AŞAR

(Bkz. Öşür)

AŞÇIBAŞI

Saraydaki mutfak hizmetleri amiri. Tarihi metinlerde “aş başçı, aş başçısı, aş işçisi, hansalar ve ahçıbaşı” olarak geçer. Selçuklularda aşçıbaşına “emir-i çaşnigir” denirdi. Vazifeleri, matbah yani mutfağın sevk ve idaresi ile yemeklerin pişirilmesine nezaret etmek, hükümdarın sofrasını kurdurup, kapucubaşının kontrolünde yemekleri huzura çıkarmaktı. Yemekleri mutlaka vaktinde, usulünce takdim edilmesinden, yemeklerin temiz ve bilhassa zehirlenmelere karşı emin olmasından kapucubaşı ile beraber mesuldü. Bu vazifeleri “yamak” denilen yardımcı, işçi ve hizmetçiler ile yapardı.

Aşçıbaşı ve hizmetleri hakkında Balasagunlu Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’de kıymetli malumat vardır. Kutadgu Bilig’de bu hususta şunlar yazılıdır:

“Bu işe (aşçıbaşılığa) mükemmel ve temiz ruhlu bir insan lazımdır. İnsanlar arasından doğru, dürüst ve seçkin bir kimse bulunmalı ve yemek içmek işini ona bırakmalıdır. Zira, gönülden bağlı olan bir kimse (sadık) doğru ve dürüst insan, tenini, canını ve başını beyine feda eder. Beyler için her türlü tehlike boğazdan gelir. Bu bakımdan beyler her yerde kendilerini gözetmeli ve fakat yemek içmek işinde ise ihtiyat gözünü bilhassa açmalıdır. Ahalinin başında bulunan kimsenin birçok düşmanı olur. İşte bu bakımdan aşçı güvenilir, doğru ve kamil bir kimse olmazsa yemek işinde beylerin durumu tehlikeye girer. Bu iş için (aşçılık) çok eski ve emektar bir hizmetkar lazımdır ki, acıyı, tatlıyı ve diğer yemeği hem vaktinde hazırlasın hem de beyini korusun. Zira, ihsanı devamlı bir bey, hizmeti uzun ve emeği çok olan kimseye güvenebilir. Aşçıbaşının gözü tok ve gönlü zengin olmalı, temiz olduğu gibi, yüzü ve gözü de ay gibi parlamalıdır. Yine o, takva sahibi, din ve şeriati (İslamiyet) tanır bir kimse olmalıdır ki, böyle insanlardan doğruluk gelir. Aşçı temiz olursa temiz yemek verir ve bunlar da seve seve yenilir. Açgözlü kimse ise yemeğe hasis davranır ve onu berbat eder. Yemek temiz olmazsa insanın boğazında kalır. Temiz olmayan kimseyi yemekten uzak tutmalıdır. Aşçının yüzü ve kıyafeti güzel, tavrı iyi, saçı sakalı da düzgün ve tıraşlı, yakışıklı ve özü sözü bir olmalıdır. Eğer aşçıbaşı, dürüst biri olmazsa onun yamakları (yardımcıları) da dürüst olmaz. Aşçıbaşı akıllı ve bilgili olmalı, yemek vakti gelince elini çabuk tutmalı; usul ve erkanı dairesinde hizmeti ile girip çıkarken daima önüne bakmalıdır. İşte aşçıbaşı böyle bir kimse olursa, sofra ve kapları iyi idare eder. Beyi de ondan şüphe etmeden yemeğini yiyebilir.”

AŞÇIZADE HASAN ÇELEBİ

Osmanlı Devleti alim ve divan şairlerinden. 16. yüzyılda yaşamıştır. İsmi Hasan Çelebi olup, “Aşçızade” lakabı ile meşhurdur. Gelibolu’da doğan Aşçızade’nin, doğum tarihi belli değildir. Aşçızade, devrindeki birçok alimlerden ders alıp çeşitli ilimleri okudu. Karamani Kerez Seydi’ye talebe oldu. Daha sonra Edirne’de Sultan Bayezid Han Medresesindeyken, hocasının mu’idi (yardımcısı) oldu. Bu hizmetinden sonra sırasıyla; Gelibolu, Tokat ve İznik medreselerinde müderrislik yaptı. Bundan sonra da Edirne’de Üç Şerefeli medreselerinin birinde ve sonra Sahn-ı seman Medresesinde müderris oldu. Çok kimseler ondan ilim ve feyz alıp, çok istifade etti. Daha sonra Bursa kadılığına tayin edildi. Uzun müddet adaletle hükmederek, beldeyi şenlendirip şereflendirdi. Bu vazifeden ayrılarak ikinci defa Sahn-ı seman Medresesinde müderris oldu. Ağır ve şiddetli bir hastalık olan nekrise yakalanınca emekli oldu. 1535 senesinde vefat etti. Bursa’da Zeyniler Tekkesinde medfundur.

Aşçızade Hasan Çelebi, fazilet ve marifet sahibi, ilim ve hikmet kaidelerini iyi bilen her ilimde mahir yüksek bir alimdi. Sözleri gayet fasih ve beliğdi. Yumuşak huylu, lütuf ve ihsanları bol ve cömertti. Güler yüzlü bir kimse olduğundan, herkes meclislerinde bulunmaktan büyük zevk alırdı. Tabiatı, yaradılışı hoş, sözleri tatlı ve güzeldi. Zamanının  eşsiz zatlarından biriydi. Şiirlerinin toplandığı bir Divan'ı vardır. Farisi olarak da şiir yazmıştır. Riyazi, Sehi ve Latifi tezkirelerinde şiirlerinden örnekler vardır. Şu beyti pek meşhurdur:

Nice tahrir ideyim vasfını derd ü elemün

Bağrı yufka kağıdun gözleri yaşlu kalemün

Manası: Derdin, üzüntünün  niteliklerini yazamam ki, kağıdın bağrı yufka (üzüntüye tahammülsüz), kalemin de gözü yaşlıdır (dertten bahsedilince hemen ağlamaya başlıyor).

AŞERE-İ MÜBEŞŞERE

Peygamber efendimiz tarafından Cennet'e girecekleri dünyadayken müjdelenen on Sahabi (Peygamberimizin arkadaşı). Aşere-i mübeşşere şunlardır: Hazret-i Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman bin Avf, Said bin Zeyd, Sa'd bin Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde bin Cerrah (radıyallahü anhüm).

Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde bildirdiği hadis-i şerifte Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ebu Bekr Cennet'tedir. Ömer Cennet'tedir. Osman Cennet'tedir. Ali Cennet'tedir. Talha Cennet'tedir. Zübeyr Cennet'tedir. Abdurrahman bin Avf Cennet'tedir. Sa'd ibni Ebi Vakkas Cennet'tedir. Said ibni Zeyd Cennet'tedir. Ebu Ubeyde ibn'ül-Cerrah Cennet'tedir."

Muhammed aleyhisselamın ümmetinin en üstünleri O'na iman ederek, mübarek yüzünü görmekle şereflenen Eshab-ı kiramdır. Eshabın da en üstünleri Hudeybiye'de Resulullah efendimize biat edip söz verenlerdir. Bunların da en üstünleri Bedir Savaşında bulunanlardır. Bunların da en üstünleri ilk Müslüman olan kırk kişidir. Bunların da en üstünleri Aşere-i mübeşşere; bunlardan en üstün olanları da, Hulefa-i raşidin yani dört halife olup, üstünlük sırasıyla hazret-i Ebu Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali'dir.

AŞI

Alm. Impstoff, Impfung, Fr. Vaccin, İng.Vaccine. Vücuda önceden belli maddeler (canlı mikrop, ölü mikrop, mikrop antijenleri gibi) vererek kişide belli hastalıklara karşı özel dayanıklılık durumu geliştirme işlemi.

Mikropların vücuda girip çoğalmalarına “enfeksiyon”, vücuda yabancı olup da vücutta karşı reaksiyon uyandıran maddelere de “antijen” denir. Vücutta yabancı maddeye karşı çıkan savunma maddelerine “antikor” denmektedir. Başta çeperleri olmak üzere mikropların maddeleri vücut için iyi birer antijendirler.

Birçok enfeksiyon hastalığında, hastalığı geçirdikten sonra, kişide, o hastalıklara karşı bir dayanıklılık durumu (bağışıklık) ortaya çıkar. O halde, bu hastalıklara karşı sun’i tedbirlerle kişilere bağışıklık kazandırmak imkanı vardır.

Bu bağışıklık kazandırma; ya insan vücuduna zararsızlaştırılmış, etkisizleştirilmiş antijenleri münasip yollarla vererek veya başka bir bünyenin (insan, at, sığır) o mikroba karşı yaptığı antikorları alıp vermekle (serumları ile) olur. Bu işlerden birincisine aktif bağışıklama, ikincisine de pasif bağışıklama denir.

Aktif bağışıklık: Antijen verilir. Vücut kendi gayretiyle antijene karşı savunma maddelerini, yani antikorlarını hazırlar.

Pasif bağışıklık: Başka organizmada, o mikroba karşı meydana gelmiş antikorlar (gamma globulinli serum) verilir. Tesiri çok çabuk başlar, ama bir kaç hafta gibi çok kısa bir zaman devam eder. Aktif bağışıklamada ise (aşılama ile) bağışıklık süresi yıllarla ölçülür.

Bakterilerce ifraz edilen (salınan) zararlı maddelere, diğer bir deyişle bakteri zehirlerine toksin (ekzotoksin) denir. Toksinlerin zararsızlaştırılmasıyla, bakterilerin toksinlerine karşı da aşılar yapılmıştır. Bunlardan en başta gelenleri difteri ve tetanos aşılarıdır (toksoit).

Mikropları genel olarak dört ana grupta toplamak mümkündür. Bunlar: Bakteriler, mantarlar, virüsler ve parazitlerdir. Bu mikroorganizmalardan virüsler hariç, diğerleri canlılık özellikleri gösterirler. Bunların kendi başlarına hayatlarını devam ettirebilme ve üreme özellikleri vardır. Virüsler ise kendi başlarına yaşama özellikleri olmayan, hücreler içine girerek ancak onlarda üreyebilen varlıklardır. Virüs, kendisi için gerekli maddeleri, içinde parazit olarak yaşadığı hücreye yaptırır.

Başarılı bir şekilde bağışıklık kazandırmak, virüs hastalıklarına ve bakteri toksinleri ile olan hastalıklara karşı mümkündür. Bakterilerin üremesi ile olan enfeksiyon hastalıklarında başarı o kadar fazla değildir.

Buna göre antiviral, antibakterial ve antitoksin bağışıklıklarından söz etmek mümkündür.

Difteri, tetanos, şarbon, botulizm (konserve gıda zehirlenmesi) gibi hastalıkların belirtileri; bakteriler değil, bakterinin salgıladığı ekzotoksinler sebebiyle ortaya çıkar. Ekzotoksinin sebep olduğu hastalıklarda vücut savunma maddelerini, yani antikorlarını bakteriye karşı değil de, toksinlere karşı yapar. Böylece antitoksik bir bağışıklık ortaya çıkar. Bakteri toksinleri ile meydana gelen hastalıklarda hasıl olan bağışıklık uzun sürelidir. Toksinlere karşı olan bağışıklık, zehirliliği giderilmiş toksinlerin (toksoitlerin) zerk edilmesi ile olur. Böyle imal edilen toksoitler vücuda zerk edilince kişide bağışıklık yapar, ama hastalık belirtileri meydana getirmez. Toksoit kullanımı en çok tetanos ve difteri hastalıklarına karşı kazanılan bağışıklıkta mühimdir.

Virüs hastalıkları da uzun süreli bağışıklık bıraktığı için bunlarda da aktif bağışıklık kazanmak mümkündür.

Virüs aşıları ikiye ayrılır:

1. Canlı aşılar: Hastalandırıcılığı azaltılmış, ancak çoğalma kabiliyetini koruyan virüslerle olur. Bu tip aşıların en önemlileri; çiçek, çocuk felci, kuduz, kızamık, kabakulak aşılarıdır.

2. Ölü aşılar: Çoğalma özelliği yok edilmiş virüslerle yapılır. Canlı ve ölü aşıların avantajlı ve dezavantajlı tarafları vardır. Canlı aşılar, ölü aşılardan daha uzun süreli bağışıklık bırakırlar; ancak, canlı virüs aşılarının en önemli dezavantajı, virüsün hastalandırıcılık özelliğini yeniden kazanmasıdır.

Bakterilere karşı meydana gelen bağışıklık, çeşitli bakteriler arasında çok değişiklik gösterir. Ruam, yumuşak yara gibi hastalıklara hiç bağışıklık gelişmemesine karşılık, boğmaca da ömür boyu bağışıklık gelişebilir. Bakterilere karşı geniş etkili aşılar, şimdilik kolera ve tifüs hastalıkları için yapılmaktadır. Mantar ve parazitlere karşı aşı geliştirmek çok zor olup henüz pratiğe yansımamıştır. Köpek kisti hastalığına karşı aşı çalışmaları yapılmaktadır. Son yıllarda pratiğe sokulan en mühim aşı, Hepatitis-B virüsüne karşı geliştirilen aşıdır. Bu virüs; nükseden karaciğer iltihabına, siroza ve karaciğer kanserine sebeb olan bir hastalığa yol açtığından, aşısı da çok mühimdir.

Pasif bağışıklık: Bir hastalık amiline (etkenine) karşı, kendi vücudu yerine başka bir bünyede yapılmış antikorların verilmesi ile kişide ani başlayan geçici bir bağışıklığın hasıl olmasıdır. Pasif bağışıklık ancak bir kaç hafta devam eder. Koruyucu mekanizma, antikor verilir verilmez başladığı için, aktif aşıdaki gibi bir ön gecikme dönemi yoktur (yaralanmalarda tetanos serumu yapılması gibi).

Toksinlerle olan hastalıklarda, antitoksini havi serum zerki çok etkili olur.  Burada vücuttaki toksinleri nötralize edecek büyük bir antitoksin kitlesinden hemen faydalanmak mümkün olur. Kızamık ve bulaşıcı karaciğer iltihabı gibi belirli bazı virüs hastalıklarında serum verilmesi; korunmayı ve hastalık belirtilerinin hafiflemesini temin edebilir.

Gebeliğin erken devresinde annede teşekkül eden antikorların cenine geçmesi ile meydana gelen pasif bağışıklık; bebeği, hayatın ilk aylarında bir çok enfeksiyon hastalıklarından korur. Anne kanıyla geçen antikorlar sayesinde olan bağışıklık, annenin sütü, özellikle ilk süt (kolostrum)’ten geçen antikorlarla da kuvvetlendirilir. Bu bağışıklık çocuk 4-6 aylık olunca kaybolur.

Yaygın Olarak Kullanılan Aşılar

Difteri aşısı: Difteri mikrobunun toksininin zararsız hale getirilmesiyle yapılır. Koruma değeri % 95’tir.

Boğmaca aşısı: Ölü boğmaca bakterisinden elde edilen bakteri aşısıdır. Koruma değeri % 85’tir.

Tetanos aşısı: Tetanos mikrobunun toksininin zararsız hale getirilmesiyle yapılır. Difteri aşısı gibi bu da toksoit aşıdır. Koruma değeri % 100’dür. Difteri, boğmaca ve tetanos aşıları karma aşı olarak (DBT) bir arada yapılabildikleri gibi ayrı ayrı da yapılabilir. Aşı küçük yaştaki çocuklara kas içine 0,5-1 ml yapılabilir. Ateş yükselmesi, lenf bezi şişmesi, huzursuzluk gibi yan etkiler görülebilir.

Çocuk felci (Polio) aşısı: Çocuk felci virüsünün etkisiz hale getirilmesiyle elde edilen bir canlı virüs aşısıdır. Ağızdan damla şeklinde verilen ve cilt altına enjekte edilen çeşitleri vardır. Ülkemizde ağızdan verilen şekli uygulanmaktadır. Koruma değeri % 85-90’dır. Yaz aylarında bu aşıyı yapmamak gerekir.

Kızamık aşısı: Canlı virüs aşısıdır. Koruma değeri % 95’tir. Üst kola kas içine 0,5 ml uygulanır. Aşıdan 7-10 gün sonra ateş, göz nezlesi, döküntü olabilir.

Kızamıkçık aşısı: Canlı virüs aşısıdır. Bir yaşından ergenliğe kadar yapılabilir.

Kabakulak aşısı: Canlı virüs aşısıdır. Bir yaşından sonra yapılır. Kızamık, kızamıkçık ve kabakulak aşısının bir arada yapılan karma şekli vardır. Ülkemizde yaygın olarak kullanılmamaktadır. Koruma değeri % 95 civarındadır.

BCG aşısı: Verem hastalığına karşı kullanılan bir canlı bakteri aşısıdır. Sol omuza deri içine 0,1 ml yapılır. Yeni doğan çocuklara ilk ay içinde yapılır. İleri yaşlarda PPD (Tüberkülin) testi menfi ise yapılır. Aşıya bağlı deri altı apsesi, lenf bezi şişmesi görülebilir.

Özel Gayeyle Yapılan Aşılar

Kuduz aşısı: Canlı virüs aşısıdır. Kuduz olma ihtimali olan bir hayvan tarafından ısırılan insanlara yapılır. Kuduz virüsünün ördek embriyosunda üretilmesinden elde edilen aşı, 12-14 gün üst üste karından zerk edilir. Nadiren yan etkileri olabilir. 1980 yılından beri insan hücre kültürlerinde üretilen bir kuduz aşısı geliştirilmiştir. Yan etkisi yoktur ve fasılalarla 5 defa uygulanır, çok pahalıdır.

Hepatit-B aşısı: B tipi bulaşıcı karaciğer iltihabı (viral hepatit, sarılık) hastalığına karşı kullanılır. Pahalı olması sebebiyle yaygın olarak kullanılmamaktadır. Hastalıkla karşılaşma ihtimali yüksek olan kişilere (sağlık personeli) yapılmalıdır. Yan etkisi yoktur, bağışıklama için üç aşı gerekmektedir.

Canlı çiçek aşısı: Aşılama, vaccinia virüsünden (çiçek aşısı virüsü) hazırlanan canlı aşı ile yapılır. Bu virüse karşı vücutta ortaya çıkan bağışıklık çiçek hastalığına karşı da korunma sağlamaktadır. Aşı ile lokal (bölgesel) vaccinia hastalığı meydana getirilir. Aşı olarak hastalandırıcılık kabiliyeti azaltılmış, canlı vaccinia aşıları tercih edilir. Bu aşıları, ışıktan korumalı ve soğukta muhafaza etmelidir. Bu aşı 1978’de ülkemizde kaldırılmıştır. Birçok ülkede mecburi olmaktan çıkarılmıştır. Artık dünyada çiçek hastalığı görülmemektedir.

Berlin Prusya kraliyet eczacısı ve hekim olan Casper Neuman’ın Almanca eserinde, Türk tababet ve kültür tarihi bakımından önemli kısımlar vardır. Çiçek aşısını “Türkiye’de kullanılan çiçek aşısı metodu” deyimi ile anlatmaktadır. Çok uzun zaman Türkler tarafından kullanılan çiçek aşısı, ancak 1700 yıllarından sonra İngiltere’de mahkumlarda denemek suretiyle kullanılmaya başlanmıştır.

Türk usulü çiçek aşısı 1745’ten sonra İngiltere’den Rusya’ya İsveç’ten İtalya’ya ve Fransa’ya kadar yayıldı. Bu yayılmanın yanında 1796 yılında Edward Jenner tarafından Vaccination şeklinde inekten alınarak insana aşılama usulünün bulunmasına yol açmıştır. Jenner, yeni usulü tatbike başlayıncaya kadar Türk usulü çiçek aşısı yapıyordu.Ve çiçek aşısını bulan Jenner değil, Türklerdir.

Aşılamada Uyulması Gereken Genel Kurallar

1. En erken aşılama yaşı: Her aşının kendisi için en uygun zamanda yapılması gerekir. Bir aşının belirtilen zamandan önce yapılmasının hemen hiç bir yararı olmayabilir. Mesela kızamık aşısı için durum böyledir. 15 aylıktan önce kızamık aşısının yapılmaması tavsiye edilmektedir. Bir salgın durumunda altıncı ayını doldurmuş kızamık geçirmemiş veya kızamık aşısı olmamış bütün çocukların aşılanması faydalı olur. Ancak bu bebeklere yapılan aşının da 15 aylıktan sonra tekrarlanması gereklidir.

2. En son aşılama yaşı: Difteri boğmaca aşılarının yan etkileri yaşla birlikte artma göstermektedir. Bu sebeple altı yaşından büyüklere boğmaca aşısı yapılmamaktadır. Difteri her yaşta öldürücü olabilen bir hastalıktır. Bu sebeple altı yaşından büyüklere de yapılması gerekir, (dozu azaltılır).

3. Rapeller arası süre: Bazı aşılarda yeterli bağışıklık sağlamak veya sağlanan bağışıklığın aynı düzeyde devam etmesini sağlamak için aşının belirli aralıklarla pekiştirme “rapel” dozları şeklinde verilmesi gerekir. Rapellerin yapılmasında herhangi bir sebeple gecikme olursa, aşı programına yeniden başlanmasına veya fazladan bir doz aşı yapılmasına gerek yoktur; programa bırakılan yerden devam edilir. Bunun aksine, teklif edilenden daha kısa bir süre geçtikten sonra ayapılan rapel aşıları sayılmamalı, teklif edilen zaman geldiğinde tekrar edilmelidir.

4. Aynı anda birkaç aşı yapma: Ölü aşılar aynı zamanda değişik yerlerden yapılabilir. Bir ölü aşı ile bir canlı aşı aynı anda değişik yerlerden uygulanabilir. Canlı virüs aşıları aynı gün uygulanabilirler, ancak aynı gün uygulanmadıklarında en az bir ay ara ile verilmeleri gerekir. DBT, kızamık ve polio (çocuk felci) aşıları ikisi veya üçü bir arada aynı günde yapılabilir.

5. Ateşli hastalıklarda: Ateşli hastalığı olanlara iyileşene kadar aşı yapılmamalıdır. Hafif üst solunum yolu hastalığı gibi durumlarda ateşin kontrol altına alınmasından sonra aşının geciktirilmesine gerek yoktur.

6. Gebelikte: Genel olarak, gebelik süresince canlı virüs aşıları yapılmaz. Salgında gebeliğin ilk üç ayından sonra yapılabilir. Gebe kadınların çocuklarına bütün aşılar yapılabilir.

7. Daha önce aynı aşıya karşı aşırı duyarlılık göstermiş olanlar aşılanmaz.

8. Erişkinlerde aşılama: Difteri ve tetanos bağışıklığının devamı için her on yılda bir tetanos, difteri rapelinin yapılması gerekmektedir. Çocukluklarında kızamıkçık geçirmemiş kadınlara da gebe kalmadan önce kızamıkçık aşısı bulunabilirse yapılmalıdır.

9. Yaz aylarında aşılama: Bu aylarda ağızdan çocuk felci aşısı yapılmaması teklif edilmektedir. Aşıların taze olarak bulunabildiği, ishallerin olmadığı yerlerde yaz aylarında aşı yapılmasında hiçbir mahzur yoktur.

10. Aşıların saklanması: Aşının üretildiği yerden bozulmadan uygun sıcaklıkta aşı yapılacak kişiye ulaştırılması gereklidir.

AŞI (Bitki)

Alm.Aufpropfen, Fr.Grefee, İng. Graft. Bitkilerde uygulanan tohumsuz bir üretme şekli. Çoğaltılması istenilen çeşitten, bir gözün veya “aşı kalemi” adı verilen bir dal parçasının “anaç” adı verilen diğer bir bitki üzerine yerleştirilip tutturulmasıdır.

Meyve çeşitleri, genel olarak, tohumla üretildiklerinde çeşit karakterini kaybederek, yabanileşmeye doğru yönelmektedirler. Onun için, aşı usulü ile üretmek mecburiyetinde kalınmaktadır. Üretilmesi istenilen, kaliteli, bol verimli ve hastalıklara dayanıklı meyve çeşitlerini, aşılamak yoluyla çoğaltmak imkanı sağlanmaktadır.

Bağ-bahçe ziraatinde kullanılan birçok aşı şekilleri vardır. Bunlardan en çok kullanılanları, göz ve kalem aşılarıdır.

Göz aşıları: Meyve ağaçlarının çoğaltılmasında, kalem aşılarına nisbetle daha çok uygulanmaktadır. Göz aşıları, küçük fidanlarda kullanılmaktadır. Yapıldıkları zamana göre biri sürgün (yaprak aşısı), diğeri de durgun aşı olmak üzere ikiye ayrılır:

Sürgün göz aşısında, göz anaca takıldığı yıl uyanır ve aynı yıl sürgün verir. Aşıya, yerine göre, mayıs sonu veya haziranın ilk haftalarında başlanır ve temmuza kadar devam edilir. Aşı sürgünlerinin, kışın şiddetli soğuklardan zarar görmeleri tehlikesi vardır. Onun için, sürgün göz aşısı, kışları ılık geçen yerlerde yapılır.

Durgun göz aşılarında; anaç üzerine takılan göz, aynı yıl tutar, fakat kışa girildiğinden uyanmayıp, ertesi ilkbaharda sürer. Daha çok, kışları soğuk geçen yerlerde uygulanır. Durgun göz aşısı, yaz sonlarında (ağustos-eylül) yapılır.

Göz aşısının yapılışı: Toprak seviyesinden 15 santim yükseklikten itibaren, aşı çakısının ucu ile anacın kabuğu (T) şeklinde kesilir. Kesik kısmın iki kenarındaki kabuk, aşı çakısının tırnağı ile yerinden kaldırılır. Bundan sonra üzerinde aşı gözlerinin bulunduğu kalem ele alınır. Bir gözün üst ve altında bir parmak kadar bir kısım bırakıldıktan sonra, gözün altı hafif odunlu olarak kesilir. Anacın tepesinin daha yüksek tarafında iki anacın kesilen kısmına yukarıdan aşağıya doğru sürülerek yerleştirilip, rafya ile sarılır. Göz aşılarının tutup tutmadıkları, aşıdan 15-20 gün sonra belli olur.

Kalem aşıları: Göz aşısı yapılamayacak kadar kartlaşmış olan meyve ağaçlarına kalem aşıları yapılır. Kalem aşılarında, üzerinde 2-3-4 göz bulunan bir dal parçası (kalem) kullanılır. Kalem aşılarının yapılış şekillerine göre çok çeşitleri vardır. Pratikte en çok kullanılanları; kakma aşı, çoban aşısı, yarma aşı ve İngiliz aşısıdır.

1. Kakma aşı: Fidanlarda, gözden yapılmış, göz aşılarının tutmayanlarına ilkbaharda kakma aşı yapılır. Kakma aşı en çok baş parmak kalınlığındaki anaçlara uygulanmaktadır. Aşılanacak anacın tepesi, toprak seviyesinden itibaren bir karış yükseklikten hafif meyilli olarak kesilir. Anacın tepesinin daha yüksek tarafında iki bıçak kesimi ile (V) şeklinde bir oluk açılır. Aşı kaleminin ucu anacın oluğuna uyacak şekilde yontulur, hazırlanan kalem, anacın oluğu içerisine, anaçla kalem kabukları birbirine denk gelecek şekilde yerleştirilir; rafya ile iyice bağlanır ve yara yerleri aşı macunu ile hava almayacak şekilde sıvanır.

2. Çoban aşısı: Çoban aşısı, kalınlaşmış anaçlara tatbik edilir. Anaç düzgün olarak kesilir ve üzeri perdahlanır. Kalemler 10-15 santim boyunda 2-3 gözlü olurlar. Kalemin en altındaki gözün karşı tarafından, bir taraflı olarak yontulur ve üzerinde oturmayı kolaylaştırmak için, kertik yapılır. Hazırlanmış kalem, evvelce kuru kalemle anacın kabuğu içerisinde açılmış olan yuvasına yerleştirilir. Anaçla kalem iyice bağlanır ve bütün yara yerleri aşı macunuyla sıvanır.

3. Yarma aşı: Gövdesi bilek kalınlığında olan ve bu şekilde diğer aşılar uygulanamayan yumuşak çekirdekli meyve türlerinde yapılmaktadır. Anacın tepesi kesilir ve üzeri perdahlanır. Anacın tepesine yarma aşı usturası dikey bir şekilde konarak üzerine tahta tokmakla yavaş yavaş vurularak, anacın tepesi yarılır. Üzerinde 2-4 göz bulunan kalem de alttaki gözün iki yanından başlanarak düzgün bir şekilde yontulur. Kalem takılırken, anacın ve kalemin kabuklarının birbirine denk gelmesine dikkat edilir. Aşı yeri bağlanır ve yaralı kısımlar aşı macunu ile sıvanır.

4. İngiliz kalem aşısı: Kış aylarında cemakanda yapılan bir aşıdır. Anaç ile aşı kaleminin aynı kalınlıkta olmasına dikkat edilir. Anacın tepesi vurulur ve aşı bıçağı ile anacın tepesinden itibaren 3-4 santimlik bir kısmı, bir taraflı olmak üzere dikine kesilir. Üzerinde 4-5 gözü bulunan ve anaçla aynı kalınlıktaki kalemin alt ucu, anaçtaki gibi kesilir ve kalemin kesik kısmı anacın kesik kısmı üzerine oturtulur. Rafya ile bağlanır ve macunla sıvanır.

AŞIK ÇELEBİ

Türk şair ve bilginlerinden. Asıl adı Mehmed’dir. Soyu Peygamber efendimize kadar ulaşır. Büyük babası Seyyid Muhammed Natta, Emir Buhari  ile birlikte Bursa’ya gelmiş  ve burada yerleşmiştir. Sultan Bayezid kızını Emir Buhari’ye verirken, veziri Halil Paşa da kızını Seyyid Natta’ya vermiş, Ebu İshak medrese ve zaviyesini onun için yaptırmıştır. Aşık Çelebi’nin babası Seyyid Ali, babası gibi müderrislik yapmamış, tahsilini tamamlayarak, kadılıklarda bulunmuştur. Aşık Çelebi 1519 (H.926) yılında Prizen’de doğdu. Tahsilini devrin önde gelen ilim adamlarından Süruri, Taşköprüzade, Arabzade Abdülbaki Efendi, Ebüssü'ud, Emir Gisu ve Muhyiddin Fenari'nin yanında tamamladıktan sonra, kadılık yolunu tutup Silivri, Priştine, Süfrice ve Narda kadılıklarında bulunmuş, sonra hakkında yapılan şikayet üzerine Alaiye kadılığına gönderilmiştir. Dedesi Müeyyedzade vasıtasıyla devrin tanınmış şairleriyle dostluklar kurmuş, bunun sonunda yazdığı Meşair-üş-Şuara adlı eserini 1568 yılında Sultan İkinci Selim Hana takdim etmiştir. Ayrıca Taşköprizade'nin Şakaik adlı eserine yaptığı zeylini, ilavesini sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’ya sunmuştur. Kendisine mükafat olarak, Üsküp kadılığı verilmiş ve 1571 (H.979)’da vefat edinceye kadar bu vazifede kalmıştır.

Kuvvetli bir medrese tahsili gören Aşık Çelebi, birçok kıymetli edebi, tarihi ve dini eserler vermiştir. Yukarıda ismi geçen eserlerinden  başka, Bursa’nın güzelliğini anlatan Şehrengiz-i Bursa; şiirlerini topladığı Divan, Zigetvarname, Terceme-i Ravdat-üş-Şüheda, Terceme-i Ravd-ül-Ahyar, Ehadis-i Erbain (Kırk hadise dairdir.) İmam-ı Gazali’nin Nesayıh-ı Müluk adlı eserin tercümesi yanında, birçok tercüme ve telifi vardır. Fakat daha çok Meşair-üş-Şuara adlı eseri ile tanınmıştır. Bu eseri yazarken, gezip dolaşarak devrin şairleri ile temas kurduğu gibi, kendinden önce yazılan tezkireleri görmeyi de ihmal etmemiştir. Anadalu Türkçesi ile yazılan dördüncü tezkiredir. Bu eserini Çernova kadısıyken 1568 yılında ebced usulüne göre tertip etmiştir. Eser sadece bir şairler tezkiresi değil, aynı zamanda devrin sosyal hayatını canlı bir üslupla dile getiren bir kaynaktır.

AŞIK EDEBİYATI

Anadolu’da 16. yüzyıldan sonra, şehirlerde, esnaf teşekküllerinde, asker ocaklarında, kervansaraylarda, konaklarda gelişen halk edebiyatından farklı orta tabaka edebiyatı.

İslamiyetten önceki Türklüğün milli sözlü edebiyatı içinde daha çok Kam, Bakşı ve Ozanlar yer almışlardır. Aynı zamanda birer halk hekimi ve sihirbaz vazifesini de üstlenen bu kimseler, İslamiyet, sihri ortadan kaldırdığı ve modern hekimliğin yolunu gösterdiği için eski itibarlarını kaybettiler. Önceleri hikaye, destan ve kahramanlık şiirlerini terennüm ettiler. Zamanla ortaya çıkan aşık edebiyatının ortaya çıkmasına sebeb oldular. Böylece, halk şairi de denen aşıklar ortaya çıkmış oldu. Buna paralel olarak devam eden yüksek zümre yani divan edebiyatından ayrı bir edebiyatın hazırlanmasında rol oynayan aşıklar, daha ziyade hece ölçüsünü kullandılar. Kendilerini, irticalen yani dile geldiği gibi, saz eşliğinde, bir de kalabalık halk önünde söyleme yönünden, divan şairlerinden üstün görürlerdi. Halk da aynı görüşte  olmasına rağmen, divan şairleri tarafından pek rağbet görmediler. Ancak orduda yetişenler ve sarayda görülen halk şairleri bilhassa saray tarafından destek gördüler. Hatta sarayda bilhassa hanımlar arasında halk şiiri tarzında şiir söyleyenler de görüldü.

On yedinci asra kadar ellerinde saz olan halk şairleri bu yüzyıldan sonra, çöğüre rağbet ettiler. Böylece aşık ve saz şairi yanında aynı manada çöğürcü kelimesi de ortaya çıktı. Fakat 19. yüzyılda başlayan garpçılık hareketi ve Cumhuriyet dönemlerinde bu zümre eski rağbetini gitgide kaybetti. Sadece memleketin iç kesiminde eski hayat tarzına yer veren kısımlarda aşıklara rastlanmış oldu.

Günümüzde varlıklarını sürdüren aşıkların belirli toplantı yerleri vardır. Halk şairleri, köy, kasaba, göçebe gibi topluluklarda güç hayat şartları içerisinde yetişmişlerdir. Büyük şehirlerde yaşayan halk aşıkları ise Divan edebiyatından etkilenerek özelliklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Aşıklar eserlerini sazlarıyla beraber, hem çalarak hem de söyleyerek meydana getirirlerdi. Her aşık bir ustanın yanında yetişir, yetişme esnasında ustasından öğrendiklerini etrafa yayardı. Geçimlerini ya zengin olanların yardımlarıyla veya toplulukta sanatını icra ettikten sonra toplanan paralardan temin ederlerdi. Aşıklar çeşitli tasniflere tabi tutulmuşlardır. Kısaca aşağıdaki şekilde gösterilebilirler:

Şehir ve kasaba şairleri: Bunlar Divan şiirinin etkisinde kalmış ve belli bir süre tahsil görmüşlerdir.

Köy şairleri: Büyük şehirlerden uzak kalmış şairlerdir. Sanatlarını köy düğünü ve meclislerde icra ederlerdi.

Göçebe çevrelerinin şairleri: Güneydoğu Anadolu’da bulunan aşiret beylerinin hizmetinde bulunan şairlerdir.

Mezhep ve tarikat şairleri: Daha ziyade kızılbaş şairleri ile Hacı Bektaş-ı Veli’nin yolundan ayrılmış olan Bektaşi şairleridir.

Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli ve Eşrefoğlu gibi tekke şiiri içinde yer alan mutasavvıfların şiirlerindeki özellikleri, sonradan gelenler zamanla değiştirmişler ve kaynağını Şah İsmail’in şii inançları ve kültüründen alan yarı politik bir aşık edebiyatı meydana getirmişlerdir. Şah İsmail’in ve Tahmasb’ın Osmanlı padişahlarıyla yaptığı savaşlar esnasında Pir Sultan Abdal, Kul Himmet gibi bazı şairler bu edebiyatın Anadolu’da temsilciliğini yapmışlardır.

Aşık edebiyatının sözlü ve yazılı olmak üzere iki kaynağı vardır. Sözlü kaynak, aşık edebiyatını öğrenenlerin hafızalarıdır. Bunlar aşık edebiyatını, bir yerden bir yere ve nesilden nesile yaymayı vazife bilirler.

Yazılı kaynaklar ise, okuma-yazma bilen aşıkların veya herhangi bir meraklının beğendiği şiirleri yazdıkları defterlerdir. Bu çeşit defterlere cönk veya sığır dili denirdi (Bkz. Cönk).

Aşıkların meydana getirdikleri eserler, hikaye ve şiir olmak üzere iki kısma ayrılır:

a) Hikayeler: Aşıkların anlattıkları, nesir ve nazım karışımı hikayelere, Türk Edebiyat tarihinde halk hikayesi adı verilir. Bu hikayelerin, son devirdekiler hariç, müellifleri belli değildir. Hikayelerde kahramanlık, aşk ve halk şairlerinin hayatları anlatılır.

b) Şiirler: Aşık edebiyatında şiir, hem aşıklar tarafından meydana getirilir, hem de başkalarınınki nakledilirdi. Şiir, aşık edebiyatında konuları bakımından; destan, güzelleme, koçaklama, taşlama, ağıt, tenkit, iyilik telkini, nasihat ve şikayet gibi ahlaki konuları işleyen manzumeler olmak üzere kısımlara ayrılır.

Aşık edebiyatı, dil, üslup ve vezin bakımından Divan edebiyatından ayrılır. Aşıklar halkın konuştuğu dil ile yazmışlar ve söylemişlerdir, saray tarafından ilgi görmüşlerdir. Eserlerinde çok az Arabi ve Farisi kelimeler kullanmışlardır. Hakim olan vezin, hece veznidir. Ancak aruz vezni de yer yer kullanılmıştır.

Aşık edebiyatı aslında sözlü bir edebiyattır; zira, aşıklar, şiirlerini yazmazlar, söylerlerdi. Onların şiirleri daha çok şiir meraklıları tarafından tertib edilen cönklerde yer almıştır.

AŞIK ÖMER

On yedinci yüzyıl halk şairlerinden. Doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1630 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Şiirlerinden birinde “Vatan-ı aslimiz Aydın ilidir.” diyen şairin bir ordu şairi olduğu ve Bursa, Varna, Bağdat, Sinop ve Kırım gibi pekçok yeri dolaştıktan sonra, ailesi ile birlikte Konya’nın Hadim ilçesine bağlı Gözleve’ye yerleştiği tahmin edilmektedir. İstanbul’da 1707 yılında vefat ettiği ve Yemiş İskelesinde bir türbeye gömüldüğü rivayet edilir.

Aşık Ömer, halk şairleri arasında en çok okunan ve kendisinden sonra gelenlerin isminden çok bahsettikleri bir şairdir. Eserlerinden onun iyi bir tahsil gördüğü ve Farisi bildiği, Mevlana’nın Mesnevi’sini, Hafız’ın Divan’ını okuduğu anlaşılmaktadır. Şiirlerinde Kuloğlu, Kayıkçı Mustafa gibi şairlerin tesirleri görülmektedir. Hece vezninden başka, zaman zaman aruzla da şiir yazmıştır. Aşıkane ve sufiyane mahiyetteki bazı manzumeleri bir tür ilahi gibi uzun zaman tekke ve zaviyelerde terennüm edilmiştir. Asker ocağında bulunması sebebiyle, hem serhat boylarının serbest ve maceralı hayatını, yaşayarak dile getirmiş, hem de klasik şiirin mecaz, vezin, kafiye, mazmun ve edebi sanatlarını kullanarak o çevrelerin havasını yansıtmıştır. Bazı şiirlerinde Adli mahlasını kullanmıştır. Bir köy ve aşiret şairi olmadığı için, şiirlerinde Karacaoğlan’da bulunan açık lisana hiç ulaşamamıştır. Ancak 18. yüzyıl ile birlikte devrin diğer şairleri divan şiirinde başlayacak olan mahallileşme cereyanına tesiri vardır. Bunun yanında divan şiirinin bu kabil şairlere tesirini söylemek lazımdır. Zaten 17. asrın ikinci yarısından sonra, divan ve halk şiiri arasında bir yakınlaşma görülmektedir. Aşık Ömer’i bu cepheden görmek lazımdır. Kelime kullanmakta, kafiye biçiminde usta bir şairdir. Geriye bırakmış olduğu 2 binden fazla şiirle Türk Edebiyatında en çok yazan şairlerden biri olmuştur. Divan’ı 1872 yılında Aşık Ömer Divanı adı ile tertib edilmiştir. Aşağıdaki dörtlükler onun İstanbul Destanı'ndan alınmıştır:

Coşkun sular gibi çağladım aktım,

Bülbül gibi ah u efganımız var.

 

Şadırvan altlarında seyrine baktım,

Ahırkapusu'nda seyranımız var.

 

Cibali’de içtim aşkın dolusun,

Baştanbaşa seyreyledim yalısın,

 

Tüfekçiler zapteylemiş delisin,

Unkapanı gibi mizanımız var.

AŞIK PAŞA

On dördüncü asrın ünlü mutasavvıf şairlerinden. 1272’de Kırşehir’de doğdu. Babası Muhlis Paşa, Osman Gazi’nin maiyetinden, alim ve fazıl bir zat olup, Ehl-i sünnet itikadındaydı. Asıl adı Ali olup, Sultan Osman ve Orhan Gazi zamanlarında yaşadı. Din ve tasavvuf bilgilerini Kırşehirli Şeyh Süleyman Efendiden öğrendi. Devlet işlerinde ehliyet sahibi olan Aşık Paşa, bir süre Mısır’da elçi olarak bulundu. Mısır dönüşü 1333’te Kırşehir’de vefat etti. Mimari bakımdan bir şaheser olan türbesi Kırşehir’de olup, halk tarafından ziyaret edilmektedir.

Orhan Gazi zamanında şöhret sahibi olmuştur. En meşhur eserlerinden olan Garibname; muhabbet, marifet, ruhun vasıfları ve hasletleri ve benzeri dini ve tasavvufi konulara dair on bab (kısım) üzerine tertib edilmiş kıymetli bir kitaptır. Türk tasavvuf edebiyatının büyük eserlerindendir. Çoşkun bir şiir kitabı olmaktan çok, mantık ve düşünüşe dayanan öğretici bir eserdir. Eserin her babı yani bölümü bir sayıyla ayrılmıştır. Birinci babda Allahü tealanın birliği, ikinci babda çift olan şeyler, üçüncü babda üç sayısını esas alan hususlar, dördüncü babda mevsimler vs. gibi hususlar yer almaktadır. Bu durum ona kadar her babda, ayrı ayrı işlenmektedir. Eserin dili oldukça sadedir ve 12.000 beyte yakındır. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’si gibi aruzun “Failatün Failatün failün” kalıbıyla yazılmıştır.

Maarifname, Divan-ı Aşık ve Kitab-ı Aşık adlarıyla da anılan Garibname'de Mesnevi’den alınmış hikayeler de bulunmaktadır. Aşık Paşa daha çok Senai, Attar, Mevlana ve Sultan Veled’in tesirinde kalmıştır. Ayrıca, Süleyman Çelebi’ye tesir ettiğini Mevlid adlı eserde açıkça görmek mümkündür. Garibname’den başka Fakrname, Vasf-ı Hal, Kimya Risalesi belli başlı eserlerini teşkil eder. Ayrıca şiirleri de vardır.

Risale-i fi Beyani’s-Sema isimli mensur bir eseri ise, Manisa’da Muradiye Kütübhanesinde bulunmaktadır.

Paşa lakabı, babasının ilk evladı olduğundandır. Resmi rütbe değildir. Aşık Paşanın en mühim yönü Türkçe aşkı ile eser vermesidir. Bu yönü ile o Türçecilik şuuru (bilinci) ile ortaya çıkan, dilimizin işlenmesi fikrini ileri süren ilk şairlerimizdendir.

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU

Saz şairi. 1894’te Sivas’a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde doğdu. Babasının ismi Ahmed, annesinin Gülizar’dır. Yedi yaşında çiçek hastalığına yakalandı ve bir gözü kör oldu. İkinci gözüne de perde indi. Fakat az da olsa görüyordu. Bir gün inek sağarken yanına babası gelmiş aniden dönmesi ile gören gözüne değneğin ucu batmış ve o gözü de kör olmuştur.

Saz şairliğine meraklı olan babası, zaman zaman yörenin şairlerini saz çalmak için evinde toplardı. Babası sonunda Veysel’e bir saz alarak, halk şiirlerini öğretip, saz dersleri aldırdı. Veysel’in ilk saz hocası Çamşıhlı Ali’dir. 1919’da 25 yaşında evlenen Veysel, iki sene sonra anası ve babasını kaybetti. Hanımı kendisini terk edip başkası ile evlenince, ikinci defa evlendi ve bu hanımından yedi çocuğu oldu.

Veysel, 1933 senesine kadar usta malı şiirleri çalıp söylerdi. 1933’ten sonra kendi şiirlerini çalıp söylemeye başladı. Köyünden hiç çıkmayan Veysel, 1933 senesinden sonra bütün Türkiye’yi gezmeye başladı.

Halk ozanlarından Karacaoğlan, Emrah, Dertli’yi usta olarak bilir ve severdi. Bir süre Köy Enstitülerinde saz öğretmenliği yaptı.

1952 senesinde İstanbul’da büyük bir jübile yapıldı. 1965 senesinde TBMM'ce “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı” özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden maaş bağlandı. 78 yaşlarındayken 1973 senesinde öldü.

Aşık Veysel’in diğer ozanlardan farklı tarafı, toprak sevgisinin ağır basması ve Yunus Emre’nin de tesirinin bulunmasıdır.

Son şiiri “Dostlar Beni Hatırlasın” adını taşımaktadır:

Ben giderim adım kalır

Dostlar beni hatırlasın

Düğün olur bayram gelir

Dostlar beni hatırlasın

 

Can kafeste durmaz uçar

Dünya bir han, konan göçer

Ay dolanır yıllar geçer

Dostlar beni hatırlasın

 

Can bedenden ayrılacak

Tütmez baca yanmaz ocak

Selam olsun kucak kucak

Dostlar beni hatırlasın

 

Ne gelirdim ne giderdim

Günden güne arttı derdim

Garip kalır yerim yurdum

Dostlar beni hatırlasın

 

Açar solar türlü çiçek

Kimler gülmüş kim gülecek

Murat yalan ölüm gerçek

Dostlar beni hatırlasın

 

Gün ikindi akşam olur

Gör ki, başa neler gelir

Veysel gider adı kalır

Dostlar beni hatırlasın

AŞIKPAŞAZADE

On beşinci yüzyılda yaşamış Osmanlı tarihçilerinden. 1400 yılında Amasya’da doğdu. Asıl adı Ahmed Aşıki’dir. Aşık Paşanın soyundan geldiği için, Aşıkpaşazade ismiyle tanınmıştır. Hayatı hakkında çok az bilgi vardır. 1914 yılında kendi adı ile anılan tarihi yayınlanınca dikkatleri üzerine çekti. Buradaki bilgilere göre, Aşıkpaşazade, şehzadelerin taht kavgası esnasında, Çelebi Sultan Mehmed Hanın Musa Çelebi’ye karşı gönderdiği orduya katıldı. Yolda hastalanarak, Geyve’de elimizde bulunan ilk yazılı Osmanlı Tarihi’nin müellifi Yahşi Fakih’in evinde istirahat için kaldı. Bu esnada Yahşi Fakih’in eserini okuma  fırsatını elde etti.

Yine tarihinden anlaşıldığına göre, Aşıkpaşazade Anadolu ve Rumeli’de birçok seferlere katılmıştır. Hac için çıktığı yolculuk esnasında Konya’da Sadreddin Konevi Tekkesiinde bulunan Şeyh Abdullah Makdisi’den feyz aldığı ve ondan manevi ilimleri öğrendiği bilinmektedir. Aşıkpaşazade, İstanbul’un fethinde de bulundu ve kitabında bu hadiseye yer verdi. Fatih semtinde büyük dedesi Aşık Paşa adına bir mescit yaptırdı. Seksen yaşındayken eserini yazmaya başladı. 100 yaşının üzerindeyken vefat ettiği anlaşılmaktadır. Mezarı muhtemelen büyük dedesi Aşık Paşa adına inşa ettirdiği cami bahçesindedir.

Aşıkpaşazade’ye eserini yazma fikri, ilk defa Yahşi Fakih’in evindeyken geldi. Ankara Savaşına kadar olan kısmını Yahşi Fakih’in eserinden yazdı. Geri kalan kısmını da duyup gördüklerine göre kaleme aldı. Eseri, ilk defa, İstanbul Arkeoloji Müzesi kitaplağındaki nüshası esas alınarak, 1914’te İstanbul’da yayınlandı. Daha sonra tenkitli ve 11 nüshası karşılaştırılarak 1928-29’da yeniden neşredildi.

Daha ziyade gazaya giden askerin maneviyatını arttırmak için yazdığı eserinde sade, dini, milli hislere hitab edici bir üslup kullanan Aşıkpaşazade hadiseleri zaman zaman tahlile tabi tutar. Anonim tarihlerden farklı özelliği ise, Osmanlı padişahlarının birer mücahid gazi oldukularını belirtmesi, Osmanlı Devletinin kuruluşunda ve bilhassa Anadolu'da İslami Türk kültürünün yerleşmesinde büyük rol oynayan, abdalan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum gibi ahi kuruluşları hakkında bilgi vermesidir. Eserlerinden en önemlisi kendi adını taşıyan Aşıkpaşazade Tarihi isimli bu tarih kitabıdır.

Aşıkpaşazade’nin anlatış tarzı hakkında aşağıdaki parça iyi bir örnektir.

Osman Gazinin rüyası:

Osman Gazi niyaz itdi ve bir lahza ağladı. Uyku galib oldu. Yatdı, uyudu. Gördi kim, kendülerinün arasında bir aziz şeyh var idi. Hayli kerameti zahir olmuş idi. Adı Derviş idi. Ve illa dervişlik batınında idi. Dünyası ve nimeti, davarı çok idi. Ve sahib-i çerağ u alem idi. Misafirhanesi boş olmaz idi. Ve Osman Gazi dahi gah gah gelür idi. Bu azize konuk olur idi.

Osman Gazi kim uyudı, düşinde gördi kim bu azizün koynından bir ay doğar, gelür Osman Gazi’nün koynına girer. Bu ay kim Osman Gazi'nün koynına girdüği demde göbeğinden bir ağaç biter. Dahi gölgesi alemi tutar. Gölgesinün altında dağlar var ve her dağun dibinden sular çıkar. Ve bu sulardan kimi içer, kimi bahçeler suvarur ve kimi çeşmeler akudur.

Andan uykudan uyandı. Sürdi. Geldi. Şeyh’e haber virdi. Şeyh eyidür:

Oğul Osman! Sana muştulık olsun ki, Hak teala sana ve neslüne padişahlık virdi. Mübarek olsun, dir. Ve benüm kızum Mal Hatun senün helalün oldı.” didi. Ve hemandem nikah idüp kızını Osman Gazi’ye virdi.

AŞINMA

(Bkz. Erozyon)

AŞİR

Yol emniyetini temin edip, tüccarın mallarını koruyan ve şehir dışında durarak, Müslüman tüccardan ticaret malının zekatını, Müslüman olmayandan ise, gümrük denilen vergiyi toplayan ve İslam devletince tayin olunan memur.

Aşir, Müslümanlardan % 2,5, zımmilerden % 5, harbilerden ise mütekabiliyet esasına göre alırdı. Şayet harbilerin ne kadar aldığı bilinmiyorsa % 10 alırdı.

İslam tarihinde, aşir tayini ve gümrük vergisi alınması ilk defa hazret-i Ömer zamanında oldu.Ziyad bin Hudayr anlatır: "Halife hazret-i Ömer'in öşür almak için tayin ettiği şahıslardan biri de bendim. Şehir dışında durarak tüccarın bana gösterdiği mallardan, Müslümanlardan kırkta bir, zımmiden yirmide bir, harbiden de onda bir alırdım."

Hür, Müslüman ve muktedir olma şartlarını taşıyan aşirin Müslüman tüccardan aldığı, ticaret malı zekatıdır. Aşirlerle zekat toplanması, Müslüman tüccarın bu ibadeti yapmasına yardımcı olmak içindir. Aşirler, İslam devletinde yaşayan zımmi (gayri müslim vatandaş) ve harbi (İslam hükumetinden izin alarak Müslüman memleketine giren) tüccarın, her çeşit ticaret malından da vergi alırlar. Zımmiden alınan verginin adı cizyedir. Harbiden alınan ise, gümrük vergisi durumundadır. Her ikisi de, cizyenin sarf edildiği yerlere sarf edilir.

Aşirlik şartlarını taşıyanın, Müslüman ve zımmi tüccarın elinde bulunan maldan öşür alabilmesi için; zekat nisabını (ölçüsünü) doldurması, üzerinden bir sene geçmesi, ticaret için olması ve tüccarın kendi malı olması şartı vardır. Bu şartlardan biri eksik olursa, o maldan bir şey alınmaz.

Borcu, mevcut malından çok olandan da bir şey alınmaz. Yalnız harbi tüccarın durumu böyle değildir. Onun borcunun çok olması veya elindeki malın kendisine aid olup olmamasına bakılmaz. Gümrük vergisi alınır. Çünkü bu vergi, ondan himaye edilmesine karşılık alınır. Ayrıca harbinin İslam memleketine ilk geldiğinde malı üzerinden bir sene geçmesi şartı da yoktur. Ancak bir sene içinde iki defa vergi alınmaz.

Müslüman ve zımmi tüccar, aşire elinde bulunan mal için; "Ben ticarete niyet etmedim, bu benim değildir, o emanettir." yahut "Ortak maldır, ben sadece bu malın bekçisiyim. Bu malın zekatını bulunduğum yerden çıkmadan fakirlere dağıttım." derse, yemin etmesi ile sözü kabul edilir. Bütün bu durumlarda tüccarın sözü, beraat makbuzu göstermeden, sadece yemin etmesiyle kabul edilir.

AŞİRET MEKTEBİ

İkinci Abdülhamid Han tarafından 1892’de aşiret çocuklarının eğitimi için İstanbul’da açılan mektep.

On sekizinci ve 19. yüzyıllarda batılı büyük devletler imparatorluk dışındaki İslam cemiyetlerini siyasi ve ekonomik hakimiyetleri altına almışlardı. Osmanlı devlet adamları emperyalist batı tehlikesinin imparatorluğa yaklaştığının farkındaydılar. Bilhassa milliyetçilik propagandası etkisinde kalabilecek, imparatorluğun merkezinden uzak ve İngiliz menfaatlerinin büyük olduğu Araplarla meskun bölgeleri için tehlike mevcuttu. İşte Sultan İkinci Abdülhamid Han bu tehlikeleri önlemek ve aşiretlerin yoğun ve hakim olduğu bölgeleri muhafaza etmek için bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını Osmanlı kültürüyle yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak maksadıyla Aşiret Mektebi açılmasını faydalı buluyordu. Ayrıca bu fikrin gerçekleşmesi sonucunda büyük bir kısmı aşiret halinde yaşayan ve Arapça konuşan halk tek otorite olarak halifeyi tanımış ve ona itaat etmiş, dolayısıyla ülkede din birliği temin edilmiş olacaktı. Nitekim bu gaye ve düşüncelerle nizamnamesi ve programı hazırlanan Aşiret Mektebi, 21 Eylül 1892 tarihinde açıldı. Mektebe ilk olarak Halep, Bağdat, Suriye, Musul, Basra, Diyarbekir, Trablusgarp vilayetlerinden ve Kudüs Bingazi ile Zur sancaklarından dörder talebe alındı. Bu çocukların kabiliyetli ve muteber ailelerin çocukları olması ve 12 ile 16 yaş arasından seçilmesi şart koşuldu. Bunlar fevkalade bir ihtimamla yetiştirildiler. Daha sonraki senelerde sayıları arttırıldı. İki yıllık öğretim programı daha sonra beş yıla çıkarıldı. Kur’an-ı kerim, fıkıh, ilmihal gibi din bilgileri yanında, zamanın fen bilgileri, Fransızça, Türkçe, coğrafya, tarih, edebiyat ve askeri dersler okutuldu.

Aşiret mektebine başlangıçta sadece Arap aşiret reislerinin çocukları alınırken, sonraki yıllarda Doğu Anadolu ve Arnavutluk bölgelerindeki aşiret çocukları da kabul edilmeye başlandı. Böylece mektep bütün aşiretlere hitab eder duruma geldi. Aşiret mektebinden mezun olan çocuklar, Harbiye ve Mülkiye mekteplerine gönderildiler. Bu mektepte yetişen aşiret çocukları, aşiretlerine döndükleri ve aşiret reisleri olduklarında, içinden yetiştikleri halkın Osmanlı Devletine sadakatini temin ettiler. Aşiret Mektebi 1907 senesinde o günkü siyasi fikir ve akımların tesirine girmesi sebebiyle kapatıldı.

AŞİYAN

"Yuva" manasında Farsça bir kelime olup şair Tevfik Fikret’in evinin adı. Rumeli Hisarı’ndaki Kayalar Mezarlığı üstünde Göksu’nun tam karşısında Boğaz’a hakim olarak 1906 senesinde inşa edilmiştir.

Evin planını Tevfik Fikret kendisi çizmiştir. Bodrumu ile beraber üç kattır. Aşiyan’ın kuzeye bakan duvarı ve bodrum katı kagir, öteki duvarları ise ahşaptır. Bodrum katında kiler, mutfak, çamaşırlık ve yemek odası vardır. Birinci kattaki iki kapının biri giriş, diğeri bahçe kapısıdır. Bu katta büyük bir salon, bir hol ve üç oda bulunur. İkinci katta da Tevfik Fikret’in çalışma odası, banyo ve yine üç oda yer alır. Bu katın güney kısmını tahta parmaklıklı bir balkon çevirir. Çalışma odası tahta bir köprüyle Fikret’in öğretmenlik yaptığı Robert Kolej’in bahçesine bağlıdır. Tevfik Fikret bu çalışma odasında, “Bir Lahze-i Teahhür” isimli, İkinci Abdülhamid Hana suikast düzenleyen Belçikalı terörist Jorris’i öven şiirini yazmıştır.

Aşiyan, İstanbul Belediyesince daha sonra satın alınmış, “Edebiyat-ı Cedide Müzesi” ismiyle düzenlenerek 19 Ağustos 1945’te halkın ziyaretine açılmıştır. Halen müze olan Aşiyanın birinci katındaki büyük salon Abdülhak Hamid ile Recaizade Mahmud Ekrem’e, diğer salon da Edebiyat-ı Cedide yazarlarının eserlerine ayrılmıştır

AŞURE GÜNÜ

Hicri senenin ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu günü. Muharrem ayı, Kur'an-ı kerimde kıymet verilen aylardan biridir. Aşure bu ayın en kıymetli günüdür. Allahü teala bir çok duaları bugün kabul etmiştir. Hazret-i Adem'in tövbesinin kabulü, Nuh aleyhisselamın gemisinin tufandan kurtulması, Yunus aleyhisselamın balığın karnından çıkması Aşure günü olmuştur. İbrahim aleyhisselam Nemrud'un hazırlattığı ateşte o gün yanmadı. Aşure gününde İdris aleyhisselam diri olarak göğe çıkarıldı. Yakub aleyhisselam o gün hazret-i Yusuf'a kavuştu ve gözleri açıldı. Eyyub aleyhisselam hastalıktan iyi oldu. Hazret-i Musa Kızıldeniz'den geçti, Fir'avn ve askerleri Kızıldeniz'de boğuldular. İsa aleyhisselamın doğumu, Yahudilerin elinden kurtulup göğe çıkarılması hep Aşure günü olmuştur.

Nuh aleyhisselam tufandan sonra pişirdiği rivayet edilen aşure bugün de adet olarak devam etmektedir. Bunu ibadet olarak kabul etmek yanlıştır. Zira Muhammed aleyhisselam ve Eshab-ı kiram böyle yapmadı. Bunu ibadet sanmak bid'attir ve günahtır. Çünkü Muhammed aleyhisselamın yaptığı veya emrettiği şeyleri yapmak, ibadet olur. Din kitaplarının yazmadığı, İslam alimlerinin bildirmediği şeyleri yapmak sevab olmaz, günah olur.

Aşure günü oruç tutmak sünnettir. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Bir kimse, Aşure günü oruç tutsa, Allahü teala ona bir şehid sevabı verir. Aşure günü oruçlu olan için, yedi gök ehlinin sevabını yazar. Aşure günü bir mü'mine iftar verene, ümmet-i Muhammed'in hepsine iftar vermiş gibi sevab yazılır. Aşure günü bir yetimin başını okşayana Allahü teala o yetimin başındaki kıllar kadar Cennet'te derece verir."

Yahudiler, hazret-i Musa'nın Muharrem'in 10. günü hürriyetine kavuştuğuna inanırlar ve o gün oruç tutarlar. Bu sebeple Müslümanların onlara benzememek için Muharrem'in 9, 10, 11. günleri oruç tutmaları gerekir.

Şiiler, "Muharrem'in onuncu günü" hazret-i Hüseyn şehid edildiği için matem tutarlar. İslamiyette matem tutmak yoktur. Nitekim; Resulullah'ın Taif'te mübarek ayaklarının kanadığı, Uhud'da mübarek dişlerinin kırıldığı, yüzlerinin kana bulandığı ve vefat ettikleri günlerde de matem tutulmaz.

AT

(Bkz. Avrupa Topluluğu)

AT (Equus caballus)

Alm. Pferd (n), Fr. Cheval, İng. Horse. Familyası: Atgiller (Equidae). Yaşadığı yerler: Evcilleri olduğu gibi, Amerikan bozkırlarında “Mustang”ve Altay dağlarının her iki yanındaki açık arazilerde “Prezevalski” denen yabani atlar sürüler halinde yaşar. Özellikleri: Küçük başlı ve kısa kulaklıdır. Yelesi ve kuyruk ucu uzun kıllıdır. Midilli atları koç iriliğindedir. Ömrü: 40-60 sene. Çeşitleri: En meşhuru Arap, İngiliz ve Midilli atıdır.

Tek tırnaklılar takımının, Atgiller familyasından bir memeli. Erkeğine aygır, dişisine kısrak, yavrusuna tay, yumurtaları çıkarılmış, iğdiş edilmiş olana da beygir denir. Hepsine genelde at adı verilir. Arabide binek ve yük hayvanı olan ata; dabbe, matiyye, semend, tusen-i sütur denir. Cenk atına da rahş denir. Hepsi otla beslenir. Geviş getirmezler. Memeleri kasık bölgesinde arka ayaklarına yakındır. Üçüncü parmakları geniş bir tırnakla çevrilmiş olup “ toynak” adını alır. Bunun üzerine basarak yürürler. İnsanlara hizmet eden hayvanların en kabiliyetlisi ve kıymetlisidir. İnsanların, eski harp meydanlarındaki yardımcısı, yük taşımada hizmetçisi, yarış, cirit, çit atlama ve av sporlarında neşe ve zevk ortağıdır. Silah gürültüsüne ve bando sesine rahatlıkla alışır.

At, cesur ve atılgan olduğu gibi sahibine son derece itaatkardır. Sahibi dilerse dolu dizgin, dörtnala koşar, isterse aheste yürür, isterse durur. Her durumda sahibini memnun etmeye dikkat eder. Yorgunluğa bakmaksızın kendini çatlatmak pahasına da olsa olanca gayret ve kuvvetini itaat uğruna sarf eder. Bugün Amerikan bozkırlarında yaşayan Mustang adıyle anılan vahşi atlar, İspanyolların Amerika’ya götürdükleri ehli atlardan kaçanlardan yabanileşenlerdir. Az yiyecekle yetinip, her türlü iklim şartlarına dayanırlar.

Tarpan adıyla anılan Avrupa yaban atının (E. caballus gmelini) 1876’dan beri nesli tükendi. Bugün eski dünyada hala neslini devam ettiren yanlız bir yaban atı vardır. Bu at Orta Asya Moğolistan’ının soğuk ve ıssız ovalarında yaşar. Asya yaban atı veya Prezevalski dendiği gibi Moğolistan yaban atı da denir. Altay dağlarının her iki yanında yaşar. Siyah kısa ve dik yeleleri ile, ağır ve iri başları, küçük kulakları, uzun kıllı kuyrukları ile evcil atlardan farklılık gösterirler. Renkleri kırmızımtrak kahverengi olup çekici bir görünüşleri vardır. Burun kısımları beyazdır. Kışın kılları uzayarak soğuktan korunurlar.

Evcil atlar: Tahminen 4000 seneden beri insanlara hizmet etmektedir. Bugünkü modern atların Asya yaban atından türediği şüphelidir. Bazı zoologlar Avrupa yaban atından türediğini ileri sürmektedirler. Evcilleştirilmiş atların birçok soyları vardır. Bugün küçük Midilli atları ile Safkan Arap atlarının soy kütüğü kesin olarak bilinmemektedir.

Atlar 40-60 sene yaşar, bazı kısraklar 25 yaşına kadar doğurur. On bir ay gebe kalır ve genellikle bir yavru doğururlar. Yavrunun gözleri açık olarak doğar ve birkaç dakika sonra ayağa kalkarak annesini takibe başlar. Yük çekme ve taşıma atları, kalın bacaklı, iri cüsselidir. Binek ve yarış atları ince uzun bacaklıdır. Atlar arasında hased yok ise de, birbirlerine gıpta etmek huyları vardır. Bu da yarışta, hendek ve çit atlamada kendini gösterir. Birbirlerine imrenerek daha hızlı koşup öne geçmek isterler. Saatte 60-70 km hızla koşanları vardır. Atların tüy renkleri çeşitli olup, renklerine göre çeşitli isimler alırlar. En tanınmışları: Ak, akçıl, kır, al, alakı, geyik kırı, çil yeşil, al pekmez köpüğü, doru, hurma dorusu vs.’dir.

Erkek eşek ile kısrak eşleştirilirse katır elde edilir. Aygır (erkek at) ile dişi eşeğin birleşmesinden de barda denen katır çeşidi elde edilir. Her iki melez de üremezler. Katır, bardadan daha dayanıklıdır.

Arap atı: Çok dayanıklı mükemmel bir binek ve yarış atıdır. Arabistan’a geçen Orta Asya ve Anadolu Türk atlarından türemiştir. İngiliz atlarından daha dayanıklı olup, 24-28 saat hiç su içmeden yol alabilir.

İngiliz atı: İyi bir binek ve yarış atıdır. Özellikle yarış için yetiştirilir. Arab aygırı ile İngiliz yerli kısraklarının çiftleştirilmesinden türetilmiş bir soydur. Arab atından daha uzun bacaklıdır.

Midilli atı: Küçük, sakin ve dayanıklı bir at çeşididir. Keçi veya koç iriliğindedir. Çocuklar için iyi bir binek hayvanıdır. Hafif gezinti arabalarına koşulduğu gibi maden ocaklarında da istifade edilir. Shetland, İslanda ve Norveç midillileri meşhurdur.

At yetiştiriciliği: Asya, Avustralya ve Amerika’daki geniş bozkırlarda hala vahşi at sürüleri yaşamaktadır. Evcil atlar haralarda yetiştirilir. Ülkemizde ilk hara 1913’te Aziziye’de kuruldu. Türkiye’nin ilk modern harası ise 1924’te açılan Karacabey harasıdır.