AYVANSARAYİ HÜSEYİN EFENDİ
On sekizinci asır Osmanlı tarih ve biyografi alimi. İsmi, Hüseyin olup, babası Hacı İsmail Ağadır. İstanbul, Fatih’te Ayvansaray civarındaki Toklu Dede Mahallesinde doğdu. Bu sebeple Ayvansarayi diye meşhur oldu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1786 (H.1200) senesinde İstanbul’da vefat etti. Eyyub'de bulunan Zal Mahmud Paşa Camii avlusuna defnedildi.
Küçük yaştan itibaren ilim öğrenmeye başlayan Hüseyin Efendi, Toklu Dede Camii imamı Şeyhü’l-kurra Halil Efendiden Kur’an-ı kerim kıraatini öğrendi. Kur’an-ı kerimi ezberlediği için küçük yaştan itibaren Hafız lakabı verildi. Ahmed Karamani ve Mehmed Emin Tokadi gibi büyük zatları görmekle şereflendi. Yeniçeri Ocağına girip, Baltacılar Kethüdalığı vazifesinde bulundu. Mehmed Emin Tokadi hazretlerinin talebelerinden Müstakimzade Süleyman Sa’deddin Efendinin sohbetlerinde bulunup ilim ve feyzinden istifade etti. Hocası Müstekimzade’nin tavsiyesi ile Hadikatü’l- Cevami adlı eserini yazdı.
Eserleri:
1. Hadikatü’l-Cevami:İstanbul’da bulunan cami, mescit ve minberleri yaptıranlar, yapanlar, camilerin bahçesinde medfun olanlar hakkında bilgilerin verildiği bu eser, 1779 senesinde tamamlandı. Esere daha sonra Seyyid Ali Efendi tarafından bir zeyl (ilave) yapıldı. Yapılan bu zeyl ile 1837 senesine kadar İstanbul’da inşa edilen camiler, mescitler, dergahlar ve bunların banileri (yapanları) hakkında bilgi verildi. Eser 1865 senesinde zeyli ile birlikte iki cilt halinde İstanbul’da basıldı.
2. Mecmua-i Tevarih: Bu eserde cami ve tekkelerden başka, çeşmelerin yapılışları ile bazı meşhurların vefat tarihlerini veren tarih manzumeleri bulunmaktadır.
3. Vefeyat-ı Selatin ve Meşahir-i Rical: Bu eserde, padişahlar ve özellikle İstanbul’da yatan tanınmış kişilerin hal tercümeleri anlatılmıştır. Dört bölüm halinde tertib edilen eserin birinci bölümünde, yirmi yedi Osmanlı sultanı; ikinci bölümünde İstanbul ve çevresinde medfun bulunan devlet adamları; üçüncü bölümde, hayratı İstanbul’da, mezarı başka yerlerde bulunan zatlar; dördüncü kısımda ise hayratı ve mezarı İstanbul dışında bulunan zatların hal tercümeleri yer almıştır. Verdiği bilgiler kadar, İstanbul’daki yer isimleri konusunda da değerli bir kaynak olan bu eser 1978 senesinde günümüz Türkçesi ile bastırılmıştır.
4. Vefeyat: Bu eser, şair padişahların vefatlarını; bazı alimlerin, şairlerin, bazı evliyanın kısa biyografilerini ve haklarında söylenen beyitleri ihtiva etmektedir.
Anadolu beyliklerinde donanma hizmetinde kullanılan asker. Osmanlı teşkilatında hafif yaya askeri. Azab, Arapçada evli olmayan, bekar erkek demektir.
İlk azab teşkilatını Aydınoğlu Umur Bey İzmir’de kurdu. Umur Bey Latinlerle yaptığı çarpışmalarda azab denilen donanma askerlerinden çok faydalandı. Osmanlılarda ise, henüz yeniçeri ocağı kurulmadan önce, azab teşkilatı mevcuttu. Azablar Anadolu’dan toplanmış dinç ve kuvvetli Türk gençlerinden meydana geliyordu. Bunlar; yaya, kale ve donanma azabları olmak üzere üç sınıftı.
Yaya azabları, harp vukuunda ihtiyaca göre 20 veya 30 haneden bir kişi alınmak suretiyle toplanırdı. Diğer haneler de seçilen bu azabların masraf ve iaşelerini karşılamakla mükellef tutulurdu. Askerden kaçmaması için her azabın bir kefili vardı. Kaçtığı takdirde masraf bu kişiden alınırdı. Azablar vergiden muaftılar. Kara savaşlarında düşmanın ilk saldırısını karşılamak azabların vazifesiydi. Düşmanı ilk önce ok yağmuruna tutan azablar, göğüs ğöğüse harbe girdiklerinde belli bir plan dahilinde iki yana açılırlar ve düşmanı topçu kuvvetleri ile karşı karşıya bırakırlardı. İşte bu anda Osmanlı topçusunun seri atışı sonunda düşmana öldürücü darbe indirilmiş olurdu.
Azabların Muharebe esnasında sayıları belirli olmayıp, düşmanın durumuna göre çok veya az olurdu. Ankara muharebesinde ve İstanbul’un fethinde 20.000 azab vardı.Otlukbeli savaşında Anadolu azabları 20.000 ve Rumeli azabları 10.000 kişiydi. Azablar kırmızı börk giyerlerdi. Silahları ise ok, yay ve omuzda asılı pala ile kalkandan ibaretti. Bazan da mızrak, yani kargı taşırlardı. Yaya azabları ilk dönemlerden 16. asır ortalarına kadar savaşlarda büyük hizmet verdiler.
On beşinci asrın başlarında azablar Osmanlı Bahriye teşkilatında da kullanılmaya başlandı. Bahriye azabları kabiliyetlerine göre kaptanlığa kadar yükselme imkanına sahiptiler. Bunların yedi-sekiz tanesi bir bölük sayılır ve bölükbaşısına “reis” denilirdi. Reisliğe ise “badhani” denilen yelkencilikten geçilirdi. Reisten sonra odabaşı ve ahçıbaşı gelirdi. Reis aynı zamanda gemi süvarisi olunca “vardiyan-başı” denilirdi. Süvari olan reis daha sonra kaptan olurdu. Ayrıca bölüksüz reis sınıfı vardı. Kıdemli yelkencilerin terfi sırası geldiğinde boş bölükbaşılık bulunmazsa, bunlara bir rütbe olarak reislik, yer açılınca da bölüklü reislik verilirdi. Deniz azabları arasında 150 kadar bölüksüz reis bulunurdu. Bahri azablarının bir kısmı tersanede bir kısmı da gemilerde hizmet ederlerdi. Gemilerde bulunanlara “Azaban-ı donanma”, tersanedekilere de “Azaban-ı tersane” denirdi. Azabların tersane yanında bir kışlaları vardı. Bugün buraya Azapkapı denilmektedir.
Ayrıca hudut kalelerinde yaya azablarından teşkil olunan bir azab birliği görev yapardı. Kale içinde oturan bu askerlerin bir kısmı ulufeli (maaşlı) bir kısmı timarlıydı ve her kalede belli bir mikdarı değişmez sayıda idiler. Ulufeli azab layık görülürse, timarlı olurdu. Azab teşkilatı, Sultan İkinci Mahmud Han döneminde kaldırıldı.
Karadeniz'in kuzeydoğusunda 37.700 kilometrekarelik bir iç deniz. Uzunluğu 240 km, en geniş yeri 231 kilometredir. Derinliği azdır; en derin yeri 14 metredir. 6-8 km genişliğinde Kerç Boğazı ile Karadeniz'e bağlıdır. Kırım Yarımadası, Karadeniz ve Azak Denizi arasında bir tabii engeldir.
Tuzluluk derecesi yüzde birden azdır. Don, Kuban, Krinka ve Kalmius nehirleri Azak Denizine dökülür. Azak Denizine ılıman bir kara iklimi egemendir. Aralık-mart ayları arası donar. İlkbaharda yüksek tonajlı gemiler Karadeniz'den Azak Denizine geçerler. Azak Denizinde çok bol balık bulunur. Limanları; Rostov, Taganrug, İdanov Berdjanks'tır.
Akdeniz'i olduğu gibi, Karadeniz'i de Osmanlı gölü haline getiren atalarımız, uzun yıllar Azak Denizine de hakim oldular.
Alm. Kalmus, Fr. Acore vrai, İng. Sweet Flay. Familyası: Yılanyastığıgiller (Araceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: İzmit, Bolu ve Kuzey Anadolu.
Vatanı, Hindistan olan Avrupa, Asya ve Amerika’ya yayılmış olan depo köklü (Rizom) bir bataklık bitkisi. Türkiye’de bazı göl ve nehir kenarlarında rastlanır. Nisan-mayıs aylarında çiçek açar. Çiçekler erdişi, yeşilimsi, 5-8 cm boyunda olan bir sap (sapandiks) üzerinde sık ve çepeçevre dizilmiştir. Çiçekleri çevreleyen kın dik, yeşil ve yapraksızdır. Yapraklar parmaklar arasında oğuşturulursa, biber kokusuna benzer bir koku duyulur. Çiçekler tek başlarına çan şeklindedirler.
Kullanıldığı yerler: Kullanılan kısmı kökleridir. Bileşiminde kuvvetli kokulu uçucu yağ, asaron ve tanin vardır. Asaron bir antibiyotiktir. Fakat az da olsa zehirli etkiye sahiptir. Kuvvet verici, uyarıcı, mide hazımsızlığı, mide hiperasiditesine karşı, Azakeğeri 13. yüzyıldan beri tıpta kullanılmaktadır. Gaz söktürücü olarak ve pastalara koku vermek için de kullanılır.
DEVLETİN ADI |
Azerbaycan Cumhuriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Bakü |
NÜFUSU |
7.145.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
86.600 km2 |
RESMİ DİLİ |
Türkçe |
DİNİ |
İslamiyet |
PARA BİRİMİ |
Manat |
Sovyetler Birliği'nin dağılması üzerine Kafkas Dağlarının Hazar Denizine bakan güneydoğu eteklerinde kurulan bir Türk ülkesi. Batısında Ermenistan, kuzeybatısında Gürcistan, güneyinde İran, doğusunda Hazar Denizi yer alır
Tarihi
Azerbaycan, tarih sahnesinde M.Ö. 6. asırdan itibaren görülmeye başlar. Jeopolitik durumu itibariyle, devamlı istilalara uğramış ve çeşitli devletlerin hakimiyeti altında kalmıştır. Bu bölgede kurulan ilk devlet, Ahameni Komutanı Sahrap Atropates'in temellerini attığı krallıktır. Atropates Krallığının ismi zamanla değişikliklere uğramış, Sasanilerce Azurbeycan, Süryanilerce Azerbaigan olarak isimlendirilmiştir. Türkler ve İranlılar ise bölgeye Azerbaycan ismi vermişlerdir.
Atropetes Krallığından sonra bölgeye sırasıyla Selevkoslular, Ermeniler, Romalılar ve Sasaniler hakim olmuşlardır. Türklerin buraya esaslı yerleşmeleri M.S. 4. ve 5. asırlarda olmuştur. Daha sonra Sasani Hükümdarı Nuşirevan bölgeye İranlıları yerleştirme politikasını takip etmiştir. Yedinci asırdan itibaren büyümeye başlayan İslam devleti Azerbaycan'ı fethe başladı. Bu fetih hareketi, 643'te bölge tamamen Müslümanların hakimiyeti altına geçmesiyle tamamlandı. Daha sonra Abbasiler burayı Türk emirler vasıtasıyla idare ettiler. Abbasi Devletinin yıkılmasıyla, bu topraklarda birtakım yerli hanedanlar beylik kurdular. Yedinci asırdan itibaren Selçuklu Akıncıları Azerbaycan'a girdiler. Fakat burada kesin bir hakimiyet tesis edemediler. 1015-1016'dan sonra buraya Oğuz boyları yerleşmeye başladı. 1043 senesinde Tuğrul Bey, amcası ve amcaoğlunu buraya fethe gönderdiyse de, Bizanslılarla uzun süren çarpışmalardan bir netice alınamadı. Azerbaycan'ın kesin Selçuklu hakimiyeti altına girmesi Sultan Alparslan devrinde olmuştur.
Azerbaycan, 12. ve 13. asırlar arasında Atabegler ve Harezmşahların hakimiyeti altına girdi. Daha sonra Moğollar, bölgeye 1320'de girmeye başladı. Cengiz'in burada hakimiyeti kısa sürdü, Cengiz'in ölümünden sonra Azerbaycan Cuci milletinin istilasına uğradı. Onlardan sonra İranlıların hakimiyetine giren Azerbaycan, bir süre sonra da Altınordu Devletinin hakimiyetine girdi. On altıncı asrın ilk yarısına kadar bu istilalar devam etti. Azerbaycan'a ilk Osmanlı seferi ise 16. asırdan itibaren başladı. Yavuz Sultan Selim Han Safevilerle olan savaşları esnasında, 1514'te Tebriz'i aldıysa da, şehir tekrar Safevilerin eline geçti. 1534'te Kanuni Sultan Süleyman Han Tebriz'i aldı ve ertesi sene bütün Azerbaycan'ı fethetti. 1555'te çıkan karışıklık sonucu Azerbaycan tekrar Safevilere bağlandı. Sultan Üçüncü Murad Han devrinde tekrar Osmanlıların eline geçti.
1539'dan sonra Azerbaycan'da muhtelif hanlıklar kuruldu. Bunlarda kargaşalık; 19. asra kadar devam etti. Bu asırda bazı kalkınma hareketleri başladıysa da, sonuçları ancak 20. asrın başlarında görüldü.
Nihayet, 28 Nisan 1920'de kızılordunun istilası ile Sovyet rejimi ilan edildi. Azerbaycan bugünkü statüye gelene kadar, Gürcüler-Ermeniler ile birlikte Kafkasya federasyonu şeklinde idare edildi.
5 Aralık 1936'da topraklarının bir kısmı Ermenilere bir kısmı da Gürcülere verildi. Böylece Kafkasya'da kalan Azerbaycan toprakları üzerinde Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan olmak üzere Rusya'ya bağlı üç cumhuriyet kuruldu.
Komünistlerin istilası sırasında, milletin arasına bozuk fikirler yerleşmeye başladı. Bu arada İslamiyeti bozucu, reformist fikirler de gelişti. Millet, bu reformistler ile komünistler arasında şaşırdı ve komünizme karşı yapılan başkaldırmalar başladı. Ancak bunlar her defasında çok kanlı olarak kızılordu tarafından bastırıldı. Komünistlere karşı 56 şiddetli isyan olmuştur. 1989'da Rusya'da başlayan Glasnost ve Prestroika politikası ile Kuzey Azerbaycan'da maddi ve manevi değerlere dönüş başladı. Ermenilere verilen bölgeleri geri almak için ayaklanmalar oldu. 1990'da bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan Cumhuriyetine giren Kızılordu, ülkeyi baştan başa kana buladı. Sovyetler Birliği, bir süre bağımsızlığını ilan etmeye çalışan cumhuriyetlerine karşı baskısını sürdürdü ise de, Ağustos 1991'de Azerbaycan, Letonya, Estonya ve Litvanya bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bunları diğer Türk devletleri takip etti. Azerbaycan ile Ermenistan arasında Karabağ yüzünden çıkan savaş devam etmektedir. 1992 ortalarında yapılan seçimleri kazanan Halk Cephesi lideri Ebulfeyz Elçibey devlet başkanı oldu.
Fiziki Yapı
Azerbaycan'ın topraklarının % 40'ında fazla bölümü verimli ovalardan meydana gelir. Bu alanların yarıdan fazlası 400-1500 m yüksekliktedir. Topraklarının kuzeyi yer yer 3000 metreyi aşan Kafkas Dağları ile kaplıdır. Bu dağlar aynı zamanda ülkenin kuzey sınırını meydana getirir. Azerbaycan topraklarının en yüksek noktası Banardüz Tepesidir (4480 m). Güneybatı kesiminde ise Küçük Kafkaslar yer alır.
Hazar denizine ulaşan Kızılören, Urmiye Gölüne uulaşan Acıçay ve Cıgatu gibi akarsular, dağlık kütleleri derin vadilerle yararak bölgeye çarpıcı bir görünüş kazandırmıştır. Güneybatıda 1566 m yükseklikte yer alan Urmiye Gölü, Küçük Kafkas Dağları arasında kalır. Dünyanın en büyük gölü olan Hazar Denizinin bir bölümü Azerbaycan sınırları içinde kalır.
İklim
Azerbaycan'ın, kuzeyindeki Kafkas Dağlarının rüzgarlarını kesmesi sebebiyle ılık bir iklimi vardır. Ilık iklim güneybatıda Lankeran bölgesine kadar devam eder. Güneyde ise sert yayla iklimi görülür. Yağmurlar genellikle ilkbaharda yağar.
Tabii Kaynaklar
Azerbaycan topraklarında yer alan dağların hepsinin yamaçları kayın, meşe ve çam ormanları ile kaplıdır. Güneyi ise bozkır görünümündedir.
Ormanlık bölgelerde Kafkas geyiği, karaca, Avrupa vizonu, kırkeçisi, yabandomuzu, keklik, orman tavuğu, vaşak, ayı, pars gibi hayvanlara çok bol rastlanır. Ayrıca Flamingo, kuğu, pelikan, şahin, balıkçıl gibi çok çeşitli kuş türleri kışlarının ılıman olması sebebiyle Hazar Denizi kıyılarında konaklarlar.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Azerbaycan'da yaşayan 7.145.000 nüfusun % 78.1'ini Azeriler, % 7.9'unu Ermeniler % 7.9'unu Ruslar, % 6.1'ini ise diğer karışık ırklar meydana getirmektedir. Başkent Bakü'nün dışında önemli şehirleri Gence, Lenkeran, Sumgayt ve Mingeçaur'dur. Azerbaycan'da yaşayan Müslümanların % 70'i şiidir. Rusya'nın esaretinden kurtulan Azerbaycan'da kapatılan camiler 1990 senesinden sonra hızla ibadete açık hale getirildi. Bakü'de dört yıllık bir İslam Akademisi kuruldu.
Azerbaycan'ın eğitim düzeyi çok yüksektir. Önde gelen kültür ve eğitim merkezi olan Bakü'de bir üniversite ile sekiz yüksek öğretim kurumu vardır.
Ekonomi
Topraklarının % 7'si tarıma elverişli olan Azerbaycan'ın ekonomisi petrole dayalıdır. Dünyanın belli başlı petrol üreticisi ülkeler arasında yer alır. Petrol kuyularının büyük kısmı Apşeron Yarımadasında toplanmıştır. Çıkarılan petrol borularla işlenmek üzere Bakü yakınlarındaki Çernagorod'a nakledilir. Ayrıca Bakü 890 kilometrelik bir boru hattı ile Batum'a bağlanır. Petrolden sonra en önemli gelir kaynağı doğal gazdır.
Büyük bir çeşitlilik gösteren Azerbaycan sanayisinin temelini enerji, imalat ve kimya sanayi meydana getirir. Gübre, tarım ilaçları, yakıt, sanayi yağları, sun'i kauçuk ve plastik sanayii gelişmiştir.
Dışarıya ihraç ettiği en önemli ürünlerden biri de petrol arama ve çıkartma makinalarıdır. Termik santrallerden elde ettiği elektriğin bir kısmını satar.
Önemli sanayi merkezleri Hazar Denizi kıyısındaki Apşeron'da toplanmıştır. Sungait kimya ve demir-çelik sanayiinin merkezidir. Şirvan'da ise tarıma dayalı sanayi gelişmiş olup, çok sayıda çırçır fabrikalarıyla pamukçuluğun merkezi durumundadır.
Dünyaca meşhur ve Rus havyarı olarak ün kazanmış olan mersin balığı havyarı sadece Azerbaycan'da üretilir. Elde edilen ürünün büyük kısmı ihraç edilir.
On altıncı asır meşhur Osmanlı alim ve şairlerinden. Bursa’da doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. Yavuz Sultan Selim Han devrinin büyük alimlerinden. Muallimzade lakabıyla meşhur Mevlana Ahmed bin Muslihiddin Efendinin küçük oğludur. 1585 (H. 993) tarihinde Hama şehri kadılığında iken Humma (sıtma)dan vefat etti. Kabri oradadır. Mesnevi şairlerinden Cinani vefatına “İntikal eyledikte tarihin, dediler; “Geçdi Azeri Çelebi.” beytiyle tarih düşürmüştür (993).
İbrahim Efendi, önce fazilet sahibi olan babasından ilim öğrendi. İyi bir tahsil gördü. Daha sonra meşhur alim ve veli Şeyhülislam Ebüssü'ud Efendinin derslerine devam etti. Ona mülazim (asistan) oldu. 1576 (H. 984) tarihinde faziletli bir zat olan ağabeyi Mahmud Çelebi’nin nişancı olması üzerine kendisi de kitabet (katiplik) mesleğine geçti. Kısa zamanda emsallerinin takdirini kazandı. Sıra ile; Tire, Kestel gibi kazalarda kadılık yaptı. 1585 (H. 932) tarihinde Suriye vilayetine bağlı Hama Sancağı kadısı oldu. Vefatına kadar bu vazifede kaldı.
Azeri İbrahim Çelebi, güzel ahlak sahibi, nazik, şair tabiatlıydı. Divan'ından başka 1895'te eski harflerle basılan Nakş-i Hayal adındaki selis manzumesi (Mesnevisi) sahanın adamları tarafından kıymetli sayılmıştır. Bu manzum eser bir mukaddime ile 26 hikayeden meydana gelmiştir. On iki bin beyit olup, didaktiktir ve ahlaki sahasında mühim yer tutar. Eserin sonunda ahlaki sonuçlar verilmiştir. Mükemmel bir nüshası İstanbul Es’ad Efendi Kütüphanesinde mevcuttur. Azeri Nakş-i Hayal mukaddimesine:
Besmeledir lale-i numan-ı din,
Besmeledir gurre-i ferd-i yakin.
beyti ile başlamıştır.
(Bkz. Türk Edebiyatı)
Şair ve yazar. Girit’te doğdu. 1798 (H. 1213)de Berlin’de öldü. Girit Defterdar-ı Tarihçisi Mehmed Efendinin oğludur. Tahsilini Girit’te yaptı. Babası zengin olduğu için pekçok mal miras kaldı. Bu serveti harcayıp tükettikten sonra İstanbul’a gitti. Hassa silahşörleri arasına katıldı. Valide kethüdası olan hemşerisi Yusuf Ağaya bağlandı ve onun yardımı ile Sakız Adasına muhassıl tayin edildi. Bir müddet sonra da Belgrad’a gönderildi. İki sene orada kalıp emlak satışlarına nezaret etti. Buradaki vazifesinin zor olmasına rağmen başarılı çalışma yaptı. Bu başarısı sebebiyle mir-i miranlık payesi ile Berlin’e elçi tayin edildi. İki sene çalıştıktan sonra orada öldü. Berlin’deki Müslüman mezarlığına defnedildi.
Şiirde binlerce beyti ezberlemesiyle ve bilhassa Muhayyelat adlı eseriyle tanınan Aziz Ali Efendi, Türkçe ve Farisi şiirler yazmıştır. Muhayyelat adlı eserinde çeşitli hikayeleri kendine has bir üslupla kaleme almıştır.
Binbir Gece Hikayeleri tarzında yazdığı bu eser, “Birinci, İkinci, Üçüncü Hayal” adlarıyla müstakil üç bölüm halinde yazılmıştır. Doğu hikaye tarzının temel tekniği olan hikaye tarzında hikaye içinde hikaye sistemi esas alınmış olup, hikayelerdeki asıl kahramanlar kitab bitinceye kadar dikkati çekmekte ve böylece konu bütünlüğü sağlanmaktadır. Sade bir dil ve yalın bir üslup kullanılan eser, Muhayyelat-ı Aziz Efendi adıyla İstanbul’da basılmıştır.
Osmanlı Devleti, zamanında Anadolu'da yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi; Mahmud, babasının ismi Fadlullah'tır. 1541 (H. 948) senesinde Şereflikoçhisar'da doğdu. 1628 (H. 1038) senesinde İstanbul'da vefat etti. Kabri Üsküdar'dadır.
Çok zeki olup, bir defa okuduğunu zihninde tutan, tekrar kitaba bakma ihtiyacı hissetmeyen Aziz Mahmud Hüdai ilk tahsiline Sivrihisar'da başladı. İlmini ilerletmek için İstanbul'a geldi. Genç yaşta tefsir, hadis, fıkıh ve zamanının fen ilimlerinde büyük alim oldu. Hocası Nazırzade Ramazan Efendi onu, yanına yardımcı aldı. Aziz Mahmud Hüdai bir taraftan hocasına yardım ederken, bir yandan da Halvetiyye yolu ileri gelenlerinden Muslihiddin Efendinin sohbetlerine devam ederek, tasavvuf yolunda ince bilgilerin sahibi oldu. Bu arada hocası Ramazan Efendi, Edirne Sultan Selim Medresesine tayin edilince, Aziz Mahmud Hüdai de hocasıyla birlikte Edirne'ye oradan da Mısır ve Şam'a gittiler. Aziz Mahmud Hüdai, Mısır'daki Halveti yolu büyüklerinden Kerimüddin hazretlerinden ders alarak tasavvuf yolunda ilerledi.
Otuz üç yaşındayken hocası ile birlikte Bursa'ya geldi. Üç sene Ferhadiye Medresesinde müderrislik yaptıktan sonra, hocasının vefatı üzerine Bursa kadısı oldu. Bu vazifedeyken bir gece gördüğü korkunç rüyanın verdiği dehşet ve üzüntü içinde olduğu günlerde bir hanım dava getirdi. Bu davadan sonra tamamen tasavvufa yöneldi ve Üftade hazretlerine gidip talebe olmak istedi. Üftade hazretleri onun makam, şöhret, mal ve mülk sahibi olduğunu ileri sürerek yokluk kapısında sabredemeyeceğini söyledi. Aziz Mahmud Hüdai, her şeyden vazgeçtiğini, ne emrederse yapacağını ağlayarak arz etti. Üftade hazretleri kadılığı bırakmasını ve sırmalı kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmasını istedi. Aziz Mahmud Hüdai kadılığı bırakıp, halkın kınamalarına aldırış etmeyerek Bursa sokaklarında ciğer sattı. Böylece Üftade hazretleri onu talebeliğe kabul etti.
Üftade hazretlerinin hizmet ve sohbetinde bulunan Aziz Mahmud Hüdai üç sene gibi kısa zamanda birçok talebenin senelerce ulaşamadığı yüksek tasavvufi derecelere ulaştı. Hocası ona icazet verdi ve çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar'a İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifeli olarak gönderdi. Ailesiyle birlikte Sivrihisar'a giden Aziz Mahmud Hüdai, orada altı ay kaldıktan sonra, tekrar Bursa'ya döndü ve hocasının hizmetine devam etti. O sene hocası Üftade hazretleri vefat etti.
Hocasının vefatından sonra manevi bir işaretle Trakya'ya gitti. Bir müddet sonra Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi vasıtasıyla İstanbul'a geldi. Küçük Ayasofya Camii Dergahında hocalığa başladı. Bu arada Fatih Camiinde talebelere tefsir, hadis ve fıkıh dersi verdi. Burada; ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhiti oldu. Bu arada Üsküdar'da şimdiki türbesinin bulunduğu yeri satın alarak dergahını inşa ettirdi ve oraya yerleşti. İnsanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını anlatıp talebe yetiştirmekle meşgul oldu. İlim talipleri, hasta kalplerine şifa olan sohbetleriyle yüksek derecelere kavuştular. Dergah en fakirinden en üst kademedeki devlet adamlarına kadar her tabakadan insanlarla dolup taştı. Devrin padişahları ona çok hürmet ve iltifat gösterdiler. Sultan Üçüncü Murad Han, Birinci Ahmed Han, İkinci Osman Han ve Dördüncü Murad Han onun nasihatlerinden istifade ettiler. Dördüncü Murad Han a saltanat kılıcını o kuşattı. O sırada İranlılarla yapılan Tebriz Seferine Ferhad Paşa ile katıldı. Üsküdar İskelesindeki Mihrimah Sultan Camiinde ve Sultan Ahmed Camiinde belli günlerde vaz vererek insanlara İslam dininin emir ve yasaklarını anlattı.
Aziz Mahmud Hüdai bir gün Sultan Ahmed Han ile sohbetteyken, Padişah: "Efendim acaba zat-ı alinizin bizlere bir vadiniz ve müjdeniz yok mudur?" diye sorunca, Mahmud Hüdai hazretleri ellerini kaldırarak "Ya Rabbi! Kıyamete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar. Ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler. İmanlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler." diye dua etti.
Sultan Ahmed Camiinin temeline ilk kazmayı Aziz Mahmud Hüdai vurdu. Sultan Ahmed Camiinin açılışını yaptı ve ilk Cuma hutbesini okudu. Aziz Mahmud Hüdai hazretleri devrinde şiirleri ile de tanınmış bu yönde de hizmet etmiş ve insanların yetişmesi için çalışmıştır. Devrinde tekke edebiyatının önde gelen temsilcisidir. Divan'ında, tevhid, nat ve münacatların yanında ilahileri de mühim yer tutar. Aruz vezni ile şiirler yazan Hüdai'nin dili açık ve sanat kabiliyeti pek fazladır.
Altısı kız olmak üzere on bir çocuğu oldu. Neslinin kızlarından devam ettiği rivayet edilir.
İlim, fazilet ve güzel ahlak sahibi olan Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin pekçok kerametleri görüldü. Vefatından önce talebeleriyle ve tanıdıklarıyla helallaştı, vasiyetini yaptı. 1628 senesinde son nefesinde kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etti. Üsküdar'daki dergahının ve caminin bitişiğindeki türbesine defnedildi. Aşıkları onu ziyaret etmekte, feyz ve bereketlerinden faydalanmaktadırlar.
Eserleri:
Aziz Mahmud Hüdai'nin yazmış olduğu eserlerinden bazıları şunlardır:
1) Nefais-ül-Mecalis, 2) Tecelliyat, 3) Divan-ı İlahiyyat, 4) Vakıat, 5) Tezakir-i Hüdai, 6) Ahval-ün-Nebiyyil-Muhtar Aleyhi Salevatullah-il-Melik-il-Cebbar, 7) Haşiye-i Kuhistani fi Şerh-i Fıkh-ı Gidani, 8) Tarikat-ı Muhammediyye, 9) Mensur Mevlid-i Nebi.
Doksanüç Harbi diye tarihe geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Muharebesinde, Erzurum’daki Aziziye Tabyasında Ruslara karşı gerçekleştirilen müdafaa. 24 Nisan 1877’de Ruslar, Osmanlı Devletine savaş ilan etmişler, batıda Tuna boyundan ve doğuda Kars cihetinden saldırıya geçmişlerdi. Doğu cephesinde ordumuzun başkumandanlığını Gazi Ahmed Muhtar Paşa yapıyordu. Kabiliyetli ve cesur bir asker olan Ahmed Muhtar Paşa, Kars’ı alan Rus ordusu karşısında askerini muhafaza ederek programlı bir şekilde Erzurum’a çekilmişti. Bu çekilme sırasında yaptığı Halyaz, Zivin, Gedikler ve Yahniler meydan savaşlarında zafer kazanmış, hatta Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından taltif görerek “Gazi” ünvanını almıştı. Askerimiz kuvvet ve teçhizat yönüyle üstün Rus ordusu karşısında, silah ve yiyecek bakımından iyi şartlarda olmaması sebebiyle Erzurum’a kadar çekilmeye mecbur kalmıştı.
Erzurum’a yaklaşan Rus ordusu kumandanı, Ahmed Muhtar Paşaya elçi göndererek teslim olmasını istedi. Paşa, komutanları ile yaptığı istişareden sonra “Kesinlikle hayır.” cevabını verdi. Teslim teklifi şehirde duyulmuş, halk galeyana gelmişti. Çocuğundan ihtiyarına, kadınından hastasına kadar halkın, kanlarının son damlasına kadar Moskof kafirlerine karşı savaşıp vatan ve namuslarını şehid oluncaya kadar müdafaa edeceklerine karar aldıklarını Gazi Ahmed Muhtar Paşaya bildirmişlerdi. Göz yaşlarını tutamayan kumandan, heyet başkanının alnından öptükten sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın gönderdiği telgrafı gösterdi. Padişah, telgrafında; “Şu anda bulunduğunuz yer, Asya’nın en mühim noktası ve düşmanın göz diktiği yerdir. Bu sebeple Erzurum’u büyük bir tehlike beklemektedir. Allahü teala muhafaza eylesin, epeydir ordumuzda görülen dağılma ve çöküntüler bu sefer de meydana gelir, Erzurum’a bir zarar olur, istilaya düçar olursa, böyle elemli bir olayın devletimizin maddi ve manevi varlığında açacağı yarayı size anlatmaya lüzum yoktur. Şu halde, asıl iş görecek ve devletin üzerindeki nimet hakkını gözetip, milletimizin sizden beklediği şerefi isbat edecek gün bugündür. Namus ve şerefimizi muhafaza edemezsek bu, kıyamete kadar tarihimizden silinmeyecek ve askerlik şerefimize sürülmüş acıklı bir leke olacaktır...” diyordu.
Bu telgraf halka duyuruldu. Herkes balta, satır, kılıç, süngü, tüfek, tabanca ne bulduysa tedbirini alıp büyük bir heyecan içinde Rusların Erzurum’a yaklaşmasını bekliyordu. Bu arada halkın içinde gizliden gizliye faaliyet gösteren Osmanlıyı içten vurmaya çalışan Ermeni ve Yahudiler, menfi propaganda yaparak halkın savaş azmini kırmaya çalıştılar. Teslim olunduğunda can ve mal emniyetinin olacağını, aksi halde herkesin kılıçtan geçirileceğini söyleyerek Rusların vaadlerini tekrar ediyorlardı. Fakat, buna aldıran olmadı. Ne pahasına olursa olsun savaşacaklardı!..
Gazi Ahmed Muhtar Paşa da, savunma tedbirlerini almış, tabyalara güvendiği komutanları vazifelendirmişti.
Anadolu içlerine doğru yürümelerine Erzurum’u tek engel olarak gören Rusların başlıca gayesi şehri ele geçirmekti. Ayrıca yerli Ermeni ve Yahudilerden de faydalanıyorlardı. Hacibey adlı bir hainin kumandasında, 8 Kasımı 9 Kasıma bağlayan gece, saat ikide harekete geçen düşman, Aziziye Tabyasına baskın düzenledi.
Baskın için, Müdürge ve Tasmahur köylerinin Ermenilerini ve Vank kilisesi papazlarını kullandılar. Müslüman kılığına giren ve Osmanlıcayı çok iyi bilen bu hainlerin yardımıyla Vank Deresindeki nöbetçileri şehid ettiler. Büyük bir sessizlik içinde Aziziye Tabyasına girerek ikinci ve üçüncü kesimlerinde uyuyan yüzlerce askerimizi şehid ettiler. Tabyanın birinci kesimi biraz kenarda kalıyordu ve komutanları kaymakam (Yarbay) Bahri Bey uyanıktı. İkinci ve üçüncü kesimlerdeki gürültüyü işitmiş, baskına uğradıklarını anlamıştı. Derhal silah başı ederek şiddetli bir müdafaaya başladı. Türk askerini toplu katliamdan kurtaran kaymakam Bahri Bey, yaralanmasına rağmen bunu askerden gizleyerek müdafaaya devam etti.
Gece yarısı top ve tüfek seslerini duyan Erzurumlular, müezzinin; “Ey Erzurumlular! Ey ahali!.. Moskof kafirleri Aziziye’yi bastı. Allah’ını seven, eli silah tutan herkes, askerimizin yardımına koşsun!... Vatanını seven yetişsin!..” nidası üzerine gece karanlığında sokaklara döküldüler. Bunlar arasında Nene Hatun da vardı.
Askerini silah başı eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Aziziye istihkamından telgrafla haber almaya çalışıyor, fakat; “Harb oluyor!..” cevabından başka birşey öğrenemiyordu. Paşa, üç tabur alarak Topdağı’na çıktı. Oranın kumandanı Müşir Hasan Tahsin Paşa ile birleşti. Ortalık iyice aydınlandıktan sonra Aziziye istihkamlarından birinde şiddetli çarpışmaların olduğunu, diğer iki tabyada ses seda çıkmadığını gördü. Ahmed Muhtar Paşa, Kaptan Mehmed Paşa kumandasındaki iki tabur askeri Aziziye’ye gönderdi. Kaptan Mehmed Paşa, askerleriyle Aziziye istihkamının ortasındaki kışlaya doğru yaklaşınca, Ruslar tarafından ele geçirilmiş olan kışlanın mazgallarından şiddetli bir tüfek ateşine tutuldu. Bunun üzerine Kaptan Mehmed Paşa, kışlayı kuşattı. Üçüncü kısımda çarpışma hala devam ediyordu. Artık Erzurum halkı da yetişmişti. Hücum ederek istihkamın içine girdiler. Düşmanla muharebe göğüs göğüse cereyan ediyordu.
Bu arada, tabyanın birinci kısmından hala çarpışmaya devam eden Bahri Beyden, Ahmed Muhtar Paşaya; “Gece, baskın anında yaralandığını, askere belli etmeden çarpışmaya devam ettiğini, acele yardıma gelinmesini” bildiren bir haber geldi. Yardıma gönderilen Kaptan Mehmed Paşa ve halk, Bahri Beyin bulunduğu kısma geçti. İki ateş arasında kaldığını gören düşman bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Halk ve asker takibe başladılarsa da Rusların ateşi karşısında durakladılar. Hadiseyi dikkatle takib eden Topdağı’ndaki istihkamlarımız Ruslara karşı ateşe başladılar. Bu durum karşısında başarı elde edemiyeceklerini anlayan Ruslar geri çekildiler.
O gün Aziziye kurtarılmış, asker ve halktan 1000 civarında şehid verilmiş, 2300 civarında Rus öldürülmüştü.
(Bkz. Haleti)
Alm. Stickstoff, Fr. Azote, İng. Nitrogen. Dünya etrafındaki atmosferde oksijen ile karışım halinde bulunan renksiz gaz. Atmosferin hacim olarak % 78.09’u azot, % 20.95'i oksijendir. Kimyada (N) sembolü ile gösterilir. Serbest halde bulunan azot, iki atomlu moleküller halinde bulunur. Bu yüzden kimya reaksiyon denklemlerinde azot, N2 halinde yazılır. Kabul edilen atom ağırlığı 14.008 olup, iki tane kararlı izotopu vardır. Azot elde edildiği zaman % 99.635 N14, % 0.365 N15 izotoplarını ihtiva eder ki, bunların ortalaması yukardaki atom ağırlığını verir. Üretilebilen dört tane radyoaktif izotopu vardır. Bunlar N12, N13, N16 ve N17dir. Atom numarası “7” olup çekirdeğinde “7” proton bulunmaktadır. İki tane yörüngesi olup, birincisinde iki, ikincisinde ise 5 elektron bulunmaktadır. En büyük (-) değerliği 3, en büyük (+) değerliği 5’tir. (-3) (+5) arasında bazı değerliklere de sahiptir.
Elementel azot en az tesirli veya en atıl olan elementel gazdır. Bu, azotun başka maddelerle, yani kolay reaksiyona giren maddelerle bile adi şartlarda (oda sıcaklığında, normal basınçta) reaksiyona girmemesi demektir. Atıllık reaksiyon ilgisinin az olması demektir. Bunun sebebi de N2 molekülündeki iki atomun birbirine sağlam bağlanmasındandır. Atom halindeki azot ise oldukça tesirlidir.
Elde edilmesi:
1. En önemli azot kaynağı havadır. Havanın sıvılaştırılıp fraksiyonlu destilasyona tabi tutulması ile elde edilir. Sıvı havadan, önce -196°C’de (azotun kaynama noktası) azot buharlaşır ve geriye oksijen kalır. Böylece azot elde edilmiş olur. (Bu işlem Linde aparatında yapılır.) Azot 150 atmosfer basınç altında çelik tüplerde saklanabilir.
2. Amonyum nitritin (NH4NO2) ısıtılması ile saf azot ele geçer.
3. Aktif metaller hava azotu ile nitrürleri verirler. Bu metal nitrürlerin (azotürlerin) bozunmasından azot elde edilir.
4. Amonyakın sıcakta bakır oksit (CuO) üzerinden geçirilmesinden veya kireç kaymağı ile yükseltgenmesinden elde edilir.
Tarihçesi: 1772 yılında Priestley, ilk defa havanın yanmayan kısmının olduğunu, aynı yıl içinde Scheele havanın azot ve oksijen karışımı olduğunu buldu. Azot ismini ilk defa Lavosier verdi.
Kullanılışı: En çok amonyak yapmada, az miktarda azotlu kireç denilen kalsiyum siyanamid yapımında kullanılır. Kimyasal reaksiyonlarda inert atmosfer olarak, sıvı azot ise, süper soğutmada kullanılır. Hava azotundan elde edilen amonyak, azotdioksit ve kireçli azot, gübre olarak kullanılır. Azot bileşiklerinden faydalanarak harp mühimmatı (patlayıcı maddeler) yapılır. Ekseri bitkiler N2 molekülü halindeki azotla bir şey yapamazlar. Yani kendi bünyelerine doğrudan alıp hazmedemezler. Bitki, bünyesindeki proteini inşa edebilmek için lazım olan azotu topraktaki azot bileşiklerinden alır. Tabii ve sun’i gübreler bitkilere azot vermektedir. Baklagiller ve yoncalar elementel azotu kullanırlar. Fakat bu, bitkinin kendisi tarafından değil kökünde yaşayan bakteriler tarafından yapılır. Bu bakteriler havadaki serbest azot molekülünü bölme sırrını bilirler ve havadan yaptıkları azot bileşiklerini azot gıdası olarak sunarlar. Bu sebeple baklagiller azot bakımından zengindir. Azot bileşiklerince fakir olan tarlaya yonca ekildiği zaman toprağın azot bakımından zenginleşmesine sebeb olunur.
Azotun devri:Toprakta bulunan nitratlardan bir kısmı yağmur suları ve ırmaklar vasıtasıyle denize gider. Bu nitratlar deniz bakterileri yardımıyle N2 (gaz) haline dönerek havaya geçer. Fakat bu kayıp şimşek ve bitki bakterileri yardımıyle tekrar nitratlar halinde döndürülerek telafi edilir. Bunun böyle olduğunu yüce kitabımız Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler açıkça haber veriyor. Nitekim Mü’min suresi 13. ayet-i kerimesinde mealen; "Size mucizelerini gösteren, size gökten rızk indiren O’dur. Allah’a yönelenlerden başkası ibret almaz." buyrulmaktadır.
Bugün fen adamları, bu hakikati anlamaya başlamışlardır. Yağmurlu havalarda, şimşekler sebebiyle, havanın azot gazı oksijen gazı ile kimyaca birleşerek, azot monoksid denilen, renksiz gaz hasıl eder. Bu gaz havada serbest halde kalamaz. Tekrar oksijenle birleşerek azot dioksid haline döner. Turuncu renkli ve boğucu olan bu gaz da, havadaki nem (su buharı) ile birleşerek, nitrik asit (yani kezzab ismi ile satılan mayi)i teşekkül ettirir. Yine şimşeklerin tesiri ile havadaki su buharının parçalanmasından serbest hale geçen hidrojen (müvellidülma) gazı da, havanın azotu ile birleşerek amonyak gazı hasıl eder ki, bu gaz, o esnada hasıl olan nitrat asidi ile ve havada zaten mevcud olan karbon dioksit gazı ile birleşerek, amonium nitrat ve amonium karbonat tuzları meydana getirir. Bu iki tuz, diğer bütün alkali metallerin tuzları gibi, suda çözündüğünden, yağmurla toprağa iner. Toprak, bu maddeleri kalsium nitrat haline çevirerek, bitkilere verir. Bitkiler, bu tuzları albüminli maddelere (proteinlere) çevirir. Proteinler, bitkiden, ot yiyen hayvanlara ve insanlara geçer. İnsanlar bu proteinleri bitkilerden ve ot yiyen hayvanlardan alır. Bu maddeler insanların ve hayvanların hücrelerinin yapı taşıdır. Kuru proteinlerin içinde % 14 azot gazı vardır. İşte, yağmur suları vasıtası ile toprağa, her sene dört yüz milyon tondan ziyade hava azotunun gelerek gıda haline döndüğü bugün hesab edilmiştir. Denizlere gelen, elbette daha çoktur. Semadan (gökyüzünden) bu suretle rızk indiğini bugün fen yolu ile anlayabiliyoruz. Daha nice şekillerde de inmektedir. Fen, ileride bu yollardan bazısını da belki açıklayacaktır.
Topraktaki nitratların bir kısmını da bitkiler alarak kendi laboratuvarlarında bitkisel protein (azotlu bileşikler) haline çevirirler. Bu bitkilerin bir kısmı ölüp çürür ve toprağa karışır. Bitkisel proteinler toprakta amonyak haline döner. Amonyak da nitrifikan bakteriler tarafından tekrar nitrat haline dönüştürülür. Yine bu bitkilerden bir kısmını hayvanlar yer ve onlar da bitkisel proteini hayvansal protein haline çevirir. Bu proteinler kazurat halinde insan ve hayvanlardan toprağa ve denizlere geçer. Toprakta, proteinler yine nitratlar haline dönüşürken denizde azot haline dönüşür.
Görüldüğü gibi, şehirleşme sonucu proteinlerin büyük bir kısmı kazurat halinde denize gitmekte ve nitrat yerine azot gazının meydana gelmesine sebeb olmaktadır. Böylece denge bozulmakta ve giderek sun’i azot gübresi ihtiyacı artmaktadır. Türkiye’de bu durum giderek kendini açıkça göstermektedir. Gerekli yerlerde sun’i azot gübresi fabrikalarının kurulması gerekmektedir. (Bkz. Gübre)
Azot Bileşikleri
Hidrazin (Diamit) H2N-NH2: Renksiz zayıfca amonyak kokulu, kaynama noktası 113.5°C olan bir sıvıdır. Donma noktası 1.8°C, yoğunluğu 1.101 g/cm3tür. Su ile her oranda karışır. Saf halde kararlı değildir. Asitlerle tuzları verir. Mesela HCI ile H2N-NH3Cl kararlı bileşiğini verir. Hidrazin, amonyaktan iki yolla elde edilebilir. Biri, amonyağın 180°C ve 50 atm.de NaOCI ile reaksiyona sokulmasıdır. Hidrazin ve tuzları mesela sülfatları kuvvetli indirgeme araçlarıdır.
Hidrazin, asimetrik dimetil hidrazin (H2N-N(CH3)2 roket yakıtı olarak, hidrojen peroksitle birlikte kullanılmaktadır. Sodyum hidrazid kolayca patlar.
Hidroksil amin H2NOH: Hidroksil amin yarı hidrazin yarı hidrojen peroksit gibidir. % 50’lik sülfat asidi içinde, nitrat tuzlarının elektrolitik olarak indirgenmesinden tuz olarak elde edilir. Sentezlerde miyoz (belirteç) olarak kullanılır. Mesela aldehit ve keton, hidroksil amin yardımı ile belirlenir. Hidroksil amin hem indirgen, hem yükseltgendir. Antiseptik ve fotoğrafcılıkta devolaper olarak kullanılır.
Erime noktası 33.1°C’dir. Bu derecenin üstünde kararlı olmayıp, patlama şeklinde bozunur. Asitlerle muamelesinden tuz elde edilir. Bazik özelliği NH3’inkinden azdır.
Azotür asidi (N3H):Hidrozoik asid de denir. 37 °C’de kaynayan renksiz bir sıvıdır. Erime noktası 80 °C’dir. İlk defa Curtius tarafından bulundu. Azotür asidi çok patlayıcı ve zehirlidir. Buharı solunulursa, burun bir kaç saat sonra şişer. Önemli tuzları: Sodyum asid (NaN3)dir. Gümüş ve Kurşun azotürler, insiyal patlayıcı olarak kullanılır.
Azot Oksitleri
Azotoksidul (Diazot monoksit) N2O: Güldürücü gaz olarak bilinir. Anestezik olarak kullanılan en eski gazdır. Seyreltik halde renksiz, kokusuz, derişik halde ise tatlımsı bir kokuya sahiptir. Amonyum nitratın (NH4NO3) 170 °C’ye ısıtılmasından elde edilir. Yüksek sıcaklıkta bozunarak azot (N2) ve oksijene (O2) dönüşür. Verdiği oksijenden dolayı yanmayı şiddetlendirir. Az koklandığı zaman ilk önce bir nevi sarhoşluk verir, çok koklanırsa bayıltır. Narkozitan tesiri en emin olan narkozdur. Hiçbir zehirleyici özelliği yoktur. Diğer azot oksitlere nisbetle daha kararlıdır. Azotlarından biri (+5), diğeri (-3) değerliktedir.
Azot oksit (NO):Renksiz bir gazdır. 1784’te keşfedildi. Laboratuvarda az miktarda NO elde etmek için, sulu nitrat asidi, Cu, Ag ve Hg gibi metallere etki ettirilir. Laboratuvar metodu olarak başka yolları da vardır. Teknikte ise iki yolla havadan elde edilir.
1. Norveç metodu:Elektrik arkları ile 4000 °C’lik bir sıcaklık elde edilir. Bu sıcaklıkta hava azot ve oksijeninden NO elde edilir.
2. Oswald metodu: Önce haber metodu ile hava azotundan amonyak elde edilir. Hususi şartlarda hava oksijeni ile amonyak yakılırsa, azot monoksit elde edilir. Azot monoksit hava oksijeni ile hemen reaksiyon vererek renkli azot dioksidi meydana getirir. Erime noktası -162.6°C, kaynama noktası ise -152°C’dir.
Diazot trioksit (N2O3): Koyu mavi renkte bir gazdır. Aslında NO ve NO2 karışımıdır. Fakat N2O3 şeklinde hareket eder. -20°C’ye soğutulursa sıvı hale geçer.
Azotdioksit (NO2):Kırmızı renkli bir gazdır. Bu gazın dimeri olan N2O4, renksiz olup, kaynama noktası 20°C civarındadır. Azotdioksidin kaynama noktası 21.3°C civarındadır. Azot monoksidin oksidasyonu ile elde edilir.
Diazotpentaoksit (N2O5): Katı billuri bir maddedir. Nitrat asidinin anhidritidir. Su ile dumanlı nitrat asidini verir.
Azo bileşikleri: Molekül yapısında azo grubu (– N = N –) bulunan organik bileşiklerdir. Azot atomlarına bağlı atom grupları herhangi bir grup olabilir.Ancak sanayi açısından büyük kıymet taşıyan ve ticari boyarmaddelerin yarıdan fazlasını teşkil eden azo bileşiklerinde, benzer grubu veya türevleri azo atomuna bağlıdır.
Azo boyaları: Azo boyarmaddeleri olarak da bilinirler. Bu boyarmaddeler kimyasal özelliklerine bağlı olarak en iyi sonuç verdiği elyafın cinsine ve tatbik tekniğine göre çeşitli sınıflara ayrılır.
Pamuğun azo boyalarıyla boyanmasında uygulanan en eski metod, birbirleriyle tepkimeye girerek, boyarmaddenin elyafın içinde veya yüzeyinde tutunmasını sağlayacak olan iki kimyasal elemanlı çözeltinin ard arda birkaç defa elyafa uygulanmasına dayanır.
Sübstantif boyalar adıyla bilinen azo boyaları, uygulanması en kolay olan gruptur. Bu boyaların bileşiminde, suda çözünmelerini sağlayan kimyasal gruplar bulunduğu için, çözelti içindeki boyarmaddeyi pamuk kolayca emebilir. Kongo kırmızısı bu tür boyaların ilk misalidir.
Asit azo bayaları bilhassa yün ve ipekte çok iyi netice verir. Bugün bile kullanılan eski bir boyarmadde olan tartrazin sarı renkte bir asit azo boyasıdır.
Diğer azo boyaları metal iyonlarını bağlayan kimyasal grupları ihtiva eder. Bu boyalarla kullanılan çeşitli metal tuzları arasında en yaygını krom ve bakır tuzlarıdır.
Dört büyük melekten biri. Ruhları almakla vazifeli olup, Kur'an-ı kerimde "Melek-ül-mevt" yani ölüm meleği olarak zikredilmiştir. Bu büyük meleğin emrinde yardımcı melekler de vardır.
İslam dininde canlıları öldüren, ölüleri dirilten, sağlamları hasta yapan, hastaları iyi eden yalnız Allahü tealadır. Azrail aleyhisselam ölüm hususunda bir sebeptir, vasıtadır.
Azrail aleyhisselam kıyamete kadar bütün canlıların canını almaya ya bizzat kendisi veya emrindeki meleklerle devam eder. Dinimiz, Azrail aleyhisselamın salih ve temiz Müslümanların ruhunu (canını) alırken onlara çok güzel şekliyle görünüp müjdeler verdiğini ve acı duymayacak şekilde ruhlarını cesetlerinden ayırdığını bildirmektedir.
Günahkarların canı, acı ve ızdırap verilerek alınır. İbrahim aleyhisselam, Azrail aleyhisselamın günahkarların canını alma halindeki suretini görünce; "Ey can alıcı melek! Bir günahkar senin bu şeklini gördükten sonra bir şey görmese ona yeter." demiştir. İslam dininden olmayanlar ile mürted (dinden çıkmış) ve sapıkların canları Azrail aleyhisselamın Naziat ismindeki yardımcıları tarafından alınır. Bunların canları çıkarken dalları en ince sinir uçlarına kadar ulaşan dikenli bir çalının çekilerek boğazından çıkarılmasından daha şiddetli acı çekecekleri bildirilmiştir.
Azrail aleyhisselam; kıyamet koptuktan sonra, bütün meleklerin de canını alacak; en son Allahü teala da onun canını alacak ve Allahü tealadan başka hiçbir canlı kalmayacak. Daha sonra bütün canlılar diriltilecek ve hesaba çekilecekler, sonunda; iman ve amellerine göre Cennet veya Cehennem'e gönderileceklerdir.
Alm. Azteken, Fr. Azteques, İng. Aztecs. On beşinci yüzyıl ile on altıncı yüzyıl başları arasında, bugünkü Meksika’nın orta ve güney kesimlerinde büyük bir imparatorluk kurmuş olan kavim. Tolteklerin güçlerini kaybettiği ve güneye, Guetemala’daki Mayan bölgesine ve Yukatan’a göç ettiği bir zamanda, Aztekler yaklaşık 1168’de kuzeyden Meksika Vadisine gelerek, muhtemelen Texcoca Gölündeki iki adaya yerleşmişlerdir. Aztekler, tarihleri boyunca başlıca merkezleri olan Tenochtitlan’ı 1325 yılında kurdular. İtacoat döneminde (1428-1440) komşu Texcoco ve Tlacopen devletleri ile ittifak kuran Aztekler, Orta Meksika’da hakim güç durumuna geldiler. Bu durumda imparatorluk, doğuda Puebla ve Veracruz’a, güneyde de Oaxaca ve Tehuantepec’e uzanmaktaydı. Diğer taraftan hem ticari ilişkiler hem de yapılan fetihler dolayısıyla başkent Tenochtitlan 5-6 milyonluk nüfusuyla 1519’da 207.200 kilometre karelik alana yayılan bir imparatorluğun merkezi oldu. Ancak Azteklerin bu güçlü devirleri kısa sürmüştür. 1521 yılında İspanyollar tarafından ortadan kaldırılmışlardır.
Aztek kültürü kendisini, tarıma bağlı ekonomi, dokumacılık, çanak çömlek yapımı metalurjide başlangıç, sayılar, piramit şeklinde yapılar, takvim sistemi, resim yazısı, şehir devlet organizasyonu ve dini faaliyetlerde göstermiştir.
Aztekler tarafından konuşulan Nahuatl lehçesine günümüzde Meksiko şehri ve civarında rastlanır. Eski Aztek veya Meksika kültürü ile gurur duyma modern Meksika kültürünün bir parçasıdır. O zamanlarda kullanılan Nahuatl lehçesi Aztek dilinin en yaygın Kuzey Amerika lisanıydı. El-Salvador’a kadar uzanan bölgede konuşulmaktaydı. İspanyolca’da bu dilden gelme pek çok kelime bulunur. Hatta bunlardan “Tomato” ve “Chocolate” gibi bazı kelimeler bütün milletler tarafından kullanılmaktadır. Aztekler, İspanyollar gelmeden önce yazıya başlangıç yapmışlar ise de dilleri, İspanyolca gibi yazılabilir. Böyle yazılar daha sonraki zamanlar için kıymetli birer belge olmuştur.