BAYILMA

Alm. Ohnmacht (f), Fr. Evanoussement (m), İng. Fainting. Kısa süreli, geriye dönebilen, kaslarda güçsüzlük ve ayakta duramama ile kendini gösteren şuur kaybı. Bayılma halinden önce kişi bir sersemlik, baş dönmesi ve denge bozukluğu hisseder, görmesi bulanır ve kulaklarında çınlamalar olur. Bayılmanın süresi ve derinliği, sebebine ve şahsa göre değişir. Bazı kişiler çevrelerindeki konuşma ve hareketleri hayal-meyal hatırlarken, bazıları tamamen şuurlarını kaybederler.

Bayılma, çok çeşitli sebeplerden olabilir.  Bunlardan en önemlileri şunlardır:

1. Vazodepressör (damar genişlemesine bağlı) bayılma: Günlük hayatta en sık rastlanan bayılma budur. Kan görme, heyecan, fena bir haber, bayılmaya sebeb olur. Bayılmanın sebebi sırt bölgesi damarlarında aşırı genişleme olmasından dolayı buraya kan birikmesi ve kalbin beyne yeterli kan gönderememesidir. Şahıs ayakta duramaz, şuurunu kaybedip yere yığılır. Başı alçak durumda birkaç dakika tutmakla şahsın durumu düzelir.

2. Duruşa bağlı tansiyon düşmesi: Oturur veya yatar durumdaki kişinin ayağa kalkması sonucu kan basıncı düşer ve beyne yetersiz kan gider. Bu da baygınlık meydana getirir. Yaşlılarda, şeker hastalarında, vücuttan su kaybetmiş olanlarda, şiddetli kansızlıklarda bu hal sıktır.

3. Kalpte çarpıntıya bağlı bayılma: Kalp rahatsızlıklarında ve düzensiz kalp atımına sebep olan hallerde ortaya çıkar.

4. Kalp atım sayısının düşmesine bağlı bayılma: Çok sık rastlanan bir bayılma türüdür.Ağır hastalıkların iyileşme dönemlerinde, ruhi bozukluklarda, uzun süre aç kalmada, kötü bir haber alanlarda, kan görmekle ve benzeri hallerde olabilir. Ani olarak ortaya çıkar ve birden yere düşen kişi bir tarafını incitebilir. Ayakta ve oturur durumdayken görülür. Yatan kişide olmaz. Daima düşük nabız sayısı ve düşük kan basıncı vardır. Yatırılınca genellikle bir dakika içinde şuur geri gelir.

5. Kalp durmasına bağlı bayılma: Göz kararması, rengin solması, ayakta duramama ile kendini gösterir. Nabız hiç alınamaz. Kalbin 10 saniye durması ile şuur kaybı husule gelir. 60-90 saniye içinde kalp atımı başlarsa, kişi yeniden şuurunu kazanır. Müdahale yapılmayan hastalarda iki dakikayı geçerse ölüm meydana gelir.

6. Sara (epilepsi) hastalığında: Özellikle küçük nöbetlerde bayılma tarzında şuur kayıpları olur.

7. Histeride: Dolaşım sisteminde hiçbir değişme olmamasına rağmen bayılma olabilir. Kadınlarda sık rastlanılan bir durumdur.

Bayılmaların daha birçok sebebi olup, bunlar daha az görülen durumlardır. Aort kapağı darlığı, miyokard enfarktüsü, beyinde kan yetmezliği, beyin damar tıkanması, hatta öksürük nöbetleri bile bayılmaya sebeb olabilir. Bütün bayılma hallerinde acil olarak hastayı yatırmak veya oturup başını bacaklarının arasına almasını sağlamak gerekir. Kişinin götürüldüğü oda serin ve havadar olmalı, elbiseleri azaltılmalı, boyunda bulunan, yaka, kravat, fular gevşetilmelidir. Eter, amonyak, alkol koklatmak da iyi gelebilir.

BAYINDIR

Yirmi dört Oğuz boyundan biri. Bayındırlar, Oğuzlar tarihinde mühim roller oynamışlardır. Bayındır, Oğuz Hanın oğlu Gök Hanın oğludur. Bayındır boyu, Orta Asya’da göçebe olarak çadırlarda yaşarlardı. Orta Asya’nın Moğol istilasına uğraması üzerine obalar halinde batıya göç ettiler. Bir kısmı, İran’da kaldı. Bir kısmı, orta ve batı Anadolu bölgelerine (Isparta, İçel, Antalya, Muğla, İzmir, Aydın, Yozgat) bir kısmı ise, Suriye’ye (Halep) geldiler. Bayındırların Müslüman olanları köyler kurmak suretiyle benliklerini, örf, adet ve geleneklerini devam  ettirdiler. Bir kısmı diğer kavimler içinde eriyip kayboldular.

Bayındır boyunun Türk tarihindeki en mühim rolü, Anadolu’nun fetih ve iskanına katılmasından sonra Akkoyunlu Devletini kurmuş olmasıdır. Bunun için Akkoyunlu Hanedanına Türk kaynaklarda “Bayındırlu” Farsça eserlerde ise “Bayındıriyye” de denilmektedir. Akkoyunlu Hanedanı da Bayındır Hanın torunları olmakla öğünüyorlardı. Bu hanedanın azaları Akkoyunlu Devletinin son zamanlarında bir hayli artmış ise de bunların çoğu saltanat mücadeleleri sırasında ölmüşlerdir. Türkiye’de Akkoyunlu Hanedanına mensub olanlardan bazılarının nesli zamanımıza kadar gelmiştir.

Halen Anadolu’nun değişik vilayetlerinde, bayındır ismini taşıyan elliden fazla yerleşim yeri bulunmaktadır.

BAYINDIRLIK ve İSKAN BAKANLIĞI

Memleketin imarıyla ilgili işleri yürütmekle görevli bulunan kuruluşların bağlı olduğu en yüksek idari merci.

Bayındırlıkla ilgili hizmetleri yürütmek üzere l88l’de 3l maddelik bir nizamname ile “Nafia Nezareti” kurulmuştur. Ankara’da hükumet kurulunca l920’de çıkan kanunla, demiryolları, limanlar, köprüler ve karayolları inşa etmek, PTT tesisleri kurup işletmek, su işlerini düzenlemek ve devlet daire ve müesseselerinin her türlü bayındırlık işlerini yapmakla görevlendirilmiştir.

Bugün Bayındırlık Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığının inşaat, Milli ve Nato enfrastrüktür hizmetleri ile Ulaştırma Bakanlığına bağlı genel müdürlüklere kanunla yapım yetkisi verilmiş olan özel ihtisas işleri dışında kalan şu işleri yürütmekle görevlidir:

Yapı işleri, demiryolu, liman ve kıyı tesisleri inşaatı, akaryakıt ve tabii gaz boru hatları ve tesisleri yapımı ve gereken önemli tamiratı yapmak veya yaptırmak. Kara yollarının yapım ve bakımını sağlamak. Özel idarelerin yapı ve tesislerini yapmak veya yaptırmak. Ayrıca kendisine verilmiş olan proje onaylama ve denetleme hizmetleriyle diğer işleri de yerine getirmektir. l983 Aralık ayında İmar ve İskan Bakanlığı ile birleştirilerek Bayındırlık ve İskan Bakanlığı adını almıştır.

Bayındırlık ve İskan Bakanlığının görevlerini yerine getirmek için şu teşkilatları vardır: Bayındırlık Kurulu, Yüksek Fen Kurulu, Yapı İşleri Genel Müdürlüğü, Demiryolları, Limanlar ve Hava Meydanları İnşaatı Genel Müdürlüğü.

BAYKAL GÖLÜ

Orta Sibirya'nın biraz güneyinde yer alan dünyanın en derin gölü. Büyüklük bakımından dünyada sekizinci sıradadır. Yüzölçümü 31.500 km2, uzunluğu 640 km, genişliği 30 ile 100 km arasında değişir. En derin yeri 1741 metredir ki, bu derinliğin 1286 metresi deniz seviyesinden aşağıda bulunmaktadır. Gölün üzerinde uzandığı derin çukur, tektonik olup, kırılma ile meydana geldiği söylenmektedir. Yüzeyi deniz seviyesinden 486 m yukarıdadır. Türkçe sayılan Baykal kelimesi, "zengin göl" anlamındadır. Göl kıyıları Türkler tarafından çok eskilerden beri iskan edilmiş, ihtimalen,Bayırkular (Türk boyu) burada oturmuştur. Ayrıca Tatarcada (Bayakhal= Büyük deniz) anlamındadır. Ruslar da buraya Sviatoj More, yani Kutsal Deniz derler. Çünkü bu bölgede oturan Baryatlar (Moğol asıllı yerliler) göldeki Olhon Adasında dini dörenler yaparlardı. Olhon Adasında yapılan kazılarda Türkçe abideler bulunmuştur. Moğollar buraya onuncu yüzyıldan sonra gelmişlerdir.

Baykal Gölünün suları, duruluğu ve hafifliği ile ün salmıştır. Bazıları oldukça büyük olan 336 akarsu, gölü beslemektedir. Bunların arasında en büyükleri, kuzey tarafından göle dökülen Yukarı Angara Irmağı ile, 1100 km boyunca Hangay Dağlarının sularını toplayıp gelen ve güneydoğu tarafından göle dökülen Selenga Irmağıdır. Gölün ayağı (ağzı) ise Yenisey Irmağının sol kolu olan Angara'dır. Ruslar, Angara Nehri üzerine 1956 yılında; Irkutsk yakınında büyük bir hidroelektrik santralı yapmışlardır. Gölde en büyüğü Olhon Adası olmak üzere 18 ada vardır. Gölün meydana gelişini etkileyen tektonik olaylar, zaman zaman bugün de devam etmektedir.

Baykal Gölünün batı kıyıları dik, doğu kıyıları özellikle kayalık ve sarptır. Ama doğu kıyılarında kıyı kordonu ile sıralanan bir kıyı ovası da vardır. İklim bakımından gölün güney ve orta kısmında senelik ortalama olarak düşük bir sıcaklık görülür. En yüksek sıcaklık Eylül ayında olur. Pek nadir olarak senede 10 dereceyi bulur. Göl, çevre iklimini de etkilediğinden, yazın serin, kışın daha soğuk olmasını önleyici tesiri vardır. Her yıl aralık ayı sonuna doğru gölün yüzeyi donmaya başlar ve buz tutar. Mayısa kadar buzlarla kaplanmış olarak kalır. Ama bu durum ulaşıma engel olmaz. Yaz aylarında küçük gemilerle yapılan ulaşım, kışın da buz üzerinde kızaklarla yapılır.

Baykal Gölü, hayvan ve bitki bakımından ekonomik zenginliğe sahiptir. Yapılan tespitlere göre; içinde 1700 çeşit bitki ve hayvan yaşamaktadır. Bunlardan 1083 çeşidi dünyanın başka hiç bir yerinde bulunmamaktadır. Bu sayılan 1700 çeşitten 773 tanesi bitki cinsinden, 210 tanesi tek hücreli hayvanlardan, 710 tanesi de diğer hayvanların cinsindendir.

Baykal Gölünde bazı balıkların tutulması sınırlı olmakla beraber, balıkçılık yine de çok önemlidir. Özellikle mersin balığı avlanması yasaktır. Senelik yakalanan 100.000 ton balığın yarısını alabalık çeşidi meydana getirir. Alabalığın ekonomik değeri düşünülecek olursa, gölün balıkçılık bakımından önemi anlaşılmış olur. Ayrıca gölde salla bilhassa kereste taşımacılığı yapılır. Gölün sığınak limanlarının olmayışı ve fırtınaların sık görülmesi, göl kenarı sakinlerini bu tür taşımacılığa zorlamıştır. Gölde bazı limanlar arasında buharlı gemiler de işlemektedir. Diğer taraftan Sibirya'yı baştanbaşa kateden demiryolu, Baykal Gölünün güney sahillerini dolaşır.

BAYKUŞ (Strix)

Alm. Eule(f), Fr. Hibou, İng. Owl. Familyası: Baykuşgiller (Strigidae). Yaşadığı yerler: Ağaç kovukları, harabeler, kuleler, terk edilmiş kuş yuvaları. Antarktika hariç dünyanın her yerinde. Özellikleri: Gece avlanan yırtıcı kuşlardır. Ömrü: 60-70 yıldır. Çeşitleri: Boyları 18-70 cm arasında değişen 123 kadar türü vardır. Bunlardan alaca baykuş, ak baykuş, cüce baykuş, puhu, kukumav, peçeli baykuş meşhurlarıdır.

Öne doğru yönelmiş iri gözlü, yırtıcı gece kuşlarının genel adı.

Başları büyük ve tüylüdür. Kuyrukları kısa olmakla beraber, kanatları enli ve uzundur. Bir kısmının kanat açıklığı, bir adam boyuna ulaşır. Serçe kadar küçük olanları da vardır. Gagaları kıvrık, pençeleri keskin kanca tırnaklı ve döner parmaklıdır. Kuvvetli pençeleri adeta avına kenetlenir. Kavramaları o kadar sıkıdır ki, bazan inatçı bir baykuş tarafından tutulan insan bileğini kurtarmanın yolu, hayvanın ayak tendonlarını (kirişlerini) kesmektir.

Baykuşlar tam bir sessizlik içinde avlanır. Bütün vücudu yumuşak ve ince tüylerle kaplıdır. Tüyler, uçuş sırasında tabii bir susturucudur. Uçuş esnasında kanatlarının “pırpır” sesi duyulmaz. İri gözleri, başlarının yanında değil önündedir. Aşırı büyüklükteki gözleri, göz oyuğunda hareket edemez. Araba farı gibi yuvalarında sabittir. Ama baykuş boynunu 300 derecelik alan içinde rahatça çevirerek çevresini kontrol edebilir.     Dişi baykuş erkeklerinden daha iri olup, 2-10 yumurta yumurtlarlar. Kuluçka süresi 30-40 gündür. Yumurtadan çıkan yavruların göz ve kulakları kapalıdır. Yavruların yuvada kalma süresi farklıdır.

Tam karanlıkta görme kabiliyetleri yoktur. Az bir ışık avlarını yakalamaya kafidir.     Gözlerindeki ağ tabaka sarı renklidir. Büyütücü özellik sağlar. Gözlerinde esas olarak çubuk (rod) duyu hücreleri mevcuttur. Bu hücrelerde “visual purple” yani “mor ışık görüntüsüne” sebeb olan kimyasal bir madde bulunur. Rod hücreleri, en küçük bir ışığı bile kimyasal bir sinyale çevirirler. Böylece insanın sadece bir ışık parıltısını fark ettiği yerde baykuş buradaki cismi bütün teferruatı ile görür. Bütün kuşlarda üst göz kapağı alttakine geldiği halde baykuşlarda olay tersinedir.

Baykuşların görme ve işitme kabiliyetleri son derece hassastır. Çok az ışıkta avlarını yakalayabildikleri gibi, zifiri karanlıkta da işitme duyularıyla yerini tespit ederek yakalarlar. Kulakları, en küçük hışırtıyı işitebilecek duyarlıktadır. Hassas kulaklarıyla, gecenin sessizliğinde uçan pervanenin kanat sesini veya bir tohumun çiğnenişini, hatta tam sessizlikde düşen iğnenin sesini bile işitebilirler.

Baykuşun geniş yüzü, nispeten sert ve kavisli tüylerle kaplıdır. Tüyler bir kepçe gibi sesleri toplar ve kulağa yansıtır. Bazı baykuş cinslerinin kulak delikleri öyle büyüktür ki, başın yan tarafını tamamen kaplar. Ayrıca baykuşların başı geniştir ve kulakları diğer kuşlara göre birbirinden daha uzaktır. Böylece ses dalgası bir kulağa çarptıktan sonra diğerine gelir. Baykuş bu son derece küçük zaman aralığı içinde sesin geldiği yönü tayin eder. Baykuşların ilginç özelliklerinden biri de kulaklarının perdeli oluşudur. İstedikleri zaman açar, istediklerinde kaparlar. Dinlenme halinde ve yavaş uçuşlarında kulak perdesini açar, hızlı uçuşlarında ise kaparlar.

Göz ve kulaklarının hassaslığının daha az işe yaradığı gündüzlerde, tüneklerinde uyuklar veya ağaç dallarında güneşlenirler. Tüylerinin rengi, bulundukları çevreye uygun olduğundan fark edilmeleri zordur. Haşin yırtıcı kuşlardır. Kendilerinden büyük hayvanlara saldırmaktan çekinmezler. 70 cm boyuna ulaşan puhu, yıkık yerlerde ve orman kenarındaki ağaçsız kayalıklarda yuva yapar. Tavşan, fare, ev kedisi ve kümes hayvanlarına saldırdığı gibi kartalları dahi kaçırtır. Gece yırtıcıları olmakla beraber kar baykuşları, gündüz de avlanırlar. Kar baykuşunun tabii yaşama çevresi, soğuk kutup bölgeleridir. Buranın gündüz geçen yaz ve gece geçen kış aylarında normal beslenmelerini devam ettirirler.

En büyük düşmanları gündüz yırtıcılarıdır. Gündüzleri bunlardan çekinen baykuşlar, gece olunca hınçlarını alırlar. Atmaca, şahin ve kartallara karanlıkta sessizce saldırarak tüneklerinde onları ustaca avlarlar. Baykuşlar eski çağlardan beri insanların ilgisini çeken hayvanlardır. Haklarında çok şey söylenmiştir. Baykuşun ötüşünü ölüm haberi veya uğursuzluk sayanlar bile olmuştur. Aslında bu tip yorumlar, uykuya dalamayan insanların kuruntusundan başka bir şey değildir. Bu veya başka hayvanların, işlerinin uğursuzluğuna inanmak, batıl, aslı olmayan şeylerdir. Hadis-i şerifte; “Baykuşlarda uğursuzluk diye bir şey yoktur. En doğru yorum, hayra yormaktır. Göz değmesi haktır ve gerçektir.” buyruldu. Esasen baykuşlar faydalı hayvanlardır. Bir peçeli baykuşun bir gecelik fare avı, on kedinin yakaladığından fazladır. Kemirgen sayısını avlayarak kontrol altında tutan atmaca gibi hayvanlardan daha çok fayda sağlar. Çoğunun beslenme listesinde, kemirgen ve diğer küçük zararlı hayvanlar başta yer alır. İki kilometrelik bir arazide baykuşlar, senede 24 bin kadar fare, kemirgen, haşere gibi zararlı hayvan avlarlar. Bir çok ülkede kanunlarla korunarak çoğaltılmaya çalışılmaktadırlar.

BAYRAK

Alm. Fahne, Flagge (f), Fr. Oriflamme, Drapeau (m), İng. Flag. Devletleri temsil eden, renk ve şekli özelleştirilmiş olan dikdörtgen biçimindeki kumaş, milli alamet. Bayrak, bir milletin varlığının timsali, tarihinin hatırasıdır. Kıymeti pamuktan, atlastan, ipekten olmasına bağlı değildir. Onun kıymeti temsil ettiği milletin kıymeti ile ölçülür. Bayrak, devletin hakimiyetini, bağımsızlığını ve şerefini temsil eder ve bu sebepten saygı gösterilir.

Çok eski zamanlarda kurulan devletler, kavimler, bayrak veya bayrağa benzeyen semboller kullandılar. Eski Mısırlıların, Asurluların, İranlıların kendilerine has özellikleri olan bayrakları vardı. Hititler devrinde harp meydanlarına dikilen bayrak adı verilen sembollerin ise ayrı bir önemi vardı. Kullanılan sembol yere düşünce, savaşı kaybedip bozguna uğradığı anlaşılırdı. Çin’de, Hindistan’da, Roma İmparatorluğunda da bezler üzerine çeşitli minyatürlerin yer aldığı sembol bayraklar kullanılırdı. İslam devletlerinde de hicretin birinci yılından itibaren bayrak kullanılmaya başlanmıştır. Muhammed aleyhisselam hicretin birinci senesinde Şam’dan dönmekte olan Kureyş kafilelerinin üstüne gönderdiği hazret-i Hamza komutasındaki 30 kişilik kuvvete, kendi elleriyle bir mızrağın ucuna beyaz bir bez bağlayarak, hazret-i Ebu Mürsed’in eline vermişti. “Livau’l-Beyza” ismiyle anılan bu bayrak, Müslümanların ilk bayrağı, Ebu Mürsed de ilk bayraktarı olmuştur. Hayber Gazasına kadar İslam askeri kuvvetlerinin bayrağı bu bayrak olmuştur. Hayber’den sonra “Raye” denilen siyah bayrak kabul edilmiştir. Dört Büyük Halife Devrinde bayrak ve sancakların çeşitleri çoğalmıştır. Abbasi halifeleri de önceleri siyah, daha sonra beyaz bayrak kullanmışlardır. Halife Me’mun ise yeşil bayrağı kabul etmiştir.

Türklerin Müslüman olmalarından önce kurdukları devletlerde kullandıkları bayraklar hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan İran ve Çin kaynakları siyahtan kırmızıya kadar, mavi, sarı, yeşil, beyaz çok çeşitli bayraklardan bahsetmektedir. Eski Türkler bir mızrağın ucuna bağlanarak elde tutulan ve genellikle ipekten mamul bu alametleri “batrak, badruk, bayrak” gibi isimlerle anmışlardır. Kesinleşmiş bilgiler olmamasına rağmen, Göktürklerin kurtbaşlı gök bayrak, Kırgızların kırmızı ve yeşil, Uygurların insan resimli, Büyük Hun İmparatorluğunun ejderha resimli koyu sarı, Avrupa Hunlarının kuş resimli beyaz, Akhunların üç yıldızlı beyaz bayraklar kullandıklarında tarihçilerin ittifakı vardır.

Türkler 9. asırda İslamiyeti kabul ettikten sonra da bayraklarında İslami motif ve unsurlar ön plana geçti. Bunun yanısıra milli motif ve semboller de bu bayraklarda yer almaya devam etti. İlk Müslüman Türk devletlerinden Gaznelilerin bayraklarında yeşil zemin üstüne beyaz hilal ve hüma resimleri vardı. Bundan başka siyah renkli özel bir devlet bayrağı da kullanmışlardır. Karahanlıların ise üzerinde “9 Tuğ” resmi bulunan turuncu renkli bayrakları vardı. Diğer Müslüman Türk devletlerinden, Harezmşahlar siyah, Babür  İmparatorluğu kırmızı-sarı bayraklara sahib olmuşlardır. Büyük Timur İmparatorluğunun bayrağında mavi zemin üstüne üçgen şeklinde dizilmiş üç dolunay resmi vardı. Altınordu Devleti beyaz zeminli bayrağını ağzı yukarıya bakan “Kırmızı hilalle” süslemişti. Büyük Selçuklu İmparatorluğunun ilk yıllarında mavi zemin üstüne beyaz çift kartal sembolü ve siyah çizgili gerilmiş halde yay ve ok resimleri varken, daha sonra siyah renkli bayrak kullanılmıştır. Bu bayrak, Anadolu Selçukluları tarafından da benimsenmiştir. Ayrıca ileri gelen devlet adamlarının da çeşitli renk ve şekillerde bayrakları vardı. Bu müslüman Türk devletinde sefere çıkan komutanlara üzerine ejderha resmi işlenmiş ipek bayraklar verilirdi. Bunlar üstünde ayrıca o zamanın hükümdarlarının ismi de bulunurdu. Bu bayrakların tepelerinde alem olarak madeni hilal şekli yer alırdı.

Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Gaziye Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Mes’ud’un gönderdiği bayrak beyazdı. Bu bayrak Osmanlıların ilk bayrağı olmuştur. Osmanlılar 15. yüzyılda donanmada kırmızı, orduda beyaz bayrak kullandılar. Bu arada ordu içinde yeniçerilere ak, sipahilere kırmızı, orta ve aşağı bölüklere alaca, silahdarlara sarı bayrak verilmişti. Bunları bu gün de çeşitli ordu birliklerinde kullanılan “sancak” manasında almak daha doğru olur. Çünkü Osman Gaziden itibaren Kanuni devri de dahil olmak üzere hükümdarlara mahsus bayrak beyaz renkliydi. Kanuni devrinde beyaz, alaca, kırmızı ve sarı bayraklar arasına; siyah ve yeşil renkliler de ilave edildi.

Bunlardan beyaz ve kırmızı renkli olanlar hakimiyet alametidir. Çaldıran ve Mısır seferlerinde Yavuz Sultan Selim Hanın otağı önüne bu bayraklar dikilmiştir. Ayrıca Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlılara geçen Peygamber efendimizin bayraklarından “Sancak-ı şerif” çok  büyük hürmet ve ihtimam gösterilerek asırlar boyu saklanmıştır. Bu mübarek sancak bugün Topkapı Sarayında mukaddes emanetler kısmında muhafaza edilmektedir.

İlk defa Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferinde kullanılan yeşil renkli bayrak, bu devirden sonra hemen her zaman sık sık kullanılmıştır. Barbaros Hayreddin Paşa ve Uluç Ali Reis de donanmalarına yeşil renkli bayrak asmışlardır.

Birinci Mahmud devrinde donanmada yeşil bayrak kabul edilmiş, Üçüncü Selim zamanında, bu renk kırmızıya çevrilerek hilal şeklinin yanına 8 köşeli bir yıldız ilave edilmiştir. Gene Üçüncü Selim’in Nizam-ı Cedid ordusu için kabul ettiği bayraklarda kırmızı renk ve biri ortada, diğerleri 4 köşede 5 tane sarı renkli hilal vardı. İkinci Mahmud devrinde her tarafa kırmızı zemin üzerinde ay yıldızlı bayraklar çekilmiştir. Bu devirde kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusuna ise ortasına Kelime-i Şehadet veya fetih ayetleri işlenmiş siyah bayraklar verilmiş, sancak ismiyle anılmıştır. Bunlar İkinci Meşrutiyet devrine kadar alay sancağı olarak kullanılmış, renkleri kırmızıya dönmüş sırma saçaklı ve bir yüzlerine hükümdar arması işlenmiştir.

Kırmızı zemin üzerine hilal ve yıldız bulunan bayrak, Osmanlılarda ilk defa 1793 yılında devletin resmi bayrağı olarak kabul edildi. Ancak bu bayraktaki yıldız 8 köşeliydi. 1842 yılında Abdülmecid Han zamanında yıldızın 5 köşeli olması kararlaştırılarak Osmanlı bayrağının şekli kesinleşti.

1 Kasım 1922’de saltanatın ilgası üzerine yalnız milli bayrak ve hilafet bayrağı bırakılmış, hükümdarlık bayrağı kaldırılmıştır.

Cumhuriyet devrinde ilk defa olarak 29 Mayıs 1936 tarihli ve 2994 sayılı kanunla Türk bayrağının şekli ve nisbetleri kesin olarak tesbit edilmiş, 28 Temmuz 1937 tarihli ve 2/7175 sayılı kararnameye ilişik 45 maddelik bir tüzük “Türk Bayrağı Nizamnamesi” ile de Türk bayrağının kullanılış şekli nizam altına alınmıştır.

Diğer taraftan bayrak, asırlar boyunca pekçok özel maksatlarla da kullanılmıştır. Mesela sarı bayrak bütün dünyada bulaşıcı hastalık işaretidir. Bir gemide bulaşıcı hastalık (sarı humma, kolera vb.) çıkınca sarı bayrak çekilir ve gemi karantinadan çıkıncaya kadar indirilmezdi. Donanma savaşı esnasında taraflardan birinin bayrağını indirmesi teslim olduğu manasına geliyordu. Spor faaliyetlerinde bir ülkenin bayrağı diğer ülkenin bayrağından yukarıya asılmışsa, o ülke başarı kazanmış demektir. Bu sebeple sulh zamanlarında iki dost ülkeden birinin bayrağını öbürünün bayrağından yukarı asması hakaret sayılır. Seyir halindeki gemilerin birbirleriyle karşılaştıklarında bayraklarını hafifçe indirip, tekrar yükseltmeleri selamlaşma işaretidir. Nitekim askeri törenlerde birlikler bir devlet başkanının veya denetleme subayının önünden geçerken alay filamalarını (bayraklarını) indirerek onu selamlarlar. Bir geminin bayrağını ters çevirip asması, tehlikede olduğunu göstermektedir. Gönderde yarıya kadar indirilmiş bayrak ise yas ifadesidir.

TÜRK BAYRAĞININ ÖLÇÜLERİ

G. Genişlik.

A. Dış ay merkezinin uçkurluktan mesafesi (1/2G)

B. Ayın dış dairesi kutru (1/2 G)

C. Ayın iç, dış merkezleri arası (0, 625 G)

D. Ayın iç dairesinin kutru (0,4 G)

E. Yıldız dairesinin ayın iç dairesinden olan mesafesi (1/3 G)

F. Yıldız dairesinin kutru (1/4 G)

L. Boy (1 tam 1/2 G)

M. Uçkurluk genişliği (1/30 G)

BAYRAK KOŞULLARI

(Bkz. Atletizm)

BAYRAM

Dini ve milli bakımdan ehemmiyeti olan, milletçe her sene kutlanan gün veya günler. Bayram kelimesinin çok eskilerde kullanıldığına dair elde bir delil yoktur. Ancak İslamiyetten sonra bayram manasına gelen "iyd" kullanılmıştır. Her yıl Müslümanların sevinçli neşeli günleri tekrar geldiği için böyle günlere iyd, yani bayram denilmiştir.

İslamiyetten önce kavimler, devletler kendi inanç, örf ve adetlerine göre belli günleri kendileri için kutsal kabul etmişler ve bu günleri çeşitli ayinlerle kutlamışlardır. Dede Korkut Hikayelerinde, hanların başa geçmelerini, doğum ve zaferlerini kutlamak için toplandıkları, şölenler tertib ettikleri, ölümleri için yuğ, yani yas merasimi yaptıkları bilinmektedir.

İslam dininde bayramlar; Arabi aylardan Şevval ayının birinci günü Ramazan bayramı, Zilhicce ayının onuncu günü Kurban bayramıdır. Ramazan bayramı, üç gün, Kurban bayramı ise dört gündür. Müslümanlar bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zira bu günler, günahların affedildiği, birlik ve beraberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günler olması bakımından sevinç ve neşe kaynağıdır. Bayramlarda yapılması gerekli vazifelerden bazıları şunlardır:

Bayram günlerinde herkes temiz ve iyi giyinir, çocuklara yeni elbiseler alınır, yoksullar, yetimler sevindirilir, dost akraba ziyaret edilir. Dargınlar barıştırılır. Ekseriya bayram namazlarından sonra kabristanlar ziyaret edilerek, geçmişler, akrabalar, din büyükleri için Kur'an-ı kerim ve dualar okunur.

Peygamber efendimiz Medine'ye hicret edince, Medinelilerin cahiliye adetlerinden kalma bayramları kutladıklarını görünce; "Allahü teala size onlardan daha hayırlı iki bayram (Ramazan ve Kurban Bayramı) ihsan etti." buyurarak Müslümanlara sevinç ve neşe günlerini bildirmiştir.Yine buyurdu ki: "Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua, tövbe reddolmaz. Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramının birinci geceleri, Şaban (ayı)nın on beşinci (Berat) gecesi ve arefe gecesi."

Ayrıca İslam büyükleri bir Müslümanın Allahü tealanın emirlerine uyup yasaklarından sakınarak, günah işlemeden, haram lokma yemeden geçirdiği günleri de bayram kabul etmişlerdir.

Hazret-i Ali bir kalabalığı eğlence içinde görüp böyle eğlenip neşelenmelerinin sebebini sorduğunda onlar: "Bugün bayramımızdır." dediler. Bunun üzerine hazret-i Ali de; "Günah işlemediğimiz günler de bizim bayramımızdır." buyurdu.

Yine Müslüman ruhunu teslim (vefat) edeceği zaman rahmet meleklerini, Cennetteki nimetleri görüp onları görmenin zevkiyle can verme vakti de Müslümanın bayramı olduğu bildirilmiştir.

Dini manalarda kullanılan bayramlara, Cumhuriyetin ilanından sonra milli bayramlar da eklenmiştir. Her sene büyük merasimlerle kutlanan Cumhuriyet, 23 Nisan, 19 Mayıs Gençlik ve Spor, 30 Ağustos Zafer Bayramı, milli bayramlarımızdandır.

BAYRAM ALAYI

Osmanlı Devletinde Ramazan ve Kurban bayramlarında yapılan merasim. Padişah bayram sabahı bazan Hırka-i Şerif dairesinde ve bazan da saray mescidinde sabah namazını cemaatle kılar ve sonra has odaya gelirdi. Bundan sonra Bayram namazına gidiş hazırlıkları başlardı. Padişah tahtına gelip, oturmadan önce, akraba ve yakınlarına hil’atlar giydirip tahtın sol tarafında bekletilirdi. Bunların arkasında devlet erkanı rütbelerine göre dururlardı.

Padişah bayram namazı için kalktığında sadrazam sağında ve babüsseade ağası solunda olduğu halde büyük bir alayla yola çıkılırdı. Bayram namazı genellikle Sultan Ahmet ve bazan da Ayasofya Camiinde kılınırdı.

Bayram namazından sonra sadrazam, vezirler ve diğerleri dışarı çıkıp padişahı beklerler ve sonra alayla kubbe-i hümayuna kadar gelirlerdi. Burada bayramlaşma merasimini Babıali teşrifat kalemi idare ederdi. Herkes yerini aldıktan sonra, padişah, muzıka-i hümayun efendilerinin “Aleyke avnullah” ve “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var.” sesleri arasında tahta oturur ve bu esnada mehteran bölüğü tarafından hünkar marşı çalınırdı. Teşrifata uygun olan bu merasim, son zamanlarda umumiyetle Dolmabahçe Sarayı muayede (bayramlaşma) salonunda yapılırdı.

BAYRAM NAMAZI

Müslümanların dini bayramı olan Ramazan ve Kurban bayramlarının birinci günü güneş doğduktan yaklaşık 45 dakika sonra erkeklere vacib olan ve cemaatle kılınan iki rek'atlık namaz.

Bayram namazları hicretin birinci yılında vacib kılındı. Bayram namazlarının şartları Cuma namazının şartları gibidir. Fakat burada hutbe, sünnettir ve namazdan sonra okunur.

Bayram namazında ezan ve ikamet okunmadan imam efendi vacib olan iki rek'at bayram namazı kıldırmaya, cemaat de vacib olan bayram namazını kılmaya ve imama uymaya diye niyet eder. "Allahü ekber" diye iftitah (namaza başlama) tekbiri alınır. Eller bağlanarak hep birlikte birinci rek'atte Sübhaneke okunur. Sonra imam yüksek sesle, cemaat de yavaşça, elleri üç defa kulaklara kaldırarak "Allahü ekber" diye tekbir alınır. Birinci ve ikincisinde yanlara salınır. Üçüncüsünde göbek altına bağlanır. İmam Fatiha ve Kur'an-ı kerimden bir miktar okuduktan sonra, rüku ve secdeler yapılır. İkinci rek'ate kalkılır. İkinci rek'atte imam içinden besmele çekip yüksek sesle Fatiha ve Kur'an-ı kerimden bir miktar okur. Sonra eller üç defa kulaklara kaldırılarak tekbir alınır ve eller yanlara bırakılır. Dördüncü tekbirde eller kulaklara götürülmeyip rükuya eğilinir. Secdeler ve ka'de-i ahire (son oturuş) yapılıp selam verilerek namaz bitirilir. Bayram namazının kılınışı, unutmamak için "iki salla bir bağla, üç salla bir eğil" diye ezberlenir.

Fıtır (Ramazan) bayramında namazdan önce tatlı (hurma veya şeker) yemek, gusl etmek (boy abdesti almak), misvak kullanmak, yeni elbise giymek, fıtrayı namazdan önce vermek, yolda yavaşca tekbir okumak sünnettir.

Yine Kurban Bayramı namazından önce de gusletmek, misvak kullanmak, yeni elbise giymek güzel koku sürünmek, bir şey yememek, namazdan sonra önce kurban eti yemek; namaza giderken, yüksek sesle, özrü olanın ise yavaşca, tekbir getirmesi sünnettir.

BAYRAM PAŞA

Osmanlı vezir-i azamlarından. İstanbul’da doğmuştur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Gençliğinde Yeniçeri Ocağına girip sırasıyla Ocak Ağası, Kul Kethüdası ve 1623’de Yeniçeri Ağası oldu. 1625 yılında vezirlik rütbesiyle Mısır Valisi olan Bayram Paşa, İstanbul’da Kubbe Veziri bulunduğu sırada Tabanı Yassı Mehmet Paşanın azli üzerine vezir-i azam tayin edildi (Şubat 1636).

Dördüncü Murad Bağdat Seferine çıkışında Bayram Paşayı da yanına aldı. Ancak ordu Urfa’ya yakın Celab mevkiine geldiğinde Bayram Paşa vefat etti (Eylül 1638). Cenazesi İstanbul’a nakledilip Cerrahpaşa’daki türbesine defnedildi.

Dördüncü Murad, Bayram Paşayı takdir ettiği için vefatını duyunca çadırına gelip ağlamıştır. Paşa’nın çadırında her konakta padişaha takdim edilecek hediyeleri havi sandıklar bulunmuştu. Sultan Murad bu sandıktaki zırhtan gömlek, miğfer, samur takımıyla esvapları görünce derin bir teessür içinde; “Çok yazık ki, böyle  kadirşinas bir vezirden ayrıldım. Böyle bir vezir az bulunur.” diyerek ruhuna dualar etmiştir.

Bayram Paşanın sadareti bir buçuk sene kadardır. Tedbirli ve iyi idareli, uzağı gören bir devlet adamıydı. İstanbul’da türbesine bitişik bir tekkesiyle, sebil mektebi ve medresesi ve Kayseri’de mevlevihanesi ve Amasya’da bazı hayır eserleri vardır

BAYRAMİYYE

Evliyanın büyüklerinden Hacı Bayram-ı Veli'nin ve talebelerinin tasavvufta takib ettikleri yol, tarikat. Hacı Bayram-ı Veli, hocası Hamidüddin-i Aksarayi (Somuncu Baba) hazretleriyle bir bayram günü tanışmıştı. Bu sebeple hocası ona "Bayram" lakabını verdi. Daha sonra da Hacı Bayram denildi. Onun tasavvufta takip ettiği yolu da bu lakaba izafeten "Bayramiyye" adıyla meşhur oldu. Bayrami dervişleri nefisleriyle sürekli mücahede halinde oldukları, gece gündüz ibadet edip "Savm-ı Visal= kavuşma orucu" tuttukları, bunun neticesi olarak kavuşacakları ilahi nimetlerle, asıl bayramı ahirette yapacaklarını söyledikleri için kendilerine Bayrami, yollarına da Bayramiyye denildiği bildirilmiştir.

Bayramiyye yolunun tarikat silsilesi; Hamidüddin-i Aksarayi, Hace Alaeddin AliErdebili, Sadreddin-i Erdebili vasıtasıyla Safeviyye tarikatının kurucusu Safiyyüddin Erdebili'ye ulaşır. Silsile, Safiyyüddin Erdebili'den sonra İbrahim Zahid-i Geylani'de Halvetiyye, Ebü'n-Necib es-Sühreverdi'de Sühreverdiyye, Kutbüddin-i Ebheri'de Ebheriyye silsilesiyle birleşir. Cüneyd-i Bağdadi ve Hasan-ı Basri hazretleri vasıtasıyla hazret-i Ali'ye ulaşır.

Hamidüddin-i Aksarayi hazretlerinin zahiren Hace Alaeddin Erdebili'den nisbet almakla birlikte, Üveysi olarak Bayezid-i Bistami hazretlerinin ruhaniyetinden de feyz aldığını bildiren kaynaklar vardır. Buna göre Bayramiyye yolunun silsilesi, Hacı Bayram-ı Veli, Hamidüddin-i Aksarayi, Sa'd-i Rumi, İbrahim el-Basri ve Ebü'l-Hasan el-Harkani vasıtasıyla Bayezid-i Bistami'ye ulaşmaktadır. Böylece Nakşibendiyye yolu silsilesiyle de birleşmektedir. Dolayısıyla Bayramiyye yolu Halvetiyye ve Nakşibendiyye yollarını birleştirmektedir.

Hacı Bayram-ı Veli'nin, hocası Hamidüddin-i Aksarayi hazretlerinin Aksaray'da vefatından sonra Ankara'ya dönüp İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya ve talebe yetiştirmeye başladığı 1412 (H.815) senesi Bayramiyye yolunun kuruluşu olarak kabul edilebilir. İlk zamanlar Ankara ve çevresinde yayılan Bayramiyye yolunun bağlıları kısa zamanda çoğaldı. Hacı Bayram-ı Veli hazretleri ve talebelerini çekemiyenler onun saltanat davasına kalkıştığı iddiasını ortaya atarak zamanın Osmanlı Padişahı Sultan İkinci Murad Hana şikayet ettiler. Padişah, Hacı Bayram-ı Veli'yi Edirneye davet etti. Onunla görüşünce hakkında söylenenlerin asılsız olduğuna kanaat getirdi, büyüklüğünü kabul edip özür diledi. Ankara'ya dönmesine izin verdi. Ayrıca Bayramiyye mensuplarından vergi alınmamasını emretti.

Hacı Bayram-ı Veli, Sultan Murad'la görüştükten sonra, hocası Hamidüddin-i Aksarayi'nin kendisine giydirdiği on iki dilimli, kırmızı renkli tarikat tacının rengini beyaza çevirdi, dilim sayısını da altıya indirdi. Ankara'ya dönüşünden vefatına kadar Bayramiyye yolunun esaslarını anlatıp, talebe yetiştirdi. Vefatından sonra Bayramiyye yolu Ankara dışında da yayıldı. Talebeleri, Akşemseddin ve Ömer Sikkini vasıtasıyla Beypazarı ve Göynük'te, Yazıcıoğlu Mehmed ve kardeşi Ahmed Bican vasıtasıyla Gelibolu'da, Şeyh Lütfullah vasıtasıyla Balıkesir'de, Akbıyık ve Hızır Dede vasıtasıyla Bursa'da, İnce Bedreddin vasıtasıyla Larende'de (Karaman), Muslihiddin Halife vasıtasıyla İskilip'te, Uzun Selahaddin ve Molla Zeyrek vasıtasıyla Bolu'da, Şair Şeyhi adlı halifesi vasıtasıyla da Kütahya'da yayıldı.

Hacı Bayram-ı Veli'nin talebeleri, onun vefatı üzerine halifesi Akşemseddin'e biat ettiler. Bayramiyye yolu onun tarafından devam ettirildi. Akşemseddin hazretlerinin kurduğu şubeye Şemsiyye-i Bayramiyye adı verildi. Şemsiyye-i Bayramiyye de Akşemseddin'den sonra halifesi Kayserili İbrahim Tennuri zamanında Tennuriyye adını aldı. Bu Şube de İbrahim Tennuri'nin Şeyh Ali, Şeyh Lütfullah, Şeyh Kasım adlı oğullarıyla Şeyhülislam Ebüssüud Efendinin babası İskilipli Şeyh Muhyiddin Yavsi tarafından sürdürüldü. Tarikat silsilesi dört kişi vasıtasıyla Akşemseddin'in Hamza Şami adlı halifesine ulaşan Bolulu Himmet Efendi, Bayramiyye'nin Himmetiyye şubesini kurdu. Bayramiyye yolu son dönemlere kadar bu şube vasıtasıyla devam etti. Hacı Bayram-ı Veli'nin halifelerinden feyiz olanMuhammed Üftade'nin halifesi Aziz Mahmud Hüdayi'nin kurduğu Celvetiyye yolu da Bayramiyye'nin kolu sayılır.

Bayramiyye yolunun bir kolu da, Hacı Bayram-ı Veli'nin talebesi Ömer Sikkini tarafından kurulan Melamiyye'dir.

Bayramiyye yolunda esas olan cehri yani açık zikirdir. Bazı kolları ve şubeleri ise cehri zikrin yanında hafi, yani gizli zikri de kabul ederler.

Bayramiyye yolunun Ankara'daki dergahının (Asıtane) şeyhliğini Hacı Bayram-ı Veli'nin vefatından sonra büyük oğlu Ahmed Baba yürüttü. Ondan sonra Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin torunu Edhem Baba şeyhlik makamına geçti. Bu zamandan, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı 1925 senesine kadar ailenin en büyük ve en layık oğulları meşihatları padişah beratlarıyla tasdik edilerek şeyhlik vazifesini sürdürdüler. Dergahın yirmi yedinci ve son şeyhi 1945 senesinde vefat eden Şemseddin (Bayramoğlu) Efendiydi.

Bayramiyye yolunun Ankara dışında bulunan tekke ve zaviyeleri ise şunlardı: Edirne'de Ayşekadın Mahallesinde Sultan Hacı Bayram adlı bir zaviye; İstanbul'da Yavuz Sultan Selim Camii yakınlarında Sultan İkinci Bayezid tarafından Bayramiyye tekkesi olarak yaptırılan daha sonra Halvetiyye yolunun Sivasiyye koluna intikal eden Sivasi Tekkesi; Bayramiyye'nin Himmetiyye koluna ait Eyüb civarında Abdi Baba Tekkesi; Topkapı'da Kızlar Ağası Mehmed Ağanın inşa ettirdiği cami içinde Bayezid Ağa Tekkesi; Üsküdar Salacak'ta Emek yemez (Etyemez) Tekkesi; Kağıthane'de Abdüssamed Ağa Tekkesi; Üsküdar Divitçiler'de Bezcizade Muhyiddin Efendi Tekkesi; Şehremini Altımermer'de Tavil Mehmed Efendi Tekkesi; Aksaray'da Cismilatif Tekkesi; Üsküdar'da Nakkaşpaşa'da Himmetzade Tekkesi; Kasımpaşa'da Haşimi Osman Tekkesi.

Bu yapıların birkaçı 1840 senesinde bile arsa halinde bulunuyordu. 1889'da İstanbul'da dört Bayrami tekkesinin faal halde olduğu kaydedilmişti. Tekkelerin kapatılmasından bir yıl önce (1924); Emekyemez (Etyemez), Himmetzade, Fatih Çarşamba'daMehmedAğa Camii, Şehzadebaşı Bozdoğan Kemerinde Helvayi Yakub tekkeleri bulunmaktaydı. Bugün bu tekkeler ya harab halde veya gayesi dışında kullanılmaktadır.

BAYTAR

(Bkz. Veteriner)

BAZ

Alm. Base, Fr. Base, İng. Base. Kimyada alışılagelmiş olarak, sulu çözeltileri acı tatta, sabunumsu kayganlıkta ve fenoltaleini pembeye dönüştüren, asitleri nötralize eden kimyasal bileşikler. Alkali metal hidroksitleri (potasyumhidroksit ve sodyum hidroksit) ve toprak alkali metalhidroksitleri (kalsiyum hidroksit ve mağnezyum hidroksit) kuvvetli bazlardır. Çünkü bu bileşikler sulu çözeltilerde (hidroksit iyonu ve metal iyonu vererek) hemen hemen tamamen ayrışırlar. Alkali terimi bazın kuvvetli olduğunu belirtmede kullanılır. Zayıf bir baz, mesela amonyum hidroksit (NH4OH), iyonlarına tamamen ayrılmayan bir bazdır.

Periyodik cetvelde soldan sağa gidildikçe bazik karakter azalır. Mesela alkali metal hidroksitleri, toprak alkali metal hidroksitlerinden daha kuvvetli bazlardır. 3A grubu metallerinin hidroksitleri (mesela Al(OH)3) ise zayıf bazdır. Hatta Al(OH)3 hem asit, hem baz karakteri gösterir. Böyle bazlara “amfoter baz” denir. Ayrıca aynı grup içinde yukardan aşağıya inildikçe de bazlık artar. Mesela alkalimetal hidroksitleri içinde en kuvvetli baz, sezyum hidroksit (CsOH)dir.

Arrhenius (1887) bazı, sulu çözeltilerine hidroksid (OH-) iyonu veren bileşikler olarak tarif etmiştir. Bundan daha modern bir tanımlamayı Lowry ve Brönsted (1923) vermişlerdir. Bunlara göre baz, hidrojen iyonları tutabilen molekül veya molekül kısımlarıdır. Bu tarife göre de (OH-) iyonları hızlı bir şekilde proton tutarlar. Lewis (1916), protona verilen özel rolü elektron çiftlerine vererek daha geniş kapsamlı bir teori geliştirmiştir. Bu tariflerden sodyum karbonat (Na2CO3), kalsiyum oksit (CaO), amonyak (NH3) ve klorür (Cl) gibi (OH-) ihtiva etmeyen bileşiklerin de baz oldukları anlaşılıyor. Çünkü bunların hepsi çözeltide hidrojen iyonları tutarlar. Su (H2O) aynı konsantrasyonda (H3O+) ve (OH-) iyonlarına ayrışır. Böylece su hem baz hem de asid olarak davranır. Çünkü (H3O+) proton verir, (OH-) iyonu ise proton tutar.

Bazlar genel olarak, metal oksitlerinin su ile reaksiyonlarından elde edilir. Mesela sodyum oksit su ile kuvvetli bir baz olan sodyum hidroksidi verir:

Na2O + H2O ® 2NaOH

Organik kimyada baz terimi amin ve alkaloitler için kullanılır. Organik bazlar genellikle zayıf bazlardır.

BAZALT

Alm. Basalt, Fr. Basalte, İng. Basalt. Volkanik hareketler sonucu teşekkül eden bir volkanik kaya sınıfı. Bazaltlar, volkanik kayaların en bol bulunanlarıdır. Dördüncü jeolojik devirlerde meydana gelmiş volkanik hareketlerin olduğu bölgelerde çok bulunurlar. Günümüz volkanlarının birçoğu bazaltik maddeler püskürtmektedir.

Bazaltlar başlıca kalsiyum-sodyum feldspattan müteşekkil olup augite denilen bir silikat sınıfını da ihtiva etmektedir. Tali olarak manyetit (Fe3O4) ve ilmenit (FeO. TiO2) gibi demir cevherleri de bulunmaktadır.

Birçok bazalt türü mevcuttur. Çoğu olivin (MgFe)2 SiO4 ihtiva eder ki bunlar olivin bazaltları olarak bilinir. Daha nadir olarak kuvars, kahverengi mika vs. mineraller ihtiva eden bazaltlar da vardır.

Yapı bakımından ince kristallerden kaba kristal kütlelere kadar tiplerde bulunurlar. Genel olarak koyu siyah renkli ufak kristalli camsı kütlelerdir. Yalnız olivin minerali mikroskopsuz (gözle) fark edilebilir.

Bazalt lavları volkanlardan çıkarken içerlerindeki gazlar da uçar ve taşın içinde boşluklar husule gelir. Bunlara boşluklu bazalt veya dişi bazalt denir. Bu boşluklar sonra çeşitli mineraller (kalsit, kalseduvan veya zeolit) ile dolar. Bunlara da zeolitli bazalt adı verilir.

Bazaltlar yeryüzünde çok rastlanan taşlardan biridir. Mesela Hindistan’da Dekkan bölgesinde 2000 m kalınlıktaki bazalt platosu Hindistan’ın üçte birini kaplamaktadır.

Türkiye’de Diyarbakır, Urfa Ovasında Karacalı Dağ volkanından çıkan bazalt lavları yarı çapı 130-140 km olan bir daire şeklinde yayılmıştır. Keza, Batı ve Orta Anadolu’da yatay şekilli ve siyah renkli bazalt tabakaları uzaklardan dikkati çeker.

Bazalt, yoğun ve sert olduğundan, basınca karşı mukavemeti en çok olan taştır. Granitten daha serttir. Bundan dolayı her yerde inşaat taşı, parke, balast, mıcır yapımı için faydalı olup, Türkiye’de birçok vilayetlerde yapı işlerinde kullanılan yegane taştır. Urfa, Antep, Diyarbakır civarında ve Trakya’da Çorlu dolaylarında bazaltlardan mıcır yapımında istifade edilir. Gevşek ve gevrek olan bazalt tüfleri çok poröz (sünger gibi gözenekli) olur. Bu özelliklerinden dolayı da hafif yapı malzemesi ve 1300 oC’de eritilenler de asitlere dayanıklı gereç yapımında kullanılır.

BCG

(Bkz. Aşı)

BEDEN EĞİTİMİ

Alm. Leibeserziehung (f),Fr. Culture physique (f), İng. Physical training. Vücudun çeşitli kısımlarını güçlendirmek için yapılan hareketler. Bu hareketler, kol, bacak, kalça, omuz, bel ve karın kaslarını güçlendirir. Ayrıca kişinin sağlıklı bir hayat  sürmesini sağlar. Beden eğitiminde hareketler aletli veya aletsiz olarak yapılabilir. Aletli hareketler, top, labut, ip, barfiks vb. aletlerle yapılır.

Aletsiz yapılan ritmik hareketler bilhassa kalp ve dolaşım sisteminin düzenli çalışmasını sağlar. Her sabah yataktan kalktıktan sonra bir program dahilinde 10-15 dakika yapılacak hareketler, sabah uyuşukluğunu giderdiği gibi insana zindelik kazandırır.

Beden eğitiminin tarihçesi: Eskiden beri insanlar çocuklarını günlük hayata, zamanın yaşayış tarzına uyacak biçimde yetiştirmek için, onlara güreşmelerini, zıpkın ve ok atmasını öğretirlerdi. Büluğ çağlarında avlanır, savaşa hazırlanırlardı.

Kazılardan anlaşılan bilgilere göre, beden eğitimini programlı bir şekilde ilk defa uygulayan eski Yunanlılar olmuştur. Spor sahaları “gymnasion” lar açılmıştır. Gymnasion Yunanca “çıplak” anlamına gelen “gymnos” (gümnes) sözünden türetilmiştir. Beden eğitimi o çağlarda çıplak olarak yapılırdı. “Cimnastik” kelimesi “gymnosium” kökünden gelmektedir. Yeni çağda beden eğitimini sistemli bir hale getiren ilk ülke Almanya olmuştur. Almanların daha ziyade aletli beden eğitimi sistemi, geniş ölçüde alet kullanmaya dayanmıştır. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Pehr Hanrik Ling ile oğlu Hjalmar İsveç cimnastiğini kurmuştur. Avrupa ülkeleri daha ziyade İsveç cimnastiğinden İkinci Dünya Savaşına kadar askeri alanda faydalanmışlardır.

Gene 19. yüzyılın başlarında Danimarka ve İngiltere’de beden eğitim usulleri geliştirilmiş, programlar yapılarak çeşitli başarılar sağlanmışdır.

Türklerde beden eğitimi: Türkler Orta Asya’da  aletli veya aletsiz olarak savaşa hazırlayıcı idmanlara önem vermişler, programlı çalışmalar yapmışlardır. Bu arada binicilik, güreş, okçuluk, cirit atma, av, koşu ve çevgen gibi sporlarda gençlerin yetiştirilmesi önem kazanmıştı.

Osmanlılarda da at ve ok meydanları, pehlivan tekkeleri kurulmuş, buralarda yeniçeriler eğitilip savaşa hazırlanmıştır. Osmanlılar ata binmekte, ok ve cirit atmada hüner sahibiydiler. Osmanlı padişalarından Dördüncü Murad’ın atmış olduğu oku bugün dünya şampiyonları bile atamamaktadır. Osmanlılarda zamanla gelişen cemiyet yardımı karekterini taşıyan “Tulumbacılık” teşkilatının hazırlık için yaptığı faaliyetleri de beden eğitimi çalışmalarından sayılabilir.

Yurdumuzda bugünkü anlamıyla beden eğitimi Tanzimattan sonra başlamıştır. İlk olarak, Mekteb-i Sultanide (Galatasaray Lisesinde) beden eğitimi dersi konulmuştur. Yurdumuza İsveç cimnastiğini getiren Selim Sırrı Tarcan’dır (1911). Onun öncülüğü ile bu sistem Türkiye’de uygulanmaya başlamıştır. Yirminci yüzyılla birlikte futbol kulüplerinin kurulmasıyla boks, tenis, güreş, bisiklet, yelken, kürek, yüzme, atletizm gibi sporlar kulüp faaliyetleri arasında yer almaya başladı ve geliştirildi.

Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü de 1938’de yayınlanan bir kanunla kuruldu. Gayesi, milletin bedeni ve ruhi olarak sağlıklı gelişmesini sağlamak, cemiyete faydalı nesiller yetiştirmektir.