BEDESTEN
Kumaş ve kıymetli eşyalar satılan kapalı çarşı. İslam ülkelerinde görülen bedestenler, kubbeli iki tarafı dükkanlarla kaplı, taştan yapılmış emniyetli alış-veriş merkezleri idi. Selçuklular zamanında Anadolu’da bedesten yapıldığı biliniyorsa da günümüze ulaşmamıştır. Osmanlıların 15. asırdan itibaren Anadolu ve Anadolu dışında yaptıkları bedestenler, günümüze kadar gelmiş ve birçokları halen faaliyetine devam etmektedir. Bu bedestenlerden bir kısmında, üzeri kubbelerle örtülmüş uzun bir koridor ve bu koridorun içindeki iki taraflı dükkanlar yer alır. Bir kısmında ise bu kubbelerle örtülü koridorun dışında da dükkanlar bulunur. Umumiyetle bedestenlerin karşılıklı dört demir kapısı vardır. İkisi, bedestenin iki ucundan, diğer ikisi de ortasından giriş çıkışı temin eder.
Bedestenlerin en meşhurları olarak, İstanbul'da Kapalı Çarşı içindeki Bedesten-i Atik ve Bedesten-i Cedid (Sandal Bedesteni), Galata Bedesteni, Bursa, Edirne, Tekirdağ, Manisa, Gelibolu, Merzifon, Amasya, Tokat, Vezirköprü, Ankara, Mahmud Paşa bedestenleri sayılabilir.
Bedestenlerin muntazam ve emniyetli bir muhafaza teşkilatı vardı. On iki kişiden ibaret olan bu muhafızlara Bölükbaşı denilirdi. Nanpareci ve Küçük Ağa adında iki zabit, bunlara nezaret ederdi. Bedesten her sabah ve akşam duacı ismi verilen Bölükbaşı tarafından merasimle açılıp kapanırdı.
Akşam olup herkes gittikten sonra üç kapı kapanır, yalnız bir kapı çarşının tamamen boşalmasına kadar yarım açık bir vaziyette kalır, kapıda bekçi durur ve burada kuyumcular büyük dolapların altlarındaki sandıklara mallarını koyarlardı. Ondan sonra o kapı da kapanırdı. İçerde kalan nöbetçi, Bölükbaşı ile yamağı, ellerinde kalın sopa ve tabanca olduğu halde bedestenin içini güzelce ararlar, kimsenin kalmadığına kanaat getirdikten sonra gidip nöbet mahalline otururlardı. Bundan sonra bu muhafızlar, el tetikde kulak tıkırtıda sabaha kadar nöbet beklerlerdi.
Bedestenler aynı zamanda bulundukları şehrin emniyet sandığıydı. Şehir halkı, ağzı mühürlü sandıklarını kasalarını buraya koyar, karşılığında da bir makbuz alarak gönül huzuru ile bırakıp giderdi. Sahibi geldiği zaman bir Bölükbaşının nezaretinde sandığın konulduğu mahzene gidilir, emanet sahibi sandığından alacağını aldıktan, koyacağını koyduktan sonra mühürleyip mührü Bölükbaşıya gösterirdi. Muhafızlar yalnız mührün bozulmasından mesul tutulurdu. Eşya muhafazası ile tellaliye ücretinin yüzde yirmisi, bekçibaşı denilen ser muhafıza ait olup, kalanı diğer on bir Bölükbaşı arasında eşit olarak taksim olunurdu.
Bedestenler esnafına Hacegan ve Hacegi denilirdi. O devirde dolap sahibi Hacegi olmak, esnaf için erişilebilecek en üstün mertebeydi.
(Bkz. Edebi Sanatlar)
Gazeteci, yazar. 1921’de Bandırma’da doğdu. İlk ve orta tahsilini İzmir’de, lise tahsilini İstanbul’da yaptı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesindeki yüksek tahsilini yarıda bırakarak bir ara ticaretle meşgul oldu.
Daha sonra gazeteciliğe geçerek çeşitli gazetelerde günlük fıkra yazarlığı yaptı. Fıkra, makale, sohbet türündeki yazılarıyla tanındı.
Eserlerinden bazıları:Efendime Söyleyeyim (Fıkralar), Yabancı (Roman), Bir Garip Ada (İngiltere seyahat notları), O Biçim (Hapishane notları), Sam Amca’nın Evinde (Amerika notları).
Hicretin ikinci yılında Ramazan ayında sevgili Peygamberimizin, Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaş. Mekke ile Medine arasında Bedir kuyularının bulunduğu mahalde vuku bulduğu için, Bedir Savaşı olarak anılır. Peygamber efendimizi gören ve sohbetinde bulunan ilk Müslümanlar (Eshab-ı kiram) içinde Bedir Savaşına katılan 313 sahabinin ayrı bir yeri ve derecesi vardır.
Hicretin ikinci yılı (M.624) Ramazan ayında Ebu Süfyan reisliğindeki büyük bir Kureyş kervanının Şam’dan Mekke’ye dönmekte olduğunun haber alınması üzerine, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam bu kervandaki malları ganimet olarak almak için bir ordu toplayarak Safra denilen yere kadar geldi. Bu orduda, çeşitli vazifelerle civara gönderilenler hariç, 305 kişi vardı. Bunların 64’ü Muhacirlerden, kalanı Ensardan (Medineli Müslümanlardan) idi. Orduda üç at, 70 deve mevcuttu. Develere nöbetleşe binerek ilerlerlerdi. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam dahi Ali bin Ebi Talib ve Zeyd bin Harise (radıyallahü anhüm) ile beraber bir deveye sırayla binmiştir. Muhacirinin beyaz sancağı, Mus’ab ibni Umeyr’e verilmişti. İşte, daha sonraları bütün dünyaya yayılan ve gittikleri yerlerde muzaffer olarak tarihe nam salan İslam ordularının birincisi, bu ordudur.
Bu arada, İslam ordusunun kervanı üzerine gelmekte olduğunu öğrenen Ebu Süfyan bir taraftan yolunu değiştirirken, diğer taraftan Zamzam İbni Amril-Gaffar’ı ücretle tutarak, Mekke’ye haber vermeye ve imdad istemeye gönderdi. Zamzam Mekke’ye vardığında, Kureyş’in ileri gelenleri hazret-i Abbas’ın kız kardeşi Atike’nin üç gün önce gördüğü ve Kureyş’e bu günlerde büyük bir bela geleceği şeklinde tabir edilen rüya sebebiyle birbirlerine düşmüşlerdi. Zamzam’ın; “Ey Kureyş, çabuk yetişiniz! Yoksa Şam kervanı Müslümanların eline düşer ve bütün malınız gider!”diyerek feryad etmesi üzerine, çekişmeyi bırakarak derhal bir ordu topladılar. Hemen hemen hepsi atlı veya develi olan bu ordunun 1000 kişiye yakın olan mevcudu, o zamanın ileri harp aletleri ile silahlanmıştı. Ebu Leheb ve Ebu Süfyan hariç, Kureyş’in bütün ileri gelenleri orduya iştirak ederek silah, malzeme ve mühimmat ile desteklemişlerdi. Bu ordu yoldayken, Ebu Süfyan’ın kervanı sahil yolundan sağ salim Mekke’ye getirdiği haber alınınca geri dönmek isteyenler olduysa da, Ebu Cehil’in korkaklık ve kaçmakla itham ederek ağır hakaretlerde bulunması üzerine mecburen yollarına devam ettiler. Ancak birkaç kişi geceleyin Mekke’ye dönebildi.
Bu arada Peygamber efendimiz de, Mekke’den hareket eden büyük bir ordunun kendilerine karşı gelmekte olduğunu öğrendi. Kervana el koymak için yola çıkmış bulunan İslam ordusunun ileri gelenleri ile Medine’ye dönmek veya dönmemek hususunda istişare etti; Ensarın fikirlerini sordu. Bunun üzerine söz alan hazret-i Sa’d ibni Muaz; “Ya Resulallah, biz sana inandık! Allah katından getirdiğin şeylerin hak olduğuna itimat ve iman eyledik. Sana itaat etmeye ve emirlerine kesinlikle uymaya söz verdik. Artık siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girersen, seninle beraber gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Savaş anında geri dönmeyiz. Biz, sabredenlerdeniz ve sadıklardanız. Cenab-ı Hak’tan bizden memnun olacağınız işler göstermesini niyaz ederim. Hemen Allahü tealanın bereketi ile bizimle murad ettiğiniz tarafa hareket buyurunuz!” şeklindeki sözleriyle Ensarın sadakat ve samimiyetini dile getirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz de fevkalade memnun olarak, İslam ordusuna Bedir kuyularına doğru hareket emrini verdi.
Kureyş ordusu daha önce gelip Bedir suyunu zaptetmişti. İslam ordusu kumları son derece kaygan olan bir mevkide durdu. Susuzluk sıkıntısı başgösterdi. Peygamber efendimiz, o mevkide birkaç yeri işaret ederek Kureyş ileri gelenlerinden bazılarının harp esnasında öldürüleceği yerler olarak söylemiş, aynen söylediği gibi olmuştur. Ertesi gün, Ramazan ayının on yedinci Cuma günü sabahleyin yağan şiddetli yağmur, su sıkıntısını giderip sel olup aktı. İslam ordusu Bedir kuyularının en nihayetindeki kuyunun önünde toplandı. Peygamber efendimiz için hurma dallarından bir gölgelik yapıldı. Bedir’de karşı karşıya gelen bu iki ordunun askerlerinin pekçoğu birbirleriyle çok yakın akraba idiler. Kardeşlerden biri bir tarafta, diğeri öbür tarafta; baba bu yanda, oğul öbür yanda; amca yeğene, yeğen amcaya karşı savaşmak için hazır bekliyordu.
Her iki ordu, harp meydanında karşı karşıya gelip saf bağladılar. Peygamberimiz İslam ordusunun saflarını bizzat kendi elleriyle düzelterek; “Ben emretmedikçe düşman üzerine hücum etmeyiniz. Fakat ok menziline iyice girdiklerinde ok atınız.” diye emir verdi. Bu arada Kureyş tarafından atılan bir ok hazret-i Mihca’yı şehid etti. Bedir Muharebesindeki ilk şehid, bu zattır. Nihayet Kureyş ordusundan Utbe ibni Rebia, bir tarafına biraderi Şeybe’yi diğer tarafına oğlu Velid’i alarak, İslam ordusundan er diledi. Bunlara karşı gelen Medineli üç Müslüman, Eshaptan hazret-i Avf ile Muaz ve Abdullah ibni Revaha’yı kendi denkleri görmediği için reddederek, “Ya Muhammed! Bize denk ve akranımız olan amcazadelerimizi gönder.” diye bağırdı. (O zamanlar Mekkeliler, Medinelilere çiftlikle uğraştıkları ve pek çoğu okuma-yazma bilmedikleri için hakaret gözüyle bakarlardı).
Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Kalk ya Ubeyde, kalk ya Hamza, kalk ya Ali.” diyerek, Ubeyde’yi Utbe’nin, Hamza’yı Şeybe’nin ve hazret-i Ali’yi Velid’in üstüne gönderdi. (Hazret-i Ubeyde, o tarihte 63 yaşındaydı.) Kısa bir vuruşmadan sonra üç Kureyşlinin üçü de öldürüldü. Ayağından ağır yaralanan Ubeyde ise harpten sonra Medine’ye dönerken yolda şehid oldu. Bu teke tek vuruşma esnasında hazret-i Ebu Bekr Kureyş ordusu içinde oğlu Abdurrahman’ı görerek meydana çıkıp onunla çarpışmak için izin istediyse de, Peygamberimiz; “Ya Eba Bekr! Bilmez misin ki, sen benim, görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin.” diyerek müsade etmedi.
Bundan sonra iki taraf saflar halinde birbirine karşı yürümeye ve oklar atmaya başladılar. Bu sırada Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam, kendi için hurma dallarından yapılan haymede; “Ya Rabbi bana vad ettiğin nusreti ver!” diye yalvarıp dua ederken, Kamer suresinin 45. ayeti vahiy olundu. “Yakında o cemiyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır.” mealindeki bu ayet üzerine; “Müjde ya Eba Bekr! İşte Allah’ın yardımı imdadımıza geldi.” diyerek zırhını giyindi ve haymeden (gölgelikten) dışarı çıktı. Bir avuç ufak taşlar alarak Kureyş ordusuna doğru attı. Bunların her biri bir Kureyş askerinin gözüne, burun deliğine isabet ederek onları sersem etti. Bundan sonra Eshabına; “Haydi, şimdi şiddetli hamle ve hücum ediniz.” emrini verdi. Eshab-ı kiramın hepsi dalkılıç olarak ileri koştular. Her tarafa yaptıkları hamle ve hücumlarla düşman saflarını darmadağın ettiler. Kureyş’in pekçok ileri gelenleri, hazret-i Hamza ve Ali’nin (radıyallahü anhüm) kılıçları ile can verdiler.
Bu arada hazret-i Abdurrahman ibni Avf’ın sağ ve solunda yer alan iki genç Müslüman, ondan kendilerine Ebu Cehil’i göstermelerini istediler. Bunlar, Medineli Afra Hatun’un oğullarından Muaz ve Muavvez isimli, Ebu Cehil’i öldürmek için Allah’a söz vermiş iki fedai kardeş idiler. Kureyş ordusunun içinde etrafını saran Beni Mahzum kabilesi savaşçılarıyla birlikte, “Anam beni bugün için doğurmuştur.” diye bağırarak Mekkelileri gayrete getirmeye çalışan Ebu Cehil’i, Abdurrahman ibni Avf'ın (radıyallahü anh) işaretiyle tanıyarak derhal oraya koştular ve üst üste yaptıkları hamle ve hücumlarla yere serdiler. Bir miktar daha harb edip, birçok düşmanı öldürdükten sonra kendileri de şehid edildiler. O esnada Peygamber efendimizin; "Kim bize Ebu Cehil’den bir haber getirir?" diye sorması üzerine, muharebe meydanına koşan hazret-i Abdullah ibni Mes’ud, Ebu Cehil’i ölmek üzereyken buldu ve sakalından tutarak boynuna bastı. Müslümanların en azılı düşmanı olan Ebu Cehil, o durumda bile kendi ölümünü bir kenara bırakarak, “Hangi taraf üstün.” diye sordu. “Nusret ve üstünlük Müslümanlardadır.” cevabını alınca bütün kinini dile getirerek; “Efendine (hazret-i Muhammed’e) söyle ki, şimdiye kadar O’nun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!” deyince, başı kesilerek Peygamber efendimize getirildi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Bu ümmetin Fir’avn’ı işte budur." diyerek Allahü tealaya şükürler etti.
Kureyş ordusunun başı olan Ebu Cehil’in öldürülmesinden sonra, Mekkeliler dağıldılar. Firar edebilenleri kurtuldu, edemiyenleri öldürüldü veya esir edildi. İslam tarihinin bir dönüm noktası olan Bedir Muharebesi Müslümanların galibiyeti ile neticelendi. Bu savaşa kadar Müslümanlar devamlı eziyetlere uğramışlar, çektikleri eza ve cefalar dayanılmaz duruma gelince vatanlarını, evlerini, barklarını terk ederek göç etmişlerdi. Bedir Savaşı, bu durumu değiştirmiş ve Müslümanların mücadele gücünü artırmış, onları üstün hale getirmiştir. Müslümanlardan Bedir’de 14 kişi şehid oldu. Karşı taraftan 70 kişi öldü, 70 kişi de esir edildi. Pekçok ganimet alındı.
Meşhur Alman besteci. Bonn’da 1770 yılında doğdu. Ailesinin maddi durumu müsaid olmadığından kendi kendini yetiştirdi. Küçük yaşta 1783 yılında saray orkestrası azalığına, 1785’te ikinci saray organistliğine getirildi. Bu görevleri kendisinin müzik sanat dünyası tarafından tanınmasını sağladı. Hocasının yardımı ile 1787 yılında Mozart’a talebe olmak için Viyana’ya gönderildi. Annesinin hastalığı sebebiyle Bonn’a döndü ve 1792 yılında tekrar Viyana’ya gönderildi. Buradaki çalışmalarından sonra Hayd’a ithaf ettiği üç piyano sonatı ve bir piyano konçertosu ile 1795’te halk önüne çıktı. Bundan sonra Viyana sarayında asilzadelerin öğretmeni olarak büyük bir itibar kazandı.
1827 yılında Viyana’da ölünceye kadar hiçbir resmi vazife kabul etmedi. Hayatını kendi besteleri ile kazanan, müstakil ve serbest müzikçi tipinin ilk temsilcisidir.
Beethoven’in hayatında en önemli hadise 1800’de başlayıp 1808’den itibaren konser veremez olmasına ve 1819’da büsbütün sağır hale gelmesine sebeb olan kulak hastalığıdır. Bundan sonra Beethoven’le ancak yazı ile konuşup anlaşmak mümkün oldu. 1825’ten itibaren sıhhati iyice bozuldu. Müzmin bir karaciğer hastalığı tehlikeli olmaya başlamış, arkadan akciğer iltihabı, istiska hastalığına dönmesine sebeb olmuştu. Yapılan dört ameliyat fayda vermemiş, 1827 yılında Viyana’da ölmüştür.
Alm. Begonie, Schiefblatt, Fr.Bégonia,İng. Begonia. Familyası: Begonyagiller (Begoniaceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Park, bahçe ve evlerde güzel renkli ve gösterişli yaprak ve çiçeklerinden dolayı süs bitkisi olarak yetiştirilir.
Çoğu otsu, bazıları ağaççık olan bir bitki. Tropikal bölgelerde yetişir. 800 kadar türü vardır. Çiçekleri; beyaz, sarı, pembe ve kırmızı renkli olup, ilkbahardan sonbahara kadar çiçek açar. Daha çok rutubetli ve serin topraklardan hoşlanır. Bazıları yumrulu köklü, kısa sürgünlü, bazıları ise uzun sürgünlüdür. Genel olarak sürgünler etlimsi yumuşak olup üzerleri kalınca tüylerle seyrek olarak örtülüdür.
Birçok türlerinde yaprakların üzerleri güzel renkli lekeler ve damarlarla süslüdür. Meyveleri çoğunlukla kapsüllüdür.
Güneşli yerlerden hoşlanır. Pencere önlerinde bol çiçek açar. Fazla suyu sevmez.
Kullanıldığı yerler: Süs bitkisi olarak kullanılır.
(Bkz. Erbil Atabegliği)
On altıncı yüzyılda İslam aleminde yetişmiş astronomi ve matematik bilgini. İsmi, Behaeddin Muhammed bin Hüseyin bin Abdüssamed'dir. Aslen Hemedanlıdır. 1547 (H. 953) senesinde Lübnan'da bulunan Baalbek'te doğdu. Baalbek'teki Amil Dağına nisbetle Amili lakabıyla meşhur oldu. 1622 (H. 1031) senesinde İsfahan'da vefat etti.
Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başlayan Behaeddin Amili, on üç yaşına geldiği sırada çok güzel Arapça ve Farsça konuşup, eser inceler hale geldi. Hac için Hicaz'a gidip orada kaldığı müddet içinde din ilimlerini öğrendi. İslam aleminin meşhur ilim merkezlerini gezerek devrin büyük alimlerinden ilim öğrendi. İsfahan'a gittiği zaman, Şah Abbas Safevi ona bazı devlet vazifelerini teklif ettiyse de, ilimle meşgul olmayı tercih ederek kabul etmedi. Daha sonra alimlerin reisliği makamına getirildi. Arab dili grameri ve edebiyatını okuyup hikmet ve tarih alanında incelemeler yaptı. Daha ziyade fen, matematik, astronomi, cebir ve mantık ilimleriyle meşgul oldu. Devrinin alimleri arasında keskin zekası ile şöhret kazandı. Asrının bilim adamlarını güç durumda bırakan birçok matematik problemlerini çözdü. Hocası olarak kabul ettiği Kerhi'nin matematik ve cebirle ilgili eserlerini açıklayıp, yorumladı. Birçok konularda Kerhi'ye uymuşsa da bununla yetinmeyip kendi orijinal buluşlarını da ortaya koydu. Doğal tek tam sayılar ve doğal çift tam sayılar dizisinin toplamını veren ifadeyi formülleştirdi. Cebirsel denklemin yaklaşık gerçek kökünü bulma metoduna dair yeni bir usul ortaya koydu ve buna "tarikat-ül-Keffeteyn" (iki kefe usulü) veya "tarikat-ül-mizan-ir-Riyazi" (matematik terazisi usulü) adını verdi. Bu metodla çok hassas ve dakik çözümler ortaya koydu. Amili'nin bulduğu bu metod günümüzde, deneme yanılma yoluyla kök bulma ve çok dereceli denklemlerin çözümünde kullanılmaktadır. Ayrıca bu metod Avrupa ilim çevrelerince de kullanıldı. Ünlü İngiliz ilim adamı İsaac Newton, Amili'nin kitaplarını inceleyerek bu metodu öğrendi ve bundan istifade ederek yaklaşık hakiki kök bulma meselesinde; "Newton-Raphson Metodu" denilen yeni bir metod geliştirdi. Difransiyel ve integral hesaplamalardaki dakik, hassas ve sağlam sonuçlara götüren bu metod günümüzde bilgisayarlarda nümerik analizde çok kullanılmaktadır. Ömrünü din ve fen ilimleri üzerinde araştırma yapmakla geçiren Behaeddin Amili, 1622 (H. 1031) senesinde İsfahan'da vefat etti. Tus'ta defnedildi.
Eserleri: Bütün vaktini okuma, inceleme, araştırma, deneme ve eser yazmaya ayıran Behaeddin Amili, hemen hemen her ilim dalı ile ilgilendi. Yazdığı eserleri bütün kütüphanelerde vardır. Eserlerinin başlıca özelliği, zor ve güç anlaşılan problemleri gayet akıcı ve açık bir ilmi metodla ele alıp, incelemesiydi. Otuzu aşan eserlerinden bazıları şunlardır:
1) Kitabu Hülasat-il-Hisab: Amili'nin en önemli eseri olan ve on bölümden meydana gelen bu eserin birinci bölümü temel hesaplama usulleri; ikinci bölümde kesirler; üçüncü bölümde bilinmeyenlerin hesaplanması; dördüncü bölümde çift hata metodu; beşinci bölümde açma ve çevirme yolları; altıncı bölümde yüz ölçümleri; yedinci bölümde ağırlıkların hesaplanması; sekizinci bölümde cebir yoluyla bilinmeyenlerin hesaplanması; dokuzuncu bölümde orijinal hesap metodları; onuncu bölümde bazı temel hesap misalleri anlatılmaktadır. 2) Kitabu Mülahhas-ül- Hisab vel-Cebr vel A'mal-il-Mesaha, 3) Kitab-ül-Keşkül, 4) Bahr-ül-Hisab, 5) Risaletün fi Tahkiki Cihet-il-Kıble, 6) El-Mülahhas fil-Hey'e, 7) Kitabün an-il-Hayat, 8) Tefsir-ül-Müsemma bil-Habl-il-Metin, 9) Haşiye ala Envar-it-Tenzil, 10) Miftah-ul-Felah, 11) Esrar-ül-Belaga, 12) Tehzib-ün-Nahv, 13)Tehzib-ül-Beyan.
BEHAEDDİN VELED (SULTAN-ÜL-ULEMA)
Allahü tealanın aşkı ile dolmuş, evliyanın büyüklerinden, hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası. Resulullah efendimizin birinci halifesi olan Ebu Bekr-i Sıddik'ın soyundan gelmektedir. Annesi Harezmşah sultanlarından Alaüddin Muhammed Harezmşah’ın kızıdır. İki yaşındayken babası vefat ettiğinden yetim kalmıştı. İlimde ve tasavvufta yetiştikten sonra, Belh şehrinde pek tanındı ve sevildi. Necmeddin-i Kübra’nın seçkin talebelerindendir. Seçkin ve büyüklerden oldu. Halkın kendisine gösterdiği halis saygı ve hürmeti çekemeyen Muhammed Şah Harezmi yüzünden önce Bağdat sonra Şam daha sonra da Konya’ya hicret etti. Fazilet ve üstünlükleri, her yerde hürmet ve sevgi ile karşılanmasına sebeb oldu. 1228 tarihinde Konya’da vefat etti. Orada, oğlu hazret-i Mevlana ve torunu Behaeddin Veled ile beraber Mevlana türbesinde medfundur.
Hazret-i Behaeddin Veled’in çeşitli kitaplarda hayatı, üstün ahlakı, yaşayışı, hizmetleri ve kerametleri uzun yazılıdır. Bunlardan bir tanesi:
Belh’de bulundukları sırada, bir gece Belh şehrinin ileri gelen ve Behaeddin Veled’e itiraz eden alimlerinden üç yüzü hep birden bir rüya görürler: Bir sahrada kurulan ulu bir çadırın ortasında Allahü tealanın sevgilisi Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem, Eshab-ı kiramı ile oturmaktayken, Behaeddin Veled Belhi, son derece edep ve hürmetle çadıra girer, selam verir. Resulullah efendimiz Behaeddin Veled’e iltifat buyurarak sağ yanlarına oturtur ve orada bulunanlara: “Bugünden itibaren Behaeddin Veled’e Sultan-ül-Ulema (Alimlerin Sultanı) deyiniz ve öyle hitab ediniz.” buyururlar.
Sabah olunca rüyayı gören alimler Behaeddin Veled'in medresesine gitmişler. Daha gelenler rüyalarını anlatmadan, Behaeddin hazretleri, gördükleri rüyayı aynen anlatır. Bunun üzerine oradakiler; “Allahü teala ve Resulü şahittir ve biz de şahidiz ki, sen Sultan-ül Ulemasın. Bundan böyle bu isim ile tanınacaksın.” demişlerdir. O günden sonra Behaeddin Veled hazretleri (kuddise sirruh) bu namı ile tanındı. Ve Sultan-ül Ulema diye imza kullandı. Bu menkıbe, üstünlüklerini ifade etmeye kafidir.
(Bkz. Şah-ı Nakşibend)
On yedinci yüzyıl Osmanlı alimlerinden. Otuz ikinci Osmanlı şeyhülislamıdır. Asıl adı Mehmed’dir. Şeyhülislam Yahya Efendinin kendisine taktığı “Behai” mahlasıyla meşhur olmuştur. Şeyhülislam Hoca Sa’deddin Efendinin torunu ve Rumeli Kazaskeri Abdülaziz Efendinin oğludur. Nesebi, Yavuz Sultan Selim Han döneminin tanınmış şahsiyetlerinden Hasan Can’a kadar ulaşmaktadır. 1595 (H.1003) senesinde İstanbul'da doğdu. 1654 (H.1064) senesinde İstanbul’da vefat etti.
Çocukluğundan itibaren ilim öğrenmeye başlayan Behai Efendi zamanının alimlerinden akli ve nakli ilimleri öğrendi. İlim ve fazilette yükselip kısa zamanda şöhreti her tarafa yayıldı. 1617 senesinde babası ile beraber Mekke-i mükerremeye gidip hac farizasını yerine getirdi. Dönüşünde amcası Şeyhülislam Es’ad Efendiden de ilim öğrenip, onun yanında mülazim, yani stajyer olarak vazife yaptı.
İstanbul’da bazı medreselerde müderrislik yaptıktan sonra Şehzade Medresesi müderrisliğine tayin edildi. Bu vazifesi sırasında yazdığı bir kasidesini Sultan Dördüncü Murad Hana takdim etti. Sultan’ın iltifatına kavuşup 1630 yılında Selanik Kadılığına tayin edildi. 1633 senesinde Haleb Kadılığına nakledildi. 1634 senesinde hakkında çıkarılan bazı asılsız iddialar üzerine vazifeden alınarak Kıbrıs’ta ikamete mecbur tutuldu. Bir sene sonra İstanbul’a döndü. Sırasıyla Şam, Edirne ve İstanbul kadılıkları vazifesinde bulundu. 1646 senesinde Anadolu Kazaskerliğine, bir ay sonra Rumeli Kazaskerliğine terfi ettirildi. 1649 senesinde Şeyhülislamlık makamına getirildi. Bir sene 9 ay 15 gün bu makamda kaldıktan sonra 1651 senesinde vazifesinden alındı. 1653 senesinde tekrar Şeyhülislamlığa getirildi. Bu vazifesi esnasında boğmaca hastalığına yakalanarak 1654 senesinde İstanbul’da vefat etti. Cenazesi Fatih Camiine bitişik konağının yakınında bir yere defnedildi.
Behai Efendi, yüksek ilme, keskin zeka ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Halim, selim, zerafet sahibi bir zattı. Kadılığı ve şeyhülislamlığı sırasında adaletle hükmetmiş, doğruluktan ayrılmamış, hak ve hakikati söylemekten çekinmemişti. Tütün içmenin mübah olduğuna dair; “Bir şey, özellikle zevki okşayan şeyler, haramlığına kesin ve açık delil olmadıkça mübahtır. Çünkü mübahlık eşyanın aslında var olan bir vasıftır.” diye fetva verdiği için zamanındaki bazı kimseler ona cephe almışlardı.
Devrinin önemli şairlerinden olan Behai Efendi, Divan şiirinin tanınmış şairlerinden Şeyhülislam Yahya Efendi ve Baki’nin tesirinde kalmıştır. Şairlikteki şöhretine gazelleri sebebiyle ulaşmıştır. Kırktan fazla olan gazellerinde, konu ve tema olarak yer yer Allahü tealanın aşkını ve sevgisini, O’ndan ayrı kalmanın acılığını, O’na duyduğu yakıcı özlemi işlemiştir. Böyle olmasına rağmen münacat ve nat gibi şiirlere yer vermemiştir. Zamanının Naili, Neşati, Nabi, Nahifi, Nazim gibi değerli şairleri onun hakkında kasideler söyledikleri gibi, şairliğini övmüşler ve şiirlerine nazireler yazmışlardır. Behai Efendinin şeyhülislamlığı sırasında verdiği fetvaların toplandığı basılmamış bir eseri ile, şiirlerinin toplandığı bir Divan'ı ve Arapça, Farsça bazı eserlere yazdığı ta’likatı vardır.
On dokuzuncu asrın ikinci yarısında Mirza Hüseyin Ali'nin ortaya attığı bozuk, uydurma bir inanç ve sapık bir yol. Kurucusunun kendisine Behaullah lakabını takması sebebiyle bu yola Behailik denmiştir. Behailik; El-Bab Ali Muhammed adında bir Acemin kurduğu Babiliğin değişik tipte bir devamıdır (Bkz. Babilik).
Behailiğin kurucusu, önce babiliği ortaya çıkaran El-Bab Ali Muhammed'in talebesiydi. Hocasının, 1850'de Tebriz'de kurşuna dizilerek idam edilmesi üzerine onun yerine geçti. Hocasının fikirlerinden beğenmediklerini çıkarıp kendi görüşlerini hakim kıldı. Kendisini beklenen Mehdi ilan etti. Daha sonra peygamber olduğunu ve ahir zamanın büyük kurtarıcısı olduğunu söyledi. Zamanındaki alimler onun İslam dini ile alakasının kalmadığını ve İslama karşı olduğunu bildirdiler.
1852'de İran'da Nasirüddin Şaha yapılan suikast teşebbüsü sebebiyle taraftarlarıyla beraber Tahran'da hapsedildi. Sonra Bağdat'a sürüldü. Behaullah, Bağdat'ta yerleşip sapık fikirlerini yaydı. Akdes isimli bir kitap yazdı. Bu kitabında Kur'an-ı kerimi kötüledi. İslamiyete saldırdı. İnsanlık, haramı helal sayacak yeni bir dine ihtiyaç duyuyor, dedi. El-İkan adıyla yazdığı kitapta ise, pekçok sapık fikirler ileri sürdü. Yahudi ve Hıristiyanlara yaranmak için Tevrat ve İncil'in değiştirilmediğini söyledi. Bağdat'ta bulunan İslam alimlerinin ve Ehl-i sünnet halkın Osmanlı Devletine şikayetleri üzerine Behaullah ve taraftarları 1862'de İstanbul'a götürüldüler. Sonra topluca Edirne'ye sürüldüler. Edirne'de aralarında anlaşmazlık çıktı. İki kısma ayrıldılar. Mirza Yahya Nuri taraftarları Sultan Abdülaziz Hanın fermanıyla Kıbrıs'a, Mirza Hüseyin Ali (Behaullah) taraftarları ise, 1868'de Akka'ya gönderildiler.
Behaullah 1892'de Akka'da öldü. Yerine oğlu Abdulbeha Abbas geçti. Bu da babasından geri kalmadı. Hıristiyanlara yaranmak maksadıyla İsa aleyhisselam için, tanrı dedi. Hıristiyanların inandığı gibi tanrı üçtür dedi. 1908'de Meşrutiyetin ilanıyla serbest hareket eden Abdulbeha Abbas, Mısırlı Mason Abduh ve bunun talebesi Reşid Rıza ile mektuplaştı. Daha sonra derslerine katıldı. Asr-ul-Cedid adıyla yazdığı kitapta, bütün dinleri yıkıp dünya birliğinden bahsetti. Meşrutiyetin ilanıyla İslam düşmanı İttihatçıların, Yahudilerin ve İngilizlerin yardım ve teşvikleriyle sapık fikirlerine taraftar bulan Abdulbeha Abbas, Mısır'a, Avrupa'ya ve Amerika'ya giderek konferanslar verdi. Pekçok taraftar topladı. 1921'de Hayfa'da öldü. Yerine oğlu Şevki geçti. 1897'de doğan Şevki, Beyrut'ta ve İngiltere'de Oxford Üniversitesinde tahsil yaptı. Amerikalı Maxwell ailesinin kızıyla evlendi. Ömrü boyunca Behailiği yaymak için çalıştı, 1957'de Londra'da öldü. Yerine geçecek oğlu ve torunu olmadığından Behailerin idaresi Hayfa'da kurulan Umumi Adalet Evine bırakıldı.
Umumi Adalet Evi; İdari teşkilat bakımından Behailiğin merkezidir. İdari teşkilatın en alt kademesi ise, mahalli ruhani mahfillerdir. İkinci derecede en önemli merkezleri Amerika'daki Chicago (Şikago)da 1920'de yapılan büyük mabetleridir. Avrupa, Amerika, Afrika ve Avustralya'da yetmiş yedi mahalli mahfil resmen tescil edilmiştir. Türkiye'de ise Türk yargıtayı 13.12.1962 tarih ve 1252 esas ve 2435 sayılı kararıyla Behailiğin ayrı bir din olarak kabul edilmeyeceğini tescil etmiş ve onların bu çalışmalarını durdurmuştur.
Hıristiyan, Yahudi, Mecusi, Sihi, Zerdüşti ve Budistleri aldatarak kendilerine çeken Behailerin bütün dünyada seksen sekiz yerde teşkilatı vardır. En çok korkup çekindikleri, amansız düşmanları İslam alimleridir. Dinini bilen anlayan hiçbir Müslümanı aldatamayan Behailer, kitaplarını, propaganda neşriyatlarını kırk sekiz dile tercüme edip, her yere dağıtmakta ve bu uğurda milyarları sarf etmektedirler. Fakat İslamiyet karşısında aciz kalmakta ve eriyip gitmektedirler.
Behailerin mabetlerine "Meşarık-ul-Ezkar" adı verilmiştir. Halen dünyanın altı yerinde mabetleri vardır. On dokuz rakamını mukaddes kabul ederler. İdareleri umumi adalet evi yüksek meclisine seçilen on dokuz kişi tarafından yürütülür. Her Behai, her sene kazancının beşte birini bu idare heyetine verir. Behailerin teşkilatları tapınmaları, vazifeleri, Akdes dedikleri kitaplarında ve Vasiyetler Levhaları'nda yazılıdır. Allahü tealaya inanmaları ve birçok bilgileri İslam dininden alınmıştır. İslamiyete uymayan pekçok bozuk tarafları vardır. Mantıki ve çoğu sosyal olan dünya görüşlerini din diye, ilahi vahiy diye anlatmaktadırlar. Irk ve milliyet tanımazlar. Komünistler gibi, bütün dünyaya yayılmak, tek bir salahiyetli idarecinin emirleri ile idare edilmek gayesindedirler. Fertlerin menfaatlerini düşünmezler, devlet kapitalizmini desteklerler. Seneyi on dokuz ay kabul ederler. On dokuz gün oruç tutarlar. Hacları, El-Bab Ali Muhammed'in Şiraz'daki evini veya Behaullah'ın Bağdat'taki evini gidip görmektir.
Behailiğin kuruluş gayesi, İslamiyeti yıkmak için faaliyet göstermektir. Başta İngiltere olmak üzere sömürgeci bir siyaset takib eden ve emperyalist maksatlar güden diğer devletler, siyonistler, Behailiği ve buna benzer bozuk yolları maddeten ve manen desteklemektedirler.
Ağızda aft (sarı-gri renkte etrafı kırmızı halka ile çevrili lekecik), tenasül organlarında yüzeysel (sathi) ülserler (doku tahribi bölgeleri) ve gözde ön odacıkta irin (nadiren olmayabilir), üvea (damar) tabakalarının iltihabı gibi üç esas arızası bulunan, çok ağrılı, alevlenmelerle tekrarlayan, müzmin seyirli, ekseriya iki gözü tutan, körlükle nihayet bulan ve daha çok erkeklerde görülen bir hastalık. Bu hastalıkta deri, eklem, kalb, damarlar, akciğer, mide, barsak, böbrek ve sinir sisteminde de arazlar görülebilir.
İlk olarak 1937 yılında, İstanbul Üniversitesinde dermatolog (deri hastalıkları uzmanı) Prof. Dr. Hulusi Behçet tarafından yukarıda belirtilen arazlarla seyreden bir hastalık tarif edilmiştir. 1947 yılında ise, Cenevre Tıp Kongresinde Zürihli Prof. Mıscher’in tavsiyesiyle hastalığa, “Behçet Hastalığı” adı verilmiştir. Daha sonra Türk göz hastalıkları hekimleri (Ayberk, Başar, Bengisu)ve Batılı göz hastalıkları uzmanları (Weckers, Franceschetti, Babel ve Meyer) vak’alarla Behçet’in tarif ettiği hastalığı doğrulamışlardır.
Hastalığın sebebi olarak halen virüs, mukoz salgı imal eden zarlara karşı spesifik antikor ve HLA-5 doku antikoru yani immun sistem (bağışıklık) bozukluğu suçlanmaktadır. Behçet Hastalığı bir veya birkaç aylık hatta bir yıllık aralarla tekrarlar ve her tekrardan sonra kısa süreli (yaklaşık bir ay kadar ) iyilik dönemi bırakır.
Hastalığın belirtileri:Aniden 39,5-40 derece ile başlayan ateş bir hafta kadar devam eder. Bundan sonra 2-3 hafta süren bir iyileşme devresi gelir.
Daha sonraki devrede; görmede bulanıklık, ağızda aftlar ve üreme organlarında yüzeysel ülserlerin meydana gelmesi ile hastalığın üç ana belirtisi ortaya çıkmış olur. Bu üç araz her nöbette görülür. Bunlar birlikte meydana gelebilir veya biri diğerini takib edebilir. Nöbetlerin tekrarlanması arasındaki zaman çok değişir. Umumiyetle önceleri bir ay kadardır. Birkaç ay, bir yıl veya yıllar sürebilir.
Tedavisi bugün için semptomatik, yani belirtiye göredir. Nöbetler meydana geldiği zaman hastalığın belirtilerini giderecek tedavi yapılır. Yani, hastalığı ortadan kaldıracak bilinen bir tedavi şekli yoktur.
Son devir şair ve yazarı. 1908’de Erzincan’da doğdu. Bolu İmaret Mektebinden başka, Konya’daki Numune Mektebi, Kayseri Sultanisi ile İzmir Lisesinde okudu. Kayseri Sultanisi son sınıfından imtihanla Zonguldak Yüksek Maden Mühendisliği Okuluna girdi (1925). Burada dört yıl okuduktan sonra, staj için Belçika’ya gitti. Sonra Fransa’ya gönderildi. 1930 senesinde Sanayi Vekaleti Maadin Dairesi Merkez Mühendisi olarak vazifeye başladı. Halk edebiyatı ve gazetecilik incelemeleri yapmak için Londra’ya gönderildi. 1935 senesinde yurda döndü. Halkevleri müfettişliğinde görev aldı. 1940 senesinde Yücel Dergisinde çıkan bazı yazıları ve radyodaki konuşmaları yüzünden müfettişlikten ve radyo evinden ayrıldı.
1943-1949 seneleri arasında Erzincan mebusu oldu. Daha sonra İstanbul’a yerleşerek Vatan Gazetesinde makaleler yazdı. Şadırvan ismiyle haftalık bir dergi çıkardı. 1961’de kurucu meclis üyeliğine seçildi. TRT yönetim kurulu üyesi oldu. Sonra başkanlığa getirildi. En son Robert Kolejinde öğretmenlik yaptı. 24 Ekim 1969’da öldü.
Beş hececilere özenerek şiir yazmaya başladı. Hayatı boyunca çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan şiirlerinde hecenin 7+7=14, 5+6=11, 4+4+3=11 kalıplarını kullanmıştır.
Eserleri:
Şiirleri: Erciyas'tan Kopan Çığ, Burda Bir Kalp Çarpıyor, Benden İçeri, Battal Gazi Destanı, Malazgirt Zaferinden İstanbul Fethine, Oyun, Çoban, Attila. Ayrıca Hür Mavilikte nesir eserleri arasında yer alır.
Osmanlı alimlerinden. 1774’te İstanbul’da Eyyub Sultan’da doğdu. Medrese tahsili görerek hekim oldu. Farsça, Arapça, İngilizce, Almanca ve Fransızcayı çok iyi öğrendi. 1791’de müderris, 1803’te Sultan Üçüncü Selim’in hekimbaşısı oldu. 1926’da Tıbhaneye nazır tayin edildi. Yeniçeriliğin kaldırılması ile Tıbbiye Mektebinin kurulmasında önemli rol oynadı. Sultan İkinci Mahmud döneminde de baş tabiblik görevinde bulunan Behçet Mustafa Efendi, 1832 yılında vefat etti. Kabri, Üsküdar’da Nasuhi dergahındadır.
Behçet Mustafa Efendi’nin kendi yazdığı eserler yanında, tıb sahasındaki tercümeleri çok kıymetlidir. Tercüme eserleri arasında Bufo’nun Tarih-i Tabii ile Fizyolojisi’ni, Yukan’ın Ameliyat-ı Tıbbiye’si ve Burne’nin Hikmet-i Tıbbiye'si en önemlileridir. Başlıca te’lif eserleri ise Hezar-ı Esrar, Risale-i Ruhiye ve Risale-i Kolera’dır. Bunlardan sonuncusu Almanca’ya çevrilip basılmıştır.
Şair ve yazar. 1916’da İstanbul’da doğdu. 1940 yılında Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili Edebiyatı bölümünü bitirdi. Çeşitli illerde yaptığı edebiyat öğretmenliğinden sonra, İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsüne öğretmen tayin edildi; uzun yıllar burada çalıştı. 1980 yılında İstanbul’da öldü.
Behçet Necatigil, ilk şiirini 1935 yılında yayınladı. Yaklaşık 45 sene çeşitli edebiyat ve sanat dergilerinde yayınladığı şiirlerinde işlediği temaların belli başlıları arasında; “ev, aile, geçim sıkıntısı, aşk, anlaşılmama üzüntüsü, bunalış, ölüm, hiçlik, fanilik, aldırmaz görünmek” sayılabilir. Konularını kendi hayatından veya etrafından alan şair, şiirlerinde sık sık kendi his ve anlayışlarını genelleştirerek bütün insanlara tercüman olmaya çalışır. Üslubu çok defa kapalı, kelimeleri sade ve zaman zaman argoludur. Sık sık konuşma diline uygun mısralar kullandığı gibi, argolardan da pek fazla kaçınmaz. Yalnızlığı seven, içine kapanık ve karamsar mizacı şiirlerine aksetmiştir. Şiirlerinde fakirlik ve çekingenlik duyguları mühim yer tutar. İlhamı kendi şahsi hayatına dayanır. Yer yer kendi geçmişine gider. Mizacı gereği hayat karşısında menfi bir tavrı vardır. Bedbin okuyuş ve görüş tarzı hemen hemen bütün kitaplarında yer alır. Şiirinde razı olduğu bir yalnızlık hissini anlatır. Şahsi hayatı ile sosyal hayatı, çağı birbirinden ayrılmaz bir şekilde birleştiren şairdir.
Serbest nazımla yazdığı şiirlerinde, kafiye endişesi duymamış ve belli bir nazım şeklini kullanmamıştır. Dili şumüllü olarak kullanır. Bir başka hususiyeti de, dilin musikisine önem vermesidir. En çok tanınan şiirleri arasında “Evler” başta gelir.
Şiirlerini; Kapalı Çarşı, Çevre, Evler, Eski Toprak, Arada, Dar Çağ, Yaz Dönemi adlı kitaplarda toplamıştır. Almancadan 30 kadar eser çevirmiş, mitologya ve edebiyat üzerine incelemeler yapmış, oldukça başarılı olan radyo oyunlarını ise; Yıldızlara Bakmak, Gece Aşevi, Üç Turunçlar adlı kitaplarında yayınlamıştır.
EVLERLE SAVAŞ
Körükler cılız olmak
Evlerin hiddetini,
Evlerle savaşımız
Savaşların çetini.
Nedir anlamıyorum
Evlerdeki hırsı,
Cansızlarla birlik
Canlılara karşı.
Tencerenin azgınlığı başta,
Sofralarla beraber getir.
Dünya durdukça,
Tencere pişirecek, sofra eritecektir.
Eşyaların azgınlığı tamam!
Hepsi evlerden taraf
Kopar musluk, kırılır cam!
Hiç yoktan bir masraf.
Geri mi kalır kumaş, deri
Onlar da zalim kalleş!
Alalı kaç gün oldu,
Eskir üst baş.
Erzaklar halimizden anlasa ya,
Anlamaz!
Biter sabun, biter şeker, biter yağ.
Biter gaz.
Bir yılan güneşlerde uyanmış;
Ateş yak der oda.
Dışarda karakış
İstersen yakma!
Körükler cılız olmak
Evlerin hiddetini,
Evlerle savaşımız
Savaşların çetini.
Beş ayrı mesnevi yazarak hamse sahibi olan 16. yüzyıl Osmanlı şairi.
Asıl adı Ahmed Sinan olup, İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından şehre subaşı tayin edilen Karışturan Süleyman Beyin oğludur. Doğum yeri ve tarihi belli değildir. Süleyman Bey oğlu Sinan Çelebi olarak tanındı. Küçük yaşta babasını kaybetmesi üzerine saraya alınan Behişti, İkinci Bayezid Han tarafından yetiştirildi.
Baba mesleğine yönelen Behişti, eğitimini tamamladıktan sonra sancakbeyi oldu. Kaynaklarda açıklıkla belirtilmeyen padişaha karşı işlenmiş bir suçtan dolayı İran’a kaçtı. Burada Hüseyin Baykara, Ali Şir Nevai ve Molla Cami’nin yanında bulundu. Bunların aracılığı ile affedilerek ülkesine döndü ve eski vazifesine devam etti. Vefat tarihi ve yeri kaynaklarda bildirilmemektedir.
Eserleri: Edebiyatımızda ilk hamse yazan Behişti’dir. Hamsesinden bugün sadece Leyla vü Mecnun elimizdedir. Diğerlerinin isimleri şöyledir:
Vamık u Azra, Yusuf u Züleyha, Hüsn ü Nigar ve Süheyl ü Nevbahar. Ayrıca Vekayiname-i Behişti adlı bir tarihi vardır. Lirik şiirlerinden, Behişti’nin ince zevkli bir şair ve çağının önde gelen simalarından biri olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
Abbasi halifelerinden Harun Reşid zamanında yaşamış meczub (Allah aşkıyla kendinden geçmiş olan) ve veli bir zat. Asıl adı Ebu Vüheyb bin Amr Sayrafi'dir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kufeli olduğu halde Bağdat'ta yaşamış ve 805 (H. 190)te vefat etmiştir. Harun Reşid'in kardeşi olduğuna dair rivayetler varsa da bunun aslı yoktur. Herkese ders olacak hikmetli sözleri çok meşhurdur. Tahsili fazla olmadığı halde Harun Reşid'e devamlı nasihat ederdi.
Kendisinden sonra gelen alimler tarafından kitaplara geçirilen nasihatlarından bazıları:
Bir gün halife Harun Reşid ona; "Çok zamandır seninle görüşmek istiyordum." deyince, Behlül; "Ben böyle arzu duymadım." diye cevap verdi. Buna rağmen Harun Reşid kendisine yine nasihat istedi. "Ne nasihatı istiyorsun? Şu saraya bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan nelerden nasihat alır? Halin ne olacak, ey müminlerin emiri! Yarın cenab-ı Hakk'ın huzuruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden sual olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin, iyi düşün! Bu hesap zamanında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Oradakiler sana bakıp gülecekler. Perişan halin orada meydana çıkacak. Bunları düşün başka nasihatı ne yapacaksın?" dedi. Adaleti ile meşhur olan Harun Reşid onun nasihatlerinden çok istifade etmiştir.
Bir gün halka doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Harun Reşid'e gidip; "Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi halimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır." gibi sözlerle şikayet ettiler. Bunun üzerine Harun Reşid, Behlül-i Dana'yı çağırtıp halkın istediğini bildirdi. Behlül-i Dana hiç sesini çıkarmadan sarayı terk etti. Birkaç koyun alıp kesti, bacaklarından mahallenin köşe başlarına astı. Bunu gören halk gülerek; "Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zaten." diyorlardı. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokuyor, bundan ise bütün mahalle zarar görüyordu. Kokudan durulmaz hale gelince, aynı kişiler, Harun Reşid'e gidip durumu anlattılar. Behlül-i Dana'yı çağırtıp sorduğunda; "Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim." diye cevap verdi.
Hindistan’ın Dekken bölgesinde kurulan Müslüman-Türk Hanedanlığı. Tuğluk- Türk sultanlarından Muhammed bin Tuğluk zamanında çıkan iç karışıklıklarda Alaeddin Hasan Behmen Şah, Dekken bölgesinde bağımsızlığını ilan etti ve Gülberge şehrini payitaht yaptı. Elinde bulunan toprakları; Gülberge, Devletabad, Elliçpur ve Birdar olmak üzere dört vilayete böldü. Bağımsızlığını ilan etmesine yardımcı olan beyleri bu vilayetlere vali tayin etti.
Alaeddin Hasan’ın saltanatı, kurduğu düzeni kabul ettirmek için özellikle Hindulara karşı yapmak mecburiyetinde kaldığı seferlerle geçti. Devleti, Mısır’daki halife tarafından tanındı. 1358 senesinde Gucerat’a karşı yaptığı seferde hastalanıp vefat etti. Yerine oğlu Muhammed geçti. Muhammed Şahın ilk işi, devlet ve ordu teşkilatını kurmak oldu.
Muhammed Şahın bastırdığı para, Hindu devletininkinden daha halis idi. Hindu Varangel ve Viceyanagar racaları, Behmeni topraklarında bulunan Hindu sarraflarla anlaşarak ele geçirdikleri paraları eritip kendilerininkine çevirdiler. Bastırdığı paraların üzerindeki Kelime-i şehadetin yerine put konmasına kızan Muhammed Şah, Viceyanagar ve Varangel racalarının topraklarına sefer düzenledi ve bu işe vasıta olan Hindu sarrafları idam ettirdi. Viceyanagar racasının ordusu dağıtıldı.
Sultan Muhammed’in 1377’de vefatından sonra yerine geçen oğlu Mücahid de saltanatını Hindularla mücadeleyle geçirdi. Yerine geçen amcası Davud Şahın kısa süren saltanatından sonra tahta Alaeddin Hasan'ın torunu İkinci Muhammed Şah geçti. Dekken'de İslamiyet bunun zamanında yerleşti. Sulh ve sükun içinde geçen İkinci Muhammed döneminden sonra tahta çıkan Gıyaseddin ve Şemseddin şahların kısa süren devirleri karışıklık içinde geçti. Sultan Taceddin Firuz’un hakimiyeti ele geçirmesi ile birlik sağlandı (1397). Viceyanagar ve Kerla racaları ile başarılı savaşlar yapıldı (1398). Yapılan antlaşma neticesinde Hindular, uzun zaman Behmenilere saldıramadılar. Ancak Gücerat ve Malva sultanlıklarının Behmenilere karşı düşmanca tavırlarından cesaret alarak Behmeni topraklarına girdiler. Sultan Firuz Telingana, Hindularına karşı düzenlediği başarısız seferin akabinde hastalandı ve kardeşi Ahmed Şah sultan oldu (1422). Ahmed Şah, Telingana Devletini tamamen ortadan kaldırdı (1424). Gücerat ve Malva sultanlarına karşı başarılı seferler yaptı. Ölünce yerine Sultan Alaeddin İkinci Ahmed geçti (1436). Bundan sonra Behmeniler Devleti iç karışıklıklar ve mücadelelere sahne oldu. Hümayun Şah ve Nizam Şah devirlerinde de bu karışıklıklar devam etti.
1461’de çocuk yaşta bulunan Muhammed Şahın tahta geçmesinden sonra Melik Şah Türk ve Mahmud Kavan gibi güçlü emirler idareyi ele geçirdiler. Bu güçlü komutanlar sayesinde, komşu devletlerin saldırıları durdurulup, ticaret ve hac gemilerine musallat olan korsanlara karşı başarılı seferler düzenlendi. Dekken’in batı kıyılarındaki Vişalgarh Kalesi ve Goa Limanı ele geçirildi (1471). Bilgaum ve Bankapur racaları yenildi (1472). Bilgaum ve Telingana bölgesi ele geçirilip Behmeni Devleti, en geniş sınırlarına ulaştırıldı (1478). Bu devrede Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed Hanla elçi mübadelelerinde bulunuldu. En güçlü devrini yaşayan devletin toprakları, kuzeyde Berar’dan güneyde Viceyanagar’a, doğuda Bengal Körfezinden batıda Umman Denizine kadar uzanıyordu. Devlet topraklarının büyümesi ile vilayet sayısının artması icab ettiği görüşünde olan vezir Mahmud Kavan, vilayet sayısını dörtten sekize çıkardı. Bundan rahatsız olan valiler, bir komplo neticesi vezirin idamını sağladılar. Sultan Muhammed de ölüp çocuk yaştaki oğlu Mahmud başa geçince dört eyalet valisinin herbiri bağımsızlıklarını ilan ettiler. Merkezde Behmeni Hanedanı kukla olarak devam etti ise de, idareyi ele geçiren Kasım Bey Beridü’l-Memalik ismindeki Türk Beyi 1527’de Beridşahlar Devletini kurdu. (Bkz. Beridşahlar)
Behmenli Devletinde sultanın muhafızlarına Hassa-Heyl denilirdi. Başlarında Tavaci ve Yasavul’lar vardı. Tavacilere saray teşkilatçılığı yaptıklarından dolayı Bavdar da denilmekteydi. Devlet teşkilatının ana hatları Dehli Sultanlığınınki gibiydi. Padişahlık alameti olarak altın para basmak ve günde beş kere növbet çaldırmak gibi gelenekleri ilk defa, Sultan Birinci Muhammed başlattı.
Behmenli sultanları ve vezirleri, ülke topraklarının çeşitli yerlerinde; camiler, medreseler, hamamlar, hanlar ve kervansaraylar yaptırdılar. Gülberge’de bulunan Büyük Camiyi, Sultan Birinci Muhammed yaptırdı.
Behmenli Sultanları Saltanatı
Alaeddin Hasan Behmen Şah |
1347 |
1358 |
Birinci Muhammed Şah |
1358 |
1377 |
Alaeddin Mücahid |
1377 |
1378 |
Davud Şah |
1378 |
|
İkinci Muhammed Şah |
1378 |
1397 |
Gıyasüddin Şah |
1397 |
|
Şemsüddin Şah |
1397 |
|
Tacüddin Firuz |
1397 |
1422 |
Ahmed Veli |
1422 |
1436 |
Alaeddin İkinci Ahmed |
1436 |
1458 |
Alaeddin Hümayun |
1458 |
1461 |
Nizam Şah |
1461 |
1463 |
Üçüncü Muhammed Şah |
1463 |
1482 |
Şihabüddin Mahmud Şah |
1482 |
1518 |