Alm. Attachc Attache, Fr. Attache, İng. Attache. Bir devletin başka bir devlette temsilcisi olan elçiliklerine müşavir olarak tayin ettiği görevli memur. Görevlendirme durumlarına göre, askeri ateşe, ticaret, basın ve kültür ataşesi gibi isim alırlar.
Askeri ataşe: Elçiliğin askeri konulardaki müşaviridir. Silahlı Kuvvetleri yabancı ülkelerde temsil etmek üzere kara, hava, deniz subaylarından seçilerek görevlendirilir. Bu şahıslar, savaş anında müttefik ülkedeki harekatı takib ederler. Barış anında o devletlerle yapılacak andlaşmalar, silah mübadelesi ve diğer konularda müşavirlik yaparlar.
Ticaret ataşesi: Bulunduğu ülke ile kendi memleketi arasında ticari münasebetleri geliştiren, bu konuda anlaşmaların yapılabilmesi için gerekli çalışmalarda bulunan elçilik görevlisi.
Basın ataşesi: Radyo ve televizyon, haber alma, basın, film konularında uzmanlaşan personelden teşkil edilen ve bu dalda müşavirlik yapan elçilik görevlisi.
Kültür ataşesi: Bulunduğu ülke ile kültürel bağlar kuran, bu hususta yeni çalışmalar yapan, kültür mübadelesi için gerekli hazırlıklarda bulunan memur.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı. 1881 senesinde Selanik’te bugün müze haline getirilen evde dünyaya geldi.
Babası Ali Rıza Bey, annesi Zübeyde Hanımdır. İlköğrenimine Selanik’te Fatma Hanım Mahalle Mektebinde, sonra da 6 yaşında Şemsi Efendi İlkokulunda başladı. Babası Selanik’te Asakir-i Milliye Taburunda mülazım olarak (1876) çalışıp, bilahare Evkaf katipliğinde rüsumat memurluğu yaptı. Daha sonra bu vazifeden ayrılarak kereste ticareti ile uğraştı.
Mustafa Kemal, babasını çocuk yaşta kaybedince, annesi ve kızkardeşi ile birlikte bir ara çiftlikte kahyalık yapan dayısının yanına gitti. Sonra annesi onu Selanik’te bulunan kızkardeşinin yanına göndererek Selanik Mülkiye İdadisine yazdırdı. Kısa bir müddet sonra büyük annesi onu okuldan ayırdı. Ancak gizlice Selanik Askeri Rüşdiye imtihanlarına girip kazanması ile askeri meslek hayatı başladı. Mustafa isimli matematik öğretmeni 1893’te başarısı sebebiyle; “Bundan sonra senin ismin Mustafa Kemal olsun.” dedi. Bu isim kendisi, öğretmenleri ve öğrenciler tarafından benimsendi.
Selanik Askeri Rüşdiyesini bitiren Mustafa Kemal, daha sonra Manastır Askeri İdadisi (Lisesi)nden mezun oldu. Bu arada tatillerde Frerler’de (Fransız okulu) Fransızcasını ilerletti. 13 Mart 1899’da İstanbul Harp Okuluna girdi. Meslek dersleri yanında, lisan ve kültürünü geliştirmeye başladı. Geleceğe dönük hayalleri, yapmayı tasarladığı devrimlerin fikri temeli daha Harbiye’deyken filizlendi.
1902’de Harbiye’den mezun olup, 1903’te üsteğmen olan Mustafa Kemal, Erkan-ı Harb (Kurmay) olmak üzere Harp Akademisi tahsiline başladı. 11 Ocak 1905'te Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisinden mezun olduktan sonra, Şam’a tayin edildi. Kurmay stajını da 5. Ordu emrinde yaptı. Harran’da Dürzilerle çıkan bir ihtilafı halletti. 1906 Ekiminde Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni gizlice kurup kimsenin haberi olmadan Selanik’e giderek burada bir şubesini açtı ve Yafa’ya döndü.
20 Haziran 1907’de Önyüzbaşı (Kolağası) oldu. 13 Ekim 1907’de Makedonya’da 3. Ordu Karargahına tayin olundu. 22 Haziran 1908’de Garp Demiryolları (Selanik-Ürgüp) hattı müfettişliğine getirildi. 13 Ocak 1909’da 3. Ordu Selanik Redif Tümeni Kurmay Başkanlığına tayin edildi.
O tarihlerde Makedonya’da İttihat ve Terakki Cemiyeti çok faal çalışıyordu. Teşkilatın Eylül 1909’da toplanan ikinci kongresine Trablusgarb delegesi olarak katıldı. Fakat bunların çalışma tarzlarını ve düşüncelerini beğenmiyordu. Kongrede; “Asıl mesele, yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan bir Türk Devleti çıkarmaktır.” diyerek, kendi görüşünü izah etti. Enver Paşa ile bütün kongrelerde çekişti. Mustafa Kemal’e göre; “İmparatorluğu yavaş yavaş tasfiye etmeliydi.” Mustafa Kemal, teşkilat içerisinde İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve Fethi Okyar gibi kendisini destekleyen isimler buldu ise de görüş ayrılıkları yüzünden cemiyetten uzaklaştı.
31 Mart Vak’asında (31 Mart 1325-13 Nisan 1909) İstanbul’a gönderilen Hareket Ordusunun görevi sona erince, yeniden Selanik’e 3. Orduya Kurmaybaşkanı olarak tayin olundu. 1910 senesinde Arnavutluk harekatına katıldı. 13 Eylül 1911’de İstanbul’da Genel Kurmay Karargahında görevlendirildi. 27 Kasım 1911’de binbaşılığa yükseldi. 18 Aralık 1911’de Bingazi ve Derne Şark Gönüllüleri Komutanı oldu. 9 Ocak 1912 Dobruk taarruzunu idare etti. 11 Mart 1912’de Derne Komutanlığına getirildi.
24 Ekim 1912’de İstanbul’a döndü. Rahatsızlığı sebebiyle tedavi gördü. Bahr-i Sefid Mürettep Kuvvetleri Harekat Şube Müdürlüğüne, 24 Kasım 1912’de Bolayır Kolordu Kurmay Başkanlığına tayin edildi. 1 Mart 1914’te yarbay oldu. Bükreş ve Belgrad Ataşe Militerliklerinde bulundu. Oradan Çanakkale’de 19. Tümen Komutanlığına tayin olundu. 25 Şubat 1915’te Eceabat’ta göreve başladı. 25 Nisan 1915’te Karaçimen’de düşman taarruzunu durdurdu. 1 Haziran 1915’te Anafartalar Grup Komutanlığına tayin olundu. 10 Ağustos 1915’te Anafartalar’da düşmanı püskürttü. Bu sırada Enver Paşa ile arası açılarak görevinden istifa etti ve İstanbul’a geldi. Ocak 1916’da Edirne’de bulunan 16. Kolordu Komutanlığına tayin olundu. 27 Şubat 1916’da Generalliğe yükseltildi. 7 Ağustos 1916’da 2. Ordu Komutanlığına getirildi. 5 Eylül 1917’de 7. Ordu ile Suriye’ye gitti. 15 Aralık 1917’de Padişah Vahideddin ile Almanya’ya gitti. 5 Ocak 1918’de döndü. 7 Ağustos 1918’de Nablus’daki ordunun başına geçti. 26 Ekim 1918’de Haleb’in kuzeyindeki düşman taarruzunu durdurdu. 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına tayin edildi. Birinci Dünya Harbi sonunda Mondros Mütarekesine göre Osmanlı Devleti batı ülkeleri arasında paylaşıldı. 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelen Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919’a kadar çalışmalarını burada sürdürdü. Şişli’de daha sonra müze haline getirilen eve yerleşerek sonraları milli mücadelenin çekirdek kadrosunu meydana getirecek arkadaşlarıyla (Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf Orbay) toplantılar yaptı. 30 Nisan 1919’da Karadeniz Bölgesindeki Rum eşkıyayı yola getirmeye ve 9. Ordu müfettişliğine tayin olundu. Bu görevin adı, 15 Haziran 1919’dan sonra 3. Ordu müfettişliği oldu. Ona bu vazifeyi veren Osmanlı Sultanı Vahideddin ile Yıldız Sarayındaki görüşmesini Falih Rıfkı Atay Çankaya isimli eserinde (s. 174-175) yine Mustafa Kemal’in ifadesiyle şu şekilde nakletmektedir:
“Yıldız Sarayının ufak salonunda Vahideddin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu masa üstünde bir kitap vardı.
Salonun Boğaziçine doğru açılmış penceresinden gördüğümüz manzara şu idi: Birbirine muvazi hatlar üzerinde düşman zırhlıları bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş. Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kafi idi. Vahideddin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: «Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi bu kitaba girmiştir.» Elini demin bahsettiğim kitabın üzerine bastı ve ilave etti. «Tarihe geçmiştir.» O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım, dikkatle ve sükunetle dinliyordum. «Bunları unutun» dedi. «Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!» Bu sözlerden hayrete düştüm...”
Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a hareket etti. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. 28 Mayıs’ta Havza’ya geldi. Burada üst kademede bulunanlara ve bütün komutanlara gizli bir genelge yayınlayarak işgal karşısında Türk milletini bütünleşmeye çağırdı. Buradan Amasya’ya geçti. 21-22 Haziran gecesi Amasya Tamimi ile Türk milletini birlik ve bütünlüğe davet etti. Bu tamimler, İtilaf devletlerinin baskısıyla hükumetçe İstanbul’a çağırılmasına yol açtı. Bu olaylar üzerine Mustafa Kemal Paşa 7 Temmuzda görevinden ve askerlikten istifa ettiğini hükumete bildirdi. 23 Temmuz 1919’da açılan Erzurum Kongresine başkan seçildi. Bu kongrede dokuz kişilik bir Hey’et-i temsiliye seçildi ve başına Mustafa Kemal getirildi. 4-11 Eylül’de toplanan Sivas Kongesinde Heyet-i temsiliyeye bütün ülkeyi temsil etme yetkisi verildi. 7 Kasım 1919’da Erzurum milletvekili seçilen Mustafa Kemal 27 Aralık 1919'da Ankara’ya geldi. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalini yabancı parlamentolar nezdinde protesto etti.
19 Mart 1920’de Türk vatanseverlerini Ankara’ya çağırdı. Ankara’dan milletvekili seçildi. 23 Nisan 1920’de de Türkiye Büyük Millet meclisi, dini bir merasimle açıldı. 24 Nisan 1920’de Meclis Başkanlığına seçildi. Türk İstiklal Savaşı fiilen başladı. Birinci ve İkinci İnönü Savaşları ile Türk Ordusu üstünlüğünü gösterdi. 5 Ağustos 1921’de Başkomutan oldu. 12 Ağustos 1921’de Polatlı’da Başkomutan sıfatıyla ordunun başına geçti. 13 Eylül 1921’de 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşını kazandı. 19 Eylül 1921’de Gazi ve Mareşal ünvanı verildi. 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşmasını imzaladı. 20 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz için Akşehir’e gitti. 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruzu idare etti. 30 Ağustos 1922’de; “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdi. 9 Eylül’de Türk Ordusu İzmir’e girdi. 11 Eylül’de Atatürk İzmir’e geldi. 14 Ocak 1923’te annesi Zübeyde Hanım öldü ve İzmir'e gömüldü. 29 Ocak 1923'te Latife Hanımla evlendi. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi ve ilk Cumhurbaşkanı seçildi. 5 Ocak 1925’te Latife Hanımdan ayrıldı. 24 Ağustos 1925’te Karadeniz gezisinde ilk defa şapkayı giydi. 15 Haziran 1926'da İzmir süikastı ortaya çıkarıldı. 3 Ekim 1926’da ilk defa heykeli Sarayburnu’na dikildi. 1 Temmuz 1927’de askerlikten emekliye ayrıldı. 15-20 Ekim 1927'de “Büyük Nutuk'unuürkiye Büyük Millet Meclisinde okudu. 1 Kasım 1927’de ikinci defa Cumhurbaşkanı seçildi. 4 Kasım 1927’de Etnografya Müzesi önüne heykeli dikildi.
9 Ağustos 1928’de Sarayburnu’nda Latin harflerinin kabulüyle ilgili nutkunu söyledi. 29 Ağustos 1928’de Dolmabahçe Sarayında Türk dili ve yeni harflerle ilgili kongreyi topladı. 3 Kasım 1928’de Harf Devrimini yaparak Latin harfleri kabul edildi. 15 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumunu kurdu. 4 Mayıs 1931’de üçüncü defa Cumhurbaşkanlığına seçildi. 1 Temmuz 1932'de Ankara'da Birinci Tarih Kongresini topladı. 22 Eylül 1932’te Dil Kurultayı Kongresine başkanlık yaptı. 29 Ekim 1933’te 10. Yıl Nutkunu söyledi. 24 Kasım 1934’te kendisine “ATATÜRK” soyadı verildi. 1 Mart 1935’te dördüncü defa Cumhurbaşkanlığına seçildi. 6 Ocak 1937’de Hatay ile ilgili olarak Konya’ya gitti. 16 Ağustos 1937’de Trakya manevralarına katıldı. 19 Mayıs 1938’de Güney Doğu illerine geziye çıktı. 14 Haziran 1938’de rahatsızlığı sebebiyle “Savarona Gemisi”nde istirahata çekildi. 25 Temmuzda Dolmabahçe Sarayına getirildi. 15 Eylül 1938’de vasiyetnamesini hazırladı. 29 Ekim 1938’de Cumhuriyetin 15. Kutlama törenlerine katılamadı. Mesajı okundu. 8 Kasım 1938’de hastalığı arttı. 10 Kasım 1938 sabahı saat 9’u 5 geçe Dolmabahçe Sarayının “Muayede Salonu”nun denize bakan dördüncü odasında öldü. 16 Kasım 1938’de katafalka konarak 500 bin kişi önünden geçip saygı duruşunda bulundu. Generaller nöbet tuttular. 19 Kasım 1938’de Zafer Zırhlısı ile Sarayburnu'ndan hareket edilerek 21 Kasım’da Ankara’ya ulaştı. Daha sonra Etnoğrafya Müzesine konuldu. 10 Kasım 1953'te 136 Harp Okulu öğrencisinin çektiği top arabasıyla kendisi için yaptırılan “Anıtkabir”e getirildi ve oraya defnedildi.
Atatürk’ün devrimci şahsiyeti: Zaman zaman bazı tarihçi veya yazarlar, Cumhuriyetten önceki Mustafa Kemal ile Cumhuriyetten sonraki Mustafa Kemal Atatürk arasında ayırım yapmışlar ve tarihi bir hataya düşmüşlerdir. Halbuki fikir yapısı ve idealleri bakımından fark yoktur. Fark sadece Cumhuriyetten önceki ideallerinin Cumhuriyet’ten sonra fiiliyata intikalidir. Nitekim Atatürk bu hususu Nutuk’ta şöyle ifade etmektedir: “Ben Milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim büyük tekamül istidadını, milli bir sır gibi vicdanımda taşıyarak peyderpey bütün heyet-i içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.”
Devrimler için zamanlama faktörünü çok iyi ayarlamış, ihtiyatlı ve acele etmeden attığı siyasi adımlarla hayatı boyunca idealleri olan düşüncelerini (devrimlerini) hedefine doğru şuurluca ve azimle yaklaştırmıştır. Tek kelime ile devrimler, Atatürk’ün şahsiyetinin ve hayatının her safhasının ayrılmaz unsurlarıdır. Nitekim Mazhar Müfit hatırasında şöyle yazmaktadır:
Erzurum’dayız.
“Mazhar not defterin yanında mı?”
“Hayır Paşam!”
“Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.” dedi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir iki nefes çektikten sonra: “Ama bu defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya (Özel Kalem Müdürü), bir de sen bileceksin. Şartım bu!” dedi.
Süreyya da, ben de:
“Bundan emin olabilirsin, Paşam!” dedik.
“Öyle ise tarih koy!” dedi. Koydum, 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı, “Zaferden sonra hükumet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki; Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç: Örtünmek kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.” Seneler sonra Çankaya’da yemek esnasında birkaç defa:
“Bu Mazhar Müfit yok mu? Kendisine Erzurum’da örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defteri koltuğunun altına almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti.” dedi.
Bir gün bana önemli bir ders verdi: Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu’dan dönüyordu. Ankara’ya döndüğü anda, otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri Başkanının başında bir şapka vardı. Kendisi ne ise ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanına da şapkayı giydirmişti. Ben hayretlerle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve “Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?” dedi.
Atatürk ile devrimleri arasında çok sıkı bir bağ vardır. Gerçekleştirdiği devrimler, Harbiye talebesi Mustafa Kemal’den ölümüne kadar hayatının sebeb-i gayesi, ideali, hayalleri ve hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. İstiklal Harbi esnasında bazı arkadaşlarının vatanı kurtarmak yanında rejimle ilgili icraatların yapılmasını istemelerine karşı şöyle konuşmuştur:
“Galeyana lüzum yok arkadaşlar. Bir işi zamansız yapmak o işi akamete uğratmak olur. Fikirlerinize muhalif değilim. Sadece zamansız olduğu kanaatindeyim... Her şey zamanında ve sırasında yapılmalıdır...” derken muhaliflerine karşı da: “Biz memleketin kanunlarına, idare ve rejim sistemlerine müdahale niyeti güden bir teşekkül değiliz; gayemiz sadece vatan ve milleti kurtarmaktan ibarettir. Müstakil bir vatan istiyoruz. Kanunları değiştirmek gerekiyorsa memlekete yeni bir nizam verecek, hükumet şeklini değiştirecek olan müessese Milli Meclis olacaktır. Biz Meclis-i Mebusan değiliz.” diyerek ilerde gerçekleştireceği devrimlerin tehlikeye düşmesini önlemiştir.
Daha talebe olduğu yıllarda hep geleceğin hesabını yapardı. Saatlerce uyuyamazdı. “İstanbul Pangaltı’daki Harp Okulu yıllarında Mustafa Kemal’in geceleri karman-çormandı. Yatar ama uyuyamazdı. Sabaha karşı ancak dalardı ve sabahları kalk borusunu duymazdı. Bir gün arkadaşlarından birisi: “Sen kalk borusunda uyanamıyorsun. Nöbetçi subayı karyolanı sarsmadıkça kalkmıyorsun nen var senin?” diye sorduğunda şu cevabı almıştı: “Yatağa girdikten sonra uykuya dalamıyorum. Gözlerim sabahlara kadar açık. Tam uyuyacağım zaman da kalk borusu çalıyor...”
1908 kış aylarında Selanik’te Beyaz Kule Birahanesi karşısındaki Askeri mahfelde Mustafa Kemal ve bazı arkadaşlarının giriştikleri, memleketle ilgili münazarada Mustafa Kemal’in söylediklerinin bir kaçı şöyledir: “İnkılabı ikmal etmek lazımdır. Ben bunu yapacağım. Bugünkü Osmanlı İmparatorluğunun yüksek sayılan kumandanları benim için yoktur. Ordu kumandan sicilleri için son limit olarak binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük kumandanları bunlar olmak gerekir. Sicil defterlerinin binbaşıya kadar olanlarını muhafaza edeceğim. Üst tarafını yaktıracağım. Bundan sonra ne olacağını yapacağımız inkılap gösterecektir. Evet inkılap (devrim) yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılap (devrim) sayılmaz. Memleketi binbir akılsızın eline bırakamam. Birçok adamların yerine birkaç kafa ile iktifa edebilirim. Mesela; Kazım Köprülü’yü (Özalp) harbiye nazırı yapacağım. Nuri’yi (Conker) kumandan ve idare şefi yapacağım. Fethi’yi (Okyar) yeni inkılapçı Türkiye’nin mümessili olarak Avrupa’ya göndereceğim.”
Nuri Conker’in gülmesine Mustafa Kemal; “Niçin gülüyorsun?” diye sorduğunda; “Seni düşünüyorum onun için, bütün işler içinde sen ne olacaksın?” Mustafa Kemal gülerek; “Ben mi? Ben de sizleri o makamlara getiren olacağım.” cevabını verdi. O kendi misyonunu daha o Selanik günlerinde başlatmıştı bile. 29 sene sonra 1937’de Çankaya’da bir yemekte aynı kişiler karşısında bu konuşmayı kendisi anlatmıştır.
Mustafa Kemal 1918 yılında tedavi maksadıyla gittiği Karlsbad’da hatıra defterine şöyle yazmıştır: “Bir gün bu milleti idare mevkiine gelirsem, carp (darbe) yapacağım. Ama bu darbe sonunda hiçbir zaman avamın derecesine inmeyeceğim. Avamı kendi seviyeme çıkaracağım.”
Mustafa Kemal henüz 26 yaşında ve kıdemli yüzbaşı rütbesindeyken 1907’de Bulgar Türkoloğu İvan Manolof’a: “Bir gün gelecek hayal zannettiğiniz bütün inkılapları başaracağım. Mensup olduğum millet bana inanacaktır.” dedi. Mustafa Kemal Atatürk yapacağı inkılapları 1923’ten önce tasarlamıştı. Ancak bütün bu hususları sağlam zaman ve zemin imkanlarıyla başarabilirdi. Beden ve ruh nasıl ki, canlı bir insanın birbirinden ayrılmaz parçaları ise, Atatürk’ün hayatı ve devrimleri onun şahsiyetinin ayrılmaz unsurlarıdır.
Atatürk devrimlerinin içinde en mühimi laiklik devrimidir. Hatta Atatürk ile ilgili birçok eserde laiklik, Atatürk devrimlerinin temeli olarak kabul edilmiştir. Atatürk’ün inandığı ve yapmak istediği laiklik, “Dünya işlerini din işlerinden ayırmak yani dünya işlerinin dinin dışında ele alınması, dini emirlerden ayrı mütalaa edilmesidir. Atatürk’e göre bir devletin laik olabilmesi için, hukuki bakımdan siyasi ve dini otoritenin birbirinden ayrılması ve devlet işleri ile din işlerinin ayrı olmaları gerekmektedir.
Atatürk, Türkiye’nin takib edeceği iktisadi sistemi ve diğer hususlardaki görüşlerini şu sözlerle belirtmektedir: “Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. asırdan beri sosyalizm nazariyelerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir.” “İktisaden zayıf bir millet fakr ü sefaletten kurtulamaz. Kuvvetli bir medeniyete, refah ve saadete kavuşamaz. İçtimai ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz.”
“Siyasi ve askeri muzafferiyetler, ekonomik tedbirler ile terviç edilemezlerse, kazanılan zaferler payidar olamaz. Az zamanda söner.”
“Tüccar, milletin emeğini ve istihsalini kıymetlendirmek için eline ve zekasına emniyet edilen ve emniyete liyakat gösterilmesi gereken adamdır."
“İstikbal göklerdedir... Türk çocuğu göklerdeki yerini en kısa zamanda almalıdır... Bu yarışa Türk milleti olarak vakit kaybetmeden katılmalıyız ve söz sahibi olmalıyız... Yurt içinde behemahal hava sanayii kurulmalıdır."
“Hükumetin varlığının hikmeti, memleketin güvenlik ve asayişini, milletin huzur ve rahatını sağlamaktır.”
“ Millet, dil, kültür ve mefkure birliği ile birbirlerine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimai heyettir.”
“Bilelim ki, milli birliğini bilmeyen milletler, başka milletlerin şikarıdır.”
“Bir millet sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe, yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez.”
“Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında milli birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur.”
“Hükumet millettir ve millet hükumettir.”
“Hükumetin iki hedefi vardır: Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını temin etmektir. Bu iki şeyi temin eden hükumet iyidir. Edemeyen fenadır.”
“Basın, bir milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve irşatta bir millete muhtaç olduğu fikri gıdayı vermekte, hülasa bir milletin hedef-i saadet olan müşterek bir istikamette yürümesini teminde basın başlı başına bir kuvvet, bir mektep ve bir rehberdir."
"Felaket başa gelmeden evvel onu önleme çareleri ve müdafaası düşünülmek lazımdır.Geldikten sonra düşünmenin faydası yoktur."
"Türklerin vatan sevgisi ile dolu olan göğüsleri mel’un ihtiraslara karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir.”
1 Mart 1922’de Meclisi açış nutkunda: “Buraya kadar sözünü ettiğimiz hususlar, milletin maddi güçlerini geliştiren ve yükselten tedbirlerdir. Halbuki insanlar yalnız maddi değil, aynı zamanda bu maddi gücün içinde yer alan manevi gücün de etkisi altında hareket ederler. Milletler de böyledir... Manevi güç ise, özellikle ilim ve inanç ile yüksek bir süratle gelişir.”
“Türkiye’nin öğretim ve eğitim siyasetini, her seviyede, tam bir aydınlık ve hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir açıklıkla belirlemek ve uygulamak gerekir. Bu siyaset her anlamıyla milli bir özde düşünülebilir.”
“Milli terbiye esas alındıktan sonra onun dilini, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti münakaşasız kabul edilecek bir kanundur.”
Atatürk 15 Temmuz 1921'de ilk Milli Eğitim Kongresinin açış konuşmasında: “Efendiler; yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumunu öğretmelidir. Dünyadaki milletlerarası duruma göre böyle bir savaşın gerektirdiği terbiye unsurları ile donanmış olmayan fertler ve bu mahiyette fertlerden toplanmış cemiyetlere hayat ve istiklal yoktur. Silahla olduğu gibi dimağı ile de mücadele mecburiyetinde olan milletimizin birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. Milletimizin saf karakteri kabiliyetle doludur. Ancak bu tabii kabiliyeti bilecek bilgilerle donanmış vatandaşlar lazımdır.”
Bu konuşma yapıldığı sırada ideolojik, kültür ve psikolojik savaş ve her türlü soğuk savaş usulleri bugünkü seviyede değildi. Atatürk bir yurt gezisinde arkadaşlarıyla sohbet ederken, subaylığının ilk senelerinde Alman filozofu Ludwig Büchlen’in eserlerini okuduğunu ve beğendiğini söylemiş ve Alman filozofunun görüşlerini etrafındakilere şöyle izah etmiştir:
"Tarihten zaferden, büyük devlet adamlarından mahrum milletler maddi imkanları ne kadar geniş olursa olsun ciddi ve güçlü bir sarsıntı karşısında dayanamayıp yıkılıp silinmişlerdir.”
Atatürk bir konuşmasında:
“ Bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, millet mefkuresini yıkmaya çalışan nazariyelerin dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunmamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat, insanlar ve milletler arasında hep milliyetin hakim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyastaki fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin ölmediği ve kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
Batılılaşmak, Atatürk’ün ve onun kurduğu Cumhuriyetin ve devletin resmi hedefi olmuştur. Atatürk’e göre batılılaşmak, batının örf ve adetlerini almak ve onu kopya etmek değildir. Elbette her milletin kendisine mahsus özel hususiyetleri, örf ve adetleri, töreleri, milleti millet yapan milli ve manevi değerleri (kökleri) vardır. İçtimai bünyeye ters düşen, yani milleti ile bütünleşmeyen bir devlet düşünülemez.
Atatürk ile ilgili olarak Türkiye’de ve dış ülkelerde yüzlerce eser yazılmıştır. Elbette Atatürk’ün yaptıklarını ve şahsiyetini mahdut olan sayfalar arasına sığdırmak mümkün değildir. Atatürk’ün tarihi, siyasi askeri, idari görüş ve icraatları ile ilgili hususlar ciltler dolusu anlatılmıştır.
GAP Projesi içinde, Karakaya Barajının l80 km mansabında, Şanlıurfa ilinin Bozova ilçesine 24 km uzaklıkta Fırat Nehri üzerinde kurulan baraj.
İnşaatına; 4 Kasım l983 tarihinde başlandı. l994 senesinde bitirilmesi planlanan baraj; sulama ve enerji elde etmek maksadıyla yapılmıştır. 2400 megavat, yılda 8.9 milyon kilovatsaat elektrik enerjisi üretecek kapasitededir. 84.4 milyon m3 kaya ve toprak dolgu ile, dolgu hacmi bakımından bugüne kadar dünyada inşa edilen barajlar arasında beşinci sıradadır. Meydana gelen göl alanı 817 kilometre karedir. Yıllık ortalama su akışı 26.654 milyar metreküptür. Toplam su depolama hacmi 48.5 milyar metreküptür.
Her bir grupta; gücü 300.000 kilovat olan 8 adet türbün jeneratör bulunmaktadır. 25 Temmuz 1992'de bu 8 üniteden ikisi hizmete açılmıştır. Halen inşaatı devam eden Şanlıurfa Tünelinin de tamamlanması ile, Şanlıurfa, Harran, Mardin, Ceylanpınar, Siverek-Hilvan ovaları ile beraber l.43 milyon dönüm arazi sulanır hale gelecektir.Temelden yüksekliği l69 metredir. Nehir seviyesinden yükseklik bakımından minimum su kotu 513, ideal su kotu 526, maksimum su kotu ise 524 metreye ulaşır. Barajda elektrik üretimi için derinliğin en az 133 metre olması lazımdır. Baraj duvarının boyu 1644, eni ise 15 metredir.
Atatürk Barajı, dolgu hacmi bakımından dünyanın en büyük 6. büyük barajı durumundadır. Hidroelektrik Santralı da, dünyada halen yapımı sürenler arasında 3., inşa edilmiş olanlar arasında da 5. en büyük santraldır. Aynı zamanda Avrupa'nın ve Türkiye'nin en büyük barajıdır.
Atatürk Barajı, tamamen Türk işçi ve mühendisinin emek ve alınteriyle gerçekleştirilmiştir. Bu dev barajın gövdesi 80 ay gibi kısa bir zamanda bitirilmiştir.
(Bkz. Dehriler)
Alm. Feuer, Fr. Feu, İng. Fire. Yüksek sıcaklık ve alev veren hızlı yanma olayı. Ateşin meydana gelebilmesi için yanabilen bir maddenin tutuşma sıcaklığında oksijen ile temas etmesi gerekir. Yakıt ve oksijen devamlı mevcut ve temas halinde ise sürekli yanma olur. Bir ateşin söndürülmesi, yanmaya sebeb olan unsurlardan yakıt ve oksijenin yok edilmesi, sıcaklığın düşürülmesi ile mümkündür.
Herhangi bir maddenin yanabilirliği kimyasal bileşime ve fiziksel duruma bağlıdır. Eger oksijen kaynağı hava ise, herhangi bir yanıcı gazın molekülleri hava içine girer ve havadaki oksijen moleküllerine temas eder. Tutuşma sıcaklığına erişince de bu gaz yanar.
Bir yanıcı sıvı ilk önce buharlaştırılmalı ve tutuşma sıcaklığındaki bu buhar oksijen ile karıştırılmalı ki, yanma olabilsin. Katıların yanması için ise sıvılaştırılmalı veya buharlaştırılmalı veya hiç olmazsa geniş bir yanma yüzeyi meydana getirmek için küçük taneciklere ayrılmalıdır. Fakat katı, gözenekli ise öğütme zaruri değildir. Bütün katılar, mümkün olan en küçük taneciklere ayrılırsa, oksijen ile temas eden toplam katı yüzeyi çok olacağından şiddetli yanar.
Çok şiddetli ateşler, yanabilen tozların (zerreciklerin) hava ile karışımından elde edilir. Mesela kömür ve metal tozlarının yanması gibi. Mağnezyum tozları gerekli oranda hava ile karıştırılıp tutuşma sıcaklığına getirilirse, göz kamaştırıcı parlak bir alevle yanar.
Maddeler tutuşma sıcaklığının altında oksitlenir. Fakat maddelerin yanabilmesi için tutuşma sıcaklığına yükseltilmesi gerekir. Bu sıcaklığın üzerinde oksidasyon ısısı yeteri kadar hızlı yayılmaz ve yanmamış yakıtta oksidasyonun olduğu bölgeye yakın alanı yanma sıcaklığına yükseltir. Çok ince parçalara ayrılmış maddeler hariç olmak üzere, katıların yanma sıcaklığı sıvılarınkinden daha yüksektir. Genellikle sıvılar kaynama noktasının düşüklüğü nisbetinde parlayıcıdırlar.
Ateş, etrafındaki havayı ısıtır ve onun genişleyerek yükselmesini sağlar. Bunun sonucu olarak da uzaklardan buraya soğuk hava akımı başlar. Bu meydana gelen akım sebebiyle devamlı ve yeni oksijen te’min edilmektedir. Böylece ateşin yanması sürekli olur. Hatta ateş, büyük şehir veya orman yangını halindeyse, bu hava akımı önemli hızda rüzgar bile meydana getirir.
(Bkz. Tuğla)
ATEŞBÖCEĞİ (Lampyrus noctiluca)
Alm. grosser Leuchtkafer, Fr. Lampyre commun, İng. Firefly. Familyası: Ateşböceğigiller (Lampyridae). Yaşadığı yerler: Ilıman iklim bölgelerinde çiçekler ve küçük bitkiler üzerinde bulunurlar. Özellikleri: 11- 18 mm uzunlukta. Erkekleri kanatlı, larva ve dişileri kanatsız olup, kurda benzer. Ilıman ormanlarda 2,5 cm boyunca olanlarına da rastlanır. Çeşitleri: İki binden fazla türü vardır.
Bahar ve yaz ayları geceleri uçarken yanıp sönen ışıkları ile tanınan, kınkanatlılar takımından bir böcek. Erkekleri kanatlı, dişileri kanatsız olup larvalarına benzerler. Bazı çeşitlerinde erkek, dişi ve larvalar da ışık üretir. Bu özelliklerinden dolayı bazı bölgelerde dişi ve larvalara “yıldız kurdu” adı verilir. Her türün kendisine has sinyal şifresi vardır. Kuzey Amerika’da bazı çeşitlerin dişileri de kanatlı ve ışık üreticidir. Bütün ateşböceklerinin larva ve erginleri etçil olup, yumuşakça böcek ve böcek larvalarıyla beslenir.
Işık organları karın bölümünün son kısmında bulunur. Saydam bir kütüküla tabakası ile örtülüdür. İç kısmı fotojenik hücreler ve otomobil farları gibi ışığı yansıtıcı bir tabakadan müteşekkildir. Işık organında üretilen yağa benzer “ Lüsiferin” maddesi “Lüsiferinaz” enziminin katalizörlüğünde kademeli olarak oksijenle yakılır. Bu kimyasal olayda ışık meydana gelir. Hava oksijeninin kontrollü tüketimine bağlı olarak ışık zaman zaman yanıp söner. Bu yanıp sönmeler eşlerin birbiriyle haberleşmesini sağlar. Ateşböceğinin ürettiği ışık, yavaş yavaş meydana gelen oksitlenme sonucu kimyasal enerjinin ışığa dönüşmesidir. Çıkan ışık tamamen soğuktur. Isı kaybı yoktur. Verim % 100’dür. Kullandığımız elektrik ampülünde enerjinin % 10’u ışık % 90’ı ise ısı kaybıdır. Yapılan ince hesaplara göre, eğer bir ateşböceği büyük bir sokak lambası kadar olsaydı, bütün bir mahalleyi gündüz gibi aydınlatırdı.
Siam’da geceleri nehir kıyısındaki “Ton Lampoo” ağaçlarını saran ateşböcekleri bir dakikada 120 defa parıldayıp söndüklerinden ortalık yarım saniye aralıklarla şimşek çakmış gibi aydınlanır ve ardından zifiri karanlığa boğulur. Jamaika’da ateşböcekleri o kadar parlak ve ışıklıdır ki, dallarda toplandıkları zaman beş yüz metre uzaktan ağaçlar alevler içinde yanıyormuş hissini verir.
Amerikan orduları 1898’de Küba’da harb ederken doktor Williams Gorgas’ın bir askeri ameliyatı sırasında lambalar aniden sönüverdi. Derhal bir şişe dolusu ateş böceği getirdiler. Bunların ışığı altında ameliyat başarı ile bitirildi.
Alm. Schiesskunst (m), Fr. Tir, İng. Shooting. Bir mermiyi veya oku bir silah aracılığıyla mümkün olduğu ölçüde hedefe ulaştırmayı gaye edinen bir hüner yarışması. Çok çeşitli silahlarla (karabina, tabanca, yay) yapılır. Hedefler sabit veya hareketli olabilir. İyi bir atıcı olmak için gözlerin keskin ve kendine hakim olunması gerekir.
Bazı bölgelerde, atıcılık yarışmaları gelenek halinde muhafaza edilmiştir. Mesela, İsviçre’nin bazı kantonlarında okçular, mahalli bayramlarda boy ölçüşürler. Kuzey ülkelerinde zıpkın atışları, meraklıların pek değer verdiği bir yarışma olarak sürüp gitmektedir.
Tabanca ve tüfekle yapılan atıcılık sporu, hedefe atış ve av silahlarıyla atış şeklinde yapılır. Hedefe atışta, “karabina” ismi verilen silah ve değişik yapıya sahip tabancalar kullanılır. Atışlar iç içe geçirilmiş birden on ikiye kadar numaralanmış daire şeklindeki nişan (hedef) tahtalarına yapılır. Bu dairelerin çapları atış uzaklıklarına göre değişir. Atış mesafeleri havalı karabina için l0 m, küçük kalibreli karabina için 50 m, büyük kalibreli tabanca için 25 m, serbest tabanca için ise 50 metredir.
Av silahlarıyla yapılan atış sporunun baltrap ve skeesi olmak üzere değişik şekilleri vardır. Bu yarışmalar, olimpiyat oyunları arasında da yer alır. Ortasında hedefin bulunduğu nişan tahtası genellikle sabittir ve eş merkezli on iki daireye bölünmüştür. Bu dairelerin çapı, atıcı ile hedef arasındaki uzaklığa göre değişir. Mesela, 300 metreden tüfek atışı için, her bölümün genişliği 60 cm olarak tesbit edilmiştir. Bu genişlik 2 santimetreden 12 metreye kadar değişir. Yarışmaların türüne göre, atıcı ayakta, diz çökerek veya yatarak atış yapar. Atıcı, yarışmadan önce bir deneme atışı yapmak hakkına sahiptir. Uzun mesafeli müsabakalarda nişan tahtasının yanındaki sipere yerleşmiş gözlemciler siyah veya ışıklı bir sırık yardımıyla, atıcıya hedefin yerini gösterirler. Böylelikle yarışmacı, daha sonraki atışlarda hatalarını düzeltmek ve iyileştirmek imkanını bulur.
Hareketli hedeflere atışlar, hele hedef farklı noktalar halinde bir görünüp bir kaybolduğu zaman çok daha zordur. Kilden yapılma güvercinlere atış, reflekslerin hızını ortaya koyar. Zira, baltrap denilen araçların havaya fırlattığı bu hareketli hedefe sıkılı bir çiftenin mermi veya saçmalarıyla isabet kaydetmek oldukça zordur.
Ancak tüfek veya tabanca çeşitleriyle yapılan atış sporları, dünyanın en iyi nişancılarını karşı karşıya getiren yarışmaların düzenlenmesine imkan verir.
On sekizinci asır meşhur Osmanlı hattat ve şairi. Kendi ismiyle meşhur kütüphanenin kurucusudur. Adı, Mustafa Atıf’tır. Sultan Birinci Mahmud Han devrinde defterdar-ı şıkk-ı evvel ve maliyeci idi. İstanbul’un Bayezid Soğanağa Mahallesinde doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir.
Atıf Efendinin; Mehmed Emin, Ahmed ve Ömer Vahid Efendi adlarında üç oğlu vardı. Yüksek derecede devlet memurluğu yapan oğulları, Atıfzadeler diye tanınmıştır. Bu aile, Ömer Vahid Efendinin çocukları ile devam etmiştir.
Atıf Efendi, zamanının meşhur alimlerinden ilim öğrenip icazet (diploma) aldı. Tahsilini tamamladıktan sonra defterdar İzzet Ali Paşa zamanında maliyecilik mesleğine girdi. Kısa zamanda kabiliyeti ve mahareti ile tanındı. Ayrıca yazdığı kasideleri, güçlü bir şair olan İzzet Ali Paşaya takdim etti. Şiirleri çok beğenildi. Böylece kısa zamanda yükselip, defterdar mektupçusu ve hacegan oldu. 1737 senesinde de defterdar-ı şıkk-ı evvelliğe yükseldi. Bu vazifesine başladıktan kısa bir müddet sonra, Avusturya ile yapılacak savaşta ordunun ikmal işlerini yürütmek için İstanbul’dan Niş’e gitti. Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa ile arasında çıkan anlaşmazlıklar sebebiyle, 1738’de defterdarlıktan azledildi. Şehirköyü’ndeki kuleye sürülüp, mal ve eşyası müsadere edildi. Ancak daha sonra padişah tarafından otuz bin kuruş dışındaki mallarına ve evine vurulan mühür kaldırıldı. Kendisi de Gelibolu’da ikamete mecbur tutuldu. Ertesi sene İvaz Mehmed Paşa sadareti zamanında eski vazifesine iade edildi. 1739 yılında Avusturyalılar ile yapılan ve neticede Belgrad’ın sulhle alınmasına sebeb olan diplomatik heyette bulundu.
Atıf Efendi, 1741 senesinde ikinci defa vazifesinden alındı. Bu azlini müteakip izin alıp, hacca gitti. 1742’de hac dönüşünden sonra üçüncü defa şıkk-ı evvel defterdarlığına tayin edildi. Fakat çok geçmeden 26 Temmuz 1742 (H. 1155) senesinde sıtma hastalığından vefat etti. Karacaahmed'de Ömer Zühdi Efendinin kabri yanına defn edildi.
Atıf Efendi, devrinin değerli şairlerindendi. Bilhassa nazireleriyle meşhurdur. İzzet Ali Paşa ve diğer bazı şairlerin şiirlerine nazireler yazmıştır. Şiirler didaktik, öğretici mahiyettedir. Arapça, Farsça ve Türkçe kıymetli manzumeleri ile Türkçe bir Divan’ı vardır.
Atıf Efendi, astronomi ilmine vakıftı. İkinci defterdarlık vazifesindeyken, devlete mali bakımdan sağlayacağı faydaları göz önüne alarak, Kameri sene yerine Şemsi sene kullanılması için bir gerekçe hazırladı. Bunun üzerine 1740 senesinden itibaren Şemsi sene kullanılmaya başlandı.
Atıf Efendinin diğer önemli bir vasfı, hattat olmasıdır. Hat sanatında keskin divani denilen bir hat tarzı ihdas etmiştir.
Atıf Efendinin en önemli eseri, kendi adıyla anılan kütüphanesidir. Bu kütüphanesi İstanbul’un Vefa semtinde olup, 1741 senesinde kurmuştur. İstanbul’un büyük vakıf kütüphanelerindendir. Kütüphanedeki kitaplar Atıf Efendi ve torunları tarafından temin edilmiştir. 1973'te Zeki Pakalın'ın ailesi tarafından bağışlanan zengin kitap kolleksiyonu da bu kütüphanede ayrı bir bölüm olarak muhafaza edilmektedir. 2585 yazma ve 231 basma kitap bulunmaktadır. Kitapların çoğu Arapçadır. Latin harfleri ile ise, 4941 Türkçe, bir miktar da İngilizce ve Fransızca olmak üzere toplam beş bin civarında kitap vardır.
ATKESTANESİ (Aesculus hippocastanum)
Alm. Rosskastanie, Fr. Marronier d’Inde, İng. Horse-Chestnut. Familyası: Atkestanesigiller (Hippocastanaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yol kenarları ve parklarda süs ağacı olarak yetiştirilir.
Nisan-temmuz aylarında çiçek açan, 15-25 m boyunda, sık dallı ve yapraklı bir ağaç. Gövde üzerinde karşılıklı durumda ve uzun saplı olan yapraklar oldukça büyük görünümdedirler. Büyük ve dik olan piramid biçimli çiçek durumları, çiçeklerin bileşik-salkım tarzında birleşmeleriyle meydana gelmiştir. Aynı çiçek durumlarında bulunan çiçekler ya erdişidir, veya dişi organın körelmesiyle erkek çiçek halindedir. Dişi organı erkek organlardan evvel olgunlaşır. Meyvenin gelişmesi sonucunda genellikle bir, bazan iki tohum ihtiva eden, eksokarpi derimsi (meyvenin dış çeperi) ve dikenli, sarımsı yeşil renkte, küre biçiminde, oldukça büyük üç parçaya yarılarak açılan bir meyve verir. Oldukça büyük küremsi veya yumurtamsı biçimli tohumlu olup, düzgün parlak kahverenginde bir tohum kabuğuna sahiptir. Endospermasız olan, tohumun iç kısmı tamamiyle yağ ve nişasta ihtiva eden geniş çeneklere malik ve kendi üzerinde kıvrık embriyo ile dolu bulunmaktadır.
Tabii olarak Balkanlar ve Kafkasya’da yetişir. Gerek yol kenarlarında, gerek parklarda bir süs ağacı olarak bütün Türkiye’de yetiştirilmektedir.
Kullanıldığı yerler: Daha çok bir süs bitkisi olarak kullanılmaktadır. Çok beyaz ve yumuşak olan odunu tornaya ve yontarak işlemeye uygundur. İyi bal yapmaya elverişli olan bol miktardaki balözü bezlerinden dolayı arıların akınına uğrar. Tohumları keçi ve koyunlar tarafından yenilmektedir. Ağacın kabuklarının ekserisi güneş yanmalarına karşı pomat olarak hazırlanır. Tohumları nişasta, yağ ve saponin yönünden zengindir. Tıpta tohumları ağrı dindirici olarak, damar daraltıcı özelliğinden dolayı varis, flebit ve hemeroide karşı kullanılmaktadır. Romatizmaya da iyi gelmektedir. Atkestanesi tohumlarından hazırlanmış bir çok ilaç tedavide de kullanılmaktadır.
Ancak çocukların atkestanesi tohumlarının yeşil dış kısımlarını yemeleri halinde zehirlenmelere sebeb olur. Belirtileri göz bebeklerinin genişlemesi, deride kırmızılaşma ve uyuşukluk hali ile olur.
ATKUYRUĞU OTU (Equisetum arvense)
Alm. Ackerschactelhalm, Katzenschwanz, Fr. Préle des chams, Queue-de-chat, İng.Horsetail. Familyası: Atkuyruğugiller (Equisetaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Kuzey, Orta ve Doğu Anadolu bölgeleri.
Zemberek otu, ekli ot, ulama gibi isimlerle de bilinen, nemli ve sulak yerlerde yetişen, 20-30 cm boyunda, çiçek açmayan bir bitki. Bitkinin verimli ve verimsiz fertleri ayrı ayrı zamanlarda çıkar. İlkbaharda yerden süren, dallanmamış, açık kahverengi olan ve çiçek tozları taşıyan verimli fertleri çıkar. Bu ilk dalların kurumasından sonra içi boş, yeşil, dallanmış veya dik ve daha uzun verimsiz dallar meydana gelir. Bitkinin kullanılan yerleri de bu yeşil olan yaz dallarıdır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin yeşil dalları glikozitler, luteolin, sapanozid, izokuersetin ve alkaloidler (nikotin, palustrin) ihtiva eder. Bu bitki 16. yüzyıldan beri tedavide kullanılmaktadır. Bitkinin özellikle idrar söktürücü, taş ve kum düşürücü etkileri dolayısiyle, halk arasındaki kullanılışı yaygındır. Ayrıca iç kanamaları durdurucu ve yara iyi edici özellikleri de vardır. Bu bitkinin genç yeşil sürgünleri özellikle at ve sığırlarda kanlı idrar ile beliren zehirlenmelere sebeb olur. İnsanlarda da aynı şekilde zehirlenmeler görülebildiği için tıbbi miktarlar üstünde alınmamalıdır.
(Bkz. Nato)
Alm. Atlas, Fr. Atlas, İng. Atlas, Muhtelif haritaları içinde toplayan haritalar mecmuası.
Atlas kelimesini ilk defa Alman coğrafya bilgini Merkator, 1555 tarihinde neşrettiği haritalar mecmuasında kullanmıştır.
İslam alimleri Merkator'dan çok önce atlas neşretmişlerdir. Bunlardan en mühimi, Belhi tarafından yapılıp daha sonra İstahri ve İbn-i Havkal'ın hazırladığıKitabü'l-Mesalik ve'l-Memalik isimli eserde 14 harita bulunmaktadır. Başlıcaları; Dünya, Arabistan, Hind Okyanusu, Kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve Akdeniz haritalarıdır. Bu haritaları bulunduran, yukarıda ismi zikredilen esere ilim çevrelerinde "İslam Atlası" denmiştir.
Türkiye'de ilk atlas, Katib Çelebi'nin; Piri Reis'in Deniz Atlası ve Merkator'un atlasından faydalanarak hazırladığı Cihannüma atlası ile İbrahim Müteferrika'nın bastığı Atlas Minor'dur.
Haritalar kara, deniz, gök veya kara ile deniz haritaları olarak çeşitlere ayrılır.
Kara haritaları:Kıta veya ülkeleri ayrı ayrı gösteren haritalardır.
Deniz haritaları:Denizlerin kıyılarını, girinti ve çıkıntılarını, fenerlerini, demirleme yerlerini, kayalık ve akıntılarını, derinliklerini, hangi mevsimde hangi yolun takib edileceğini gösteren haritalardır.Türkiye'de ilk deniz haritası 1513 senesinde büyük Türk denizcisi ve coğrafya alimi Piri Reis tarafından bir ceylan derisi üzerine çizilmiş ve Mısır Seferi esnasında Yavuz Sultan Selim Hana sunulmuştur. Piri Reis, her bakımdan mükemmel olan Kitabü'l-Bahriye isimli atlası 1521 senesinde Kanuni Sultan Süleyman Hana takdim etmiştir.
Piri Reis'in hazırladığı bu haritalarda, henüz Amerika kıtasına gidilmediği halde bu kıtanın haritası en ufak teferruatına kadar çizilmiştir. Amerika'nın kuzey sahili, Grönland ve Florida yarımadası bugünkü haritaları gibidir. Amerika ve kutupların Piri Reis haritasındaki şekli ile, son senelerde uzaya gönderilen uydular vasıtasıyla çizilen haritalarla uygunluk arzetmesi ilim adamlarını şaşırtmıştır.
Gök haritaları: İslam ve Türk astronomi alimleri gök haritaları çizmişlerdir. Batıda ilk teferruatlı gök atlasını Bayer hazırlamış; sabit ve takım yıldızları Latin ve Yunan harfleri ile isimlendirmiştir.
Akdeniz'deki Gabes Körfezi kıyısından başlayarak, Tunus, Cezayir ve Fas toprakları boyunca Atlas Okyanusuna kadar uzanan dağ silsilesi. 2400 km uzunlukta bir sahayı kaplar. Bu dağların asıl ismi "Adrar", Berberice'de "dağlar" manasına gelir. Avrupalılar, Yunan efsanelerine dayanarak bu dağlara "Atlas" ismini vermişlerdir. Mahalli halk bu ismi kullanmaz. "Adrar" ismini kullanır. Osmanlı Devleti Rü'yet-i Hilal (Arabi ayın ilk gününü bulma) konusunda bu dağları ilk nokta kabul etmişti.
Berberi kabileleri, aşılması zor olan bu dağlarda yaşamışlar ve buralarda uzun seneler bağımsızlıklarını korumuşlardır. Atlas Dağları; Yüksek Atlaslar, Tel Atlaslar ve Sahra Atlasları olarak 3 kısma ayrılır. Yüksek Atlaslar, Fas'ın bir ucundan diğer ucuna kadar uzanırlar. En yüksek yeri Cebel-i Ayusi 4300 metredir. Atlas Okyanusuna dökülen Sebu Irmağı ile Akdeniz'e dökülen Mevleviye Irmağı bu dağlardan çıkar. Atlas Okyanusuna bakan yamaçları çok sarptır. Tel Atlaslar, Cezayir'de bulunur. En yüksek yeri 2500 metredir. Şelif Irmağı buradan çıkar ve Akdeniz'e dökülür. Sahra Atlasları, Atlas Dağları ile Büyük Sahra arasında sınır meydana getirir. Bunlarda yükseklik daha azdır.
Atlas Dağlarının % 40'ı ormanlık, fundalık, çalılık ve ekime elverişli topraklardır. Geriye kalanı bozkır ve çöl halindedir.
Alm. atlantischer Ozean, Fr. Océan Atlantique, İng. Atlantic Ocean. Dünyanın ikinci büyük denizi. Büyüklük bakımından Büyük Okyanustan sonra gelir. Doğusunda Avrasya ve Afrika, batısında Amerika (kuzey ve güney) bulunur. Bu okyanus, eski dünya ile yeni dünyayı birbirinden ayırır.
Bazıları Kuzey Buz Denizi ile Antarktika Okyanusunu da Atlas Okyanusuna dahil ederler. Umumi kanaat, Kuzey Buz Denizi ile Antarktika Okyanusunun buraya dahil olmadığı ve bunların sadece kuzey ve güney sınırları meydana getirdiğidir. Atlas Okyanusunun uzunluğu 15 bin kilometreye yakındır.
Atlas kelimesinin bu okyanusta battığı öne sürülen "Atlantis" kıtasından geldiği ileri sürülür. Atlas Okyanusunun yüzölçümü 106.463.000 kilometrekaredir. En geniş yeri Avrupa-Meksika Körfezi arasında olup 8000 kilometredir. Atlas Okyanusu "S" şeklindedir. Güney Amerika'nın doğu kısmındaki çıkıntı ile Afrika'nın batı kısmındaki çıkıntı birbiriyle birleştirildiklerinde birbirlerine uyarlar. Atlas Okyanusunun yatağı da "S" şeklindedir. Bu şekildeki sırt, okyanusu ikiye böler. Bu sırt muazzam bir dağ silsilesidir. Bu denizaltı dağ zincirinin iki tarafındaki kısımlarda genişliği 800 km ve derinliği 3-5 bin m olan derin vadiler vardır. Okyanusun dibi kırmızı kil ile, yukarıları ise hayvan kalıntıları ile kaplıdır.
Atlas Okyanusunun yatağı, Azor Adalarında başlar. İngiltere ile Kanada arasında bir yayla şeklinde uzanan bu düzlük çok büyüktür. Avrupa ile Amerika arasındaki telgraf kabloları bu yaylaya döşendiği için buna "Telgraf Yaylası" denir. Atlas Okyanusunun en derin yeri Porto Rico'nun kuzeyindedir. Buranın derinliği 8750 metredir. Newfoundland'ın doğusunda derinlik 6000 m ve Güney Atlas Okyanusunda ise 8260 metredir. Atlas Okyanusu, doğusundaki Akdeniz, Kuzey Denizi, Baltık Denizi ve Karadeniz ile irtibatlıdır. Okyanusun doğu kıyılarının uzunluğu 50 bin km, batı kıyılarının uzunluğu 80 bin kilometredir. Kuzey Amerika ve Avrupa sahilleri çok girintili ve çıkıntılıdır. 100 m derinliğe kadar olan sıcaklık; yüzeyindeki sıcaklık ile aynıdır. Yüzeyi sıcak olan kısımlarda derinlere inildikçe sıcaklık azalır ve dipte donma noktasına kadar varır. Yüzeyi soğuk olan yerlerde ise derinliğe inildikçe sıcaklık artar. Bu dengeyi akıntılar sağlar. Gulfstream Akıntısı tropikallerin sıcak suyunu taşırken, Labrador Akıntısı da kuzeyin soğuk suyunu güneye taşır. Atlas Okyanusuna Avrupa'dan Ren, Elbe; Afrika'dan Kongo ve Nijer; Amerika'dan ST. Lawrence, Mississippi, Orinaco, Amazon, Parana ve Uruguay nehirleri dökülür.
Atlas Okyanusunda bulunan en büyük ada Grönland'dır. Bu adayı Amerika'nın parçası sayanlar da vardır. Diğer büyük adalar; Britanya Adaları (244.000 km2), Antiller, Newfoundland, İzlanda, Kanarya Adaları, Azor Adaları, Falkland Adaları, Güney Georgia Adaları, Yeşil Burun Adaları, St. Helena, Tristian de Cunha Adalarıdır. Küçük adalar da çoktur.
Alm. Stutzblattkaktus, Fr. Epiphylle, İng. Crab castus. Familyası: Kaktüsgiller (Cactaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Tabii olarak yetişmez. Ancak süs bitkisi olarak yetiştirilir.
Türkiye’de süs bitkisi olarak yetiştirilen kaktüsgillerden bir bitki. Yassılaşmış etli gövdesi yaprak şeklindedir. Sıcak ve kurak yerlerde yetişen bir bitkidir. Güzel pembe çiçekleri kışın (kasım-ocak) ve yapraklarının uçlarında açarlar. Epiphyllumaya da atlasçiçeği denilmektedir. Genel yayılış alanları Amerika’nın çöl ve yarı çöl bölgeleridir.
Kullanıldığı yerler: Evlerde, güzel çiçeklerinden dolayı süs bitkisi olarak yetiştirilir. Sıcak ve kurağa oldukça dayanıklı olduğundan sık sık sulanmamalıdır. Üretilmesi ya tohumla veya dipten ayrılan sürgünlerle olur.
Alm. Atlas-Knochen. Fr. Atlas, İng. Atlas. Boyun omurlarının birincisi. Başı, üzerinde taşıyan kemik. Bu kemiğin iki yan çıkıntısı vardır. Bu çıkıntılar, üstten artkafa kemiği, alttan da ikinci boyun omuru ile eklemleşmiştir. Yan çıkıntılarının her birinde birer delik vardır. Bu geçitlerden omurga atardamarları geçer. Yan çıkıntılar iki kemerle birbirine bitişmiştir. Ön kemer ikinci boyun omurunun çıkıntısı ile eklemleşmiştir. Başın yana dönmesini bu eklem sağlar. Yaradılışındaki özelliklerinden dolayı vücudun en önemli iş yapan kemiklerinden biridir.