sağlanır. Programlama, insanın her seferinde kumanda ettiği tezgah hareketlerinin çeşitli kodlarla tezgah bilgisayarına tanıtılmasından ibârettir. Program yüklenip başladıktan sonra insan müdâhalesine ihtiyaç duyulmadan îmâlât tamamlanır. Dizaynda olduğu gibi îmâlât çok daha hassas, hızlı ve tasarruflu yapılabilmektedir.

CÂFER ÇELEBİ

On beşinci asır divan edebiyâtı şâir ve yazarlarından ve bu asrın meşhûr âlimlerinden. Tâcîzâde Câfer Çelebi adıyla tanınır. Doğum târihi ve yeri belli değildir. 1515 yılında bir iftirâya kurban giderek hayâtından olmuştur. 

Daha ziyâde nesirleriyle tanınan Tâcizâde Câfer Çelebi, Türkçe, Farsça kasîde ve gazeller de söylemiştir. Ayrıca 15. asrın kuvvetli bir mesnevî şâiridir. İkinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selîm zamanlarında Nişancılık ve Kazaskerlik vazîfeleri görmüş, Yavuz’un Şah İsmâil’e gönderdiği mektup ve Çaldıran Fetihnâmesi bunun tarafından kaleme alınmıştır. İlmine çok hürmet ve iltifât eden Yavuz Sultan Selim, onu sohbet meclislerinde bulundurduğu gibi, Şah İsmâil’in haremlerinden Çaldıran’da ganîmet olarak ele geçirilen Taçlı Hâtun’u vererek ayrı bir iltifât göstermiştir. Yavuz, Câfer Çelebi’nin hayâtını bir iftirâ yüzünden kaybettiğini öğrendiğinde çok üzüntülü günler geçirmiştir. 

Câfer Çelebi’nin en güzel ve en kıymetli eserlerinden biri Hevesnâme isimli mesnevîsidir. Hevesnâme, en mühim bölümleriyle İstanbul’u, İstanbul’un medenî ve tabiî güzelliklerini tasvir eden orjinal bir mesnevîdir. Eser bir münâcât ve nât’tan sonra, mühim olarak İstanbul’u, Galata’yı, Ayasofya ve Fâtih câmilerini, saray ve kasırları, hamam, imâret, semâniye, dârüşşifâ gibi tesisleri; Eyüp Sultan ve Fâtih’in kabirleri dolayısıyla İstanbul’un mânevî değerini ve bu arada Ebû Eyyûb Ensârî kabrinin, Akşemseddîn tarafından nasıl keşfedildiğini, Fâtih Sultan Mehmed’in 31 yıl nice şahlara hâkim olan saltanatını, kabrinin nûrlu güzelliğini, başka imâretleri ve Kâğıthâne’yi vb. bölümleri tasvir hâlinde yazmış, buna bir takım hasbihaller, tenkitler ve muhtelif mevzularda bölümler katmıştır. Yer yer, gazeller ve tercî-i bendlerle de süslenen Hevesnâme ifâdesinin tabiîliği, güzelliği ve verdiği bilgiler bakımından, mühim ve kıymetli bir mesnevîdir. 

Mesnevîsinin gerek tasvir ettiği yerler, gerek anlattığı hikâyeler bakımından yeni ve orjinal eser verme taraftarı bir sanatkâr olarak, ayrı bir husûsiyet gösterir. Câfer Çelebi’nin bu eserinden başka bir Dîvân’ı zamânın bâzı mühim vak’aları hakkında bilgiler ihtivâ eden ve çok beğenilen bir Münşeât’ı bir de Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi adlı yine mühim bir eseri vardır. Gazelleri hayli güzel ve sağlam bir söyleyişle kaleme alınmıştır. Bu gazellerde kuvvetli şahsiyeti görülür. 

CÂFER-İ SÂDIK

On iki imâmın altıncısı ve İslâm âlimlerinin büyüklerinden. Eshâb-ı kirâmı görmekle şereflenen Tâbiîn devrinin ve evliyânın yükseklerinden. Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlimlerin dördüncüsüdür. Künyesi, Ebû Abdullah’tır. Tâhir, Fâdıl gibi lakabları vardır. En meşhûru Sâdık’tır. Babası Muhammed Bâkır, onun babası İmâm-ı Zeynelâbidîn, onun babası hazret-i Hüseyin ve onun babası da hazret-i Ali’dir. Annesi Ümmü Ferve olup, hazret-i Ebû Bekr’in neslindendir. 702 (H.83)de Medîne-i münevverede doğdu ve 765 (H. 148) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri, Cennet-ül-Bakî’de olup, babası ve dedesi yanındadır. 

İmâm-ı Câfer, ilmi, babası Muhammed Bâkır’dan öğrendi. İlim ve fâzîlette zamânının bir tânesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamânının bütün fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimyâ ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimyâ ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi o kadar çoktu ki, bu hususlarda zamânında yaşayan herkese akıl, ilim hocalığı yapardı. Kimyânın babası sayılan Câbir de, Câfer-i Sâdık’ın talebesidir. 

İmâm-ı Câfer’in en meşhur talebesi Hanefî mezhebinin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reisi olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit’tir. İmâm-ı A’zam Câfer-i Sâdık’ın derslerine ve sohbetlerine devâm ederek, o gizli ve âşikâr mârifet kaynağından ilim ve evliyâlık yolunda çok istifâde etti. İmâm-ı A’zam, onun huzûrunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için; "O iki sene olmasaydı, Nu’mân helâk olmuştu!" buyurmuştur. İmâm-ı A’zam, bu sözüyle hocası Câfer-i Sâdık hazretlerinin büyüklüğünü, kıymetini, kavuştuğu dereceleri anlatmak istemiştir. 

Bütün tasavvuf yolları, Câfer-i Sâdık hazretlerinde birleşmektedir. İmâm-ı Câfer-i Sâdık iki yoldan Resûlullah’a bağlıdır. Birisi babalarının yolu olup, hazret-i Ali vâsıtasıyla Resûlullah’a ulaşır. Buna Vilâyet yolu denir. İkincisi, annesi tarafından dedelerinin yolu olup, hazret-i Ebû Bekr vâsıtasıyla Resûlullah’a bağlanmaktadır. Bu yola da Nübüvvet yolu denir. 

Tefsir ilmindeki derecesi pek yüksekti. Namaz kılarken kendinden geçip, düştüğü olurdu. Pekçok kerâmeti görülmüş ve menkıbeleri kitaplarda yazılmıştır. İnce mârifetleri bildiren sözleri nükte ve latîfeleri pek meşhûrdur. 

Buyurdu ki: 

Nefsi için nefsi ile mücâdele eden, kerâmete kavuşur. Nefsi ile Allah için mücâdele eden Allahü teâlâya kavuşur. 

Beş kimseyle berâber bulunmaktan sakının: Birincisi,yalan söyleyendir. Devamlı ona aldanırsınız. İkincisi ahmak, aklı az olandır. Sana iyilik yapayım derken, kötülük yapar. Üçüncüsü cimridir. En çok işine yarayacağı zaman seni bırakır. Dördüncüsü kötü kalbli kimse olup, menfaatine kavuşmak için seni harcar. Beşincisi fâsık, yâni açıkça günah işleyendir. Seni bir lokma ekmeğe satar. 

Bir mümin kardeşine âit sevmediğin bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısı araştır. Bulamazsan, "Belki benim anlayamadığım bir özür vardır!" de ve kapa.

Müslüman kardeşinizden mânâsını anlayamadığımız bir söz duyarsanız, iyiye yorunuz. En güzel bir şekilde yorumlayınız. Anlayamamaktan dolayı kendinizi ayıplayınız. 

Bir kimsenin rızkı daralırsa, istiğfâra devam etsin. 

Namaz, her takva sâhibi için yakınlıktır. Hac her güçsüzün cihâdıdır. Bedenin zekâtı oruçtur. Amel etmeden, iş yapmadan karşılık bekleyen, yaysız ok atana benzer. 

Ana-babasını üzen, onlara isyân etmiş olur. Musîbet zamânında dizini döven, sevâbından mahrûm olur. Allahü teâlâ, sabrı, musîbet miktarınca indirir. 

Takvâdan üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur. 

Ey oğlum, insanlara kızmaktan çok sakın, sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, aşağılanırsın. Laf taşımaktan çok sakın. Çünkü söz taşımak insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören onların hedefi olur." 

Şiîler, kendilerine Câferî diyorlar. Bu Câferîlerin İmâm-ı Câfer-i Sâdık’la ilgileri yoktur. Şiîlerin bugün ellerinde bulunan hadis ve fıkıh kitaplarını, Ebû Câfer Muhammed bin Yâkûb Küleynî ile Ebû Câfer Muhammed bin Hasan Kummî yazdıkları için kendilerine Câferî diyorlar. 

CÂFER-İ TAYYÂR

Peygamber efendimizin amcasının oğlu ve ilk Müslüman olanların otuz ikincisi. Ebû Tâlib’in oğlu, hazret-i Ali’nin ağabeyidir. Müslüman olduktan sonra, Kureyşlilerin eziyetlerinden kurtulmak üzere bâzı Eshâb-ı kirâmla birlikte, Habeşistan’a göç etti. Burada Necâşî’nin huzûrunda yaptığı konuşma, devletler husûsî hukûkunun temelini teşkil etmiştir. Hayber’in fethi günü 628 (H.7) Habeşistân’dan geri döndü. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin; "Hayber’in fethine mi, yoksa Câfer’in gelmesine mi sevineyim?" şeklinde buyurmaları meşhûrdur. 

Hazret-i Câfer, 629 senesinde Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından Zeyd bin Hârise kumandasındaki üç bin kişilik bir orduyla Rumlara karşı gönderildi. Şam yakınlarında Mûte denilen yerde, Rum askeriyle yapılan muhârebede sancaktar Zeyd bin Hârise radıyallahü anh şehid olunca, sancağı eline alarak, düşmana karşı hücûma geçti. Önce sağ, sonra sol eli kesilince, sancağı dişleri ile tuttu. Şehid olunca, mübârek bedeninin açık yerlerinde yetmişten fazla kılıç ve ok yarası görüldü. 

Bu haber, Medîne’ye ulaşınca, Peygamber efendimiz çok üzüldü. Kesilen iki eli yerine, Allahü teâlâ tarafından iki kanat ihsân edildiği ve Cennet’te uçmakta olduğu vahiyle bildirildi. Peygamber efendimiz şehid olan Câfer’in (radıyallahü anh) çocuklarına: "Ey iki kanatlı, mes’ût kimsenin çocukları!" buyurup durumu müjdelemiştir. Bunun için Câfer "Tayyâr" (uçan) ismiyle tanınmıştır. Şehid olduğu zaman kırk bir yaşındaydı. Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) benzeyen yedi kişiden biridir. Mûte civârında bulunan kabri hâlâ mevcud olup, yanında Eyyûbîlerden El-Melik-ül-Muazzam Îsâ Bey tarafından bir câmi yaptırılmıştır. 

Hazret-i Câfer-i Tayyâr, son derece kahraman, cömert, fakirlerin dostu ve misâfirperver idi. Fakir ve gariplere muhabbet ve iltifâtları o kadar çoktu ki, Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ona "Fakirler babası" buyururlardı. Onun fazîletlerinin çokluğundan dolayı da; "Senin sûretin de sîretin de bana benzer." buyurarak, sîmâ, görünüş, hâl, hareket ve ahlâk olarak kendilerine çok benzediğini bildirdiler. 

Câfer-i Tayyâr radıyallahü anh, şehâdetinden sonra geriye, Abdullah, Muhammed, Avf ismindeki oğullarıyla, Ammâre ismindeki bir kız çocuğu bırakmıştır. Nesli oğlu Abdullah vâsıtasıyla devam etti.

CÂFERİYYE FIRKASI

(Bkz İmâmiyye) 

CAĞALAZÂDE SİNAN PAŞA

Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinin sadrâzam ve büyük devlet adamlarından. Aslen İtalyan olup, Temmuz 1560 Cerbe Deniz Harbinde babasıyla birlikte Kaptân-ı Deryâ Piyâle Paşaya esir düşerek İstanbul’a getirildi. Müslüman olup ilim tahsil eden Sinan Paşa, Yûsuf Sinan adını aldı. 

Önceleri Kapıcıbaşılık ve Silahtarlık hizmetlerinde bulundu. 1575’te Yeniçeri Ağalığı vazîfesiyle saraydan ayrıldı. Bu arada Mihrimah Sultânın torunu ile evlenerek hânedâna intisab etti. Sultan İkinci Selim ve Sultan Üçüncü Murad Han devirlerinde Erzurum, Bağdat, Van vesâir eyâletlerin vâliliklerinde bulundu. 

17 Eylül 1583’te Revan muhâfızı oldu. Özdemiroğlu Osman Paşa ile birlikte İran muhârebelerine iştirâk etti. Özdemiroğlu’nun vefâtı üzerine 24 Ekim 1585’te serdâr kaymakamlığına getirildi. Tebriz’in fethinde ve daha sonraki İran savaşlarında büyük hizmetleri görüldü. Mesih Paşanın sadrâzamlığı döneminde İran Serdarı iken, sonra Bağdat ve havâlisi serdârlığı uhdesine verildi. Tebriz’i ve Tiflis’i İranlıların kuşatmalarından kurtardı. 17 Temmuz 1591’de Kaptan-ı Deryâ oldu. Eğri Seferine katıldı. Haçova Meydan Muhârebesinde düşmanı arkadan vurarak kesin zafer elde edilmesini sağladı. Bu başarısı üzerine sadrâzamlığa getirildi. Aynı yıl Şam vâliliğine sonra yine 1599’da Kaptan-ı Deryâlığa tâyin edildi. Bu vâzifesine ilâveten 1604’te Doğu Seraskeri oldu. Ancak bu seferinde muvaffak olamadı. Diyarbakır’da hastalanan Sinan Paşa, 1605’te orada vefât etti. 

Cengâver ve pek cesûrdu. İstanbul’da Cağaloğlu Câmii-i şerîfi ile Tabak Yunus’ta iki mescidi olup, Fethiye Câmii yanında da bir medrese ile bir de mektep yaptırmıştır. Câminin sarayının ve hamamının bulunduğu semte sonradan Cağaloğlu denilmiştir. Vezirlik müddeti kırk gün kadardır.

CÂHIZ

Edebiyat, zooloji ve antropoloji âlimi. İsmi, Amr bin Bahr bin Mecnûn el-Kinânî el-Fakîmî el-Basrî olup, künyesi Ebû Osmân’dır. Basralı olup, Zeys kabîlesindendir. Biraz şaşı ve patlak gözlü olduğu için, Câhız ismiyle anılmış ve böyle meşhur olmuştur. 767 (H. 150) senesinde Basra’da doğdu. 869 (H. 255) senesinde aynı şehirde vefât etti. 

Câhız, Bağdat ve Basra’da ilim tahsil etti. Ebû Ubeyde, Esmaî, Ebû Zeyd el-Ensârî’nin derslerini dinledi. Sapık yollardan olan Mûtezile fırkasının tanınmış âlimi Ebû İshâk İbrâhim bin Seyyâr el-Besrâ el-Belhî, Câhız’ın keskin zekâ ve kâbiliyetini görerek, onu elde etti. Eserlerini felsefecilerin bozuk fikirleri ile dolduran Ebû İshâk Câhız’ın saf zihnini de ifsât etti. Bir taraftan fen ve edebiyât ilimlerinde yetiştirirken, diğer yandan onun îtikâdını bozdu. Küçük yaşta ilmî araştırmaları tâkib eden, hattâ bu maksatla yapılan toplantılara iştirâk eden Câhız, kısa zamanda yetişerek, ilmî konularda eserler vermeye başladı. Câhız’ın kâbiliyetini ve zekâsının üstünlüğünü gören Mûtezile’nin önde gelenleri, ona büyük alâka gösterip maddî yardım sağladılar. Böylece kendi sapık îtikatlarına göre yetişmesinde destek oldular. 

Edebiyat sâhasında da meşhûr olan Câhız, fesâhat ve belâgatta çağdaşlarını geride bıraktı. Ehl-i sünnet âlimlerinden bâzıları, onun belâgat ilmine dâir yazdığı eserlerden faydalandılar. Eserlerinden birini okuyan Halîfe Me’mûn, onu sarayına aldı. Vezir İbn-i Zeyyâd, Câhız’ı koruyarak ilmî çalışmalarında destek oldu.

Câhız, devrinin en büyük zooloji ve antropoloji âlimiydi. Hayvanların her türünü inceledi. Eserlerinde hayvanların yaşayışları hakkında ince bilgiler verdi ve hayvanları deney için kullanan ilk âlim oldu. Tedkik ve deneylerini, o konu hakkında doğru bilgi elde edinceye kadar sürdürdü. Hayvanlardaki uzvî değişiklikleri de inceledi. Hayvanların âdetlerini ve husûsiyetlerini izâh ederken, Allahü teâlânın onları yaratmasındaki hikmeti de gözler önüne serdi.

Câhız, kendi düşüncelerini, eserlerinde hayvanları konuşturmak sûretiyle ortaya koydu. Bu durum daha önce doğu edebiyâtlarında Kelîle ve Dimne ile Hint’te, 13. asırda Mesnevî-i şerîf ile Mevlânâ’da görülür. Câhız’dan tam sekiz asır sonra dünyâya gelen 18. asır Fransız edebiyâtçısı La Fontentaine, onun hayvanları konuşturma üslûbunu taklid ederek üne kavuşmuştur. İlk defâ hayvanları konuşturma sanatını ortaya çıkaranın La Fontaine olduğu batılılarca iddiâ ediliyorsa da, onun bu sanatı Câhız’dan ve diğer Müslüman milletlerin edebiyatçılarından aldığı açıkça ortaya çıkmaktadır. 

Avrupa bilginleri, milletlerarası ilmî toplantılarda, teneffüs faaliyetinin sâdece akciğerlere mahsus olmadığını, teneffüsün ciltteki delikler vâsıtasıyla da yapıldığını ilk ortaya çıkaranların kendileri olduğunu söylerler. Fakat bu arada Câhız’ı zikretmeyi kasten unutur görünürler. Halbuki Câhız, asırlar önce bu hakîkatı ortaya koyan tek âlimdir. El-Hayvân isimli eserinde şöyle demektedir: "Her kıl dibinde, bedenin teneffüsünü temin eden delikçikler mevcuttur. Şâyet bunlar olmasaydı, insan ilk anda ölürdü." Bu, Câhız’ın, tecrübeleriyle ortaya koyduğu açık bir hakîkattır. 

Câhız ilk defâ kuru destilasyona tâbi tutmak sûretiyle hayvan gübresinden amonyak elde etmeyi de başarmıştır. 

Halîfe Mütevekkil zamânında saraydan çıkarılan Câhız, Basra’ya yerleşti. Orada uzun bir ömür sürdü. Nihâyet 869 senesinde Basra’da öldü. Öldüğü zaman kucağında ilmî birçok kitap bulunuyordu. 

İlmî konularda araştırma yapan kimseler, Câhız’ın eserlerinden büyük ölçüde istifâdeyle, buluşlarını da tasdik etmişlerdir. Kazvînî ve Demîrî gibi zoologlar onun eserlerinden çok faydalanmışlardır. Edebî alanda da kendisinden sonra yetişenlere tesiri çoktur. Birçok edebiyâtçı, eserlerini yazarken Câhız’ı taklid etmiştir. 

Eserleri:

Çeşitli konularda ilmî eserler yazmış, bir kısım eserlerinde ise, insan psikolojisi üzerine geniş bilgiler vermiştir. Edebiyât, antropoloji ve tabîat ile ilgili eserlerinden bâzıları şunlardır: 

1) Kitâb-ül-Hayvân: Bu eserinde, hayvanların güçleri üzerinde araştırma yaptı. Hayvanın doğumu, yetişmesi, terbiyesi ve yiyecekleri hakkında geniş bilgiler verdi. Yine hayvanın sıcak, soğuk, güneş ve gölgeden etkilenmesini, insanlara olan yakınlığını da inceledi. 2) Kitâb-üz Zerven-Nahl: Ekin ve hurma hakkındadır. 3) Kitâb-üs-Sürâha vel-Hucâna: Nesebi asîl olanlar ve olmayanlar hakkındadır. 4) Kitâb-üs-Sudân ve Bizzâm: Siyah ve beyaz ırklara dâirdir. 5) Kitâb-ül-Meâdin: Mâdenler hakkındadır. 6) Kitâb-ül-Mesâil: Kibir ve kıskançlık hakkındadır. 7) Kitâb-ün-Nisâ: Kadınlarla ilgilidir. 8) Kitâb-ül-Beyân vet-Tebyîn: Edebiyâta dâirdir. 9) Risâle fî Beyânı Fezâil-il-Etrak: Türklerin üstünlüklerini anlatan bir eserdir. 10) Kitâb-ül-Mârifet, 11) Kitâb-ür-Reddi alen-Nasârâ, 12) Kitâb-ül-Lüsûs, 13) Kitâb-ül-Esnâm, 14) Kitâb-ül-Mîzâh vel-Ciddi, 15) Risâletün fî Kitab-il-Kimyâ, 16) Kitâb-ül-Âlim vel-Câhil. Ayrıca zamânın ticârî hayâtını anlatan birçok risâlesi vardır. Câhız’ın edebî ve ilmî eserlerinin sayısı 390’ı aşmaktadır. 

CÂHİD KÜLEBİ

Cumhûriyet dönemi şâirlerinden. 20 Aralık 1917’de Tokat’ın Zile ilçesine bağlı Çeltek köyünde doğdu. İlk tahsilini Niksar’da yapıp, liseyi Sivas’ta bitirdi. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyâtı bölümüne kaydoldu ve burasını 1940’ta bitirdi. 

Antalya Lisesiyle Ankara’daki çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği yaptı. 1956’da Millî Eğitim Müfettişi oldu. 1960 Eylülünde Kültür Ateşesi ve Öğrenci Müfettişi olarak İsviçre’ye gönderildi. 1965’te yurda dönerek Millî Eğitim Bakanlığı Müfettişliği görevinde bulundu. 1969’da Kültür Müsteşâr Yardımcılığına getirildi. 1972’de emekli oldu. 1983’e kadar Türk Dil Kurumunda çalıştı. Sosyal Demokrat Partisi ve Sosyal Demokrat Halkçı Partinin kurucuları arasında yer aldı.

İlk şiirleri Gençlik Dergisi’nde çıkmıştır. Şiirinde tuttuğu yolu "gerçekçi romantizm" diye adlandırılan Câhid Külebi, Anadolu insanının sıkıntılarını, yurdun perişan yerlerini anlatırken doktrinlerin emrine girmemiş; gördüğünü, yaşadığını ve hissettiğini zaman zaman buruk bir edâyla, açık, sâde bir dil ve halk şâirlerine has bir ustalıkla anlatmıştır. Bütün şiirlerinde, "Sanat eseri, makâlenin, hitâbenin ödevini benimsememelidir." görüşünü uygulamıştır. 

Şiirlerinde en çok işlediği konulardan biri gurbettir. Kendisi büyük şehirlerde olmasına rağmen köyünden kopmamış, köy hâtıralarını unutmamış, bunları kâh bir şâir hissiyâtı içinde şiirlerinde, kâh bir aydın olarak nesirlerinde konu edinmiştir. Anadolu köylüsünün saf ve temiz yüzü, garipliği ve kendisine has özellikleri Câhid Külebi’nin şiirlerinde sık sık yer almıştır. Konuşma diline yakın ve halk deyimleriyle yazmış, sâde bir Türkçe kullanmıştır. Hece ölçüsü ve serbest tarzda yazdığı şiirlerinde ses benzeşmeleri ve yarım kâfiyelere çok rastlanır. Son yıllarda eski Türk Dil Kurumu bünyesinde tutturduğu çok aşırı uydurmacılık ile açık ve tabiî Anadolu Türkçesinden kopmuş ve ilk eserlerinin diline ters düşmüştür.

Eserleri:

Adamın Biri(1946), Rüzgâr (1949), Atatürk Kurtuluş Savaşında (1952), Yeşeren Otlar (1954), Süt (1965) ve Yangın (1981) belli başlı şiir kitapları olup, bunların hepsi Bütün Şiirleri (1982) adı altında tek bir kitapta toplanmıştır. Şiir Her Zaman (1985) adlı eserinde şiir görüşüne yer veren Câhid Külebi, İçi Sevdâ Dolu Yolculuk adlı eserinde de hâtıralarına yer vermiştir.

               KÜÇÜK ÇEŞME  

Küçük bir çeşmeyim yurdumun,

Unutulmuş bir dağında, 

Hiç kesilmeyecek suyum, 

Yıldızların aydınlığında. 

Boyuna akar dururum, 

 

Sesimi yolcular uzaktan 

Gece gündüz geçer, işitmez. 

Ne bu çatlayan topraktan, 

 

Ne de yanık gönüllerden susuzluk gitmez, 

Hepimizin hasreti bitmez. 

Bazı hayranlar yaklaşır yanıma, 

Kana kana sularımdan içer.

Hayran bu, tadından anlayamaz ya,

Yine de gözlerinden ışık saçar. 

İşte bütün günlerim böyle geçer.