BAKTERİ (Bakteria)
Alm. Bakterie (f), Fr. Bacterie, İng.Bacteria. Gözle görülemeyecek kadar küçük, tek bir hücreden meydana gelen mikroorganizma. Normal bir hücrenin yaptığı bütün işleri yapamadıklarından va bazı organelleri eksik olduğundan mütekamil hücre sayılmazlar. Bakteriler mikroorganizmaların temel ve en büyük sınıfıdır.
Sayılamayacak kadar çok çeşidi bilinmesine rağmen, bunlardan sadece çok küçük bir miktarı insan vücudunda yaşayabilir ve yine bunların çok azı insanda hastalık yapma özelliğine sahiptir. Hastalandırıcı bakterilere örnek olarak tüberküloz basili, difteri, tetanos, tifo amili bakteriler sayılabilir. Sür’atli çoğalırlar; uygun bir ortamda bir bakteri hücresi 24 saat içinde 70 milyon bakteriye dönüşebilir. Dünya üzerinde bakteriden arınmış bir yer bulmak hemen hemen imkansızdır.
Her ne kadar Fransız bilgini Louis Pasteur insan ve hayvan hastalıkları ile bakteriler arasındaki ilişkiyi keşfeden ilk kişi olarak bilinirse de, ondan 300 sene evvel yaşamış, Müslüman Türk alimi Akşemseddin, bazı hastalıkların canlı tohumlarla insandan insana nakledildiğini bildirmiştir.
Pasteur’den sonra bir diğer ilim adamı Robert Koch, belli bakterilerin belli hastalıkları yaptığı konusunda belli kurallar ortaya koymuştur. Koch’un kuralları: 1) Bakteri, kişinin hastalıktan etkilenen kısmında bulunur. Bunun için, bakteriyi tanımak maksadıyla, kişinin boğaz, kulak gibi belli yerlerinden materyal alınmalıdır. 2) Bir başka vücutta gelişmiş olan mikroorganizmalar, diğer bir vücuda girerek aynı hastalığı ortaya çıkarabilirler. R. Koch, 1876’da şarbon basilinin sporlarını keşfetmiş ve hastalığın bakteri tarafından imal edilen bir zehirli madde tarafından meydana getirildiğini iddia etmiştir. Aynı ilim adamı 1882'de verem mikrobunu keşfetmiş, 1883’te kolera mikrobunu bulmuştur. 1905’te frengi hastalığının mikrobunu ortaya koymuştur. Elias Medchnikov’un bağışıklık üzerindeki çalışmaları önemlidir. Emil Beering de (1854-1917) antitoksin ilminin ve serum tedavisi metodlarının kurucularındandır.
Bakteriler yaşadıkları şartların dışındaki durumlara karşı çok hassastır. Bu, onları kontrolde büyük bir avantaj sağlamaktadır. Mesela kendi yaşadıkları sıcaklığın altında veya üstünde bir ısıda uzun müddet canlı olarak dayanamazlar. Bu sebeple cerrahi ve diğer tıbbi aletler 15 dakika süreyle kaynatılarak mikroptan arıtılabilmektedir. Kuruluk, bakterilerin yaşamasını engelleyen bir diğer durumdur. Günışığı, bazı bakterileri öldürmektedir. Aerob bakteriler denen grup, hava olmadan yaşayamazlar. Keza anaerob bakteriler yaşamak için mutlaka havasız ortama muhtaçtırlar.
Hastalık yapıcı bakterilerden çoğu ortama toksin denilen bakteri zehirlerini salarlar. Toksinlerden bazıları bakteri faaliyetteyken ortama salınır. Bir kısım bakteri parçalandıktan sonra da ortama zehirli maddeler çıkar. Vücudun bakterilere karşı savunma ölçülerinden birisi antitoksinlerdir. Antitoksinler bakteri maddelerine karşı vücutta imal edilen ve bakteri zehirlerini zehirsizleştiren maddelerdir. Bakteri genellikle vücutta kendisine karşı olan bir madde ile zararsızlaştırılır. Bu maddeler bakteriye, bakteri maddelerine karşı özel maddelerdir. Bakterilere karşı vücudun dirençli olmasından daha önemli olan iş, günlük eşya ve aletlerin bakterilerden temizlenmesidir. Bakteri bulaşığı olabilecek maddelerle temastan sonra iyice temizlenmek, sık sık yıkanmak gereklidir.
Bakterilerin yuvarlak olanlarına “kok”, çomak şeklinde olanlara “basil”, virgül şeklinde olanlara “vibriyo”, helezon (spiral) şeklinde olanlara da “spiroket” denilir. Kokların da muhtelif şekilleri vardır. Çift olanlara diplokok, tesbih dizisi gibi olanlara streptokok, üzüm salkımı şeklinde olanlara stafilokok denilir. Bunlara birer misal vermek icab ederse; diplokok için bel soğukluğu amili olan gonokoku, basiller için verem, şarbon için tetanoz ve tifoyu, vibriyo için kolerayı, spiroketler için de frengi amilini sayabiliriz.
On dokuzuncu yüzyılda temelleri atılan bakteriyoloji günümüze kadar çok büyük değişmeler ve yeniliklerle gelmiştir. Temizlikten başka, suların mikropsuzlaştırılması, bakterilere karşı özel ilaçlar bulunması, artıkların uygun şekillerde zararsızlaştırılması ile bakterilere karşı önemli mesafe alınmıştır. İyot ve alkol gibi antiseptik maddeler, aşı ve serum gibi bağışıklık maddeleri, antibiyotik ilaçlar insanların bakterilerle olan hastalıklarından önemli derecede korunmasını sağlamıştır. Bakteri denilince sadece insanları hastalandıran mikroskobik amiller akla gelmemelidir. Bakterilerin bir kısmı da insanlar için faydalı işler yaparlar. Mesela bakteriler olmasaydı, insan ve hayvan cesetleri çürüyemez ve binlerce yıl boyunca oldukları gibi kalırlardı. Böyle bir dünyada belki de adım atacak yer kalmazdı. Havadaki azotu bağlayarak toprakta nitratları teşekkül ettiren bakteriler, bitkilerin büyüme ve gelişmesinde son derece lüzumlu ve önemlidirler. Bunlardan başka çeşitli maya bakterileriyle peynir, yoğurt gibi maddeler meydana gelmekte, yine aynı şekilde birçok kimyevi maddeler ve ilaçlar elde edilmektedir. Yapılan son araştırmalar, asrımızın en önemli ihtiyaç maddelerinden olan petrolün de milyonlarca sene önce yaratılmış ve ölmüş canlıların cesetlerinin bakteriler tarafından çürütülmesiyle teşekkül ettiği zannını kuvvetlendirmektedir.
Azerbaycan’ın başşehri. Nüfusu 1.700.000'in üzerindedir. Apşeron Yarımadasının güney kıyısında, Bakü Körfezinin meydana getirdiği geniş yayın üzerinde bulunur. Bakü Körfezi, Hazar Denizinin en muhafazalı limanıdır. Apşeron Yarımadası da kuzeyden esen güçlü Hazri rüzgarlarına karşı körfezi korur.
Bakü’nün tarihi çok eski tarihlere dayanır. Şirvanşahlar zamanında (M.S. 11. yüzyıl) başkent olmuştu. Daha sonraları Moğol işgaline uğradı, İranlılarla Ruslar arasında el değiştirdi ve sonunda 1806’da Rus topraklarına tamamen katıldı. 1920’de de Azerbaycan’ın başşehri oldu.
Bakü’nün önemi, eskiden Sovyetlerin en büyük şehirlerinden biri olarak, petrol sanayii ve yönetim merkezi oluşundan kaynaklanırdı. Bakü’de petrolün varlığı 8. yüzyıldan beri bilinmekteydi. 15. yüzyılda sığ kuyulardan petrol çıkarılmasına başlanmıştı. Romanya’da Ploeşti yakınlarındaki ilk petrol çalışmalarından hemen sona Bakü’de de 1872’de modern tekniklerle petrol çıkarılmaya başlanılmıştır. 20. yüzyılın başlarında dünyanın en büyük petrol bölgesi olan Bakü, 1940’lara kadar Sovyetlerin en büyük petrol sahasıydı. Ancak günümüzde rezervlerin çoğu tükenmiştir. Artık çok derinlere inilmesi ve denizde sondaj yapılması zarureti doğmuştur.
Bakü, körfezin çevresinde kat kat yükselen bir şehir görünümündedir. “İçeri Şehir” denilen eski Bakü tepede kurulu olup etrafı surlarla çevrilidir. Surlar ve 27 m yükseklikteki 12. yüzyıl yapısı olan Kız Kulesi hala ayaktadır. İçeri Şehir, labirenti andıran dar sokakları ve eski binaları ile ilginç bir manzaraya sahiptir. Eski yapılardan başta Sink Kale Camii ve minaresi, Şirvanşahlar Sarayı, Adalet Sarayı (Divan Han) ve Cuma Meşhed Minaresi olmak üzere cami, saray ve türbeler önem taşır.
İdari etkinliklerin yer aldığı modern şehir, eteklerde gelişmiştir. Çevredeki uydu sanayi şehirlerinde 500.000’i aşkın kişi yaşar. Kazıklar ve sondaj platformları üstünde kurulmuş petrol semtleri de Hazar Denizinin iç kesimine doğru uzanmaktadır.
Teknoloji alanında gerçekleştirilen gelişme; petrol arıtma sanayiinin, petrokimya sanayiinin, bilhassa petrol çıkarmak için gerekli araç-gereç yapımının geliştirilmesinde kullanılmıştır.
Bu uzmanlık dallarına gemi yapımı ve onarımı ile elektrikli makine üretimi, kimyasal madde, çimento, kumaş, ayakkabı ve besin sanayilerinin de eklenmesiyle, Bakü büyük bir sanayi merkezi olmuştur.
Başta gelen bir kültür ve eğitim merkezi olan Bakü’de bir üniversiteyle birçok yüksek öğretim kurumu vardır. Yükseköğretim kurumlarından petrol ve kimya sanayii ile ilgili olanı sahasında uzmanlaşmıştır. Azerbaycan Bilimler Akademisinin bünyesinde birçok bilimsel araştırma birimi vardır. Bakü’de nüfusun çoğunu Azeriler teşkil ederken önemli oranda Rus ve Ermeni nüfus da yaşar.
Azerbaycan'da bugünkü Bakü'nün doğusunda kurulmuş olan Türk hanlığı (1749-1806). İran hükümdarı Nadir Şah'ın öldürülmesi üzerine, 1747 yılında Mirza Muhammed tarafından kuruldu. Mirza Muhammed, 1768 yılında ölünceye kadar devletin bağımsızlığını korudu. Ölümünde yerine küçük yaştaki oğlu Mehmed geçti. Bu yüzden hanlık, Mirza Muhammed'in hemşiresi ve Kuban hanı Feth Ali'nin hanımı Tuti Bike tarafından idare edildi. Feth Ali Hanın ölümünden bir müddet sonra Bakü, Ruslar tarafından işgal edildi (1796). Mehmed'in oğlu Hüseyin Kulu Han, tam yirmi iki yıl (1806-1828) Ruslarla mücadele etti ise de, Bakü'yü almaya muvaffak olamadı. Neticede hanlık tamamiyle Rus hakimiyeti altına girmiş oldu.
Alm. Honig, Fr. Miel, İng. Honey. Bal arısının (Apis mellifica) çiçek nektarlarından (balözü bezleri) topladığı özsu içindeki sakkarozun, arının midesinde değişme (invesiryonu) ile husule gelen madde. Bir kovanda bulunan üç cins arıdan işçi arılar petekleri bal ile doldururlar ve gözlerinin üstünü balmumu ile örterler. Sonbaharda kovandan alınan peteklerdeki bal, ya ısıtılarak (eritilmiş bal) veya sıkılarak yahut da santrüfüj ile (süzme bal) elde edilir.
Açık sarıdan kırmızımsı sarıya kadar değişen renkte, kendine has özel kokuda, tatlı lezzetli, koyu şurup kıvamında bir sıvıdır. Tazeyken şeffaf olduğu halde zamanla içinde glikoz kristalleri teşekkül ederek yoğun bir hal alır.
% 62-83 kadar şeker ihtiva eder. Bunun yanında bir miktar sakkaroz ile dekstrin de vardır.
Kullanılışı: İhtiva ettiği maddelerden ve vitaminlerden dolayı besleyici olarak kullanılır. Bilhassa çocuklarda yumuşatıcı bir tesiri vardır. Mideyi ve gözleri kuvvetlendirir, balgamı keser, boğaz ağrılarına iyi gelir. Bal bütün hastalıkların ilacıdır. Hadis-i şerifte; “Ölümden başka her derde şifadır”, “Üç şey bedeni besler: Güzel koku, yumuşak kumaştan güzel elbise ve bal yemek.” buyuruldu. Balda yetmiş peygamberin duası vardır.
Bel ağrıları için petekli baldan 100 gr, erimiş iç yağı ile bir havanda dövülüp bele sarılırsa ve böylece üç gün devam edilirse ağrıdan eser kalmaz.
Akıl ve fikre fevkalade kuvvet verir.
Ilık suda şerbet yapılıp içilirse kuvvetli müshil tesiri yapar.
Kanı temizler, deveranı kolaylaştırır.
Kalp çarpıntılarını önler.
Mideye ferahlık verir. Halbuki şeker mideyi kızdırır.
Sıcak içilirse yedi dakikada, soğuk içilirse yirmi dakikada kana karışır.
Hazım için kat’i devadır. Karbonata lüzum yoktur. Karbonat mide için zararlıdır.
Kansızlar için kan deposudur.
Kemik hastalığı için kat’i devadır.
Asabı bozulanların ve uykusuzların asabını teskin eder.
Süt ile bal bol sulandırılıp içilirse şeritleri öldürür.
Ilık bir beze sürülüp boğaza sarılırsa boğaz ve gırtlak ağrıları derhal kesilir.
Bir miktar bal sirke ile karıştırılıp ağız çalkalanırsa ağızda koku kalmaz.
Karın ağrılarını keser.
Bal arısının iğnesi romatizmaya devadır. Romatizmalı uzvu ara sıra iğneletmek faydalıdır.
Yatağını ıslatan çocuklara bal yedirilmelidir. Islatma kesilir.
Kaynatılmış olan ada çayına biraz sirke, biraz da bal karıştırılarak gargara edilirse, boğaz anjinini tedavi eder. Bademcikler iyi olur.
(Bkz. Arı)
On üçüncü asır başlarında Kutbeddin Aybek tarafından kurulan Delhi Memluk İmparatorluğunun İltutmuş’tan sonraki en büyük hükümdarı. Doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemektedir. İltutmuş’un çocukları, zamanında çökmeye ve dağılmaya yüz tutan devleti yeniden kuvvetlendirmiş, Hindistan’ı Moğol istilasına karşı korumaya muvaffak olmuştur. Sonradan Alaaddin Kalaç’ın Hindistan’da İslam nüfuzunu genişletip kuvvetlendiren parlak fütuhatına bir zemin hazırlamıştır.
Balaban, İltutmuş devrinde Delhi İmparatorluğu’nda görev aldı ve kısa zamanda emir-i şikar ve ardından mirahurluğa getirildi. 1246 yılında Sultan Nasıreddin Mahmud’un naibi oldu. 1249’da kızını Sultan ile evlendiren Balaban, çok geçmeden Han-ı azam yani Uluğ Hanlık gibi yüksek bir mevkıi ele geçirerek ordudaki üstünlüğünü de sağladı. Bu görevi sırasında 1258’de Moğol ordularını peşpeşe bozguna uğratarak, binlerce Müslüman ve Hintli esiri kurtarmaya muvaffak oldu. Şubat 1266’da Nasıreddin Mahmud ölünce yerine halefi olmayınca, akrabalık dolayısıyla Balaban tahta geçerek, Gıyaseddin ünvanını aldı.
Balaban ilk olarak devlet idaresini sağlamlaştırdı. Başkent civarındaki ormanlık sahalarda yaşayan Meoları itaatı altına aldı. Balaban’ın en büyük düşüncesi Moğol tehlikesiydi. Bu sebeple Hindistan’da yeni fütuhatta bulunmaktan ve imparatorluğunu genişletmekten çekiniyordu. Hatta bu tehlikeyi fırsat bilen ve aynı zamanda merkeze çok uzakta bulunan Bengal Valisi Tuğrul Han, Balaban’a isyan etti. Üzerine gönderilen kuvvetleri bozdu. Bu duruma son derece sinirlenen ve isyanın büyümesinden endişe eden Balaban, bizzat sefere çıktı. Bengal’in bataklık topraklarında binbir zorlukla ilerleyen muazzam ordu, Tuğrul Han tehlikesini ortadan kaldırmadan geri dönmedi. Lahnauti’ye dönen Balaban, Tuğrul Han ile işbirliği edenleri şiddetle takib ettirdi ve hepsini cezalandırdı. Daha sonra Bengal’in idaresini Buğra Hana bırakarak Delhi’ye döndü.
Bu sırada Multan’da bırakılan büyük oğlu Muhammed de gelerek kendisini tebrik etti. Sind ve Pencab işlerini yakından takib eden Sultan, Moğollara karşı dikkatli davranılmasını emretti. Şehzade daha sonra Multan’a döndü. 1285’te Afganistan’da Herat valisi olan Moğol Timur Han kuzeybatı Hindistan’a girdi. Süratle yetişen şehzade Muhammed bu Moğol ordusunu bozguna uğrattı. Ancak şehzadenin bu sırada öğle namazına durmasını fırsat bilen Moğollar ani bir baskınla onu şehid ettiler ve maiyetini de esir aldılar. Büyük bir edebi kültüre sahip, çok ciddi ve iradeli bir kişi olan Emir Hüsrev Dehlevi başta olmak üzere maiyetinde birçok şair ve alim bulunduran ve onlara çok hürmetkar davranan sevgili veliahdının ölümü, ihtiyar sultanı çok sarstı ve sıhhati bozuldu. Çok geçmeden 1286 yılında vefat etti.
Delhi Memluk İmparatorluğunu 40 seneden fazla idare eden Gıyaseddin Balaban, ortaçağ Hint tarihinin en mühim simalarından biridir. Memleketin çok nazik bir zamanında başa geçerek bilhassa Moğol tehlikesine yılmadan karşı koyması, kuvvet ve cesaretini göstermektedir. Balaban, cemiyetin ve fertlerin psikolojilerini çok iyi bilen tecrübeli bir devlet adamı, ince bir diplomat, mahir ve cüretli bir kumandandı. Rivayete göre 80 yıldan fazla yaşadığı halde, iradesinden ve çalışma kudretinden hiçbir şey kaybetmemişti. Ancak imparatorluğun istikbalini emniyetle bırakabileceği büyük oğlunun ölümü, hayatında gördüğü en acı darbe oldu. Bu sadece müşfik bir baba kalbinin yaralanması değil, ayrıca imparatorluğun istikbalini birdenbire tehlikeye düşmüş gören ihtiyar bir hükümdarın ızdırabıydı.
Alm. Gefleckter Schierling, Fr. Grande Cigué İng. Poison-Hemlock (Poisonous Herb). Familyası: Maydonozgiller (Umbelliferae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Hemen hemen bütün Anadolu’da yetişir.
Mayıs-ağustos ayları arasında küçük ve beyaz renkli çiçekler açan, duvar, yol ve tarla kenarlarında çok görülen, 1-2 m yüksekliğinde 2 yılık, fena kokulu ve çok zehirli bir bitki. Ağu otu da denilmektedir. Gövdelerinin üzerindeki kırmızı lekelerden kolayca tanınır. İlk sene bitki yalnız taban yaprakları taşır. İkinci sene dik, silindir biçiminde içi boş ve tüysüz bir gövde meydana getirir. Gövde parlak yeşil renkli, bilhassa alt tarafta kırmızımtrak-esmer lekeli ve üst tarafta fazla dallıdır. Çiçekler, dalların uçlarında birleşik şemsiye halinde toplanmıştır. Şemsiyede 10-20 tane birbirine eşit olmıyan çiçek sapları bulunur. Meyveleri küreye yakın şekilli, yeşilimsi-esmer renkli, tüysüz, fena kokulu fakat lezzetlidir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları meyveleri ve çeşitli dallarıdır. Meyveler tamamen olgunlaştıktan sonra toplanır ve açık havada kurutulur. Çiçekli dalları ise iki senelik bitkilerden çiçek açma mevsiminde toplanır ve hemen kurutularak karanlık bir yerde saklanabilir.
Pek eski tarihlerden beri tesiri bilinen ve kullanılan bir bitkidir. Bitkinin zehirli olması, bileşimindeki alkaloit maddelerinden ileri gelmektedir. Hareket sinirlerini felce uğratıcı etkisi vardır. Bugünün tıp sahasında kullanılışı azalmışsa da spazm çözücü, sinir yatıştırıcı olarak, siyatik, nefes darlığı ve boğmacada toz ve hulasa halinde verilerek kullanılmaktadır. Hulasası ile hazırlanan merhem ve yakılar ağrı dindirici ve teskin edici vasıflarından dolayı romatizma ve bilhassa kanser sancılarına karşı kullanılmaktadır. Memleketimizin çok tanınmış zehirli bitkilerinden biridir. Altı gram civarındaki miktarı insanlara öldürücü tesir yapar.
BALDIRIKARA (Adiantum capillus veneris)
Alm. Venushaar, Frauenhaar,Fr. Capillaire, İng. Maidenhair Fern. Familyası: Eğreltiotları (Polypodiaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara bölgesi, Karadeniz, Ege, Akdeniz bölgelerinde yetişir.
Rutubetli ve serin yerlerde, akarsu kenarlarında, kuyu duvarlarında ve mağara ağızlarında tesadüf edilen 20-40 cm yüksekliğinde otsu bir bitki. Venüssaçı da denilmektedir. Yaprakları uzun, ince, parlak, siyah veya kırmızımtrak-siyah saplıdır. Yaprak parçaları açık yeşil renkli ve böbrek şeklinde olup, uç tarafları loplara ayrılmıştır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları yapraklarıdır. Yapraklar bütün yaz esnasında toplanır, taze olarak veya gölgede kurutulduktan sonra kullanılır. Tıpta çok eskiden beri yumuşatıcı ve balgam söktürücü özelliğinden dolayı öksürük ve bronşitlerde kullanılır. Baldırıkara şurubu da yapılır. Şurup, balgam söktürücü olarak faydalıdır. Kabız edici etkisi de vardır.
DEVLETİN ADI |
Balear Adaları |
BAŞŞEHRİ |
Palma |
NÜFUSU |
675.400 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
5.014 km2 |
RESMİ DİLİ |
Islah Balearen |
DİNİ |
Birçok dinler bulunur |
PARA BİRİMİ |
Pezo |
Batı Akdeniz'de, İspanya'nın 80 ila 360 km doğusunda yer alan beş büyük ve çok küçük adalar topluluğu.
Tarihi
Tarihi kaynaklara göre 2600 senedir insanların buralarda yaşadığı bilinmektedir. Tarihte muhtelif zamanlarda Balear Adaları Romalıların, Kartacalıların, Cezayir ve İspanyolların idaresinde kalmıştır. M.Ö.122 senesinde adalar, Romalıların eline geçmiş, 466'da Vandallar hakim olmuştur. Vandallarla Doğu Roma İmparatorluğu arasında devam eden mücadeleden sonra, adalar Doğu Roma İmparatorluğuna dahil oldu. Sekizinci yüzyılda adalar, Arapların eline geçti. Balear Adaları 903'te yapılan antlaşmayla Emevi Devletine dahil oldu. 400 seneye yakın Müslümanların elinde kaldı. 1230'da Aragonların saldırısına uğrayarak istila edildi. İngilizler buraları her ne kadar elde etmeye çalıştıysa da muvaffak olamadı. 1802'de yapılan son bir anlaşmayla İspanya'ya bağlı bir eyalet haline geldi. Halen de İspanya'nın bir eyaleti durumundadır. Ticaret ve stratejik yönden Batı Akdeniz'in son derece önemli takımadalarındandır.
Fiziki Yapı
Balear Adaları, jeolojik yapı olarak Sierra Nevada Dağlarının devamıdır. Bu adalar önemli deniz çöküntüsüyle birbirinden ayrılıp su yüzüne çıkmış kısımlardır.
Balear Adalarının önemlileri; Minorka, Palma, Mayorka, İbiza, Formentera'dır. Bu adaların etrafında küçük adalar vardır. Genellikle yükseklikleri azdır. Sadece Mayorka Adasındaki dağların yüksekliği 1400 metreyi bulmaktadır. Mağaralar çoktur. Bilhassa Ejderha Mağaralar çok meşhurdur. Bunların içinde yazın konser verilen salonları bile vardır.
İklim ve Bitki Örtüsü
Balear Adalarında Akdeniz iklimi görülür. İklim oldukça yumuşaktır.Kışı yağmurlu, yazları ise oldukça sıcaktır. İklim bakımından adalar arasında farklılık vardır. Minorka'da koruyucu yüksek dağlar olmadığı için, kışın daha soğuk ve yağmurlu, yaz mevsiminde diğer adalardan daha fazla hissedilir sıcaklık vardır.Mayorka'ya ocak ve mart aylarında iki üç hafta kar yağar. Diğer adalara nadiren kar yağar. Adalarda en fazla sıcaklık temmuz ve ağustos aylarında olur.
Balear Adalarının düzlüklerinde az da olsa otlak sahalar vardır. Tepe olan yerler ziraate elverişli değildir. Minorka'nın açık kuzey sahaları bodur tipi ağaçlarla kaplıdır. Kapalı kalan güney dereleri, bazı çamlıklar ve yarı tropikal bitki örtüsüne sahiptir. Adaların kıyı kesimlerinde Akdeniz tipi ağaçlara rastlanır.
Tabii Kaynaklar
Adaların en önemli madenleri; taşkömürü, mermer, demir, bakır, kalaydır. Madenlerin belirli bir kısmı işletilir, diğer kısmı ihraç edilir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Nüfusun % 80'den fazlası Mayorka'da yaşar. Bütün Balear Adalarının nüfusunun 1/3'ü ise başşehir Palma'da ikamet eder. Mayorka ve Minorka'da yaşayanların çoğu şehirlidir. İbiza ve Formentera'da yaşayan halkın 1/3'ü köylülerdir. Nüfus yoğunluğu bölge bölge değişir. Bazı yerlerde metrekareye 38 kişi düşer. Adalarda hemen hemen her milletten azınlıklar mevcuttur.
En çok konuşulan diller Arapça, Fransızca ve İngilizcedir.
İdare: Bütün adaların başşehri Palma'dır ve İspanya'nın bir eyaleti durumundadır. Palma aynı zamanda askeri ve dini merkezdir. Mayorka toplumu üç bölgeye ayrılmıştır. Mahalli idare komünler vasıtasıyla yürütülür. Mayorka 52, Minorka 7, İbiza ise 6 yardımcı bölgeye ayrılır.
Ekonomi
Mayorka ve İbiza adalarında ağaç ve fidan, Minorka'da en kaliteli portakal türleri yetiştirilir. Hububatlardan baklagiller ve hayvan yemleri, badem, fasülye, incir, zeytin ve şeftali yetiştiriciliği ile bağcılık ileri bir seviyededir.
Bütün adalarda beslenen hayvanların en önemlisi koyun ve keçidir. Ürünlerin ve hayvanların pazarlama yeri İbiza'dır. Badem, incir, şeftali, portakal, balık ihraç edilir. Tavukçuluk yeteri kadar yapılır. İbiza'da çok eskiden beri deniz tuzu elde edilir.Senede 70.000 ton işlenerek ihraç edilir.
Balear Adalarında iklimin çok iyi olmasından, İngiltere ve Avrupa ülkelerinden fazla miktarda turist gelir. Özellikle tatillerini burada geçirirler.
(Bkz. Öksürük)
Alm. Fisch (m), Fr. Poisson, İng. Fish. Solungaçları ile solunum yapan, vücud ısıları çevreye bağlı olarak değişen, soğuk kanlı, yürekleri çift gözlü, çoğunun vücudu pullu, genellikle yumurta ile üreyen, suda yaşayan omurgalı hayvanların genel adı. Bir kulakcık ve karıncıktan meydana gelen yüreklerinde daima kirli kan bulunur. Yürekten çıkan kirli kan solungaçlarda temizlendiğinden, vücutta temiz kan dolaşır. Ağızdan alınan su, solungaçlardan dışarı atılırken suda çözülmüş oksijen, osmozla kana verilir. Bu arada suda bulunan besinler ise yutulur. Köpek balıklarında su hem ağızdan hem de ilk solungaç yarığından alınır. Tuzlu su balıkları su içtikleri halde, tatlı su balıkları su içmezler. Gerekli su ihtiyaçlarını solungaç zarlarından osmozla alırlar. Deniz balıkları içtikleri suyun tuzunu böbrekle değil, solungaçları ile ayırır. Balıklarda göğüs ve karın yüzgeçleri çift, sırt, kuyruk ve anal yüzgeçleri tektir. Tek yüzgeçler nadiren birden fazla olsalar da simetrik çiftler meydana getirmezler.
Uçan balıklar çok gelişmiş olan göğüs yüzgeçlerini açarak bir-iki dakika su üstünde uçabilirler. Yaşadığı yerlerde su kuruduğu zaman balçığa gömülüp akciğer solunumu yapabilen, sürünerek gölden göle geçebilen, kısa bir süre havada uçabilen, elektrik ve ışık üretebilen çeşitli balık türleri mevcuttur. Balıkların pulları birbirleri üzerine kiremit gibi dizilmiş, kemiksi, kaygan ve antiseptiktir. Antiseptik mukus salgısı, üzerine yapışan bakteri ve sporları yok eder.
Balıkların harekette önemli rol oynayan değişik kuyruk tipleri mevcuttur. Çatallanmış kuyruk tipine “difiserk”, çatallı olup eşit parçalı olana “homoserk”, köpek balıklarında olduğu gibi çatalları eş olmayan kuyruk tipine de “heteroserk” denir.
Balıklar omurgalı canlılar içerisinde sayıca en fazla olanıdır. Çalışmalarda balık türünün 40.000 kadar olduğu söylenmektedir.
Balıkların günümüzde sportif ve akvaryumdaki değeri yanında büyük bir protein kaynağı olması ticari değerini arttırmaktadır. Balıkların yeryüzündeki dağılımları o kadar geniştir ki, Antarktika sularında, sıcak tropikal sularda, acı sularda, tatlı sularda, ışığın ulaştığı dağ derelerinde veya insanların henüz ulaşamadığı oldukça derin ve karanlık sularda yaşayabilmektedir. Üç türlü beslenme görülür: Herbivor (otçul), karnivor (etçil) ve omnivor (hem et hem de bitkisel besin yiyenler). Yalnız çenelerinde değil, bütün ağız boşluklarında ve yutaklarında sıralanış ve şekil olarak birbirinden farklı birçok diş bulunur. Bu genelde beslenme şekillerine göredir. Bazılarında farinks (yutak) dişleri gelişmiştir. Yanlız Mersin balıklarında ve Demetsolungaçlılarda diş bulunmaz.
Duyu Organları
Görme organları:Balıkarda gözler yüksek omurgalılara benzer. Kornea daha düz ve mercek daha yuvarlaktır. Kornea, merceğin önünde koruyucu bir görev yapar. İris; kırmızı, siyah, portakal rengi, mavi, yeşil olabilir. Balıklarda göz yapısı, yaşadıkları çevreye uygun bir özellik arz eder. Işığın kolay geçtiği temiz sularda yaşayanlar iyi görür ve renkleri ayırt ederler. Derinde yaşayanlarda gözler oldukça büyük olup, ışığın zayıf olarak ulaştığı daha derinlerde teleskop gözlü olanlarına da rastlanır. Bulanık sularda yaşayan balıklarda ise gözler küçülmüştür. Kör mağara balıklarında gözler görev yapmaz. Işık olmadığından gözlere ihtiyaç duymazlar. Balıklarda gözyaşı bezi ve gözkapağı bulunmaz. Yalnız Raja balıklarında üstten gelen ışığa karşı gözü korumak için üzeri pullu kalın bir kapak vardır. Balıklar dinlenme halinde yakını görür, uzak için uyum yapar. Memelilerde durum tersinedir. Bazı dişli sazanlarda gözler yatay bir bantla ikiye ayrılmıştır. Üstteki kısım havada, alttaki kısım suda görmeye yarar. Böyle balıklara "dört gözlü" denir.
Tat alma organı:Balıklarda tat alma cisimcikleri dudaklarda, farinkste, burun epitelinde, baş derisinde, bıyıkların uçlarında yerleşmiş olduğu gibi bazılarında da ağız içinde yerleşmiştir. Balıklarda dil yoktur. Olanlarında da gelişmemiştir. Sazanların ağzı içinde çok kalın kastan yapılmış yastık şeklinde bir yapı bulunur. Bu organ tat almaya yarar. Balıklar bazı maddeleri memelilerden daha iyi ayırt edebilirler. Sazanlar tatlı, tuzlu, acı suyu ve asitli ortamı ayırt edebilirler.
Dokunma duyusu ve his tomurcukları: Dokunma duyusunda bıyıkların rolü büyüktür. Bıyıklar tat almada etkili olduğu gibi, besin bulma ve dokunma organı olarak da görev yaparlar.
Balıkların baş, gövde ve yüzgeç derileri üstünde tomurcuk veya çukurcuklar halinde küçük duyu organları mevcuttur. İçlerinde sinir uçları dallanmış haldedir. Görevleri; yaklaşan düşmanı, sıcaklık değişimini, besin ve tuzluluğu hissetmektir. Duyuda yan organın da etkisi önemlidir. Bazı derin deniz balıklarının yüzgeç ışınlarında uzamış olan bazı kısımlarında duygu organları yer almıştır.
İşitme ve yan organ (Yanal çizgi): Balıklarda dış ve orta kulak yoktur. İşitme organı bir kapsül içinde bulunan iç kulaktan ibaret olup, sudaki ses titreşimlerini idrak eder. Bu işitme organına “labirent” denir. İşitmede etkili olduğu gibi, dengenin sağlanmasında, ağırlık ve yerçekimi tespitinde de önemli rol oynar. İçlerinde kalsiyum karbonattan yapılmış “otolit” adı verilen cisimcikler de bulunur. Bazı balıklarda hava kesesinin ön kısmının her iki yanında iç kulakla ilişkili dörder adet kemikcik bulunur. “Weber cihazı” adını alan bu sistem ses dalgalarını ve basınç değişimini iç kulağa ileterek daha iyi işitmeğe yardım eder. Küçük frekanslı titreşimler, yanal çizgi sistemiyle idrak edilir. Bu, vücudun yanlarında derinin altında uzanan içi mukus dolu bir çift kanaldır. Belirli aralıklarla bu kanalı pulların arasından veya ortasından dışarı bağlayan yollar, bu yolların ucunda içinde sıvı ve sinir hücreleri bulunan bir torba vardır. Sudaki titreşimler bu sıvıya geçerek sinir hücreleri tarafından idrak edilir. Mesaj daha sonra sinirler vasıtasıyla beyne iletilir.
Bir başka balığın hareketinin doğurduğu titreşimleri, yanındaki balık bu yolla duyar. Yan organ çok alçak frekanslı titreşimleri idrak edip işitmeye yardımcı olduğu gibi, su akıntısının yönünü, sıcaklık ve soğukluk farklarını da tesbit eder. Yan organ işitmede de yardımcı olur. Ses ve basınç dalgalarını tesbit edebilir. Kemikli balıklarda, vücudun her iki yanında solungaçlardan kuyruk yüzgecine kadar uzanır.
Otolitlerin önemi:Bir balığın hayat hikayesi kulaklarındaki ufacık kemikler içine kaydedilmiştir. Otolit denen bu işitme cisimcikleri ağaç gövdesi gibi iç içe halkalar şeklinde büyürler. Balık büyüdükçe en az bu mikroskobik halkalardan biri daha eklenir. Bu iş bazı cinslerde 6 yaşına kadar sürer. Bu kemikler pullar gibi mevsimlere göre büyüme halkaları arz ettiğinden balığın yaşının tayininde de önem taşır. Hava şartları değişimleri, çevre kirlenmesi, balığın beslenme durumu halkalar üzerinde değişik izler bıraktığından, bilim adamlarına ışık tutar. Bir bilim adamı bu halkalara bakarak balığın ne zaman yumurtadan çıktığını, ne zaman göç ettiğini, nasıl büyüdüğünü, günden güne su sıcaklığının nasıl değiştiğini öğrenebilir. Sonuç olarak otolitler balık ekolojisini anlamamız için bize en iyi yardımcıdır.
Koku duyusu:Balıklarda burun, solunum için değil, suda çözünmüş kimyasal maddeleri koklamaya yarayan bir duyu organıdır. Koku alma kapsülleri üst çene üzerinde bulunan bir çift (veya bir adet) burun çukuruna yerleşmiştir. Koku maddelerini taşıyan su burun deliklerine girip çıkarken, koklama kapsüllerini yalayarak sinirleri uyarır. Bu duyu köpek balıkları gibi bazı balıklarda çok kuvvetlidir. Köpek balıkları kan kokusunu yüzlerce metre uzaktan alabilirler.
Yüzme kesesi:Balıkların suda batmadan durmasını sağladığı için önemlidir. Sindirim kanalının bir uzantısı olup, sırt tarafta torba şeklindedir. İçi CO2, O2 ve azot gazları ile doludur. Balığın yoğunluğunu, suyun yoğunluğuna göre ayarlar. Balık suda batmadan durmak için, içindeki gazı artırarak keseyi şişirir. Yüzerken havasını azaltır. Bazı balıklarda yüzme kesesi ikiye ayrılmıştır. Yüzme kesesi solunum, hidrostatik görev, ses meydana getirme ve bazı uyartıları hissetmede de etkilidir. Bütün balıklarda hava kesesi bulunmaz. Böyle balıklarda yağlı vücut ve göğüs yüzgeçleri batmalarına mani olur. Dip balıklarında ise zaten gereksizdir.
Zehir bezleri:Bazı balıkların ağızlarında, solungaç kapaklarında, yüzgeç ışınlarında veya sırt derilerinde zehir bezleri bulunabildiği gibi bir kısmının etleri veya iç organları zehirlidir. Bunları savunma organı olarak kullanırlar.
Elektrik organları: Bazı balıklarda elektrik üreten ve depolayan elektrik organları bulunur. Bu organlar genellikle sırtta bir çift olup, çizgili kasların değişmesinden ve disk şeklinde ard arda sıralanmış “elektroplak” denen hücrelerden meydana gelmiştir. Organın bir tarafı pozitif, bir tarafı negatif kutup olarak iş görür. Elektrikli balıklar kendilerini bir elektrik alanıyla çevrelerler. Bu alan içinde kımıldayan her şeyi hissederler. Böylece yiyeceklerini, eşlerini ve düşmanlarını keşfederler. Bu özellik savunmada, avlanmada, yön tayininde ve eşlerin birbirini bulmasında etkilidir. Tatlı ve tuzlu sularda yaşayan 500 çeşitten fazla elektrikli balık vardır. En çok bilinenler arasında Torpedo, Güney Amerika’nın elektrikli yılan balıkları, Afrika’nın elektrikli kedi balığıdır. Zayıf elektrik akımı birbirleriyle haberleşmede kullanılır. Köpek balıklarından Kadırga balığında (Torpedo) 40- 220 volt, Rajada 4 v. (Bu ikisine Karadeniz’de rastlanır), Amazon Nehrinde yaşayan elektrikli yılan balığında (Electrophorus) 550-800 v., Afrika tatlı sularındaki elektrikli yayın balığında (Malapterurus) 350 v. elektrik vardır. Bu da sığ suda bir insanı devirebilir. Elektrik akımının şiddeti, elektrik plaklarının sayısı ve balığın büyüklüğüne bağlı olarak değişir. Elektrikli yılan balığı ve Torpedo’nun küçük balıkları yutmadan önce onları sersemlettiği görülmüştür. Elektrikli kedi balığı muhtemelen elektrik gücünü savunma maksadıyla kullanır.
Işık ve parlama organı:Kıyıdan uzakta, açık denizlerde ve derinde yaşayanlarda ışık iki türlü olur. Biyolüminons: Bakteriyel bir ışıktır. Bazı balıkların vücutlarının çeşitli yerlerinde ışık veya parlama bezleri içinde simbiyoz olarak yaşayan ışık bakterileri vardır. Bunlar belli bir açıklıktan dışarı çıkarken biyolüminons ışığı meydana getirirler. Bakteriyel ışık, kaslardaki sinir uçlarıyla kontrol edilir.
Fotofor: Kendiliğinden ışık veren hücrelerle balıklar fotofor denen ışık hücreleriyle ışık meydana getirir. Bu özelliğe "fosforışı" denir. Bu hücreler bıyıklarda, uzun tentakül uçlarında ve gözlerin altında bulunur. Işık organı bir bez, mercek, pigment ve reflektör olmak üzere dört kısımdan oluşur. Derin karanlık sularda bu balıkları görme şansına sahip olan insanlar, ışık yayılmasını kuvvetli, yeşilimsi fosfor ışığı olarak tarif ederler. Bu balıklar ateş böceği gibi ürettikleri soğuk ışıkla çevrelerini aydınlatırlar. Işık kendi cinslerini tanımada, eş bulmada, avlamada ve korunmada kullanılır.
Ses çıkarma organları:Son zamanlara kadar balıklar dilsiz sanılırdı. Fakat yapılan araştırmalar birçok balığın yüzgeçleri, dişleri, kemikleri, yüzme keseleri, solungaç veya kaslarıyla ilginç sesler çıkardığını gösterdi. Viyana Üniversitesinden Prof. Dr. Friedrich Schaller, Amazon Nehrinin sularında kuşlar gibi cıvıldayan, trampet çalan, tabanca ateşi veya köpek hırlamaları gibi sesler çıkaran birçok ilginç balık keşfetti. Yumurtlama dönemlerinde, bilhassa erkek balıklar gecenin sessizliğinde konserler verirler. Sesler haberleşme amacında kullanılır.
Renk ve çevreye uyum:Deniz yüzeyine yakın yaşayan balıkların alt tarafının rengi gümüşi olup, üst kısmı daha koyudur. Bazı balıklar bulundukları zemine göre renk değiştirebilirler. Mesela, mercan balığı çevresindeki mercanın rengine göre renk değiştirebilir. Balıklar bulundukları çevrede rahatlıkla kamufle olurlar. Çevreye uyumda, deride “kromotofor” denen renk hücreleri tesirlidir. Çeşitli tesirler altında daralıp genişleyebilir. Dolayısıyle balık rahatça renk değiştirebilir. Balıklardaki renk, dört farklı renk hücrelerinden ışık, hormon ve sinirlerin etkisiyle ortam arasında ilişki vardır. 0-200 metre arasında yaşayanlar çok parlak ve değişik renge sahiptir. Taşlık ve kayalık yerlerde yaşayanlarda özellikle esmer, ebru şeklinde ve koyu renk hakimdir. Balıklarda renk eşler arasında haberleşme ve korunmaya yarar. Mercan setlerinde yaşayan Kelebek balıkları renk ve desen bakımından eşsizdir. Hatta Doğu Afrika ülkelerinden Tanzanya sahilindeki Dar-es-selam şehri ile bunun yakınındaki Zengibar adası civarında tutulan “Pomacanthus semicirculatus” türünun bazı cinslerinin kuyruklarında, Arabi harflerle gayet muntazam ve açık bir şekilde “Kelime-i tevhid”, “Şanullah” gibi Allahü tealayı bildiren yazılara rastlanmaktadır. Bir defasında kuyruğunun bir tarafında “La ilahe illallah”, diğer tarafında “Şanullah” yazılı olan bir balık, Zengibar pazarında 5000 rupi gibi yüksek bir fiyatla satılmıştır. Halbuki bu tür balıkların, normal fiyatı beş sent civarındaydı. İkinci bir örneğine 1965’te Dar-es-selam'da rastlanmıştır. Türkiye’de yetiştirilen bazı akvaryum balıklarının kuyruklarında da “Minellah” kelimesine rastlanmaktadır.
Üreme: Yumurtlama zamanlarında dişi balık, bir kaç saat içinde dibe binlerce yumurta bırakır. Erkek, yumurtalar üzerine sperm ihtiva eden sıvısını püskürterek yumurtaları döller. Böyle döllenmeye vücut dışında cereyan ettiğinden “dış döllenme” denir. Yumurtadan çıkan yavrular, etraftaki “plankton” denen küçük organizmaları yiyerek gelişirler. Köpek balığı gibi bazı balıklarda döllenme, dişinin vücudunda olur. Yumurtalar vücud içinde açıldığından doğuruyormuş hissini verir. Böyle doğurucu balıklara “ovovivipar” denir. Zaman zaman bazı balıklar hermofrodit (erkek ve dişi organa sahip) olurlar. Uskumru, sazan ve alabalıklarda bu duruma rastlanır.
Balıklarda sınıflandırma:Yuvarlak ağızlı çenesiz balıkların (Taşemengiller) dışında çeneli olan gerçek balıklar, bugün iki sınıfta incelenmektedir: 1- Kıkırdaklı balıklar (Chondrichthyes), 2- Kemikli balıklar (Osteichthyes).
Kıkırdaklı balıklar:İskeletleri kemikleşmemiş olup, kıkırdaklıdır. Heteroserk kuyruklu, çene ve çift yüzgeçleri gelişmiş balıklardır. Solungaçlar çoğunda beş çift olup, solungaç kapağından mahrumdur. Her solungaç ayrı bir yarıkla dışarı açılır. Solunum suyu ağız ve ilk solungaç yarığı ile alınır. Solungaç yaprakları ve yarıkların daralması ile dışarı atılarak oksijeni süzülür. Kıkırdaklı balıklarda bir çok balığın batmamak için kullandığı hava kesesi yoktur. Bunun yerine yassı başlarını, yüzgeçlerini ve kuyruklarını kullanırlar. Koku duyuları ve yanal çizgi sistemi çok gelişmiştir. Çoğu doğurur (ovovivipar), azı yumurtlar. Köpek, kedi, fulya, mersin, vatozlar, torpido balıkları hep kıkırdaklı grubundandırlar.
Kemikli balıklar:İskeletleri kısmen veya tamamen kemikleşmiş, genellikle homoserk veya difuserk kuyruklu balıklardır. Çeneleri iyi gelişmiştir. Solungaçları dört çift olup, “operkül” denen solungaç kapaklarıyla örtülüdür. Solunum suyu, ağızdan alınıp solungaç kapaklarının daralmasıyla dışarı atılır. Akciğerli balıklar, turna, alabalık, sazan, lüfer, hamsi, palamut vs. hep kemikli balıklardandır.
Çenesiz balıklar (Taşemengiller): Yuvarlak ağızlı, çenesiz ve pulsuz balıklardır. Diğer balıklar üzerine yapışarak parazit yaşarlar. Yılan balığı gibi ince uzun vücutlarının kuyruğa yakın kısmında iki sırt yüzgeci bulunur. Göğüs ve karın yüzgeçleri yoktur. Yedi çift solungaç deliğine sahiptirler. Aşağıya dönük yarım daire şeklindeki emici ağızları keskin dişlerle döşeli olduğu gibi, dilleri de dişli ve piston gibi hareketlidir. Yapıştığı balığı, dilleri ile törpüleyerek beslenir ve ölümüne sebeb olurlar. Balıkları yok ettiklerinden zararlı kabul edilirler.
Taşemengiller (Cyclostomata) genç dönemlerinde hermofrodit (erkek ve dişi özelliğe sahip) büyüdükleri zaman ise ya erkek veya dişi olurlar. Akdeniz, Karadeniz ve Baltık Denizinde rastlanan 15-90 cm uzunlukta 3 kilograma kadar ağırlıkta olanları vardır. Petromyzon, Lampetra ve Hag (Çöpçü balık) cinsleri meşhurdur. Yumurtlamak için tatlı su nehirlerine giderler. Doğan yavrular kör ve dişsizdir. Üç yıl çamura gömülüp çevrelerindeki organik maddeleri süzerek yaşar. 3-5 yıl zarfında erginleşerek denize döner. Yapıştığı balıkların vücudunda bir yıl kadar yaşadıktan sonra ilkbaharda yumurtlamak için nehirlere döner. Bu defa yumurtladıktan sonra ölür.
Çöpçü (Hag) balığı gündüz kum, çamur veya çakıllar arasında dinlenir. Gece ise ölmüş balıkları törpüleyerek yer. Ölü balıkları yok ettiğinden faydalıdır.
Balıklar nasıl yüzer?Her balık vücudunun elastikiyeti cinslere bağlıdır. Mesela; yılan balığı vücudunu bir yılan gibi hareket ettirebilir. Bütün balıklar kuyruklarını her iki yana da hareket ettirebilirler. Bu hareket yandaki kas bloklarının hep beraber uyarılmasıyla olur. Kuyruk her iki yana hareketi esnasında geri ve yandaki suyu iter. Suyun bu hareketlere olan tepkisi balığın ters yönde hareket etmesine sebeb olur. Kuyruğun başka bir vazifesi de balığın yana yatmasını önlemektir. Bunun yanısıra hareket yönünde sabit kalmasını sağlar. Yüzgeçlerin açısının değiştirilmesi ile balık aşağı ve yukarı yüzebilir. Bu mekanizma ayrıca uçaklardaki gibi işler. Ön yüzgeçler hızı düzenleme yönünden fren etkisine sahiptirler.
Balıklarda göç:Kuşlar gibi balıklar arasından da göçmen olanları vardır. Mersin, som, alabalık ve yılan balıklarının göçü meşhurdur. Balıklarda göç sebebi olarak yumurtlama, kışlama veya beslenme gibi iç faktörlerle, çevre şartlarının değişimi kabul edilir.
Som (Salmon) balıkları yıllarca denizde yaşar. Fakat üreme vakti geldiğinde yüzlerce kilometrelik yolu kat ederek doğdukları tatlı su nehirlerine dönerek yumurtlarlar. Doğduğu nehrin kolunda yüzmekte olan som balığı yakalanarak nehrin başka bir koluna nakledilse, derhal yanlış yolda olduğunu sezerek geri döner ve asıl gideceği nehir koluna ulaşır.
Yılan balıkları ise denizlerde yumurtlar, tatlı sularda olgunlaşırlar. Yani som balıklarına göre zıt bir göç istikameti izlerler. Yılan balıkları yumurtlamak için yaşadığı tatlı sulardan denizlerin 7000 metre derinine göç ederler. Avrupa ve Amerika yılan balıkları ünlü göçmenlerdir. Atlantik Okyanusu yakınlarındaki Sargasso Denizinde yumurtlarlar. Burada yumurtladıktan sonra ölürler. Kısa bir süre içinde yumurtadan çıkan yavrular, atalarının yaşadığı dere ve nehirlere varmak için dönüş yolculuğuna girişirler. Amerika yılan balıklarının tatlı sulara dönüşü bir yıl kadar sürer. Bu zaman içinde 1000 mil kadar mesafe kat ederler. Avrupa yılan balıkları ise 3000 mil yol alarak ve gelişimi tamamlamış olarak üç yılda Avrupa kıyı nehirlerinin ağızlarına ulaşırlar. Atalarının geldiği nehirleri bulmakta asla şaşırmazlar. Avrupa nehirlerinde bir Amerikan balığına, Amerika nehirlerinde bir Avrupa yılan balığına rastlamak vaki değildir. Avrupa ve Amerika yılan balıklarının yumurtlamak için Sargasso Denizine gittiklerini ve ayrı bölgelerde yumurtladıklarını, Danimarkalı biyolog Johannes Schmidt keşfetti.
Mersin balıkları da denizde yaşamalarına rağmen, üreme mevsimlerinde nehirlere giderler. Mayısta ürerler. Bu sebeple ilkbaharda denizlerden nehirlere doğru göç ederler. Bir dişi mersin balığı, çapı 2 mm kadar olan yumurtalarından milyonlarcasını nehirlerin tatlı sularına bırakır. Milyonlarca yumurta, üzerlerindeki mevcut bir yapıştırıcı madde sayesinde birbirlerine ve suyun içindeki cisimlere yapışırlar. Bu yumurtalardan bir hafta sonra yavrular çıkar. Ömrünün ilk 2-3 senesini nehirlerde geçiren yavru mersin balığı, daha sonra denizlere döner. 7-13 yaşlarına gelince de erginleşmiş olarak, yumurtlamak için tekrar nehirlere döner. İki senede bir yumurtlamak için tatlı sulara göç yaparlar. Yumurtlamak için denizlerden tatlı sulara göç eden balıklara “Anadrom”, tatlı sulardan denizlere göç edenlere “Katatrom” denir.
Balığın besin değeri:Balık etinin besleme özelliği fazladır. Çünkü, kasaplık hayvan etine nazaran yağ oranı (% 1-1,5) düşük, protein oranı (% 21) yüksektir. Ayrıca vitamin bakımından da zengindir. Bilhassa A ve B vitaminleri fazladır. Özellikle gelişme çağındaki çocuklar için değerli bir takviye gıdasıdır. Balık proteininin hazmı çok kolay olmasına rağmen, yağı güç hazım olur. Doyurma özelliği azdır. Bunun sebebi de yağ oranının düşük olmasıdır. Balık etindeki hoşa giden lezzet adele lifleri arasında bulunan jelatimsi maddeden meydana gelir. Bunun için haşlama balığa nazaran ızgara balık daha lezzetlidir.
Balık yağı, morina balığının karaciğerinden elde edilir. Balık yumurtalarının da besin değeri yüksektir. Bileşim bakımından tavuk ve kuş yumurtalarına benzer. Havyar olarak adlandırılan bu yumurtalar daha çok mersin ve kefal balıklarından elde edilir.
Balığın önemli diğer bir özelliği de fosfor bakımdan zengin bir besin maddesi olmasıdır. Bu bakımdan gençler ve diyabetliler için en uygun bir gıdadır. Balığın özet olarak belirtilen bu yüksek besleyici özelliğinin yanında dikkat edilmediği takdirde bazı hallerde sağlığımıza zararlı olabilecek yönleri de vardır.
Zehirlenmeler: Balık etinden zehirlenmeler çok sık görülür. Çünkü, balık kasaplık hayvan etlerine nazaran çabuk bozulur. Kanalizasyon ve sanayi artıklarının bulunduğu yerlerden tutulan balıklar her zaman tehlikelidir. Bu balıklar maden zehirlemesi (kurşun, civa gibi) ve bakteri zehirlenmeleri yapar. Balıklarda bulunan trimethylamin maddesinin miktarı bayatlamanın ve kokuşmanın derecesini gösterir. Taze balık eti sterildir. Bayatlama ilerleyip, kokuşma başlayınca mikrop fazlalaşır.
Balığın içinde ve dışında bulunan mikroorganizmaların, ölümü müteakip seri bir şekilde gövdeye yayılmasıyla balık bozulur. Balık baştan kokmaya başlar. Bağırsakları çıkartılmamış balık daha çabuk bozulur. Buz içinde tutulan balığın bozulma süresi uzar.
Bayatlamaya yüz tutmuş veya bayatlamış balıklar şöyle anlaşılır:
Koku: Taze balıkta normal, bayatlamaya başlamışta az, bayatlamışta kuvvetli amonyak kokusu duyulur.
Pullar: Taze balıkta parlak ve yapışık, bayatlamaya başlamışta parlak değil, bayatlamışta mat ve kolay dökülür.
Solungaç: Taze balıkta kapalı koyu kırmızı veya pembe, bayatlamaya başlamışta biraz açık, renk daha koyu, bayatlamışta renk kahverengi olur.
Göz: Taze balıkta berrak ve kabarık, bayatlamaya başlamışta hafif bulanık, bayatlamışta gözler kat ve çökük görünür.
Adale dokusu: Taze balıkta sert, elastiki, bayatlamaya başlamışta elastikiyetini kısmen kaybetmiş, bayatlamışta adale gevşek, parmak izi kalır.
Deride renk: Taze balık parlak mavi, yeşilimtrak , bayatlamaya başlamışta hafif mat, bayatlamışta bulanık ve iyice matlaşmış olur.
Karın: Taze balık normal, bayatlamaya başlamışta hafif şiş, bayatta çok şişkindir.
Bayat balıkta: Arkasında kirli bir su vardır.
Balık Preparatları
Balık salamurası: Az tuzlanmış balık. Tuzlu balık: Balığın çok tuzlanmışıdır. Kuru balık: Önce tuzlanır, sonra havada kurutulur. Tütsülenmiş balık: Tütsülenip korunan balık. Kutu konservesi: Temizlenmiş balıklar, zeytinyağı ve çeşitli baharatlarla kurutulup sterilize edilir. Balık ezmesi: Çiğ olarak veya haşlandıkdan sonra, tuz, baharat, zeytinyağı ilavesiyle ezilerek yapılır. Havyar: Mersin, kefal, sazan gibi büyük balıkların temizlenmiş ve tuzlanmış yumurtaları.
Alm. Fisch-tran, Fr. Huile de foie de morue, İng. Cod live oil. Morina balıklarından ve çoğunlukla mezgit ailesinden olan diğer bazı balıkların ciğerlerinden elde edilen besleyici bir yağ. Hayvani yağ olan balık yağı, 19. asırda morina hastalığı ile mücadele için kullanılan bir halk ilacıydı. 1914-1922 yılları arasında tıbbi değeri klinik olarak tesbit edildi. Bu değer kendisinde A ve bilhassa D vitamininin varlığına bağlandı. Bu vitaminler yağın çok az bir kısmını teşkil ederler. Vitaminler burada ünite olarak ifade edilir. Bir yağ, gr başına ortalama 1400 İnternasyonal Ünite (İ.Ü.) A vitamini ve 100 İnternasyonal Ünite (İ.Ü.) D vitamini ihtiva eder. Yağın sabunlaşmayan kısımlarında bulunan bu vitaminlerin kaynağı 300 planktonlardır. Bunların yenmesiyle küçük balıklara ve sonra da büyük balıklara geçen vitaminler, balıkların karaciğerinde depolanmaktadır.
Balık yağı, yağ ihtiva eden taze karaciğeri parçaladıktan sonra bekletmek, sıkmak veya suyla, asitle, alkali ile kaynatmak suretiyle elde edilir. Morina balıklarının taze karaciğerinden, morina balıkyağı elde edilir. Bu balıklar İsveç, İngiltere, Kanada, İzlanda, Norveç ve İrlanda kıyılarında veya açık denizlerde yaşamaktadır. Balıklar yakalandıktan sonra karaciğerleri alınır, küçük parçalara bölünür ve tahta fıçılarda bekletilir. Ayrılan yağ aktarılarak alınır. Yine bir süre bekletilerek kolay billurlaşan kısımlarından ayrılır. Böylece soluk sarı renkli, balık kokusunda, berrak bir yağ elde edilir. Yağın % 70’ini oleik ve % 20-23 kadarını palmitik gliseritleri teşkil eder. Diğer yağ asitlerinin miktarı azdır. Fakat bu yağ asitleri balık yağına ayrı bir önem kazandırmaktadır.
Vitamin kaynağı olarak diğer balık yağları da mevcuttur. Halibut (Kalkana benzeyen) balığı, kaya balığı, köpek balığı ve mustelus balıklarının karaciğerlerinin yağları A vitamininin esaslı kaynaklarıdır. Halibut yağı morinanınkine nazaran 10 misli daha etkilidir. Pacomorph balıklarının (Turna, uskumru, kılıç balığı), yağları ise morina balığına nazaran 100 misli daha çok A ve D vitamini ihtiva eder. Balık yağı ihtiva ettiği vitaminlerin bozulmaması için karanlıkta, serin bir yerde ve iyice kapalı kaplarda saklanmalıdır. Vitaminlerinden dolayı kemik hastalıklarında ve genel zafiyet hallerinde kullanılmaktadır.