ASTRAGAN

Alm.Astrachan, Fr. Astrakan, İng. Astrakhan. Dünya piyasasında en eski ve en çok aranılan bir kürk çeşidi. Adını, Hazar Denizi kıyısındaki önemli bir ticaret merkezi ve limanı olan, büyük çoğunluğunu Tatar ve Kazakların teşkil ettiği 300.000 nüfuslu Astrahan şehrinden alır. Dünya astragan üretiminin yarıdan fazlası burada yapılmaktadır. Astragan postları Afganistan, İran, Besarabya ve Güney Afrika’da yetiştirilen Buhara koçlarından elde edilmektedir. Bu koçlara kuzuyken astragan denir. Astragan kuzuları, kara, gümüşi, parlak renkte, sık ve kıvırcık tüylü, beneklidirler. Kaliteli astragan elde etmek için kuzular 10-15 günlük olmadan kesilir. Hayvan büyüdükçe, renginin güzelliği ve parlaklığı azalır, kıvırcık bukleler kaybolur.

Astragan çeşitli kalitelerde olabilir. “Kıvırcık astragan” elde etmek için kuzular doğumdan sonra birkaç gün içinde kesilirler. İpek gibi yumuşak ve parlak, ama kıvırcık olmayan “breitschwanz” ise, ölü veya erken doğan kuzulardan elde edilir.

Astragan kürkleri, bilinen vizon, tilki, ayı gibi vahşi ve etle beslenen hayvanların kürklerine benzemez. Bunlar birbirine yapışmış, keçeleşmiş, ince, parlak ve kıvırcık bir yapağı yumağı gibidir.

ASTROFİZİK

Alm. Astrophysik (f), Fr. Astrophysique, İng. Astrophysics. Gök cisimlerinin ve olaylarının fiziksel ve kimyasal özelliklerini , yapılarını inceleyen astronomi dalı. Bu incelemeler için tek bilgi kaynağı gök cisimlerinden yayılan ışık ve diğer elektromanyetik dalgalardır. Bu dalgaları tesbit eden aletler vasıtasıyla toplanan bilgiler fizik ve kimya bilimlerinde  elde edilen sonuçlarla karşılaştırılarak değerlendirilir ve yorumlanır.

Astrofiziğin doğuşu ve tarihçesi:Gök cisimlerinin birbirine göre konumlarını mevzu eden konumsal astronomi (Pozisyon Astronomisi), tarih kadar eskidir denilebilir. İnsanoğlu ışıklarını görebildiği bazı gökcisimlerinin gökyüzünde hareket etmediklerini, bazılarının ise bunlara göre yerlerini kısa sürede değiştirdiklerini görmüştür. Buna dayanarak sabit yıldızlar ve gezegenler arasında bir farklılık olduğunu anlamışlardır.Yaratılışındaki merak ve araştırma  arzusu, onu, bu cisimlerin ne olduğunu anlamak için çalışmaya sevk etmiştir. Bilhassa Müslümanlar, insan tabiatındaki bu merak ve araştırma arzusunu Kur’an-ı kerimdeki: “Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hakimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!” mealindeki emirlerine uygun olarak kullanmışlar, gökyüzünü devamlı incelemişler ve astronomi ilminin doğru ve sağlam temellere oturmasını sağlamışlardır.

Bu yöndeki araştırmalar gök cisimlerinin kadir (magnitude) olarak anılan, görünen parlaklıklarına göre sınıflanmış ve astronomik fotometri biliminin doğması ile ilerlemiştir. Gelen ışığın bolometrik (hassas sıcaklık ölçme usulleriyle) incelenmesi yoluyla gök cisminin sıcaklığı tahmin edilebilmiştir. Fotometrik incelemeler sayesinde, bir yıldızın uzaklığı da biliniyorsa, yaydığı toplam enerji veya entrensek (bünyesel) parlaklık hesaplanabilmektedir. Parlaklığın zamanla değişmesi yıldızın meydana gelmesi ve gelişimi hakkında bir fikir verir. Bu tür incelemeler nova ve süpernovaların, gökte yanıp söner gibi görünen pulsar(pulsating star) adı verilen yıldızların meydana gelmesine ışık tutmuştur. Yine bu incelemeler göstermiştir ki, gökcisimleri arasındaki büyük açıklıklar boş değildir. Bu açıklıklar uzay tozu (plazma) denilen katı parçacıklarla ve hafif gazlarla doludur. Toz ve gazlar mavi ışığı kırarak gökyüzünün mavi ve uzak yıldızların kırmızı görünmesine sebeb olurlar. Uzay tozu içindeki kristaller manyetik alanların etkisiyle yönlenerek meydana gelirler veya yönlenirler. Bu yönlenme ışığının polarizasyonuna yol açar. Ayrıca yer atmosferi de ışığın bir bölümünü absorbe eder (yutar) ve dünya üzerindeki bir gözlemciye ulaşan ışık, kaynağının özelliklerini tam olarak göstermez. Ancak, gök cisimlerinin özellikle güneş ve ayın, çeşitli dalga boylarındaki ışıklarını inceleyen yüzey fotometresi sayesinde yakın yıldız ve gezegenlerin yapıları hakkında oldukça değerli bilgiler elde edilmiştir.

Spektroskopik (Tayf) gözlemler: Gök cisimlerinden gelen ışığın değişikliğe uğramadan tesbit edilmesi uzay araçlarının ve istasyonlarının bulunması ile mümkün olmuştur. I. Newton ve W.H-Wollaston (1802) ile başlayıp ve J. Von Fraunhofer (1817) ve G. Kirchoff (1861) tarafından sürdürülen çalışmalarla cisimlerin belirli dalga boylarında elektromanyetik dalga yaydıkları ve bu dalga boyuna sahip radyasyonu yuttukları bulunmuştur. Her bir elementin ve molekülün yaydığı ışık veya elektromanyetik dalga spektrumu (tayfı) o element veya moleküle has bir yapıya sahiptir. Yıldız spektroskopisi (tayfı) incelemeleriyle yıldızlarda mevcut maddelerin cins ve miktarlarını ve sıcaklıklarını tahmin etmek mümkün olmaktadır. Mesela, güneşin görünen ışık tayfında sodyum atomuna has karanlık çizgiler vardır. Bunları ilk olarak Wollaston gözlemiş ve Fraunhofer ise A.B.C.D.... harfleri ile isimlendirmiştir. Bu sebeple Fraunhofer çizgileri diye anılırlar. Fraunhofer D çizgisi yaklaşık 5900 A° (Angstrom=10-10m) dalga boyu civarında sodyum atomuna ait absorbsiyon çizgileridir.

Güneşin fotosfer tabakasından çıkan sürekli tayf, dış tabakalarda buhar halinde, fakat sıcaklığı daha az olan sodyum atomları tarafından yutulur.

Bu olay Kirchoff tarafından “Bir radyasyonu iyi yayan cisimler, aynı radyasyonu iyi emerler.” sözleriyle ifade edilmiştir. Yıldızlar yaydıkları radyasyona göre sınıflandığında, belirli gruplar meydana getirdikleri görülmüştür. Bu gruplar Hertzsprung-Russel (H-R) diyagramında gösterilmektedir.

Spektroskopik incelemelerde yıldızı meydana getiren maddelerin türü yanında, alev fotometresi ve atomik absorbsiyon aletlerindeki gibi, bağıl miktarlarını da belirlemek mümkün olmaktadır. Her yıldızın kendine has bir tayfı bulunmakta ve bu tayflar da sınıflama ve tanımada yardımcı olmaktadır. Bazen, tayfta görülen ışık çizgilerinin ince yapısı değişebilmekte, mesela çizgi genişleyebilmekte, daha ince çizgilere ayrılmaktadır. Bu olay manyetik alan etkisi sonucu meydana gelmekte ve zaman etkisi adı ile anılmaktadır. Güneş tayfının incelenmesine ise spektrohelioğrafi denir.

Astrofizikte ileri gelişmeler: Astrofizik, 1930’lu yıllara kadar görünen ışık bandı üzerinde yapılan incelemelere dayanmakta idi. Görünen ışık radyasyonunun incelenmesi için büyük teleskoplar yapıldı. Bu arada uzaydan yüksek nüfuz kabiliyetine sahip kozmik ışınlar geldiği, bunların çok yüksek enerjili atom çekirdekleri, proton, nötron ve elektronlar olduğu anlaşıldı. Kozmik ışınların dalga-tane karakteri üzerindeki tartışmalar sürerken uzaydan radyo dalgaları da tesbit edildi ve gök cisimlerinden gelen, görünen ışık dışındaki radyasyonu inceleyen radyo-astronomi bilim dalı gelişti. Bu konuda araştırma yapmak için büyük radyo teleskoplar yapıldı.

Bu konudaki incelemeler 1960 yılında radyo dalgaları yayan binlerce gök cisimlerinin bulunması ile sonuçlandı. Bunlardan bazıları görünen ışık da yaymaktadır. Bu sebeple bunlara kuasar adı verilmektedir.

Günümüzde astrofizik incelemelerde esas olan, gök cisimlerinden gelen her türlü radyasyon, uzay tozu içerisinden geçerken ve bilhassa atmosferde büyük değişikliklere uğrayabilmeleridir. Bu ışınların atmosfer dışında “Uzay istasyonlarında” incelenmesi halinde kaynaklarının özellikleri hakkında daha doğru bilgi edinilmesi mümkün olacaktır.

ASTRONOMİ

Alm.Astronomie (f), Fr.Astronomie, İng. Astronomy. Dünyamızın da içinde bulunduğu kainatı, (gezegenler, güneş, ay, güneş sistemi, yıldızlar, kuyruklu yıldızlar, akan yıldızlar, asteroitler, galaksiler vb) konu alan ve bu cisimlerin yapılarını, bulundukları yerleri, hareket kanunlarını,meydana gelişlerini, zamanımıza kadar  geçirdikleri değişiklikleri, gelecekte meydana gelebilecek olayları ortaya koymaya çalışan ilim. Astronomi genel olarak gök cisimlerinin hareketlerini incelerken 19. yüzyılda ortaya çıkan astrofizik, gök cisimlerinin fiziksel özellikleriyle ilgilenmektedir.

Astronominin tarihçesi: Gece ve gündüzün değişmesi, mevsimlerin birbirini takip etmesi, yıldızlı gecelerde gökyüzünün görünüşü, güneşin, ayın ve diğer gök cisimlerinin doğup batması, bazılarının bütün sene görülmesi gibi hususlar, tarih boyunca insanların dikkatini gökyüzüne çeken noktalar olmuştur. Hareketleri yıldızların genel hareketinden farklı olan gök cisimleri, gezegenler olarak sınıflandırılmış ve bu meyanda Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn ilk keşfedilen gezegenler olmuşlardır. Bu arada Güneş ve Ay’ın gezegenlerin genel hareketlerini takip etmediği de tesbit edilmiştir.

Bilinen ilk astronomik gözlemler Babiller zamanında yapılmış, gece ve gündüzün 12 saate bölünmesi bu devirde gerçekleştirilmiştir. Mısırlılarda astronomi bilgisi daha ileriydi. Piramitler’in şuurlu ve kesin bir astronomik yönlendirme ile inşaası, günümüzde bile hayret edilecek bir tarzda yapılmış olmaları, eski Mısırlıların astronomi bilgisi hakkında genel bir fikir vermektedir.

Eski Yunan’da Thales ve Pythagoras gibi matematikçiler astronomi ile ilgilenmişlerdir. İskenderiye’de yaşayan Eratosthenes M.Ö. 3. yüzyılda dünyanın çevresini oldukça kesin bir şekilde hesaplamıştır. M.Ö. 2. yüzyılda yaşamış olan Hipparchus, ilk çağın tanınmış astronomlarından birisidir. İleri sürdüğü Güneş merkezli astronomik teori daha önce ortaya atılmış ise de, (Aristorchus teorisi) Hipparchus yıl ve ayın uzunluklarını da dikkate şayan bir hassaslıkla belirlemiş, oldukça hassas bir yıldız haritası ve kataloğu hazırlamıştır. Yaklaşık 850 yıldızın yerini ve tarifini vermiş, yıldızları parlaklıklarına göre sınıflandırmıştır. Bu sınıflandırma günümüzde bile kullanılmaktadır. Ayrıca, Ay’ın hareketinde Güneş’in çekiminden dolayı meydana gelen düzensizlikleri de tesbit etmiştir. Daha sonra M.S. 2. yüzyılda yaşayan Ptolemi Hipparchus’un tesbitine  dayanarak bir kainat sistemi kurmuş ve bu Ptolemy (Batlemyus) Teorisi 1400 yıl geçerliliğini korumuştur.

İslamiyet’in yayılması sırasında geniş fetihlerde, antik çağın büyük coğrafyacılarının, astronomlarının yazmış oldukları eserler Müslümanların ellerine geçmiş ve incelenmiştir. Müslüman ilim adamları, Ptolemi astronomisinin ilmi yanıyla da ilgilenmişlerdir.

Halife Me’mun incelemeleri kolaylaştırmak için, M.S. 827’de Ptolemy’nin Al-Masgest adlı  kitabını Arapçaya tercüme ettirmiştir. Bu eser İslam aleminde El-Mecisti olarak tanınmaktadır. Yine Me’mun'un emri ile M.S. 832’de ileri gelen ilim adamlarından bir heyet, Sincar sahrasında 1 derecelik meridyen yayının uzunluğunu tesbit etmişlerdir. Bu astronomik gözlemleri yapan heyetde:

Ebü’t-Tayyib Sened İbni Ali, Ahmed İbni Abdullah El Mervezi, Ahmed İbni Muhammed en-Nihavendi, Ali bin İsa el-Usturlabi, Ebu Ali Yahya ibni Mansur, Halid ibni Abdülmelik el-Merverruzi, Ebü'l-Abbas el-Fergani, Ömer İbnü'l-Faruk Han et-Taberi, Ebu Bekr Muhammed İbni Faruk, Sabit bin Kurre’nin bulunduğu bildirilmektedir.

Bu devirde yaşayan ünlü bir Türk matematikçisi ve astronomi alimi, Halife Me'mun’un büyük itibarını kazanmış olan Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el-Harezmi’dir.

El-Harezmi’nin batı dillerine de tercüme edilen çeşitli eserleri vardır. Bunlardan birisi: Zic-ül-Harezmi olup Halife Mansur zamanında Muhammed bin İbrahim-ül-Fezari tarafından Hintçeden tercüme edilmiş olan Zic’in değiştirilmiş şeklidir. Bu astronomik tablolar uzun yıllar astronomlar tarafından kullanılmıştır.

Ebü’l-Hasan isimli başka bir ilim adamı Akdeniz’in uzunluğunu 44 derece boylam uzunluğunda bulmuştur. Bu uzunluğu Ptolemy 60 dereceden büyük olarak kabul etmiştir.

Büyük astronom Ebu Reyhan el-Biruni M.S. 980’de dünya çapını tayin etmiş, El-Kanun isimli eserini yazmıştır.  Bu yüzyılda yaşıyan değerli iki ünlü astronom Ebü’l Vefa ve İbn–i Yunus’tur. İbn–i Yunus  (950-1008) Kahire’de Cebel-i Mukattam Rasathanesinde yapmış olduğu rasatlar sonunda dört ciltlik Zic-i Hakimi adlı astronomik cetvellerini hazırlamıştır. Bu cetveller 13. asra kadar kullanılmıştır.

On birinci yüzyılda yetişmiş matematikçi, astronom ve şair olan Ömer Hayyam, Nizamülmülk’ün sağladığı maddi yardımlarla Nişapur’da bir rasathane kurmuştur. Bu rasathanede tunçtan yapılmış dünya ve gök küreleri, su ve kum saatleri, astronomide kullanılan çeşitli aletler ve kütüphanesinde Ptolemy, El-Battani, El-Harezmi, İbn-i Yunus ve El-Biruni’nin astronomik tabloları (Zicleri) bulunmaktaydı. Ömer Hayyam, halen Paris Milli Kütüphanesinde bulunan Zic-i Melikşahi adlı eserinde 100 yıldızın gök koordinatlarını vermiştir.

Bediuzzaman el-Usturlabi lakabı ile anılan Ebü’l-Kasım Hibetullah adındaki astronom da Ömer Hayyam’ın çalışma arkadaşı olmuştur. Usturlabi lakabı, bu astronoma, usturlabların (Bir astronomi aleti) teori ve imalindeki ustalığından ötürü takılmıştır.

Endülüs’te yetişen İslam alimlerinin büyüklerinden Batruci (1217) eserleriyle modern astronominin temeli olan Helyo-Sentrik Planet sistemini ilk defa kuran kişi oldu. Kopernik, Batruci’nin ve İbn-i Şatır'ın bu temel prensiplerini kitaplarından okuyarak kendine mal etti ve Avrupalılar yanlış olarak modern astronominin kurucusu olarak Kopernik’i gösterdiler. On üçüncü yüzyılın en ünlü matematikçisi ve astronomu olan Nasireddin Tusi, 1201 yılında Horasan'ın Tus şehrinde doğmuştur. Tusi, Hülagu’nun yardımıyla Azerbaycan’da Meraga (Rumiye Gölünün doğusunda) şehrinde bir rasathane kurmuştur. Rasathanenin çatısında açılan bir aralıktan güneşin, ayın ve yıldızların hareketleri takib ediliyordu. Ayrıca rasathanede parlak yıldız ve gezegenleri gün ışığında bile gözlemeye elverişli yeraltı mağara ve kuyuları bulunuyordu. Bugün modern rasathanelerde de fotoğraf odaları yeraltına inşa edilmiştir.

Rasathanede bir kısmı bizzat Tusi tarafından keşf  olunmuş bir kısmı da eski aletlerin geliştirilmiş şekilleri olan birçok alet bulunuyordu. Bu rasathanenin idaresini üzerine alan Tusi; Irak, Suriye ve Türkistan’dan, güvendiği alimleri de yanına davet etmiştir. Şam’dan Müeyyidüddin Urzi, Musul’dan Fahrüddin Meragi, Tiflis’ten Fahrüddin Ahlati, Kazvin’den Necmüddin Dübeyrani, Halep’den Muhyiddin Mağrıbi ve Şing Sing diye anılan Çinli Fao-Mum-çi bunlardandır.

Nasireddin Tusi 12 senelik bir çalışmadan sonra 1269’da Zic-i İlhani adlı eserini tamamlamıştır. Astronomi alanında diğer önemli eserleri, Tahrir-ül Mecisti ve Tezkire fi İlmil Hey’et’dir.

Tusi ekolüne mensup bir çok matematikçi ve ast ronom arasında en meşhuru Semerkant’ta yaşamış olan Gıyaseddin Cemşid el-Kaşi’dir. Bu Astronom, Tusi’nin Zic-i İlhani adlı eserini yeniden düzenlemiştir.

On beşinci yüzyılın en meşhur astronomu Timur Hanın torunu Uluğ Beydir. Uluğ Bey, Tusi’nin Zic-i İlhani'sinin zamanındaki rasatlara uymadığını hocalarından öğrenince Kadızade ve Gıyaseddin Cemşid'i Semerkant'ta bir rasadhane kurmaya memur etmiştir (1420). Önce Cemşid'in sonra Kadızade’nin ölümünden sonra astronomik ölçmeler Ali Kuşçu tarafından tamamlanarak Zic-i Gürgani (veya Zic-i Cedidi Sultani) meydana gelmiştir. Bu eser 1018 yıldızın gök koordinatlarını ihtiva etmekteydi. Batıda birkaç asır kullanılan bu cetveller ve açıklamalar sayesinde, Tusi’den üç buçuk asır sonra (1627’de) Kepler, Tabulac, Rudolphinac adlı asronomik cetvelleri neşretmiştir. Yine bu eser (Zic–i Gürgani) 1841-1853’lerde A. Sidillot’un “Prolegomenes des Tables astronomiques d’ouloug Bey” isimli tercümesiyle Avrupa’ya girmiş ve uzun zaman Pozisyon Astronomisinin ana kitabı olarak kullanılmıştır.

Semerkant Rasathanesinin Uluğ Bey tarafından bulunan coğrafi koordinatları tul (boylam)= 90°15' arz (enlem)= 39°37' 23" dir. Uluğ Beyin başlangıç meridyeni olarak nereyi aldığı bilinmemektedir. Rasathanenin bu günkü koordinatları tul (boylam)= 64 derece 37’54" doğu, arz (enlem) = 39° 38' 47" kuzeydir. Coğrafi enlemin belirlenmesindeki 1'24"lik küçük fark Uluğ Beyin o zamanki aletlerle ne kadar hassas ölçme yaptığının delilidir. On beşinci asrın başlarında Semerkant’ta doğan Ali Kuşçu, üstatlarının ölümünden sonra genç yaşında rasathaneyi idare etmiş ve Zic-i Gürgani'nin tamamlanmasında büyük hizmetleri olmuştur. Uzun Hasan’ın İstanbul elçisi olan Ali Kuşçu, görevi bittikten sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından davet olunmuş, İstanbul’a gelmiştir. Birçok astronom yetiştirmiş ve çeşitli eserler yazmış olan Ali Kuşçu 1474 yılında İstanbul’da ölmüştür (Bkz. Ali Kuşçu).

Ali Kuşçu’dan sonra torunu Mirim Çelebi ve daha sonra Takiyüddin el-Rasid astronomi alanında çeşitli çalışmalar yapmışlardır.

Buna karşılık bütün ortaçağ boyunca Avrupa’da bu bilgilere karşı çıkılmış, dünyanın bir tepsi gibi düz olduğu, etrafının denizlerle çevrili olduğu sabit bir fikir halini almıştır. Bu durum Kopernik’e kadar devam etmiştir.

Modern astronominin gelişimi: Gök cisimlerinin hareketlerinin güneşin merkez olarak kabul edilerek basitçe açıklanmasını Kopernik (1473-1543) Batruci ve İbn-i Şatır'ın eserlerinden alarak yapmıştır. Ptolemy ve Kopernik’in sistemlerinin eksik noktası, fiziksel bir temelinin olmamasıydı. Galileo (1564-1642) ve Newton (1642-1727) bu sistemin kinematik  tarafları yanında dinamik yönlerini de açıklayarak, modern astronomiye bir temel kurmuşlardır. Bunlar yıllar önce okullar açmışlar, rasathaneler kurmuşlardır. Bu hususta temel kitaplar yazmış, Türk-İslam alimlerinin kitaplarından istifade etmişlerdir. Bu İslam bilginlerinden biri El-Batruci’dir. El-Batruci’nin Astronomi Prensipleri adını taşıyan kitabı batıda asırlarca en önemli kaynak kitap kabul edilmiştir. El-Batruci’nin bu kitabı, o zamana kadar bilinen ve esası Ptolemy’nin görüşleri olan astronomi bilgilerinde bir ihtilal meydana getirmiştir. El-Batruci, Helyo-sentrik gezegen sistemini ilk defa bulan kişi olarak modern astronominin ilk kurucusu sayılmaktadır. El-Batruci, Ptolemy’nin merkezi daire çevresi üzerinde devreden küçük daire ve dış merkezli sistemini tenkit etmiş ve Ptolemy’nin bu sisteminin her hangi ilmi temele dayanmadığını ispat etmiştir. El-Batruci’ye göre her gezegenin kendi kutupları vardır. Yıldızların eşit zamanlarda eşit olmayan kavisler yaptığını bildirerek yıldızlar küresinin üç hareketi olduğunu, bunların birincisini boylam, ikincisini enlem ve üçüncüsünü de günlük olarak vasıflandırdı. Birçok batılı astronom El-Batruci’nin fikirlerinden çok istifade etmişlerdir. Bunlardan birisi de günümüzde hemen herkesin modern astronominin kurucusu kabul ettiği Kopernik’tir. Batılı çevrelerce ileri sürüldüğü gibi; "Kopernik Arapça bilmez, eserleri okuyup anlayamazdı.” görüşü isabetli değildir. Çünkü bizzat Kopernik’in yazdığı De Revolitionibus Arbium Coeleftium kitabı El-Batruci ve El-Bettani’nin fikirlerine dayandırılmıştır. Ayrıca onun El-Batruci’nin fikirlerini iyi bildiğini Venedik’te 1496’da basılan Regiom-ontanus adlı kitabı da ispat etmektedir. Bütün bunlara ilave olarak, Kopernik gibi bir araştırmacının, birçok yerleri El-Batruci’ye atfedilen 12, 13 ve 14. asırlarda Latin bilginlerince yazılan astronomi kitaplarını okumadığı düşünülemez.

Modern astronomiye yardımı bulunanlardan biri de Johannes Keppler (1571-1630)dir. Bulduğu, üç “Gezegensel Hareket Kanunu” aşağıdaki gibidir:

1. Gezegenler, odaklarının birinde güneş bulunan bir elips yörünge üzerinde hareket ederler.

2. Gezegenler, güneş etrafında hareket ederken, güneş ile gezegeni birleştiren doğru, eşit zamanlarda eşit sahalar tarar.

3. Gezegenlerin dönüş periyotlarının kareleri güneşe olan ortalama mesafelerinin (elipsin büyük eksenin yarı uzunluğu) küpleri ile orantılıdır.

Keppler, bu kanunları, deneme-yanılma metodu ile 20 yıl araştırmış olup, Newton 1687’de yerçekimi kanunlarını ortaya koyuncaya kadar mekanik bir temelden yoksun kalmışlardır. Jüpiter etrafında dönen kendi uydusu üzerinde Galileo tarafından 1610’da kendi yaptığı teleskopla gözlendiği halde, Kopernik’in kainat sistemi görüşü ancak 1627’de geçerlilik kazanmıştır.

Dünyanın hareketinin hassas bir biçimde incelenmesi, bir zaman ölçüsü sisteminin tesbit edilmesini mümkün kıldı. Güneşin uzaklığı yaklaşık olarak  belirlendi ve dünyanın yörüngesinin çapı, trigonometrik esaslara dayanılarak bazı yıldızların uzaklıkları hesab edildi. Bu, yıldız sisteminin gerçek büyüklüğünün ve onun kainata nisbetle özel yerinin tasavvur edilmesine sebeb oldu. Alman astronom Johann Gottfried’in daha önce Fransız bilim adamı Le Verrier tarafından, teorik olarak söylenen, Neptün gezegeninin varlığının doğrudan doğruya gözlemle belirlenmesi, Galileo ve Newton mekaniğinin önemini bir kere daha ortaya koydu.

Dünyanın önemli şehirlerinde  rasat istasyonları kuruldu ve idaresi meslekten yetişen kimselerin eline verildi. Meşhur Greenwich istasyonunun ilk idarecisi John Flamsteed (1646-1719) ve Paris’inki Jean de Cassini (1625-1712) olmuştur. Flamsteed’den sonra Greenwich’e Edmund Halley (1659-1742) gelmiş, kuyruklu yıldızların yörüngelerinin çok büyük, basık elipsler olduğunu göstermiştir. St. Helena’da, on yıllık bir çalışma ile, ilk defa güney yarımküresinin yıldızlarının haritasını yapmıştır. Halley’in uzun basık yörüngesi, gök cisimlerinin eş merkezli daire yörüngeler çizdiği teorisini de yıkmıştır.

Samanyolu’nun dikkatle incelenmesi neticesinde William Herschel (1732-1822) yıldızların yeni bir dağılışını tesbit etti. 1918’de Harlow Shapley yıldız sisteminin merkezinin güneş olmadığını ve hatta güneşin merkezden otuz beş ışık yılı uzakta olduğunu iddia etmişti.

Kainatın (evrenin) merkezi, güneşin de içinde bulunduğu, samanyolu diye bilinen büyük bir yıldız grubu veya galaksi olarak kabul edildi. Merkezi galaksi görüşü sonra terkedildi. 1924'te Edwin Hubble (1889-1953) Andromeda nebulasının gerçekten bir gaz ve toz bulutu olmadığını, fakat samanyolundan iki milyon ışık yılı uzakta bir galaksi olduğunu ileri sürdü. Neticede birçok yıldız sistemi ortaya çıkarıldı. Diğer galaksilerden  gelen ışığın atreoskopik çalışmalarının başlatılması neticesinde uzaktaki galaksilerin hepsinin bizim galaksimizden uzaklaştığı anlaşıldı. Bu durumda bir süre Samanyolu’nun kainatın merkezi olduğu faraziyesi kabul gördü. Fakat astronomlar böyle faraziyelere güvenilemeyeceğini öğrenmişlerdi. İzafi mekaniği (fizikte cisimlerin hareketleri ile ilgili olayları inceleyen ilim) gelişmesi ile kainatın hakikatle her galaksiden aynı şekilde görüldüğünü ortaya çıkardı.

Öte yandan güneş sisteminin orijini (kaynağı) hakkında ilk teori, "gaz bulutu hipotezi" Alman filozofu E. Kant (1724-1804) tarafından ortaya atılmış ve Fransız astronom ve matematikçisi P.S Laplace tarafından detaylı bir şekilde geliştirilmiştir. Bu teoriye göre güneş ve gezegenler önce disk şeklinde dönen dev bir gaz bulutu halindeydi. Gezegenler de yıldızların çekim kuvvetiyle güneşten kopan parçalardan meydana gelmişti. Fakat daha sonra gezegenlerin soğuk taneciklerin birleşmesinden meydana geldiğini kabul eden teoriler ortaya atıldı. Giderek bu konu astronomiye fiziğin tatbikine imkan verdi ve yıldızların fiziksel incelenmesi, Astrofizik (gökfiziği) bilim dalını ortaya koydu.

Modern astronomi: Modern astronomi, modern teknolojinin gelişmesine paralel olarak ilerledi. Çünkü medern astronomların keşifleri, cihazlarda bir ilerleme olmaksızın geliştirilemezdi. Mesela, yıldızların içinin ayrıntılı modelleri hızlı kompütürler olmaksızın tesbit edilemezdi. Yeni dev teleskoplar, hassaslığı gittikçe artan cihazlar ve yörüngelerde dönen kozmik uydular gelecekte daha hızlı ilerleme vaad etmektedirler. Modern astronomi, kabaca birçok genel konulara ayrılabilir. Güneş, güneş sistemi, yıldız içi ortamı, galaksiler ve galaksi harici sistemler gibi.

Modern astronominin teknikleri: Modern astronominin temel teknikleri, astronometri, fotometri ve spektroskopi’dir.

Modern Astronominin Dalları

Astrofizik: Gök cisimlerinin terkibini, enerji kaynaklarını ve spektrumlarındaki enerji dağılımını      inceler.

Gök mekaniği: Gök cisimlerinin hareketlerinden doğan olaylarla ilgilenir.

Kozmoloji: Evrendeki galaksilerin genel dağılımını ve bunun sebeplerini araştırır.

Astronometri: Gök cisimlerinin pozisyonlarının doğru olarak gezegenlerin ve yıldızların hareketleriyle, yıldızların uzaklığıyla ve bu çalışmalardan elde edilebilecek herhangi bir bilgiyle ortaya konulmasıdır.

Fotometri: Tam spektroskopi diye de adlandırılabilir. Uzaydan gelen radyasyonun yoğunluğunu ölçer.

Spektroskopi: Gök cisimlerinden radyasyon çıkışına daha ayrıntılı bakmaktır.

Astronomların Kullandığı Başlıca Aletler

Optik teleskop: Astronomide çok eskiden beri tanınan bu alet, yeryüzü platformlarından gök cisimlerinin gözlenmesinde kullanılır. Son zamanlarda yalnız güneş sistemi gezegenlerinin değil, andromeda gibi çok uzaktaki galaksilerin bile rahatlıkla gözlenebildiği dev optik teleskoplar yapılmıştır.

Radyo teleskop: Modern astronominin en önemli buluşu sayılan bu alet, gök cisimlerinin yaydığı radyasyonun incelenmesinde kullanılır. Uzayın kulağı diye adlandırılan bu alet sayesindedir ki, varlıkları ancak yaydıkları radyo dalgalarıyla anlaşılabilen pulsar ve quasarların keşfi mümkün olabilmiştir.

Tayfçeker: Gök cisimlerinin sepektrumlarının belirlenmesinde kullanılan bir alettir.

Fakat, günümüz modern astronomlarının kullandığı bütün cihazlar bunlardan ibaret değildir. Dünyanın çevresinde dönen yapma uydulardan, mikrobilgisayarlara kadar sayısız modern techizat artık modern astronominin emrine girmiş bulunmaktadır.

Astronominin Başlıca Çalışma Sahaları

Güneş:Astronomik çalışmaların ilk safhası en yakın olan güneştir. Teleskobun keşfinden binlerce sene önce Çinli astronomlar güneşteki lekeleri tesbit etmişlerdi. Harun Reşid zamanında, on dört ve on beşinci asırlarda İslam alimleri de bu hususta önemli çalışmalar yapmışlardır. 16. yüzyılda Galileo küçük teleskobu ile bazı tesbitler yapmıştır.

Günümüzdeki astronomik araştırmalar, büyük ölçüde, güneşin radyasyon ve magnetik alanı ile dünyanın magnetik alanı ve atmosfer arasındaki etkileşimi incelemektedir. Gerçekte Güneş, yıldızlar hakkında detaylı bilgi alabilmek açısından oldukça önemlidir. Çünkü bize en yakın yıldız güneştir.

Güneş spektrumunu inceleyerek, güneşi meydana getiren elemanların sıcaklığını tesbit etmek mümkün olmaktadır. Güneş genel olarak dört bölümde incelenir.

Güneşin içi: Gotosferin altında enerjinin konveksiyon yoluyla dışarıya iletildiği geniş bir bölge vardır. Bu bölgenin altında enerjinin dışarıya radyasyonla iletildiği diğer bir geniş bölge bulunmaktadır. Güneşin çekirdeğinden gelen enerji, hidrojen atomlarının helyum atomlarına dönüşmesiyle nükleer füzyon sonucu meydana gelir. Radyasyon ve konveksiyonla enerjinin dönüşümü ve nükleer reaksiyonlar günümüzde teknik ve tecrübi astronominin uğraştığı konulardır.

Güneş rüzgarı: Korana akımının dış sınırı herkesin tahmin edebileceği gibi çoğunlukla nasıl tanımlandığına bağlıdır. Korana akımının ötesinde devamlı dışa radyasyon ve elektirik yüklü parçacıkların akışı vardır. Bazan kromosferdeki patlamalar esnasında küçük parçacıkların oluşturduğu büyük bulutlar güneşden ayrılır. Devamlı radyasyon ve parçacıklarının akımı arasıra bu bulutlarla birlikte güneş sisteminin derinliklerine doğru, güneşin manyetik alanının çekilmesini takibeden güneş rüzgarlarını meydana getirir.

Fotosfer:Güneşin görünen yüzüdür. Bu tabakada meydana gelen lekeler, güneş incelemelerinin ana konularından birini teşkil eder. Güneş lekeleri büyük faaliyetlerin vüku bulduğu bölgelerdir. Kendilerini çeviren fotosferden daha serindirler. Bunlar güneşin genel magnetik alanıyla ilgilidirler. Sözü edilen bölgelerde magnetik alanın şiddeti yüksektir. Güneş lekelerinin sayısının artarak maksimuma erişmesi ve daha sonra tekrar azalması şeklinde gözlenen leke periyodu yaklaşık on bir yıl sürmektedir.

Maksimum faaliyet sırasında sık sık dünyanın atmosferine de tesir eden jeomağnetik fırtınalara sebeb olan büyük bir radyasyon akışı mevcuttur. Bu radyasyon akımları insanlı uzay yolculuklarından radyo dalgalarına kadar birçok şey için zararlı olduğundan güneş lekeleri dikkatle izlenmektedir.

Kromosfer ve korona: Fotosferin ve güneş atmosferinin üstünde kromosfer bulunur. Bu bölge çok şeffaf olup, üstte bulunan koronaya kadardır. Birinci beyazı olan korona, güneş tutulması sırasında en iyi bir şekilde görülür.

Koronanın sıcaklığı çok yüksektir. İçindeki madde iyonize olarak bulunur. Koronadaki sıcaklığın enerji kaynağı, güneş fiziğinin en önemli problemlerinden biridir.

Güneş sistemi: Sistemin doğru yapısı Endülüslü büyük bilgin Nureddin el-Batruci’nin helyo-sentrik gezegen sistemi teorisini geliştiren Kopernik tarafından çözülmüştür. Onun teorisi giderek gerçeğin birer parçası olunca, astronomlar ilgilerini daha çok güneş sistemindeki gök cisimlerinin fiziksel özelliklerine yönelttiler.

Ay, Dünya ve gezegenler: Ay konusunda cevaplandırılması beklenen birçok soru vardır. Mesela, Ay ve Dünya meydana gelişlerinden itibaren iki gezegenli bir sistem midir veya Ay, jeolojik zamanlarda Dünya’dan ayrılmış bir parça olabilir mi veyahut Dünya’nın çekim kuvvetine kapılmış bir gezegen midir? gibi.

Dıştaki gazlı gezegenlerle karşılaştırıldıklarında, bunların yapısının Dünya gibi oldukça yoğun olduğu görülür. İç gezegenler hakkında son yıllarda çok ilgi çekici bilgiler elde edilmiştir. Venüs’ün atmosferindeki büyük karbondioksit kuşağının sebeb olduğu sera tesiriyle, bu gezegenin yüzey ısısının çok yüksek olduğu anlaşılmıştır. Hatta bir uzay ilim adamının ortaya attığı tezde Venüs atmosferinde patlatılacak birçok hidrojen bombasının gezegenin atmosferindeki karbondioksit kuşağını parçalayınca, gezegenin yüzeyine nüfuz eden güneş ışınlarının artık dışarıya yansıyıp sera etkisinin kaybolacağı ve bu suretle yüzey ısısının büyük ölçüde düşeceği ileri sürülmüştür. Amerikalıların Mars’a gönderdiği Mariner aracının yolladığı fotoğraflarda, bu gezegenin yüzeyinin Ay’daki gibi kraterlerle kaplı olduğu tesbit edilmiştir. Aynı araç, Mars’ın eğer bir manyetik alanı varsa, çok zayıf olması gerektiğini ve güneşten gelen yüklü parçacıklarla bombardımandan Mars’ın yüzeyini korumada çok az faydası olduğunu belirlemiştir. Ayrıca gezegenin yüzeyinde atmosfer basıncı Dünya’dakinin yüzde biridir. Dış gezegenlerden Jüpiter üzerinde yoğun araştırmalar yapılmaktadır. Yapısı ağır gazlardan teşekkül etmiş bu gezegen, kuvvetli manyetik alanı ve şiddetli iç ısısı ile dikkati çekti. Bu yüzden de Jüpiter'in orijini ve tabiatı hakkında bir hayli tartışmalar olmuştur.

Diğer gaz yapılı gezegenler; Satürn, Uranüs ve Neptün, Jüpiter kadar yoğun incelenmemiştir. Güneş sisteminde bilinen en uzak gezegen olan Plüton modern astronomi için başka bir muammadır.

Kuyruklu yıldızlar: Kuyruklu yıldızların donmuş su, metan, amonyak ve diğer gazlarla birlikte bir miktar katı döküntülerden meydana geldiği düşünülmektedir. Böyle küçük döküntü yığınları güneş sisteminin gözle görülebilir hudutları dışında meydana geleceği için, güneşin çekim kuvvetiyle tutunacağı tahmin edilmektedir. Gezegenlerin sebeb olduğu düzensizlikler bazan bu metallerin bir kısmının güneşe doğru kuyruklu yıldız şeklinde sapmasına sebeb olur.

Eğer bu fikirler doğruysa, güneş sistemini meydana getiren orijinal materyalın  bir kısmı kuyruklu yıldızlarda mevcuttur. Aynı zamanda güneş sisteminin dışındaki böyle nesnelerin nümuneleri uzun süreler boyunca uzayın büyük bir bölümünün önemini anlatacaktır. Bu yüzden kuyruklu yıldız materyalinin ayrıntılı incelenmesi, astronomlar için  büyük bir önem taşır. Çünkü bu çalışmaların başarıya ulaşması, güneş sisteminin orijininin ve tekamülünün açıklanması demek olacaktır.

Yıldızlar: Astronomi çalışmalarının ikinci önemli sahası Samanyolu ve diğer galaksileri meydana getiren yüz milyarlarca yıldızın incelenmesidir. Eski çağ Avrupalıları yıldızları gök kubbede asılı küçük ışıklar sanırlardı. Yunan astronomları yıldızları güneşler olarak değerlendirdi. Daha sonraki yıldızların kızgın gaz tabakalarından meydana  geldiği tesbit edildi ise de, insanoğlu son zamanlara kadar yıldız enerjisinin kaynağını öğrenememiştir.

Bütün bunlardan başka astronominin ilgilendiği önemli konulardan biri de kuasarlardır. Büyüklük ve uzaklık bakımından uzaydaki en büyük gök cisimleri olarak tahmin edilen kuasarların varlığı, ancak yayınladıkları radyo dalgalarıyla tesbit edilebilmiştir. Kuasarların büyüklüğü hakkında değişik tahminler yapılmıştır. Hatta bu dev gök cisimlerinin bir galaksi kadar büyük olduğu bile ileri sürülmüştür.

Astronomi uydusu IRAS 1983 yılı içinde uzaya gönderilmiş, hala dünya çevresinde 906 km yükseklikte dönmektedir. Bir turunu 103 dakikada tamamlayan uydu, her döndüğünde gökyüzünün bir dilimini taramaktadır. Bu esnada elde ettiği bilgiler yeryüzündeki  bilgisayarlara kaydedilmektedir. IRAS ile şimdiye kadar 200.000’den fazla gök cisminin gözlemi yapılarak beklenilenden daha fazla bilgi elde edilmiştir. Başlıca mühim bilgiler: Dünyaya yakın en az beş yeni kuyruklu yıldızın bulunduğu, Güneş’e en yakın gezegen olarak bilinen Merkür’den daha içerde Güneş çevresinde dolanan 2 km çapında mini bir gezegenin varlığı, Mars’la Jüpiter gezegenleri arasında yer alan asteroid kuşağında, 100 milyon km genişliği olan bir alanda yaygın ince tozların bulunması, yıldızlar arası uzayda pekçok bulunan ve kendi içinde burgu halinde dönen toz bulutlarının varlığı, gezegen sistemlerine sahip olabilecekleri düşünülen 50 civarında yıldızın tesbit edilmesi.

Bize en yakın yıldızların bile gezegen sistemlerinin var olup olmadığını doğrudan tesbit etmek, Dünya yüzeyindeki gözlem aletleriyle mümkün değildir. Zira en büyük gezegen Jüpiter en yakın yıldızlardan gözlendiğinde, Güneş’in toplam ışığının bir milyarda birbuçuğunu yansıtır. En güçlü teleskopun bile, Güneş’in ışığı ile Jüpiter’in yansıttığı ışığı ayırt etmesi, imkansızdır. Astronomi uydusu Dünya atmosferinin dışında dolandığından gerekli bilgileri toplıyabilmektedir. 1990 yılında bir uzay mekiğiyle uzaya gönderilen ve dünya çevresinde bir yörüngeye oturtulan Hubble Uzay Teleskobu astronomi biliminde büyük ufuklar açmıştır. Son derece gelişmiş bir cihaz olan bu teleskopla milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki galaksiler ve kuasarlar rahatlıkla gözlenebilecek ve bir manada astronomi yeniden yazılmaya başlanacaktır.

Yirmi birinci yüzyılda uzay gemileri ile gök kubbemizin keşfi hızlandıkça ve Dünyanın çevresinde dönecek büyük uzay istasyonlarından çok daha geniş ve doğru bilgiler elde edildikçe, astronomi ilmi daha çok gelişecek ve bir yerde tahmine dayanan bilgiler artık tecrübelerle sabit olacaktır.

Başka bir ifade ile astronomi, gelecek yüzyılların coğrafyasıdır. Astronomiden Kur’an-ı kerimde de bahsedilmekte, insanların dikkatleri çeşitli ayetlerle yıldızlara, göklere, gök cisimlerine vb. çekilmektedir. Kur’an-ı kerimin birçok yerlerinde mealen; “Sizden evvel gelip geçenlerin hayatlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları ve kendinizi inceleyiniz. Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hakimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız.” buyurulmaktadır.

Yine Kur’an-ı kerimin birçok yerinde, inanmayanlar, neden akıllarını kullanmadıkları ve neden yerleri, gökleri ve kendilerini inceliyerek düşünmedikleri ve böylece imana kavuşmadıkları için azarlanmaktadır. Daha önceki asırlarda yaşıyan müslümanlar bu emirlere uymak için ilme çok ehemmiyet vermişlerdir. Özellikle astronomi üzerinde çok çalışmışlardır.

ASTRONOT

Alm. Weltraumfahrer (m), Fr. Astronaute, İng. Astronaut. Uzaya gönderilen araçları kullanmak ve gerektiğinde uzayda ve dünya dışı gökcisimlerinde yürümekle görevlendirilen insan, uzay adamı. Astronot deyimi bilimsel literatüre 1959 yılında başlayan uzay çalışmalarıyla girmiştir. Ruslar ise astronot karşılığı olarak kozmonotkelimesini kullanırlar. Uzaya fırlatılan ilk araçlarda insan bulunmuyordu. Bu insansız uzay araçları yeryüzündeki üslerden idare ediliyor ve hareketleri tamamen elektronik haberleşme sistemleriyle ayarlanıyordu. Dünyamızın etrafında yörüngeye oturtulan uydulardan Venüs ve Mars gibi uzak gök cisimlerine gönderilen araştırma sondalarına kadar bir çok uzay aracı bu sınıfa girer.

Altmışlı yılların başında insanlı uzay uçuşları başlatılınca, Yuri Gagarin ve Alan Shepard uzaya giden tarihin ilk astronotları oldular. Yuri Gagarin "Vostok", Alan Shepard Freedom-7 adı verilen ve günümüzde pek ilkel kabul edilen uzay araçlarıyla, yüzlerce kilometre yükseklikte dünya çevresinde dönmüşlerdi. Önceleri uzaya sadece bir astronot gönderilirken, "Gemini" projesiyle iki ve hatta üç uzay adamı birden uzaya fırlatıldı. Altmışlı yılların sonunda bütün bu çalışmalar Apollo programıyla zirveye çıktı ve dünya tarihinin en büyük olaylarından biri gerçekleşti. Ay'a insan göndermeyi hedefleyen bu proğram, Apollo 11 projesiyle başarıya ulaşınca, Astronot Neil Armstrong, Ay'a ilk defa ayak basan insan ünvanını kazandı. Armstrong'u Edwin Aldrin takip etti. Günümüzde astronotlar uzay mekikleriyle birçok defa uzaya gidip gelebilmekte ve dünya çevresinde dönen uzay laboratuvarlarında her çeşit deney yapabilmektedir. Rusu kozmonotu Romanenko, uzayda 326 gün kalarak ulaşılması güç bir rekor kırmıştır. Ancak Rus uzay adamı dünyaya dönen uzay kapsülünden sedye ile çıkarılmıştı. Kozmonot kalsiyum eksikliği ve kas erimesi yüzünden ayakta duramayacak hale gelmişti.

Astronotlar bir hayli uzun süren tecrübe ve testler sonucu seçilmektedirler. Çeşitli tıbbi testlerden geçen tecrübeli pilotlar, havasız ve ağırlıksız ortamlara uyum gösterebilmekten, sessizlik odalarına, psikolojik testlerden özel uçuş denemelerine kadar sayısız imtihana tabi tutulmakta ve başarılı olanlar astronot olmaya hak kazanmaktadır. Apollo projesi gibi çok önemli uzay uçuşlarında görev alacak astronotlar ise daha önce dünya çevresine kadar uzanan uzay uçuş tecrübesinden de geçirilmektedir. Mesela Apollo 11'in astronotları Armstrong, Aldrin ve Collins, Ay yolculuğuna çıkmadan yıllarca önce Gemini roketleriyle uzaya fırlatılmışlardı.

Son yıllarda bilim adamları, öğretmenler ve hatta sade vatandaşlar arasından da astronot yetiştirilmektedir.

Astronotların her şeyden önce, beden ve özellikle ruhi bakımdan da son derece sağlıklı olmaları gerekir. Çünkü zaman zaman kendi ağırlığının 15 katına eşit basınçlara dayanabilecek, dünyadan binlerce kilometre uzaktayken içinde bulundukları araçta meydana gelebilecek tehlikeli bir arıza karşısında bile paniğe kapılmayıp, soğukkanlılığını korumasını bilecektir.

Uzaya giden bir astronot için giydiği özel elbise, onu uzaya taşıyan roket kadar büyük bir önem taşır. Çünkü bu özel elbise olmadan astronotların ne uzayda ne de ay üzerinde veya herhangi bir gezegende yürümeleri ve bir araçtan ötekine geçebilmeleri mümkün değildir. Çünkü uzayda atmosfer olmadığından, başka türlü nefes alamazlar ve basınçsızlıktan kanlarının dışarı fırlamasını engelleyemezler. Ayrıca bu elbiseler onları şiddetli sıcak ve soğuklardan muhafaza ettiği gibi, tehlikeli radyasyonlardan ve minik göktaşlarından da korur.

Bu çok özel uzay elbisesi iç içe tam 15 kattan meydana gelmiştir. Bu katlar içinde yer alan bazı cihazları sayacak olursak yeterli bir fikir vermiş oluruz:Oksijen tüpü, soğuk su dolu tüp ve su pompası, telsiz, sağlık araçları kontrol cihazı, uzay iç çamaşırı, çevresinde dolaşan incecik soğuksu boruları ve basınç ayar tertibatı.

İnsanoğlu Mars gibi uzak gezegenlere ulaştığında, uzay elbiseleri daha da gelişecek, yeni şartlara göre daha da mükemmelleşecektir. Milyonlarca kilometre uzaklıktaki bu gezegene yapılacak yolculuk aylarca sürebilecek ve bu yolculuğa çıkan astronotların ilk olarak çok sıkı psikolojik testlerden geçmesi gerekecektir.

Bir uzay bilimcinin deyimiyle, Mars yolcusuyla ölüm arasında uzay aracının duvar kalınlığı kadar mesafe vardır. En yakınındaki tam teşekküllü hastane, milyonlarca kilometre uzaklıktadır. Uzay gemisinin pencerelerinden dışarıya baktığında dünya simsiyah uzayda bir nokta gibi görünmektedir.

Fakat her şeye rağmen güneş sistemini keşfe çıkan astronotların karşılaştığı zorluklar, Arabistan sıcaklarına alışmış ilk Müslümanların Anadolu ve Kafkasları fethederken karşılaştıklarından fazla olmayacaktır.

ASUR

Alm. Asuren, Fr. Assyrie, İng. Assyria. M. Ö. 3000 yıllarından M. Ö. 612’ye kadar Dicle’nin batı kıyısındaki Asur şehri merkez olarak kurulan ve gittikçe genişleyen bir devlet. Bu devlet zamanla Mezopotamya, Elam, Suriye ve Mısır’a hakim oldu. Asur Devleti istiklalini kazanmadan önce Sümer, Akkad, Subar, Kut ve üçüncü Ur hanedanı hakimiyeti altında kaldı. Sonradan gelen Sami kavimleri yerli kabilelerle kaynaşarak Asurluları meydana getirdiler.

Asur tarihinde beş devlet kuruldu. Bunlar eski, orta ve yeni Asur çağlarında  hükümran olmuşlardır.

Eski Asur çağı: Bu çağ M.Ö. 2100-1800 yılları arasındadır. Kral İllusuma (M.Ö. 2000) Asurluları müstakil bir devlete kavuşturdu. Kendinden sonra da İrisum ve İkunum bağımsızlığı sağlamlaştırarak memleketi imar ettiler. Bunlardan sonra Asurlu Birinci Sargon, devletin sınırlarını doğuya doğru iyice genişletti ve Anadolu ile olan ticareti geliştirdi. Bu çağa ait tarihi bilgiler ancak kazılarda bulunan eserlerden öğrenilmektedir.

Orta Asur çağı: Asur’un siyasi ve kültürel bakımdan hayli değişik olan bir çağıdır. Asur Kralı Asur-Uballit, eski Asur çağının sonlarında Babil ve Mitanni krallıklarının nüfuzu altında kalmış olan devletini bunlardan kurtardı. Hititlerle birlik olup, Mitanni Krallığını ortadan kaldırdı. Kendisinden sonra hükümdar olan Enlil-Narasis (M.Ö. 1340-1326), Adadnararis (M.Ö. 1310-1281), Birinci Salamannasar (M.Ö. 1280-1256), Birinci Tukulti Ninurta (M.Ö. 1255-1218) zamanlarında Asur büyümeye, yükselmeye devam etti. Ancak bir müddet sonra durgunluk devresine girdi. Bu devirde Babil’le devamlı mücadele halinde olan Asur, Babil’e vergi verir duruma geldi. Ancak, Aşşur Reş-işi (M.Ö. 1149-1117) Tıglatpileser-I (M.Ö. 1117-1090) Asurluları tekrar büyük devlet haline getirdiler.

Orta Asur çağı uzun bir süre devam etti. Hukuk, kültür ve dil alanlarında daha çok Babil etkisinde kalmıştır. Bu devrin en büyük özelliği, gelenek halinde yürürlükte olan hukuki esasların, M.Ö. 1100 yıllarında bir hukuk kitabı halinde derlenmesidir.

Yeni Asur çağı: Bu çağda devleti idare eden hükümdarlar orta Asur çağından beri devam eden hanedanın soyundandırlar. Bunlar kısa aralıklar dışında imparatorluğu geliştirmişlerdir. Bu devir devamlı toprak kazanma ve savaşların olduğu bir devirdir. Bu zamanın ünlü kralı olan Asurbanipal zamanında savaşlar devam ederken kültür alanında büyük gelişmeler görüldü. Bu hükümdarın eski eserleri toplayarak meydana getirdiği kütüphane, bir çok eserin günümüze kadar gelmesini sağladı. Ancak Asur’un bu ihtişamı kısa sürdü. Ülke, Asurbanipal’in ölümünden sonra Med, Babil ve diğer devletlerin hücumuna uğradı (M.Ö. 612). Son defa toplanan Asur kuvvetleri Harran Ovasında düşmanla olan mücadeleyi kaybederek yenildi ve imparatorluk tarihe karıştı.

Asurluların dilleri eski Sami dilinin bir koludur. Kullandıkları çivi yazısını Samilerden önce Irak’ın güneyinde yerleşen Sümerlilerden öğrendiler. Irak topraklarında bir yıldan fazla Samilerle beraber bulunan Sümerlilerin Asur edebiyatı üzerinde büyük tesirleri olmuştur.

Asurlular devamlı münasebette bulundukları devletlerin sanatlarının tesiri altında kalmışlarsa da, kendilerine has milli özellik gösteren bir karakterleri vardır. Sanat, İmparatorluğun yükselmesine bağlı olarak gelişmiştir. Asur'da belli başlı yapı tiplerinin önemlileri, özel evler, saraylar, tapınaklar ve kalelerdir. Özel evler, ortada büyükçe bir holün etrafında yer alan büyük odalar şeklindedir.Saraylar ise evler topluluğuydu. Asurlular puta taptıklarından tapınaklara özellikle önem verirlerdi. Kaleler çok kalın yapılır ve ayrıca takviye edilirdi. İç ve dış kale olmak üzere iki kale bulunur ve bunlara belli aralıklarla kule konurdu.

Bugüne kadar yapılan kazılardan ele geçen eserlere göre Asurlular pekçok sanat kolunda ileri gitmişlerdir. Boyalı çanak ve çömlekler, taş kaplar, çeşit çeşit mühürler, aletler, eşyalar, silahlar, maden sanat eserleri kazılarda  bulunanlardan bazılarıdır.

ASYA

Alm. Asien, Fr. Asie, İng. Asia. Dünyanın en büyük kıtası. Doğuda Pasifik Okyanusu, kuzeyde Kuzey Buz Denizi, güneyde Hint Okyanusu, batıda Avrupa kıtası ile çevrilidir. Avrupa kıtası ile olan sınırı kesin tespit edilmiş değildir. Eskiden Don Nehri, Asya ile Avrupa arasında sınır olarak kabul edilirdi. Daha sonra Ural Dağları sınır olarak kabul edilmeye başlandı. Bugün bu kabul yaygın ise de, Ruslar bu sınırın Ural Dağlarının doğusunda bulunan Ob kıvrımlı dağlarında olduğu iddiasını ileri sürmektedirler. Afrika ile, Süveyş Kanalı vasıtasıyla ayrılan Asya kıtasının, Okyanusya kıtası ile olan sınırı da Avrupa ile olan sınırı gibi ihtilaflıdır. Asya ile Okyanusya arasında bulunan irili ufaklı pekçok ada, bu sınırın tespitinde mesele olmaktadır. İşte bu sebeptendir ki kıtanın yüzölçümünü bildiren rakamlar 43,7 milyon km2 ile 44,7 milyon km2 arasında değişmektedir. Doğu-batı uzunluğu yaklaşık olarak l0.000 km, kuzey-güney uzunluğu ise 8300 kilometredir.

Dünyadaki kara parçalarının yaklaşık üçte birini teşkil eden kıta, nüfus bakımından da dünya nüfusunun yarısından fazlasını üzerinde barındırır. Her ırktan insanın ve her nevi iklimin bulunduğu kıta, genel olarak dört coğrafi bölgeye ayrılır: a)Kuzey Asya, b) Orta Asya, c) Güney Asya, d) Ön Asya (Anadolu, İran, Arabistan, Suriye, Lübnan...)

Tarihi

Asya kıtasının tarihi, tarih öncesi devirlere uzanmaktadır. Çeşitli kazılar ve arkeolojik araştırmalar neticesinde ele geçen iskelet, çömlek ve diğer eşyalar üzerinde yapılan incelemelerden insan neslinin bu kıtada, diğer kıtalardan çok daha önceleri var olduğu, türlü medeniyetler kurdukları ve ilk insanın bu kıtada ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Kur'an-ı kerimde de ilk insan ve ilk peygamber olan Adem aleyhisselamın yasak edilen meyveden unutarak, önce hazret-i Havva'nın ve sonra kendisinin yemesini müteakib, Cennet'ten çıkarılarak, yeryüzüne indirildiği; Adem aleyhisselamın Hindistan'da Serendip (Seylan) Adasına, hazret-i Havva'nın da Cidde'ye bırakıldığı ve iki yüz sene ağlayıp yalvarmalarından sonra tövbe ve duaları kabul edilerek Arafat ovasında buluştukları ve bunlardan çoğalan insanların Asya kıtasından yeryüzüne dağıldıkları haber verilmektedir.

Kıtanın tarihi, coğrafi bölgeleriyle ilgilidir. Orta Asya'nın bilinen ilk devleti Hun Devletidir ki, 500 sene hüküm sürdükten sonra dağıldılar. Meşhur Orta Asya göçleri meydana geldi. Çeşitli Türk devletlerinin hakim olduğu bölge halkı, Moğol İmparatoru Cengiz'in istilası neticesinde batıya göç etmek mecburiyetinde kaldı. Cengiz'in ölümünden sonra biraz azalan Moğol mezalimi daha sonra, Timur Hanın (1370-1405) başa geçmesiyle adalete dönüştü. Timur Han, İslamiyetin adaletini Anadolu'dan Pasifik Okyanusuna kadar yaydı. Kurulan Gürganiyye Devleti 19. asra kadar devam etti. Daha sonra Gürganiyye Devleti İngilizlerin fitne ve fesadı ile yıkıldı. Ruslar, Orta Asya'yı; Çin ise Moğolistan, Doğu Türkistan, Tibet ve Çungarya'yı istila ettiler. Sovyet Cumhuriyetler Birliği yirminci asırda parçalandı ve Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Hindistan'da bilinen ilk büyük krallık M.Ö. 582 senelerinde Saisunagalar tarafından kurulmuştur. Büyük İskender'in M.Ö. 327'de istila ettiği Hindistan'da, bu zamanların en büyük devletini Budistler kurdular. Sekizinci asır başlarında (711) Müslümanlar buralara kadar gelerek İslamiyeti yaydılar. Uzun zaman bu beldeye hakim olarak devletler kurdular. Son İslam devletinin yıkılmasından sonra başta İngilizler olmak üzere bazı devletlerin sömürgesi olan Hindistan, ancak 1947 yılında bağımsızlığına kavuşabildi.

Doğu Asya'da, tarihi en iyi bilinen memleket Çin'dir. Tarihi hakkında bilinen en eski bilgiler M.Ö. 1050 senelerine kadar uzanmaktadır. Çeşitli medeniyetlerin kurulduğu Çin, Ön Asya'daki Mezopotamya'ya benzemektedir. 1854 senesine kadar dışarı ile (Çin hariç diğer ülkelerle) irtibatı olmayan Japonya hakkında fazla bir bilgi elde edilememiştir.

Ön Asya tam manasıyla medeniyetlerin beşiğidir. M.Ö. Mezopotamya'da Akkadlar, Sümerler, Babil, Hititler, Asurlar, Persler zamanımıza kadar eserleri kalabilen medeniyetler kurmuşlardır. Perslerden sonra kurulan Roma İmparatorluğu ve devamı olan Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu)bölgeye hakim oldu. İslamiyetin Mekke'den bütün dünyaya yayılmaya başlamasıyla birlikte bütün devletler ve medeniyetler yerini İslam devletlerine ve İslam medeniyetine bıraktı. Peygamber efendimiz zamanında başlayan ve büyük boyutlara ulaşan İslamiyetin yayılması ve insanların hak dini öğrenmeleri, Hulefa-i raşidin (4 büyük halife) Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar devrinde bütün dünyaya ulaştı. Atlas Okyanusundan Çin'e kadar, Hindistan'da Pencap'a, kuzeyden güneye her yere İslamiyetin adaleti, huzur, emniyet ve saadeti götürüldü. Birinci Dünya Savaşına kadar Osmanlıların ve Müslümanların elinde bulunan Ön Asya, çeşitli entrika ve harplerle parçalandı. Bu işte en büyük rolü İngilizler ve onlarla içli dışlı olup birlikte hareket ederek Ortadoğu'yu ele geçiren bölücü gruplar oynadı.

Fiziki Yapı

Kıtanın jeolojik yapısı üçe ayrılır: Yaşlı kayalardan meydana gelen birinci tabaka, genç kayalardan meydana gelen ikinci tabaka ve 10 ila 70 milyon yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen üçüncü jeolojik zamana ait kıvrımlardan meydana gelen üçüncü tabaka. Yaşlı kayalar; Sibirya, Çin, Arabistan ve Hind yarımadalarını meydana getirirler. Genç kayalar; Ural Dağlarından başlayıp bir S harfi şeklinde Gobi Çölünü geçerek Malezya ve Borneo'da son bulurlar. Üçüncü jeolojik zamana aid genç kıvrımlar; Türkistan'dan başlayıp, Tibet Yaylasına ve Himalayaları meydana getirdikten sonra Sumatra adalarına kadar uzanırlar. Bu kıvrımlarda birleşen yüksek dağlar, Asya'nın yüzey şekilleri bakımından en dikkati çeken yerleridir. Kafkas Dağlarının bazı tepeleri 5600 metreyi geçer. Pamirlerde, Hindikuş ve diğer dağların birbirine en çok yaklaştıkları noktada yükseklik 6100 metreyi aşar. Karakurum, Tienşan, Kunlunşan, Himalayalar belli başlı dağ silsileleridir. Himalayalar en önemli sıradağlardır. Yükseklikce fazla olmasının yanında geniş Hint ovalarının ardından birdenbire yükselmeleri dikkati çeker. Kançencanga Dağının yüksekliği 8585 m olup, kavurucu bir iklime sahiptir. Dünyanın en yüksek tepesi olan ve 8848 metreyi bulan Everest Tepesi de bu sıradağlardadır.

Üçüncü jeolojik zaman kıvrımları bulunan yerlerde sık sık depremler ve volkanik patlamalar olur. Türkiye, İran, Pakistan Japonya bu hat üzerinde olup, son senelerde buralarda meydana gelen depremler büyük zararlara sebeb olmuştur.

Dünyanın en yüksek ve en kalabalık dağ silsileleri arasında yine dünyanın en büyük yaylaları yer almaktadır. Bunlardan en meşhuru Tibet Yaylası ve Orta Sibirya Yaylasıdır. Doğu Türkeli Yaylası, Pamir Yaylası, İran Yaylası, Stannovay ve Andır yaylaları da önemli yaylalardır.

Akarsular yönünden oldukça zengin olan Asya'nın belli başlı akarsuları büyük alüvyon ovalarının meydana gelmesini sağlarlar. Sibirya'da Kuzey Buz Denizine dökülen İrtiş ve Yenisey ırmakları büyük bir alüvyon ovası meydana getirirler. Doğudan batıya uzanan bu düzlüğün uzunluğu 2400 kilometredir. Pakistan'daki İndus, Hindistan'daki Ganj ve Brahmaputra ırmakları, Çin'deki Hoank Ho ve Yang Çe ırmakları alüvyon ovaları meydana getiren büyük nehirlerdir.

Yenisey, Obi ve İrtiş ile Yang Çe, İndus, Hindistan'daki Ganj ve Brahmaputra en uzun ırmaklarıdır. Asya'da uzunlukları fazla, suları bol olan nehirlerden, sulama için suların depolanması ve hidroelektrik enerjisi te'mininde çok istifade edilir. Ayrıca tarım ve sanayinin ilerlemesinde geniş ölçüde faydaları olmaktadır. Nehir taşımacılığı gelişmiştir.

Kıtada önemli yaylaların ve ırmakların yanısıra, önemli ovalar da mevcuttur ki, bunlardan bazıları; Batı Sibirya Ovası, Ganj Ovası, Mezopotamya, Pencap, Çin ve Turan ovalarıdır. Hazar Denizi, kıtanın tek iç denizidir. Bazı coğrafyacılar Hazar Denizini göl olarak da kabul ederler. Aral Gölü, Baykal Gölü, Balkaş Gölü, Isık ve Van gölleri kıtanın önemli göllerinin başında gelirler.

İklim

Her türlü iklimin görüldüğü Asya kıtasını dört iklim kuşağına ayırmak en uygun yoldur. Bunlar; kuzey ve kuzeydoğu Asya, Orta Asya, güney ve güneydoğu Asya ile Akdeniz ve Ekvator bölgesidir. Kıtanın kuzeyinde bulunan Kuzey Buz Denizi ve Kuzey Kutbu, bölgenin iklimini tamamen etkiler. Deniz, senenin birkaç haftası haricinde don halindedir. Irmaklar ancak yazın iki üç ay akabilir. Kalan zamanlarda don halindedir. Kuzeyi teşkil eden Sibirya bölgesinde sıcaklık kışın -50 dereceye kadar düşmekte, yazın ise, en sıcak mevsimde ancak l5 dereceye çıkabilmektedir.Kuzey kuşaktan hemen sonra gelen Orta Asya sert bir kara iklimine sahiptir. Tibet Yaylasının Himalaya ve diğer dağ silsilelerinin bulunduğu bölgede sıcaklık farkları çok yüksektir.Kara ikliminin bir başka özelliği olan yağışların az olması da haliyle mevcuttur. Güney ve Güneydoğu Asya bol yağışlı ılıman Muson iklimine sahiptir. Yağışlar mevsimlere göre değişiklik arz etmekte olup, yağışlarda en büyük tesir, yazın denizden karaya esen muson rüzgarlarıdır. Kışın tam aksi istikamette, yani karadan denize doğru esen muson rüzgarları, Hindistan'dan çıkıp denizi aşarak, Japonya'nın üzerinden geçerken, Japon adalarına bol yağmur yağmasına sebeb olurlar.

Ön Asya'da Akdeniz kıyılarında bulunan bölgelerde, ılıman Akdeniz iklimi hüküm sürer. Yaz mevsiminde çok sıcak olan bu bölge kış aylarında ılıman ve bol yağışlı olur. Ekvator bölgesindeki adalarda ise, bütün sene boyunca ortalama sıcaklığı 27°C olan ekvator iklimi hakimdir. Asya kıtasının en sıcak bölgesi Arabistan ve Irak bölgesidir. Bağdat'ta yazın sıcaklık gölgede 50 dereceye kadar çıkar.

Her yönde olduğu gibi yağışlarda da büyük farklılıklar göze çarpar. Yağış ortalaması kuzeybatıdaki çöllerde sıfırdır. Cava, Sumatra, Borneo adaları ile Birmanya'nın bulunduğu güneydoğuda yağış ortalaması 3000 milimetreyi geçer. Akdeniz kıyıları genellikle kış aylarında bol yağış alır. Hindistan ve Birmanya'da yaz mevsimi boyunca devam eden yağışların arkasından sık sık kış kuraklığı gelir. Kurak mevsimin uzun olduğu bölgelerde mahsul yılda ancak bir defa ekilir. Yağışlar olmadığı zaman ekim yapılamadığından mahsul seneye kalmaktadır. Bu sebepten Hindistan ve Çin'de yağışların yetersiz olmasından dolayı zaman zaman büyük kıtlıklar olmuştur. Kurak mevsimin uzun olmadığı bölgelerde bir yılda iki defa mahsul alınabilir.

Tabii Kaynakları

Bitki örtüsü: Bitki örtüsü, tabii olarak iklime bağlı olduğu içindir ki, Asya kıtasının bitki örtüsü de iklimi ile çeşitlilik arz eder. Kuzey Buz Denizi yakınlarında, buz ve soğuktan dolayı sadece buzlar eridiği zaman ortaya çıkan yosun ve bir iki çeşit bitkiden müteşekkil bir bitki örtüsü mevcuttur. Hiç ağaç bulunmayan bu ovalık bölgede bulunan bu tip bitki örtüsüne "tundra" adı verilir. Tundra bölgesinin güneyinde Tayga denilen bölge yer alır. Meşe, çam, ladin vs. ağaçlarından meydana gelen bu balta girmemiş ormanlık bölge, kıtayı doğudan batıya bir yeşil kuşak gibi aşar. Bu Tayga bölgesinin güneyinde Orta Asya'nın tipik karakteri olan bozkırlar ve çöller şeridi uzanır. Bu şeridin güney sınırı olan Orta Asya dağ silsilelerinin akabinde bulunan Muson bölgesinde yaprak döken ağaçlar bol bulunur. Bu daha ziyade kıyı bölgeleridir.

Hayvanlar:Kuzey Buz Denizi kıyılarında ayıbalığı (fokbalığı), deniz ayısı, kutup ayıları ve bazı deniz kuşları bol miktarda bulunur. Sibirya ormanlarında ren geyiği, boz ayı, kurt, tilki, vaşak, kutup geyiği, sincap gibi orman hayvanlarına çok sayıda rastlanır. Bozkırlarında ceylan, karaca, at, deve, tarla faresi, dağ sıçanı, bıldırcın, bağırtlak, kırlangıç, çavuşkuşu gibi hayvanlar yaşar. Orta Asya çöllerinde ise kertenkele, yaban eşeği ve çöl geyiği gibi hayvanlar yaşamaktadır.Hindistan ve Çin, hayvan çeşidinin bol olduğu yerlerdir. Fakat ne yazık ki, bilgisizce ve usulüne uygun olmadan yapılan avlanmalar, çoğu hayvanın neslini tüketmiş, çoğunun ise tükenmeye yüz tutmasına sebeb olmuştur. Kaplan ve panda, nesli azalan hayvan türlerinin başında gelmektedir. Çakal, misk kedisi ve fravun faresi, yaygın haldedir. Hindistan'da maymun, geyik, karaca, Hint gergedanı, Hindistan filleri, kartal, tavuskuşu, papağan, sülün, yalı çapkını, turna, balıkçıl, timsah, kobra yılanı ve komoda başta gelen hayvan türlerindendir. Tropikal bölgelerde maymun çeşitleri boldur. Arabistan'da ceylan sürüleri meşhurdur. Arab atı, bu bölgeye mahsus dünyanın en iyi cins atıdır ve kıymetlidir.

Madenler: Maden bakımından oldukça zengin olan Asya kıtasında dünyada nadir bulunan uranyumdan, en bol bulunan kömüre kadar bütün madenler çıkarılmaktadır. Arabistan Yarımadasında, Sibirya'da ve Tibet Yaylasında petrol; Sibirya'da elmas, demir, petrol, kurşun; doğuda, altın, demir, mangan; Hindistan'da alüminyum, mika, mangan, demir; Pakistan ve Afganistan'da krom en önemli madenlerdendir.

Nüfus

Asya'nın 3 milyarın üzerinde olan nüfusu, dünya nüfusunun % 60'ını teşkil eder. Dünyanın en kalabalık kıtası ünvanına da sahiptir. Asya nüfusunun % 55'i Muson bölgesinde yaşamaktadır. Sibirya nüfus yoğunluğunun en az olduğu bölgedir. En fazla olduğu bölge kilometrekareye 1155 kişi ile Cava Adası, ikinci olarak 385 kişi ile Hindistan ve Çin'dir. Siyah, beyaz ve sarı ırkın herbirinden çok sayıda insan kıta üzerinde yaşamaktadır. Dünyanın en büyük şehirlerinin bulunduğu yerler Muson Asyasındadır. Tokyo ve Şanghay nüfus itibariyle dünyanın en kalabalık yerleri sayılabilir. Çin,Hindistan, Japonya nüfus yoğunluğu bakımından en kalabalık yerlerdir. Büyük şehirleri Pekin, Seul, Tokyo, Tiyenşan, Ankara, Delhi, Karaçi, Bağdat, Dakka, Bombay ve Şam'dır.

Ön Asya'dan, Hindistan'a kadar olan bölgede ve kuzey bölgelerde beyaz ırk, Güneydoğu ve Filipinlerde siyah ırk ve Orta ve uzak Doğu'da sarı ırk bulunur. Karma olan ırklar da bu kıtada mevcuttur. 40'tan ziyade ayrı devletin kurulu olduğu Asya kıtasında konuşulan diller de farklılık arz eder.

Ana dil ailelerinin hepsinin bulunduğu (Sami, Hind-Avrupa, Ural-Altay, Çin-Tibet)Asya, konuşulan farklı lisan çokluğu bakımından Amerika ve Afrika'dan sonra üçüncü kıtadır. Arapça, Türkçe, Rusça, Farsça, Çince, Japonca, Bengali, Hint lisanları kullanılan genel lisanlardır. Bunlardan Çince, dünyada en fazla kullanılan lisandır. Bundan sonra İngilizce gelmektedir. Dini inanışları da çok farklı olan Asya halkı, İslamiyet, Hinduizm, Budizm, Konfiçyüsizm, Taoizm, Şintoizm ve Hıristiyanlık dinlerine bağlıdırlar. Hindistan'da Müslümanlar ve ineğe tapan budistler ekseriyeti teşkil eder. Halkın kültür seviyesi genel olarak oldukça düşüktür. Halkın çoğu şehirlerde yaşamasına rağmen toprağa bağlı bir hayatları vardır. Halkın göçebe hayatı yaşayanları genel nüfus içerisinde küçümsenemeyecek kadar çoktur. Sosyal hayatın çok zayıf olduğu Asya'da (bilhassa Orta Asya ve Kuzey Asya'da) hayat standartları çok düşüktür.

Ekonomi

Asya'nın ekonomisi temel olarak tarıma dayalıdır. Asya'nın büyük bir kısmı tarım için pek elverişli değildir. Buna rağmen nüfusun yarısından çoğu tarımla uğraşır. Modern tarım araçlarından ziyade iptidai aletlerle tarım yapılır. Alüvyonlu ve volkanik topraklarda özel usüllerle senede bir kaç defa ürün alınabilmektedir. Böylece dünya nüfusunun yarısından fazlasını beslemek mümkün olmaktadır. Rusya topraklarında devlet çiftliklerinde tarım yapılır. Bu bölgede, tanınan yeni haklarla  şahsi mülkiyete doğru gidilmektedir. Buğday, yulaf ve çavdar başlıca ürünlerdir. Sulamanın yapıldığı Taşkent ve Semerkant'ta pamuk üretimi pek fazladır. Orta Asya ve Kafkaslarda ayçiçeği üzüm ve çay yetiştirilir.

Güneybatı Asya'da da tarım, halkın uğraştığı en büyük iştir. Afganistan toprağının çorak olması verimi düşürmektedir.Türkiye, İran ve Irak, tahıl ve sebzenin bol yetiştiği yerlerdir.

Nüfusun kalabalık olduğu muson Asyası'nda tarım çok küçük çiftliklerde yapılır. Genel olarak tarım elle yapılır. Modern usüllerle ilaçlama ve gübreleme yapılmaz. Bunun yanında Japonya'da fenni usüllerle tarım yapılır. Dönüm başına Hindistan'dakinin üç katı pirinç elde edilir. Pirincin çoğu Bangladeş, Hindistan, Birmanya, Tayland, Kamboçya, Vietnam ve Çin'deki büyük vadilerde yetişir. Dünya pirinç üretiminin % 90'ı bu bölgede üretilir.

Hindistan ve Çin'de şekerkamışı, şekerpancarı, sebze, Güneybatı Asya'da ise muz en önemli ürünlerdir. Kauçuk üretimi önemli ölçüdedir. Sibirya ve Hindistan ormanlarında ormancılık yapılır. Balıkçılık da oldukça önemli bir yer tutar. Rusya hariç diğer memleketlerin balık üretimi dünya üretiminin % 37'sini teşkil eder. Büyük Okyanusta açık deniz balıkçılığı yapılmaktadır. Kıt'ada ulaşım imkanları oldukça kısıtlıdır. Orta ve Kuzey Asya bu hususta çok geridir. Bu bölgenin en önemli ulaşım yolu Sibirya'daki Tayga orman kuşağında bulunan demiryoludur. Diğer bölgelerde kağnı, yaygın bir ulaşım aracıdır. Güney bölgelerde bilhassa Çin ve Hindistan'da bisiklet yaygındır.