BABÜR İMPARATORLUĞU
Hindistan’da kurulan Türk-İslam devletlerinden. Timur’un beşinci batından torunu Babür tarafından 1526’da kurulmuştur. 1483’te Fergana’nın başkenti Ardician’da dünyaya gelen Babür, 1494’te babası Ömer Şeyh Mirza’nın ölümü üzerine Fergana hükümdarı oldu. Fakat Babür, Özbeklerin büyüyen kuvvetleri karşısında, kendisi için orada sağlam bir yer elde etmenin mümkün olamayacağını anlamıştı. Bundan dolayı 1504’te Kabil’i daha sonra Kandehar’ı alarak orada yerleşti. 1508 Eylülünde ilk defa Hindistan’a akın yaptı. Üç ay süren bu akında ülkeyi tanıdı ve pekçok ganimet elde etti. Kasım 1519’da Hayber’i geçerek Hindistan’a girdi. Peşaveryakınlarına geldi. Beş defa Pencap’a sefer yaptı. Bu seferler neticesinde, Kuzey Hindistan’ı fethetti. Kasım 1525’te Hindistan’ı fethetmek üzere Kabil’den hareket etti. 21 Mayıs 1526’da Panipat Meydan Muharebesinde İbrahim Ludi’nin büyük ordusunu yok etti. Böylece Hindistan Türk İmparatorluğu tacı Babür’e geçmiş oldu. Aralık 1526’da dünyanın en büyük şehirleri arasında olan Delhi, Agra ve Hanpur fethedildi. Babür, Agra’yı başkent yaptı.
Babür Şah, 1527’de Hinduların üzerine yürümek niyeti ile Agra’dan hareket etti. Ludilerin Racistan’daki kontrollerini kaybetmeleri üzerine müstakil hale gelen Hindular, hükümdarları Rana Senka’nın etrafında toplanarak, 100.000 kişilik bir ordu ve birkaç yüz fille yeni Hindistan fatihinin üzerine yürümeye başlamışlardı. Bu, çok kritik tarihi bir andı. Babür’ün harbi kaybetmesi demek, Ganj Vadisinin Hinduların eline düşmesi, netice itibariyle beş asırlık Müslüman-Türk hakimiyetinin Hind kıtasında son bulması demekti. Babür, 13.500 kişilik pek seçkin bir Türkistan atlı birliği ile düşman üzerine yürüdü. Yanında Osmanlı Türklerinden Mustafa Rumi’nin kumanda ettiği bir topçu birliği de vardı. Hindularda top ve tüfek yoktu. Ateşli silahlar ve Türk atlısının üstün savaş kabiliyeti, Babür’e parlak bir zafer kazandırdı. Düşman tamamen imha edildi. Bu zafer, Müslüman-Türklerin Paniput’tan daha büyük bir zaferiydi. Biyana civarında geçen bu meydan muharebesi Babür’e “Gazi” ünvanını kazandırdı.
Babür Şah zamanında ülkenin sınırları güneyde Vindiya Dağlarından, kuzeyde Amu Derya’ya kadar uzandı. 25 Aralık 1530 yılında Agra’da vefat eden Babür Şahın yerine 22 yaşındaki büyük oğlu Hümayun Mirza geçti.
1508’de Kabil’de dünyaya gelen Nasireddin Hümayun Şah, saltanatının ilk zamanlarında kardeşi Kamran Mirza ile uğraşmak zorunda kaldı. Zamanında asıl tehlike Şir Han Sur’dan geldi. Hümayun 1540 yılında başkent Agra’yı terk etmek mecburiyetinde kaldı. Böylece 15 yıl için taht Surilerde kaldı. Hümayun’un elinde Afganistan, Sind, Kuzey Pencab, Keşmir ve Belucistan kaldı. 1543’te Hümayun, Kuzey Pencap, Sind ve Belucistan’ı da Surilere bırakmak zorunda kaldı. Kendisi Şah Tahmasb Safevi’ye sığındı ve 1553 Ocak ayına kadar orada misafir edildi. Daha sonra Eylül 1554’te Safevi Şah’ın desteği ile kardeşi Kamran Mirza’dan Kandehar’ı alarak baba mirasını toplamaya başladı. Aynı senede kardeşini Kabil’den uzaklaştırarak Afganistan’a sahib oldu. Daha sonra Bedahşan’ı da aldı. 1555 Şubatında Hindistan’ın tekrar fethine girişti ve büyük Pencap havalisine hakim oldu. Timuroğullarının ve babasının Hindistan’da büyük prestijleri olduğu için çok iyi karşılandı. Surilerle 22 Haziran 1555’te yapılan Maçivara Meydan Savaşının kazanılması, Hind kapılarının tamamen açılmasını sağladı. Bu zafer, Babür Devletinin ikinci kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir.
28 Ocak 1556’da vefat eden Hümayun, yumuşak bir huya sahipti. Düşmanları tehlikeli rakipler olsa bile her zaman affetme alçak gönüllülüğünü göstermiştir. Kardeşi Kamran Mirza sık sık isyan etmesine rağmen onu her zaman affetmiştir. Hümayun, ülkesinin imarına önem vererek, İslami karakterde birçok binalar yaptırmıştı. Ölümü, o sırada Hindistan’da bulunan büyük Türk denizcisi Seydi Ali Reisin tavsiyesine uyularak, oğlu Ekber’in tahta çıkışına kadar gizli tutuldu. Hümayun, Delhi’de defnedildi. Hanımı Hamide Banu, onun için, bugün bile sanat yönünden herkesin ilgisini çeken muazzam bir türbe yaptırdı.
Hümayun’dan sonra devlet idaresi, oğlu Celaleddin Ekber’in eline geçti. Ekber zamanında Babür İmparatorluğu sayılı dünya devletleri arasına girdi.
Şubat 1556’da tahta çıkan Ekber’in ilk senelerinde devletin idaresi, babasının yardımcısı Bayram Hanın elinde kaldı. Ekber’in atalığı olan Bayram Han, Ekber tarafından Han-ı Hanan yani başvezirlik makamına yükseltildi. Devletin idare edilmesinde Bayram Hanın çok emeği geçti.
Ekim 1556’da saltanat değişikliğinden faydalanmak istiyen Surlularla Paniput’ta yapılan savaşı Babürlüler kazandı. Müteakiben Malva, bağımsız Racput devletleri, Gucerat ve Handeş ele geçirildi. Bengal bir defa daha Delhi’nin idaresi altına girdi. Bir çok istilacılar için Hindistan’a geçit veren kuzeybatı hududu, Kabil ve Kandehar’ın ele geçirilmesi ile emniyet altına alındı. Bununla beraber Kandehar şehrinin alınması, İran ile uzun bir süre çekişme sebebi oldu. Diplomatik seviyede en çok Safeviler ile dostluklar kuruldu. Özbek hükümdarı Abdullah Han ile kendi topraklarını, hudutlarını tayin için bir anlaşma yapıldı. Hind Okyanusunda bulunan Portekizlilerden gelen müşterek tehlike karşısında Osmanlılar ile de temaslar yapıldı. Fakat Delhi ile İstanbul arasındaki çok uzun mesafe, büyük bir sünni ittifakının doğmasını engelledi.
Diğer taraftan Ekber Şah, “Din-i İlahi” adı ile derleme bir din kurmaya çalışıyordu. Bu din sayesinde bütün teb’ası üzerinde manevi ve ruhani hükümdarlığını tesis etmek arzusundaydı. Ancak Mecusi, Brehmen ve Hıristiyanlara hürriyet tanırken, Müslümanlara zulüm ve işkence ederdi. Ekber’in din düşmanlığını, zamanının büyük din alimlerinden ve Hindistan’ın Serhend şehrinde yaşamış olan İmam-ı Rabbani Ahmed Faruki Serhendi hazretleri Mektubat adlı eserinde uzun anlatmaktadır.
Ekber, saltanatında, bir taraftan sınırlarını genişletirken, diğer taraftan da askeri ve idari sahalarda faaliyette bulundu. İlk olarak damgalama usulünü getirdi. Ülkedeki topraklar, olduğu gibi hükümdara bağlı devlet toprağı haline getirildi. Ordu subaylarına ve memurlara derece verildi. Arazi gelirlerini kontrol etmek için “Kurubi” adı verilen tahsildarlar teşkilatı kuruldu.
1603 yılında şiddetli bir dizanteri hastalığına yakalanan Ekber, bütün tedavilere rağmen iyileşemiyerek çok geçmeden öldü. Cesedi, o zamanlar Behiştabad, daha sonra İskender adı verilen bahçeye gömüldü. Sonradan halefleri tarafından üzerine büyük bir türbe yapıldı.
Ekber’in yerine, ölümünden önce tayin ettiği Selim adlı oğlu, Muhammed Cihangir adıyla tahta geçti. 35 yaşında olan Cihangir, saltanat değişikliğinden faydalanarak başkaldıranların Delhi’ye bağlanması için çalıştı. Onun en büyük icraatı ve hizmeti, babasının İslam alimlerine karşı yürüttüğü baskıyı kaldırmasıdır. Ayrıca, ağır ve ezici cezalara son verdi. Vergi toplanmasındaki bozuklukları gidererek, vergi gelirlerinin daha sıhhatli bir şekilde devlet hazinesine girmesi için tedbirler aldırdı.
Bu hizmetlerinin yanında, Avrupalılara Hindistan’a ticaret tesisleri kurma izni, ilk defa bunun zamanında verildi. Böylece İngilizlerin Hindistan’a sızmalarına zemin hazırlanmış oldu. Cihangir, Ekim 1627’de Keşmir’den Lahor’a giderken yolda vefat etti. Cihangir’in cesedi dini merasimden sonra Lahor civarında Şah Dara’da toprağa verildi.
Cihangir Şahın devlet adamlığı yanında edebi cephesi de büyüktür. Tüzük-i Cihangiri adıyla yazdığı eseri çok kıymetlidir.
Cihangir’in yerine oğlu Şah Cihan, Şehabeddin ünvanı ile tahta geçti. Devrinde, Hindistan’da ileri gelen müslüman devletleri ile mücadele etti. Bunların başında Nizamşahiler gelmekte idi. 1630’da harekete geçen Babürlüler, Nizamşahları Devletabad’a kadar sürdüler. Bu arada Darur şehri ele geçirildi. Ertesi yıl Devletabad da alınıp Nizamşahlara büyük bir darbe vuruldu.
Cihan Şahı uğraştıran diğer bir mesele de o sırada Hindistan’da hatırı sayılır bir devlet olan Adilşahlardır. Uzun mücadelelerden sonra Şah Cihan’ın üstünlüğünü tanıması şartı ile aralarında anlaşma sağlandı.
Orta Hindistan’ın diğer üçüncü güçlü devleti, Kutubşahlar idi. Bunlar Şiiliği benimsediklerinden, Sünni olmaları için Şah Cihan tarafından bir ferman yollanmıştır. Ayrıca Şah Cihan, Safeviler adına okunan hutbenin kendi adına okunmasını istedi. Şah Cihan büyük bir orduyla Dekken’e gelince, Kutubşahlar, korktular ve hutbede dört halifeyi ve Şah Cihan’ı zikrettikleri gibi, yıllık bir mikdar vergi ödemeyi de kabul ettiler. Böylece, bu devletlerle olan mes’eleler Babürlülerin lehine olarak halledildi.
İran, Osmanlı ve Avrupa devletleri ile münasebet kuruldu. Bu sırada Portekizliler Hugli’de koloni kurdular ve köle temini için Bengal’de insan avına giriştiler. Bunu haber alan Şah Cihan, 1632’de meseleye el atıp, Hugli yöresini zabtetti ve Portekizlileri sadece bir şehirde oturmaya mecbur etti.
Şah Cihan 1652’de hastalanınca oğulları arasında taht kavgası başladı. Evrengzib adındaki oğlu kardeşlerine hakim olduktan sonra, babasını da tahtından indirerek Temmuz 1658’de Agra’da sultanlığını ilan etti.
Evrengzib Alemgir zamanında Gürganiye Devleti eski haşmetli devrini yaşadı. Evrengzib, dinine bağlı olup, alimleri severdi. Brehmenlerle ve şiilerle mücadele edip, şii sultanlıklarını ortadan kaldırdı. Büyük alim İmam-ı Rabbani hazretlerinin oğlu Muhammed Ma’sum Faruki ve onun oğlu Muhammed Seyfüddin hazretlerinden feyz aldı. 50 sene adaletle hüküm sürdü. Şeyh Nizam Muinüddin-i Nakşibendi başkanlığındaki bir hey’ete, Hanefi mezhebi üzerine Fetava-i Hindiyye adındaki çok kıymetli fetva kitabını hazırlattı.
Evrengzib, dış siyasete de önem verdi. Safevilerle olan dostluk devam ettirildi. Basra ve Arabistan’la mektuplaşmalar oldu. Mekke şerifine elçiler yollanarak büyük maddi yardımda bulunuldu. Bu devrede Osmanlı Gürganiye münasebetleri de ileri safhada idi. Padişah İkinci Süleyman’ın Hindistan elçiliği ile vazifelendirdiği Ahmed Ağa, 1690 yılında büyük bir merasimle karşılandı ve Anadolu’nun temsilcisi olarak kabul edildi. Batılı devletlerden İtalya, Fransa ve İngiltere ile de temaslarda bulundu. "Ebü’l-Muzaffer", "Muhyiddin Evrengzib", "Padişah" ve "Gazi" ünvanlarına sahib olan Evrengzib, yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamıyarak Mart 1707 yılında vefat etti.
Gürganiye Devleti, Evrengzib’den sonra parlaklığını kaybetti. Devlet, halefleri zamanında uçuruma gittiği gibi, hükümdarlar da gelişen dış baskı neticesinde yıprandılar. Hindistan’daki diğer Türk devletleri için kaçınılmaz bir hastalık haline gelen Hindulaşma, bu tarihten itibaren Babürlüler için, içten çöküşü hazırlayan bir sebeb oldu.
Babür Devletinde çökme alametleri 18. yüzyılda hissedilmeye başlandı. Evrengzib’den sonra tahta geçen Bahadır Şah, devlet işlerini düzene koyduktan sonra, Racput meselesini halletmek istedi. Fakat bu arada ayaklanan kardeşi ile mücadele etmek zorunda kaldı ve onu öldürttü. Bir müddet asilerle uğraşan Bahadır Şah, (1707-1712) tarihleri arasında hüküm sürdükten sonra, 1712’de Lahor’da vefat etti.
Bahadır Şah’ın yerine Cihangir Şahın bir yıllık saltanından sonra, yerine Ferruh tahta çıktı. Bunun zamanında devlet iç mücadeleye sahne oldu ve büyük parçalanmalar görüldü. 1722’de Safevilerin yıkılması ile yeni bir birlik teşkil ederek tahta çıkan Nadir Şah, aslen Kalaçlara dayanan ve Afganlaşmış olan Gılzaylar üzerine yürüdü. Gılzaylar yenilince, Hind sınırına sığındılar. Bu yüzden Nadir Şah, Babürlüleri birkaç defa ikaz etti. Ancak Babürlülerin Gılzaylara ses çıkarmadığını görünce, 1738’de sefere çıkıp, önce Babürlülerin ata yurdu olan Kabil’i daha sonra da Pencap ve Delhi’ye işgal etti. Ders vermek için Delhi’yi yakıp yıkan Nadir Şah, ele geçirilen Hind hazinelerini İran’a taşıdı.
Diğer taraftan Avrupa devletleri de Babür Devletinin hakimiyetini zaafa uğratmak için büyük çaba sarf ettiler. Alemgir adlı Babürlü hükümdarı veziri Gazieddin tarafından öldürülünce, tahta 1760 yılında İkinci Şah Alem geçti. Şah Alem, ilk olarak İngiliz himayesine giren Babürlü hükümdarı oldu. Bunun zamanında İngilizler hakimiyetlerini Bengal’den Orta Hindistan ve Racputana’ya kadar genişlettiler. 1764’te Badsar Savaşından sonra Bihar hakimiyetinden vazgeçen Şah Alem, İngiliz karargahına sığındı. İngilizlerin himayesinde Allahabad’da hayatını sürdüren Şah Alem, o hayattan bıkarak Maratalarla birleşmek üzere şehri terk etti. Böylece Şah İkinci Alem, bir müddet bunların himayesinde yaşadı. Marataların önemli reislerinden olan Sindia, yavaş yavaş kendisine kuvvetli bir krallık meydana getirerek Agra ve Delhi’yi ele geçirdi. Babürlülerin varisi olduğunu ilan etti. 1803’te Marataların güçlenmesini Hind politikasına uygun görmeyen İngilizler, Sindia’yı mağlub ettiler. Şah İkinci Alem tekrar karşı karşıya kaldı. Bu Avrupa devletinden bazı imtiyazlar koparmak istediyse de İngiliz komutanı teklifleri her defasında geri çevirdi. Bununla beraber Babürlü ailesinin geçimini sağlamak üzere bir miktar para verdiler. Gerçek idare ise İngiliz temsilcisi tarafından yürütülmekle beraber, Delhi’den tebliğ edilen emirlerin hükümdar adına olmasına ses çıkarmadılar. Bir müddet sonra İngiliz-Babür münasebetlerinde protokol kaldırıldı. İngiliz genel valisi Şah İkinci Alem’e eş duruma getirildi. Hükümdarın adı paralardan kaldırıldı.
1837’de Babürlülerin son hükümdarı tahta çıktı. Asıl adı Ebü’l Muzaffer Siraceddin Muhammed olan İkinci Bahadır Şah, bu tarihte resmen sözde hükümdar ilan edildi. 1857’de büyük bir ayaklanmada bulunan İkinci Bahadır Şah, bu hareketi ile para kestirmeye ve hutbe okutmaya muvaffak oldu. Ancak İngilizler bu duruma şiddetle tepki gösterdiler. Bir İngiliz ordusu, Delhi’yi Babürlülerin elinden aldı. İngilizler Delhi’de evleri, dükkanları basıp, malları, paraları yağma ettiler. Kadınları, çocukları dahi kılıçtan geçirdiler. İçecek su bile bulunmaz oldu. Hümayun Şahın türbesine sığınmış olan çok yaşlı şahı, çoluk-çocukları ile, elleri bağlı olarak, kale tarafına götürdüler. Patrik Hudson, yolda şahın üç oğlunu soydurup, don ve gömlekle bırakıp, göğüslerine kurşun sıkarak şehid etti. Kanlarından içti. Cesetlerini kale kapısına astırdı. Bir gün sonra, başlarını İngiliz kumandanı Henri Bernard’a götürdü. Sonra, başları suda kaynatıp şaha ve zevcesine çorba olarak gönderdi. Çok aç olduklarından hemen ağızlarına koydular fakat çiğneyemediler, yutamadılar. Ne eti olduğun bilmedikleri halde, çıkarıp toprağa bıraktılar. Hudson haini,
"Niçin yemediniz? Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yaptırdım!" dedi.
Sonra, sultanı, zevcesini ve diğer yakınlarını Rangon şehrine sürüp habsettiler. Sultan 1862’de zindanda vefat etti. Delhi’de 3000 Müslümanı kurşunlayarak, 27.000 kişiyi de keserek şehid ettiler. Ancak gece kaçanlar kurtulabildi. Hıristiyanlar, diğer şehirlerde ve köylerde de sayısız Müslümanı öldürdüler. Tarihi sanat eserlerini yıktılar. Eşi bulunmayan, kıymet biçilmeyen zinet eşyalarını gemilere doldurup, Londra’ya götürdüler. Allame (büyük alim) Fadl-ı Hak, 1861’de Andoman adasında, zindanda İngilizler tarafından şehid edildi.
İkinci Bahadır Şahın ölümü ile Babür Hanedanı Hindistan’da tarih sahnesinden çekildi. İngilizler siyasi iktidarı ele geçirip hemen her yerde yaptıkları gibi, Hindistan’ı da bir isyanlar diyarı haline getirdiler. Değişik inanç ve kültürdeki insanları birbirine kışkırtarak onların birlik ve düzenine imkan vermeyip, mali kaynakları kendi ülkelerine akıttılar. Ayrıca Müslümanlar arasındaki yardımlaşmayı ve kardeşliği yıkmak için çeşitli entrikalar çevirdikleri gibi ajanları vasıtasıyla “Kadıyanilik” denilen bozuk bir mezhep ortaya çıkararak Müslümanları doğru yoldan saptırmaya çalıştılar (Bkz. Kadıyanilik). Bu tarihten sonra İngilizler Hindistan’a yerleşerek, Babür (Gürganiye) İmparatorluğunun tarih sahnesindeki yerini aldılar.
Babür Şahın kurduğu Timuroğulları veya Gürganiyye Devletinin on yedi hükümdarı kronolojik olarak aşağıya çıkarılmıştır.
Hükümdarın Adı |
Tahta Geçişi |
Babür Şah |
1526 |
Hümayun Şah |
1530 |
Ekber Şah |
1556 |
Selim Cihangir Şah |
1604 |
Şah Cihan |
1628 |
Evrengzib Alemgir |
1658 |
Şah-ı Alem Bahadır |
1706 |
Cihangir İskender |
1712 |
Ferruh |
1713 |
Refiudderecut |
1719 |
Şah Cihanı Sani |
1719 |
Muhammed Şah |
1719 |
Ahmed Bahadır Şah |
1747 |
Alemgir-i Sani Şah |
1753 |
Şah-ı Alem Sami Şah |
1759 |
Ekber Şah-ı Sani |
1806 |
Bahadır Şah-ı Sani |
1837 |
Hindistan’da en büyük İslam Devleti olan Gürganiye Devletinin kurucusu. Asıl adı Zahireddin Muhammed Babür’dür. Timur Han soyundan gelip, babası Sultan Ebu Said’in oğlu, Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’dır.
14 Şubat 1483’te Fergana’da doğdu. 1493’te babasının ölümü üzerine Fergana hükumetine varis oldu. 11 sene Özbek ve Tatar melikleri ile savaş edip, nihayet hakimiyeti sağlayamayacağını anlayarak güneye indi. 1504’te Kabil’i fethedip kendisine başşehir yaptı. Aynı zamanda Gazne’yi aldı ve kısa zamanda Afganistan’ın büyük bir kısmını içine alan bir devlet kurdu. 1511 Ekiminde Semerkant İmparatorluk tahtına oturdu. Bir ay sonra Taşkent’i, Buhara’yı aldı, bütün Maveraünnehr’e hakim oldu. Fakat, bir müddet sonra, Özbekler tarafından ata yurdundan kovuldu.
Babür Şah, 1519’da Hayber’i geçerek, Hindistan’a girdi. Pencab’a düzenlediği beş sefer sonunda bütün kuzey Hindistan’ı fethetti. 1525’te Hindistan’ın tamamını fethetmek üzere Kabil’den ayrıldı. 1526’da, yani Osmanlılar’ın Mohaç Zaferinden birkaç ay önce, Paniput Meydan Muharebesinde Sultan İbrahim Ludi’nin 100.000 asker ve 1.000 filden müteşekkil büyük ordusunu yendi. Bu zaferle Babürlüler (Gürganiye) Devletini kesin olarak kurdu (1526). Böylece Hindistan, Türk İmparatorluğu tacı Ludilerden Babür’e geçti.
Bu başarıdan sonra Delhi, Agra ve Hanpur’u alan Babür Şah, Agra’yı başşehir yaptı. 1527’de Hindular üzerine yürümek için Agra’dan çıktı. Hindular aralarında ittifak kurduktan sonra, 100.000 kişilik bir ordu ve birkaç yüz zırhlı fille yeni Hindistan fatihinin üzerine yürümeye başladılar. Çok kritik ve tarihi bir andı. Babür’ün harbi kaybetmesi demek, Ganj Vadisinin Hinduların eline düşmesi, netice itibariyle beş asırlık Müslüman ve Türk hakimiyetinin Hint kıtasından atılması demekti. Babür 13.500 kişilik pek seçkin bir Türkistan atlı birliği ile düşman üzerine yürüdü. Yanında Osmanlı Türklerinden Mustafa Rumi’nin kumanda ettiği bir topçu birliği de bulunuyordu. Hindularda ne top, ne de tüfek vardı. Ateşli silahlar ve Türk atlısının üstün savaş kabiliyeti, Babür’e savaşı kazandırdı. Düşman tamamen imha edildi. Bu, Babür Şah için Paniput’tan daha büyük bir zaferdi. Biyana civarında geçen bu Kanva Meydan Muharebesinde birkaç saat içerisinde düşmanı yok eden Babür, “Gazi” ünvanını aldı. Meşhur Zeynüddin Hafi’nin torunu Şeyh Zeyn Hafi’nin kaleme aldığı Zafername, bütün İslam memleketlerinin hükümdarlarına gönderildi. Bundan sonra Odh (Audh) eyaleti de fethedildi. Ardarda yapılan fetihlerle Babür İmparatorluğunun sınırları çok genişledi.
Babür Şah, 25 Aralık 1530’da Agra’da öldü ve vasiyeti üzerine pek sevdiği Kabil’e götürülüp, orada gömüldü. 1526’da kurduğu devlet 1858 senesinde İngilizlerin işgaline kadar, 332 sene varlığını sürdürmüştür. Kabri üzerine Şah Cihan tarafından 1646’da muhteşem bir türbe yaptırıldı. Babür Şah memleketin imarı için gayret gösterdi. Hindistan ve Afganistan’da birçok yollar, kervansaraylar ve medreseler yaptırıp, fethettiği yerleri mamur hale getirdi. Alim, edip bir zat olan Babür Şah, hayatını kendisi yazdı. Tüzük-i Baburi (Babürname) adını verdiği bu kitabı, Ekber Şah zamanında Çağatay dilinden Farsçaya sonra İngilizceye tercüme edilerek neşredildi. Türkçe pek değerli bir Aruz risalesi yazdı ve kendisine doğduğu zaman Zahirüddin Muhammed adını veren zahiri ve batıni ilimlerin hazinesi büyük mutasavvıf Hace Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin Farsça Hanefi fıkhı üzerine yazdığıRisale-i Validiyye’yi Türkçe nazma çevirdi. Yine Hanefi mezhebine ait fıkıh bilgilerini içine alan Mübeyyen adlı eseri yazdı. Şiirlerini Divan’da topladı. Orjinal yazı stili, “Hatt-ı Baburi” adıyla meşhur oldu. Babür, Türkçe’den başka pek mükemmel surette Farsça, Arapça ve Moğolca biliyordu. Ölümünden sonra “Hazret-i Firdevs-Mekani” ve “Hazret- i Giti-Sitani”= (Cihan Fatihi) diye anılmıştır.
Topkapı Sarayının üçüncü kapısı. Akağalar Kapısı olarak da bilinir. Sarayın birun ve enderun denilen kısımlarını birbirinden ayırmaktadır.
Babüssaade kapısının ön kısmında mermer sütunlara dayanan bir revak vardır. Cüluslarda (Yeni padişahın tahta oturduğunda) ve ayak divanı denilen fevkalade divanlarda ve bayramlarda hükümdarla bayramlaşmalarda padişahın tahtı bu revak veya sayvanın altına kurulurdu. Buradaki bayramlaşma merasimleri Sultan Abdülaziz Hanın saltanatının ilk yıllarına kadar devam etmiştir. Sefere çıkacak serdar-ı ekreme, Sancak-ı şerifin merasimle teslimi yine bu kapı önünde gerçekleşirdi.
Babüssaade’nin iki kapısının arasında ve sağda dört-beş odalı Babüssaade Ağası (Kapı Ağası) Dairesi ve solda ise Akağalar Koğuşu vardır. Akağalar Koğuşu içinde çeşme avlusu denilen ve ocak müstahdemlerinin istirahatlerine mahsus bir teneffüs odası bulunmakta idi.
Babüssaade Ağası, Babüssaadeyi koruyan Akağaların amiri olup, sarayın en yüksek görevlilerinden idi. Bunlar, padişahın sefere çıkışında ve camiye gidişinde yanından ayrılmazlardı. On sekizinci asrın başlarında Babüssaade Ağalarının yetkileri büyük ölçüde kısılmış, emirleri altındaki ağalıklar da ellerinden alınmıştır.
(Bkz. Babüssaade)
Topkapı Sarayının ikinci kapısı. Bu kapıya Ortakapı da denir. Fatih Sultan Mehmed Han zamanında sade bir biçimde yaptırılan bu kapının sağına ve soluna Kanuni Sultan Süleyman Han döneminde iki kule eklendi. Babüsselam'ın biri dışa, öteki iç avluya açılan iki büyük kapısı arasındaki bölümüne "kapıarası" denirdi. Kapıyı Kapıcıbaşı Ağanın idaresindeki "Bevvaban-ı Dergah-ı Ali" denilen kapıcılar korurdu. Babüsselam bugün Topkapı Sarayı Müzesinin giriş kapısı olarak kullanılmaktadır.
Bir çeşit vergi. Farsça baj kelimesinin Arapça ve Türkçe’de aldığı şekil olup, Gazneli, Selçuklu, İlhanlı, Akkoyunlu ve Osmanlılarda vergi manasında kullanılmıştır. Bu vergi; pazarlarda, panayırlarda alınıp satılan hayvandan, her cins maldan, ithal edilen ve Osmanlı topraklarından transit olarak geçirilen mallardan alınırdı.
Önceleri bağlı oldukları hükümdara vermeleri gereken para ve armağanlara “baj” denilmekteydi. On üçüncü yüzyılda tekalif-i örfiye nevinden (devletin daimi ve fevkalade giderleri için divanın kararı ile toplanan vergiler) bir vergi oldu. Bac, Osmanlılarda ilk defa Osman Gazi’nin pazara getirilen her yük için iki akçe almalarını emretmesi ile başlamıştır. Bu zamanda bac, yalnız satıcıdan alınan bir vergiydi. Fatih Kanunnamesi'nde ise, alım-satım vergisi olarak kullanılmıştır.Kanunname'de yabancı memleketlerden getirilen mallardan alınacak bac miktarı umumiyetle % 20 olarak tesbit edilmiştir.
Bac, Osmanlılarda, alındıkları şeye ve şekle göre değişik isimler almıştır. Buna göre pazar ve panayırlarda satılan koyun ve keçilerden “bac-ı ağnam”; şehirde alınıp satılan her çeşit maldan, dokunan kumaş ve kesilen hayvanlardan “bac-ı tamga”; yurt dışından gelip, transit olarak memleketten geçen veya memlekette kalmak üzere gelen mallardan “bac-ı büzürk” ; pazar ve panayırlarda satılan her türlü hayvandan “bac-ı kırtıl” ve ülke dışına çıkarılan mallardan “bac-ı niyabet” adı ile vergiler alınmıştır.
Batı müziğinin meşhur sanatkarlarından. Almanya’da üç asır müzik eserleri veren sanatkar bir ailenin oğludur. Eisenach kasabasında 1685 yılında doğdu. Bulunduğu muhite göre iyi bir tahsil başlangıcında bulunduktan sonra Ohrdruf kasabasında orgculuk yapan ağabeyinin yanına gönderildi. İlk klavye ve org derslerini ağabeyinden aldığı tahmin edilmektedir.
On beş yaşından itibaren hayatını kazanması icab ettiğinden çalışmaya başlamış, rast geldiğinden bir şeyler öğrenmeye çalışmıştır. Yirmi yaşlarında ilk eserlerini bestelemeye başlamış. Kiliseden ayrılıp Weimar-Sachsen Dükasının yanında dokuz sene çalışmış, sonra Prens Leopold’un emrinde çalışmak üzere Cöthen’e gitmiştir. Bir müddet burada bulunduktan sonra 1722 yılında Leipzig’de Thomas Kilisesinin kantorluğuna getirilmiştir. Ömrünün sonuna kadar bu görevde kalan besteci, 1750 yılının başında gözlerinden ameliyat olmuş, bundan birkaç ay sonra da ölmüştür (28 Temmuz l750).
Bach, değişik türlerde pekçok eser vermiştir. Yalnız bunların büyük bir kısmı kaybolmuştur. Yaşadığı yıllarda yıllarda pek meşhur olamayan Bach, ancak ölümünden elli yıl sonra tanınmaya başlamıştır. Müzik sanatında, çok sesli müzikle armoniye dayanan yeni bir akımı ustaca kaynaştırmıştır.
İngiliz filozof ve fen adamı. Felsefesinde düşünmeye ait hipotezlerin çürütülmesinde veya ikna edilmesinde tecrübe ve denemenin önemini izah etmiştir. Hayatı ile ilgili bilgiler daha ziyade kendi yazılarından öğrenilmiştir.
1214 yılında İngiltere’de doğmuştur. İlk çalışmaları, sonradan birkaç yıl hocalık yaptığı, Oksford Üniversitesinin sanat fakültesinde olmuştur. 1240’larda Paris Üniversitesine giderek kendi ismi ile anılan öğretim metoduyla hocalık yaptı. Birkaç yıl sonra fenne karşı alaka duymaya başladığından, 1250’lerde tekrar İngiltere’ye döndü ve kendini fenni çalışmalara verdi. Zamanındaki bütün fenni bilgileri öğrenmek istedi. Bu uğurda ailesinden ve bazı başka kaynaklardan alabildiği parayı fenni malzeme ve kitab üzerine harcadı. 1252’de Fransiskan mezhebine girdi ise de aradığını bulamadı.
En iyi çalışmalarını o zamanın İslam alimlerini ve eserlerini tetkik ederek optik üzerinde yapmıştır. Işığın tabiatı ve gök kuşağı gibi bazı tabiat olayları ile ilgilenmiştir. 1257’de şahsi görüş ve inançlarında diğer rahiplerden ayrılması veya fen sahasındaki çalışmaları sebebiyle tekrar Fransa’ya dönmüştür. 1292’de ölmüştür.
Çalışmalarını ve düşüncelerini anlatan Opus Majus'u hazırlayıp bunu papaya göndermiştir. Fakat papa öldüğü için bunları okuyup okumadığı bilinmemektedir.
Fen bilgileri çalışmalarında barut, gözlük camı ve teleskop üzerinde uğraşmıştır.
Alm. Tünche, Fr. Badigeon, İng. Limewash. Bina duvarlarına fırça veya püskürtme ile sürülen kireç şerbeti veya plastik boya. Eskiden evlerin temizliği kireç badanalarla yapılırdı. Bugün ise kireç badanalar bilhassa büyük şehirlerimizde yerini plastik badana ile duvar kağıtlarına bıraktı. Badana ihtiyaca göre ekseri kıştan çıkışta ilkbaharda senede bir yapılır. Eğer duvarlar kirlenmemişse bu birkaç senede bir tekrarlanır. Binaların dışlarına yapılacak badanalarda ısı önemlidir. Bu bakımdan soğuk havalarda ısının 10 derecenin altında bulunduğu zamanlarda özellikle dış badana yapılmaz.
Evin içinde odalarda yapılan badanalarda rüzgar ve hava akımına dikkat edilmelidir. Zira rüzgar veya hava akımına uğrayan yerler çabuk kuruyacağından badana lekeli olabilir. Kapı ve pencerelerin kapalı olması buna mani olmaktadır.
Duvar ve tavanların temizliği ve güzelliği için yapılan badana iki çeşittir. Bunlardan biri kireç, diğeri plastik badanadır.
Kireç badanası: Bir oda için ortalama 2-3 kg temiz ve beyaz kireç, genişçe bir kapda su ile söndürülür. Yalnız bu iş ev içinde yapılmamalıdır. Patlamalar hem kirlenmeye hem de insan vücudunda yanmalara sebeb olur. Sönen kireç dinlendirilir. Badananın çıkmaması için içine % 3 oranında şap veya tuz konur. Badana yaparken birinci katın duvara iyice işlemesine dikkat edilir. İkinci ve üçüncü kat badanalar ilkinden biraz koyu olur. Piyasada hazır kireçli badanalar satılmaktadır. Bunlar belli oranda su ile karıştırılınca badana hazır olur. Kireç badana; kıl, plastik fırça veya püskürtme ile yapılır.
Plastik badana: Hazır satılan plastik boyalarla yapılır. Fırçaları ayrıdır. Plastik badananın en büyük özelliği sürülen yüzeyi iyi koruması ve istenildiği zaman ıslak bezle silinmesidir. Bu, ev halkı için büyük kolaylık sağlar. Kirece nazaran pahalılığına rağmen kullanışlı olması ve uzun zaman dayanması tercih edilmesine sebeb olmaktadır.
Tutkallı badana: Bu gibi badana çeşitlerinde hiç kireç kullanılmaz. Pudra haline getirilmiş tutkal ve boya birbirine karıştırılır. Tutkalın erimesi, boya ile iyice kaynaşması için iki saat kadar ılık suda bekletilir. Genel olarak bir kilo boya ve tutkal eriyiğine 5-6 litre su katılarak iyice karıştırılır. Bundan sonra istenilen renk bu karışımın içine katılır. İyi temizlenmiş duvarlara bu badana sürülür.
Hangi çeşit badana yapılırsa yapılsın, badanadan önce duvarların ıslak bezle iyice silinmesi lazımdır. Tutkallı ve plastik badanalarda ise duvarlar sabunlu suyla mutlaka silinmelidir.
BADEM AĞACI (Prunus amygdalus veya Amygdalus communis)
Alm. Echte Mandel, Fr. Amandier (m), İng. Almond tree. Familyası:Gülgiller (Rosaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Badem hemen hemen bütün Anadolu’da yetişmekle beraber bilhassa Ege ve Akdeniz bölgelerinde çoktur.
Mart ve Nisan ayları arasında beyaz veya pembe renkli çiçekler açan, 5-12 m yüksekliğinde bir ağaç. Birçok çeşitleri varsa da, tıbbi bakımdan ikisi mühimdir: Amygdalus communis varyete dulcis (tatlı badem), Amygdalus communis varyete amara (acı badem). Tohumun lezzeti birincisinde tatlı, ikincisinde ise acıdır. Yaprakları saplı, parlak, yeşil renkli, kenarları dişlidir. Çiçekleri yaprakların gelişmesinden önce açar ve kısa saplıdır. Çanak yaprakları yeşilimsi sarı renkli üçgen şeklinde, 5 birleşik parçalı, taç yaprakları beyaz veya pembe renkli 5 serbest parçalıdır. Meyveleri oval şekilli, yeşil tüylü genellikle bir, bazan iki tohumludur.
Kullanıldığı yerler: Acı ve tatlı badem tohumlarından tazyik usulü ile yağ elde edilir. Badem tohumlarında yağ, albuminli maddeler, E vitamini; şekerler ve emulsin isimli enzim vardır. Acı badem tohumları uçucu yağ taşırlar ve ayrıca siyanogenetik bir glikoz olan amygdalin maddesi ihtiva ederler.
Acı bademin uçucu yağı, iyi bir koku ve tat giderici (balık yağına ilave edilir) ve hafif bir dezenfektandır. Badem tohumları, badem şurubu hazırlanmasında kullanılır. Çocuklar için iyi bir müshildir. Kremlerin terkibine girer. Meyve kabuğu halk arasında boğaz ağrılarına karşı kullanılmaktadır.
Alm. Mondel, Tonsille (f), Fr. Tonsille (f), İng. Tonsil. Ağız boşluğu ile yutak arasının iki yanında bulunan badem biçimindeki büyükçe iki salgı bezi. Çatısı katılgan dokudan meydana gelmiş olan bademcikler, lenf dokusu özelliğindedir. Yükseklikleri 2-2,5 cm, genişlikleri 1,5 cm kadardır.
Bademcikler, küçük yaşlarda gelişmiş olup, büyüktürler. Erginlik çağına yakın küçülmeye başlarlar. Erişkinlerde çocuklara oranla daha az bir yer kaplarlar. Görevleri tam açıklık kazanmamış olmakla beraber, bütün lenf dokusunun görevi olan, vücudu, yabancı madde ve mikroplara karşı savunmak olduğu söylenebilir. Bademcikler, kiripta denilen girintilerine yakalanmış olan bakteri ve diğer hastalık yapıcı mikroorganizmalara karşı antikor denen bağışıklık cisimleri meydana getirirler.
Normalde insanın ağız ve boğazında birçok mikroorganizma bulunur. Vücudun direncinin düştüğü durumlarda veya yalnızca bu bölgenin korumasız kaldığı hallerde bu mikroplar, bademcikler ve üst solunum yollarındaki çeşitli hastalıklara sebeb olurlar. Bademcikler, vücudun en çok mikropla karşılaşan yerlerinden birisi olup, yine vücudun en sık iltihaplanan parçalarındandır.
Bademciklerin iltihabına anjin ismi verilir (Bkz. Anjin). Streptokok denilen bakteri grubunun yaptığı anjinler, böbrekte nefrit ve eklem-kalb romatizmasına sebeb olduğundan, ciddi olarak takip ve tedavi edilmelidirler.
Boğazdaki lenf dokusu sadece iki adet bademcikten ibaret olmayıp yutak girişindeki lenf bezleri bir halka meydana getirirler. Bu büyük ve küçük bademcikler topluluğuna “Waldeyer’in lenf halkası” adı verilir. Bu dokudaki bademcikler çıkarılsa bile kalan lenf dokusu iltihaplanarak anjin ortaya çıkabilir. Bu sebeple birkaç yıl önceye kadar çok sık yapılan bademcik ameliyatı giderek daha az oranda yapılmaktadır. Bademcik iltihaplarını önceden tedbirlerle önleyerek ameliyat yapma mecburiyeti ortadan kaldırılabilir. Çünkü 10 yaşından itibaren bademcikler kendiliklerinden küçülürler.
Bademcik ameliyatı: İki ana ameliyat tekniği vardır. Bunlardan birincisinde, iltihaplanan kısım çıkartılır ki bu tip ameliyat artık kullanışlılığını kaybetmiştir. Diğer metodda ise iltihaplı bademciklerin tamamı ve yanısıra iltihaba iştirak eden diğer lenf bezleri çıkartılır. Ameliyat ancak senede 5-6 defa veya daha sık iltihaplanan bademciklere uygulanır. Daha seyrek iltihaplanmalara karşı, rahatsızlık zamanında hemen tedavi uygulanmalıdır. Aksi halde kalb, böbrek ve mafsal iltihaplanmaları kaçınılmaz olur.
Hastalıklarından korunma: Yapılacak en önemli iş vücut direncini yüksek tutmaktır. Havası kirli, tozlu yerlerden kaçmak, gıda temizliğine çok dikkat etmek lazımdır. Soğuk-sıcak farklarının da hastalıkta önemli rol oynadığını unutmamak gerekir.
Hastalıklarında yapılacak işler: İltihabın çevre dokulara yayılması ve ilerleyici karakterde olması durumunda cerrahi müdahale gerekir. Hafif seyreden hallerde sıvı gıdalar almalı, soğuk ve sıcak yiyip içmemelidir. Ağrıyı kesmek için aspirin ve benzeri ağrı kesiciler kullanılabilir. Virüslerin yaptığı bademcik iltihapları birkaç günde kendiliğinden geçer. Bakterilerden olan iltihaplarda ise doktor kontrolünde antibiyotik tedavi yapılması uygundur.
Eski bir Fransız oyunundan türetilen bir çeşit raket sporu. Kortta (sahada), mantar veya plastikten yapılmış topu raketle fileden aşırarak oynanır. Raket ince ve esnek olup, 100-125 gr ağırlığındadır. "Uçucu" olarak da bilinen badminton topunun ağırlığı 4,73-5,50 gram arasında olup üzerinde 14-16 kadar tüy bulunur.
Erkekler için 15, bayanlar için 11 sayılık üç set üzerinden yapılan karşılaşma, bir veya iki kişilik takımlar arasında düzenlenir. Servis karşılayan taraf, topu saha dışına düşürdüğünde veya kendi yarı sahasında yere değmesine engel olamadığında karşı taraf sayı kazanır. Aksi durumlarda ise, voleybolda olduğu gibi sadece servis, taraf değiştirerek oyun devam eder.
Badminton sahasının uzunluğu 13,40 m, genişliği ise tek kişilik takımlar için 5,20, ikili oyunlar için ise 6,10 m'dir. Saha ortasında yer alan filenin eni 76 cm olup, yüksekliği 1,55 metredir.
Badminton, 1873'te İngiltere'de Badminton House'da, Hint ordusuna bağlı subaylarca oynandı. Federasyonu uluslararası olup, 1934'te kuruldu. 80'den fazla ülke üyedir. Her üç yılda bir dünya şampiyonası düzenlenir. İlk dünya şampiyonası 1977 yılında yapıldı.
Ege bölgesinde, Büyük Menderes Nehrinin denize döküldüğü yere yakın bir göl. Üç tarafı dağlık, yalnız batı tarafı ova olan Bafa Gölünün yüzölçümü 65 km2, çevresi 50 kilometredir. Uzunluğu 16, genişliği 6 km, denizden yüksekliği ise 10 metredir. Üç tarafındaki dağlardan ve bilhassa Beşparmak Dağından inen sularla beslenir. Göle fazla gelen sular yığıntı halindeki seddin güney ucundan Büyük Menderes'e dökülür.
Bafa Gölünün bulunduğu yer, eskiden denizin Söke'ye kadar uzanan bir koyuydu. Bu koy bir çöküntü alanıdır. Büyük Menderes çok uzun zamandan beri eski körfezi yavaş yavaş doldurmuş, ırmağın ağzı şimdiki yerine doğru ilerlemiş, eskiden koy olan Bafa önüne bir alüvyon seddi gelerek göl haline gelmiştir.Miladi başlangıç yıllarında yaşamış olan Strabon, eserlerinde Bafa'dan körfez olarak bahsetmektedir. Bu durumda gölün yaşı 2000 yıldan daha küçüktür. Gölün suları biraz tuzludur. Denizden ayrıldığından beri suyu tam tatlılaşmamıştır. Gölün çevresi tamamen ormanlık ve fundalıktır.
Alm. Rebellisch; rebell, Fr. Rebelle, İng. Rebellious. Asiler, haksız olarak devlete, devlet başkanına isyan edenler. İslam hukukunda devlete karşı gelenler üç kısımda incelenirler:
1. Bagi diye isimlendirilen kimseler: Müslümanlardan bir kısmı isyan edip, baş kaldırınca, hükümdar onların isyan etme sebeplerini araştırır. Niçin isyan ettiklerini sorar, onları ikna edip, kendisine itaate davet eder. Haklı iseler, isteklerini yerine getirir. İsyanlarına son verir. Eğer haksız iseler haksız olduklarını kendilerine bildirir. İsyanlarından vazgeçirmeye ve meydana gelecek bir savaşı önlemeye çalışır. Çünkü onlar da Müslümandır. Şayet asiler daveti kabul etmez ve harbe girişirlerse, hükümdar (devlet başkanı) topluluklarını dağıtıncaya kadar harbeder.
Bagilerin savaşa katılmayan kadınları, yaşlıları ve çocukları öldürülmez. Esir edilmez. Malları ganimet olarak alınmaz.Nitekim halife hazret-i Ali kendisine başkaldıran Basralılara böyle muamele etmiş; "Onların malları ganimet alınmaz, küçük çocukları esir edilmez." buyurmuştur. Başka bir defa da: "Kaçanları takib etmeyin. Yakalananları, yaralıları öldürmeyin." buyurmuştur.
İhtiyac olduğunda daha önce bağilerden alınan silah ve atlar muharebede kullanılır. Bagiler tarafından öldürülen ehl-i adle (bagi, asi olmayanlara) şehit muamelesi yapılır.
Bagiler, yani asiler döğüşürken öldürülünce namazları kılınmaz. Bunları yıkamak da lazım değildir. Bağiler ve yol kesenler, kaçarak sonradan had ve kısas cezaları ile ölürlerse, yıkanır ve namazları kılınır.
2. Katı'-i tarik veya eşkıya denilen yol kesiciler:Silah kuvveti ile şehirde veya şehirler arası yollarda Müslümanlara veya zımmilere (gayri müslim vatandaşlara) saldıranlardır.
Yol kesicilik büyük cinayetlerden sayılmıştır. Kur'an-ı kerimde buna "Muharebetullah" (Allahü teala ile muharebe etmek) ( Maide suresi: 33) buyrulmuştur. Yol kesiciler halkın malına, canına, hukukuna (haklarına) tecavüz ederek ictimai (sosyal) hayatı, cemiyetin huzur ve emniyetini tehlikeye düşürürler. İşte cemiyetin hayatını tehlikeye düşüren bu zararlı kimseleri bertaraf etmek için işledikleri cinayetin ağır ve hafif oluşana göre çeşitli cezalar verilir.
Mal soymadan ve can kaybı yapmadan ele geçerlerse dövülür ve tövbe hali görülünceye kadar veya ölünceye kadar habsedilir.
Asiler, yaptıkları zararı öderler. Mal zayi olmamış ise geri verirler.
3. Hariciler: Bunlar kendilerince hak (doğru) olan bir tevilden (yorumdan) dolayı Müslüman hükümdarın küfür (imansızlık) ve batıl üzerinde bulunduğunu söyleyerek, onunla savaşmanın vacib (lazım) olduğunu iddia eden ve Ehl-i sünnetin kanlarını, mallarını almayı, çocuklarını ve kadınlarını esir etmeyi helal gören, Peygamber efendimizin arkadaşlarını küfre nisbet eden kimselerdir. Bunların hükmü de bagiler gibidir. Tövbe etmeleri, bu itikadlarından vaz geçmeleri istenir.
Alm. Weinberg (n), Fr. Vigne, İng. Vineyard. Üzüm bitkisi yetiştirilen bahçe. Üzüm bitkisine “Asma” denir. Asma soğuk iklimleri, killi, ağır ve su tutan toprakları sevmez. Memleketimizde, bu gibi yerler haricinde, hemen hemen her tarafta bağcılık yapılmaktadır. En çok, Ege ve Marmara bölgelerinde yaygındır. Ayrıca; Gaziantep, Kahramanmaraş, Hatay, Elazığ, Erzincan, Amasya, Tokat, Ankara ve Diyarbakır gibi Türkiye’nin muhtelif illerinde yaklaşık 590.000 bağ (asma) ağacı ziraatı yapılmaktadır. Bunlardan yıllık üzüm istihsalimiz ortalama 3.350.000 ton kadardır.
Asma; en çok, çelikle üretilir. Bu iş için; kış mevsiminde, üçer gözlü, pişkin, takriben bir santim kalınlığında ve oldukça kısa boğumlu, bir yıllık ve 25-30 cm uzunluğunda bulunan dallar, birer boğum noktasının tam alt tarafından olmak üzere kesilir. Bunlardan 25-30 tanesi bir araya getirilerek demet yapılır. Kışın bu demetler, 15-20 cm kalınlığında gübre veya saman, en üst kısmı da 10 cm toprakla örtülerek hendeklenir. İlkbaharda; bu çelikler, hazırlanan parsellere, 15’er cm aralıkla ilk gözün hizası toprağa gelecek şekilde dikilir. Sulama ve çapalamaya önem verilir. Ertesi yıl, iyice köklenmiş olan çelikler, asıl bağ yerine dikilirler.
Asma, daldırma usulü ile çoğaltıldığında, uzun bir dalın ucu, toprağa 8-10 cm derinliğinde dikilerek köklendirilir.
Bağcılıkta toprağın işlenmesi çok önemlidir. İyi işlenmiş bir toprakta, verimlilik çoğalır ve kalitesi yüksek mahsul alınır. Toprak tek beygirle çekilen pullukla 15-18 santimetreye kadar işlenir. Pullukla işlemede, pulluk asmanın pek dibine sokulmadığı için, asma dipleri ayrıca bir el aletiyle işlenmelidir. Toprak işlenirken, köklere zarar vermemeye dikkat etmelidir. Gübrelemek için iyice çürümüş ve yanmış çiftlik gübresi, yeşil gübre ve kimyevi gübreler kullanılır. Toprağın kuvvet durumuna göre değişmekle birlikte genel olarak, dönüme 1,5 ton çiftlik gübresi ve buna ilaveten, yeteri miktarda potaslı ve fosforlu sun’i gübreler kullanılır.
Bağlarda, budama çok dikkat ister. İlk yıllar şekil, daha sonraki yıllar mahsül budaması, çeşitlerine göre de kısa, orta veya uzun budama yapılır. Kısa budamada, asma üzerinde 2-3 gözlü tırnak; orta budamada, 3-8 göz; uzun budamada ise 8-15 göz bırakılır. Bu budama işleri gözler uyanmadan evvel (kuru budama) yapılır. Bağlarda yeşil budamalar da yapılır. Yeşil budama çeşitleri:
Filiz almak: Nisan-mayıs aylarında, istenilmeyen yerlerden çıkmış filizlerin alınmasıdır. Yaprak almak: Çiçek açmadan evvel ve ürünler olgunlaşmaya başladığı sırada, filizlerin sararmış ilk yaprağı ve salkımların alt tarafındaki birinci ve ikinci yaprağın koparılmasıdır. Doruk almak: Gövde ve dallar arasında, yersiz çıkmış sürgünlerin alınmasıdır. Koltuk almak: Koltuk gözlerinden süren dalların koparılmasıdır. Salkım seyreltmek: Yaş olarak yenen üzümde bu durum önemlidir. Salkımlarda taneler, bezelye büyüklüğünü aldığı zaman, kusurlu ve sıkışık tanelerin alınarak seyrekleştirilmesidir.
Hasat: Üzümlerin olgunlaşma durumu dikkate alınarak, birkaç defada yapılır. Bu maksatla, henüz olgunlaşmaya başlayan üzüm salkımları, çakı ve makasla kesilerek, sepetlerine veya pek derin olmayan kutulara doldurulur, piyasaya sevk edilir. Eğer kurutulacaksa sergilenir.
(Bkz. Kimyasal Bağlar)
Esnaf, sanatkar ve diğer bağımsız çalışanların sosyal sigortalar kurumu. 14 Eylül 1971 gün ve 13956 sayılı Resmi Gazete ile yayınlanan 2 Eylül 1971 tarih ve 1479 sayılı kanunla kurulmuştur.
Kurum, kuruluş kanununun birinci maddesine göre Sosyal Güvenlik Bakanlığına bağlı olup, mali ve idari bakımdan bağımsız bir kamu tüzel kişiliği kimliğine sahiptir.
Bu kanun; kanunla ve kanunların verdiği yetkiye dayanılarak kurulan sosyal güvenlik kurumları kapsamı dışında kalan ve herhangi bir işverene hizmet akdi ile bağlı olmaksızın kendi nam ve hesabına çalışan esnaf ve sanatkarlar ile öteki bağımsız çalışanları içine almaktadır.
Muhtar, Ödenek ve Sosyal Güvenlik Kanunu ile de, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna tabi olmayan köy ve mahalle muhtarları Bağ-Kur kapsamına alınmıştır. Bağ-Kur 1978 yılında yurt dışında çalışan vatandaşlara bu çalışmayla ilgili borçlanma imkanı da sağlamış, 1979 yılında ise ev kadınlarının bir sosyal güvenlik kanununa tabi olmalarını, yurt dışında çalışan vatandaşlarımızın çalışmayan eşlerinin ve Türkiye’de ikamet eden Türk asıllı yabancı uyrukluların isteğe bağlı sigortalı olmaları sağlanmış, parlamenter olanlara da 1960’tan sonraki ve Bağ-Kur Kanunu’nun uygulanmasına geçilmeden önceki dönemlerde kendi hesaplarına çalıştıkları süreleri belgelemek suretiyle borçlanma imkanı vermiştir.
Bağ-Kur, kapsamına aldığı sigortalılarına sigorta kollarından olan malüllük, yaşlılık, ölüm ve sağlık sigortası yardımı yapmakta, cenaze masrafları karşılığı toptan ödeme ve sosyal yardım zammı vermektedir.
Bağ-Kur mevzuatına göre sigorta piriminin ve aylıklarının hesaplanmasına esas teşkil eden 24 gelir basamağı mevcut olup, bununla ilgili gösterge tutarı 360’tan başlayıp 4020’de biten basamak göstergelerinin, her yıl bütçe kanunuyla belirlenmekte olan katsayı ile çarpılması sonucu bulunmaktadır. Sigortalının seçtiği gelir basamağı üzerinden % 20 oranında malüllük, yaşlılık ve ölüm sigortası ve % 12 oranında sağlık sigortası primleri aylık olarak alınmaktadır. Sigortalıdan ilk girişte bir defaya mahsus olmak üzere seçtiği gelir basamağının % 25’i oranında giriş keseneği alınmaktadır.
Sigortalılar ilk altı basamakta her yıl bir üst basamağa kurumca mecburi olarak yükseltilmekte, altıncı basamaktan itibaren ise iki yılda bir ve talep halinde yükseltme işlemi yapılmaktadır.