Yirminci asrın büyük kimyagerlerinden. 1885’te doğdu. Kimya öğrenimini Freiburg Üniversitesinde gördü. 1908 Breslau Üniversitesinde profesör oldu. Birinci Dünya Savaşı yıllarında (1915) memleketimize geldi. Ülkemizde akademik kimya öğrenimini başlatmak ve geliştirmek için çağrılmıştı. İstanbul’da Darülfünun’da uzun yıllar kimya profesörlüğü yaptı. İstanbul’un işgal kuvvetlerinin eline geçmesi ile, 1918 yılında memleketi Almanya’ya döndü. 1934 yılında İstanbul Üniversitesine Ordinaryus profesör olarak davet edildi. İyi Türkçe konuşurdu. İkinci defa gelişinde 21 yıl süreyle Türk kimyagerlerinin akademik yetiştirilmesi, eğitimlerinin düzenlenmesi görevinde yılmadan çalışmıştır. 1955 yılında Almanya’ya geri döndü. Hamburg’da 1969 yılının sonunda öldü. Kıymetli din kitapları yazan Hüseyin Hilmi Işık, 1936 senesinde, Arnd’ın yanında çalışarak organik bir cisim keşfetti. Bu buluş, İstanbul Fen Fakültesi Dergisi, 1937 senesi, ikinci cildin ikinci sayısında ve Berlin’de çıkan 1937 yıl ve 2519 sayılı Almanca Zentrall Blatt kimya kitabında “Işık Hilmi” adı ile yazılıdır.
Profesör F. Arnd, İstanbul’da çıkan Türkçe Tecribi Kimya kitabında Aristo için şöyle diyor: “Fen ve ilim terakkisinin, hemen hemen bin beş yüz sene içinde durmuş olması kısmen Aristo felsefesinin kabahatidir.”
Türkçeye tercüme edilip, İstanbul Üniversitesinde uzun yıllar okutulan Anorganik ve Organik kimya kitapları vardır.
Alm. Aromatische Verbindungen (f), Fr. Composées aromatiques, İng. Aromatic compounds. Benzen, benzen türevleri ve naftalin, antrasen gibi benzen halkası ihtiva eden bileşikler sınıfı.
On dokuzuncu asrın ikinci yarısından beri ekseriya nebati kökenli büyük sayıdaki organik bileşikler diğer bileşiklerden farklı olarak karakteristik hoş bir kokuya sahip olmaları sebebiyle aromatik bileşikler diye adlandırılmıştır. Bu bileşikler, keklik üzümü yağı, kumarin, benzoik asit, simol ve anilin dahil, halen aromatik bileşikler diye anılmaktadır.
Alman kimyacı Friedrich Kekule, benzen için aşağıdaki yapıyı teklif ettikten sonra aromatik bileşikler diğer bileşiklerden yapı bakımından farklandırılmıştır. Kekule’nin bu görüşünü diğer kimyacılar da geliştirdi; altı karbon atomu ve altı hidrojen atomu heksagonal bir yapı verecek şekilde bağlanmıştır. Her karbon atomuna bir hidrojen atomu ve her bir karbon da iki karbon atomuna bağlıdır.
FORMÜL VAR !
Benzendeki altı tane CH grubu fonksiyon bakımından eşdeğerdir. Elektronlar karbon atomları arasında değişebilir. Bu bakımdan benzen için yukarıdaki iki gösterme şekli söz konusu olur.
Aromatik bileşikler kapalı bir benzen halkası çekirdeğini (C6H5) ihtiva ederler. Benzen çekirdeği bazı karbonlar arasında doymamışlık demek olan çift bağlar varlığı ile gösterilir. Hückel teorisine göre konjuge (4n+2)p elektronu ihtiva eden, halkalı, düzlem organik moleküller aromatiktirler. Bu şartlardan birisi olmadığında aromatiklik vuku bulmaz. n= 0,1,2,.... olabilir. Doymamış bağları bulunan bileşikler reaksiyona rahat girerken, aromatik bileşikler girmezler. Asetilen gibi alifatik doymamış bir bileşik, bromla rahat reaksiyona girdiği halde benzen bromla oda sıcaklığında yavaş reaksiyon verir.
Alifatiklerle aromatikler arasındaki bir diğer fark bağlı gruplar durumundaki davranışlardır. Alifatik halojenürler (bir hidrokarbon zinciri ile hidrojenin yerine geçmiş bir halojen atomundan müteşekkil) kaynar alkali sulu çözeltisi ile reaksiyon verir. Halbuki aromatik halojenürler aynı muamele altında inerttirler (etkilenmezler). Benzen molekülü yalnız başına alifatik bileşiklerle kıyas edildiğinde çok kararlıdır. Mesela etilen C2H4 (alifatik bir bileşik) bazik ortamda 0°C’de bile potasyum permanganat ile reaksiyona girerken, benzen 100°C’de dahi değişikliğe uğramaz. Buna rağmen aromatiklik için en iyi ölçü aromat halkasına bağlı olan protonların “H-NMR”da olefinik protonlara göre 1-2 ppm daha aşağı alanda rezonans olmalarıdır.
Aromatik bileşikler aynı zamanda birbirine katılmış iki veya üç benzen çekirdeği bulunan bileşikleri de ihtiva ederler. Mesela, naftalin iki, antrasen ise üç benzen çekirdeği ihtiva eder.
Flor, klor, brom, iyot ve birçok fonksiyonel grubun benzendeki bir hidrojenin yerine geçmesiyle birçok aromatik bileşik türer. Bunların içinde en çok bilinenleri karboksilli asitler (COOH grubu ile karakterize), ketonlar (CO grubu ile karakterize), fenoller (OH ile karakterize) aminler (NH2 ile karakterize) ve nitro bileşikleri (NO2 ile karakterize)dir.
Alm. Aromatische Pflanzen (f), Fr. Plantes aromatiques, İng. Aromatic plants. Kokulu bitkiler; Eski Yunanca’da “aroma” nebati veya hayvani çeşitli maddelerden yapılan "koku" manasına gelmektedir. Koku alma hissini etkileyen ve gaz haline geçmiş bir maddeye aroma denebilir. Bu maddeleri ihtiva eden nebati veya hayvani maddelere de “aromatik maddeler” denir.
Aromatik bitkiler, “uçucu yağ” (eterik yağ) taşıyan bitkilerdir. Uçucu yağlar, bitkilerden su buharı damıtması ile elde edilen, oda sıcaklığında sıvı olan, bazan donabilen, uçucu, kuvvetli kokulu ve yağımsı karışımlardır.
Aromatik bitkilerden elde edilen uçucu yağlar açıkta bırakılınca, oda sıcaklığında bile buharlaşabildiklerinden ve güzel kokulu olduklarından “esans” ismiyle de anılırlar. Esans denmesinin bir başka sebebi de parfümeride (ıtriyatçılıkta) kullanılmalarıdır.
Aromatik bitkiler, daha çok, sıcak iklimli bölgelerde yetişmektedir. Tropik ve subtropik bölgelerle, ılıman iklim kuşağının sıcak bölgelerinde de aromatik bitkiler bulunmaktadır. Memleketimizi de içine alan Akdeniz bölgesi, kokulu bitkiler açısından en zengin bölgelerden birisidir.
Bazı bitki familyaları uçucu yağ taşıyan cinsleri sebebiyle önem kazanmışlardır. Narenciye, nane, kekik, lavanta, anason, gül, karanfil vb. türler değerli uçucu yağ, dolayısıyla koku kaynaklarıdır. Eczacılıkta ve sanayide kullanılan uçucu yağların çoğu Akdeniz bölgesi bitkilerinden elde edilmektedir. Memleketimiz uçucu yağ veren bitkiler açısından çok zengin bir ülkedir.
Aromatik bitkide kokuyu meydana getiren uçucu yağlar, bitki organlarının herhangi birinde olabilir. Misal olarak çiçekte “lavanta çiçeği”, taç yapraklarda “gül”, yapraklarda “nane”, meyvede “anason”, otsu kısımda “kekik”, kabukta “tarçın kabuğu” ve kökte “kediotu kökü” verilebilir.
Uçucu yağlar bitkide biyolojik bir olaya katılmak için meydana gelmiş değillerdir. Bunlar belki de bitkinin faydasız metabolizma ürünlerinin atılmasında rol oynuyorlar. Bazı araştırıcılara göre uçucu yağlar koruyucu ajandırlar. Bitkinin yaralanması sonucu meydana gelen reçineleri çözücü olarak görev yaparlar. Uçucu yağların, böcekleri kaçırıcı veya çekici görevleri olduğunu savunanlar da vardır.
Böcekleri kaçırıcı nitelikte olanları, yaprak ve çiçeklerin korunmasına yardım eder, çekici etkide olanları ise, tozlaşmada yardımcı olurlar.
Aromatik bitkide kokuyu meydana getiren uçucu yağlar çok sayıda bileşiğin karışımından meydana gelmişlerdir. Bu sebeple kimyasal yapı bakımından büyük farklılıklar gösterirler. Uçucu yağlarda bulunan çeşitli maddeler 4 grupta toplanabilir:
a) Terpenik maddeler,
b) Aromatik maddeler,
c) Düz zincirli hidrokarbonlar,
d) Azot ve kükürt taşıyan bileşikler.
Büyük çoğunluğu terpenik maddelerden meydana gelmiştir. Bir kısmında da aromatik diziden maddeler çoğunluktadır. Uçucu yağları tanımak için Sudan-III boyası kullanılır. Bu boya ile turuncu bir renk verirler.
Kullanıldığı yerler: Eczacılıkta kullanılan uçucu yağlar en başta lezzet ve koku değiştirici olarak kullanılırlar. Bununla beraber tedavi edici etkisi olan uçucu yağlar da vardır. Hemen hemen bütün uçucu yağlar antiseptik, yani hastalık yapıcı mikroplara karşı koruyucu özelliktedir. Bazıları da antibiyotiktir.
Tedavide uçucu yağlar şuralarda kullanılır: Solunum ansiteptiği (okaliptüs yağı), idrar söktürücü (ardıç esansı), mantar hastalıklarına karşı (kekik yağı), barsak parazitlerine karşı (kenopod esansı), mide salgısını artırıcı (nane yağı), gaz söktürücü (anason yağı), adet söktürücü (sabin yağı).
Uçucu yağların bir çoğu zehirli (toksik) etki gösterir. Mukozaları tahriş eder, sinir sistemini uyuşturur.
Alm. Gerste (f), Fr. Orge, İng. Barley. Familyası: Buğdaygiller (Gramineae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu’nun her yeri.
En önemli hububatlardan birisi. Arpanın tarihçesi çok eskilere dayanmaktadır. Eski Mısır hiyerogliflerinde ve piramitlerinde arpa resimlerine rastlanmaktadır. Genellikle ılıman ve sıcak iklimleri seven arpanın anavatanı Önasya’dır. Buğday kadar verimli olmamakla birlikte kıraç ve verimsiz topraklarda, farklı iklim şartları altında yetiştirilebildiği için dünya hububat üretiminde önemli bir yer tutmaktadır. Arpanın zirai işlemleri diğer buğdaygillerle aynıdır. Üstelik daha kısa bir zamanda ve daha erken yetişmektedir. Ekimin yapıldığı mevsime göre ikiye ayrılır.
Yazlık arpa: Genellikle yazların çok kısa sürdüğü yüksek ve soğuk bölgelerde ilkbaharda ekilir.
Kışlık (Güzlük) arpa: Alçak ve ılıman bölgelerde sonbaharda ekilir.
Arpanın ekim alanı buğdaya nazaran çok geniştir. Buğdayın yetişmediği yüksekliklerde (2500 metre) yetiştiği gibi, 70° kuzey paraleline kadar olan yerlerde de yetişir. Kuvvetli ve sulak topraklarda buğdaydan daha fazla verim alınabilir. Bu yüzden köylüler en kuvvetli tarlalarına arpa ekerler ve bu tarlalara arpalık derler.
Arpa başakları, uzun kılçıklı ve tek çiçeklidir. Yaprakları buğdaydan daha geniştir. Boyu bir metre kadardır. Yeşilken biçilerek hayvan yemi olarak kullanıldığı gibi, samanı da çok makbüldür. 12’den fazla türü mevcut olan arpa, başak şekillerine göre iki ana grupta toplanabilir:
Hordeum distichum türünde başaklar iki sıralıdır. Taneleri az fakat dolgundur. Genellikle malt imali için yetiştirilir. Arabistan’da ve benzer iklim özelliklerini taşıyan bazı bölgelerde tabii olarak yetişen yabani arpanın da başakları iki sıralıdır.
Hordeum polysticum türünde başaklar çok sıralı, genellikle 5-6’lıdır. Hayvan yemi olarak yetiştirilir.
Kullanıldığı yerler: Besin değeri çavdardan yüksek, buğdaydan düşüktür. % 69 nişasta, % 0.7 protein ihtiva eder. Genellikle hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Bazı yerlerde unundan ekmek de yapılmaktadır. Fakat kepeği tam olarak alınsa bile buğdaya nazaran sindirimi çok zordur. Malt imalinde iki sıralı arpa tercih edilir.
Dünyada arpa üretimi(milyon ton olarak):
1979 |
158.215 |
1980 |
160.118 |
1981 |
152.301 |
1982 |
164.259 |
1983 |
171.828 |
1985 |
176.435 |
1986 |
180.441 |
1990 |
181.248 |
Türkiye’de arpa üretimi (milyon ton olarak)
1981 |
5.900 |
1982 |
6.400 |
1983 |
5.425 |
1984 |
6.500 |
1985 |
6.500 |
1986 |
7.000 |
1987 |
6.900 |
1988 |
7.500 |
1991 |
7.000 |
Alm.Gerstenkom, Fr.Orgelet, İng. Sty. Göz kapağının, bilhassa gençlik yıllarında vuku bulan ağrılı bir iltihabı. Arpacık, iç ve dış arpacık olarak ikiye ayrılır:
Dış arpacık: Kirpik yağ bezlerinin (moll bezleri) cerahatlı iltihabı. Göz kapağı ve kulak önünde bulunan lenf (akkan) düğümleri şişer. Arpacığın biri iyileştikten sonra, arkasından bir ikincisinin meydana gelmesine ve bunu diğerlerinin takib etmesine sık olarak rastlanmaktadır.
İç arpacık: Göz kapağı kıkırdağı içindeki yağ bezlerinin iltihaplanmasıdır. Bu bezler meibom bezleridir. Göz kapağının iç kısmı görülmedikçe iç arpacık iltihabını görmek mümkün değildir. Hastalık ekseriya sekel (araz) bırakmadan iyileşir. Bazı hallerde ise göz kapağı absesi teşekkül edebilir. Bu olayın meydana gelmesi halinde ağrı ve gerginlik hissi dayanılmaz hal alabilir. Ekseri çabuk iyileşir. Fakat çok çabuk da bir ikincisi teşekkül eder. Bilhassa müzmin göz kapağı iltihaplarında sık sık arpacık olur.
Tedavisi:Arpacık çıktığında ve göz kapakları çapaklandığında tedavi etmek için, bir cezve suda yarım çay kaşığı asid borik kaynatılır. Sıcak asid borikli suya pamuk batırılır. Sırt üstü yatan hastanın gözü üstüne konur. Soğuncaya kadar 2-3 dakika bu pamuk göz üstünde durur. Koyarken pamuğun dayanabilecek kadar sıcak olması lazımdır. Antibiyotikli göz merhemleri de arpacığa iyi gelir.
On sekizinci asır Osmanlı şair ve hattatı. Asıl adı, Mustafa’dır. Arpaemini (Ticaret Bakanı) Osman Efendinin oğlu olduğundan Arpaeminizade diye şöhret buldu. İstanbul’da doğmuş olup, doğum tarihi belli değildir. Tahsil hayatından sonra haceganlık mesleğine girdi. Sıra ile Arpaeminliği katipliği, evkaf muhasebeciliği ve şehreminliği vazifelerinde bulundu. 1725’de piyade mükabelecisi, 1730’da ise İsmail Asım Efendinin halefi olarak Sultan Birinci Mahmud zamanında vak’anüvis tayin edildi ve bu vazifedeyken 1733 senesinde İstanbul’da öldü. Yeni Ali Paşa Camii bahçesindeki mezarlığa defnedildi.
Arpaeminizade Sami, hattatlığından çok şairliği ile tanındı. Duygulu bir şair olan Sami’nin dili ağırdır. Anlatımında ilk bakışta bir kapalılık görülür. Renkli bir anlatıma sahib olan şiirlerinde söylemek isteneni anlamak için biraz düşünmek lazımdır. Sanat yapmayı ön plana aldığından, manaya ait san’atlara çokça yer vermiştir. Şiirlerinde daha çok tasavvufi aşk ve hikmet konularını işlemiştir. Şiirlerinde Baki, Naili, Fehim, Vecdi ve Nabi’nin te’siri görülür. Bu divan şairlerinin te’sirini kendi şiir anlayışı içinde eritmiştir. Encümen-i şuaranın içinde yeralan, Leskofçalı Galip, Yenişehirli Avni ve Namık Kemal’e te’sir etmiştir. Bir bakıma Naili ile Galib arasında bir köprü sayılmaktadır.
Sami’nin bilinen iki eseri vardır. Birisi şiirlerinin toplandığı Divan’ıdır. Bu eser, Mısır Bulak Matbaasında 1837 senesinde basılmıştır. Diğeri ise; Tarih-i Vekayi’dir. Bu eserinde 1730’dan 1733 senesine kadar gelen Osmanlı tarihini yazmıştır. Eser, 1784 senesinde Tarih-i Sami ve Şakir ve Subhi adıyla basılmıştır. Basılan bu eserin 1-70 varakları Şami ve Şakir'e aittir.
Osmanlılarda devlet memurlarına vazifeleri sırasında maaşlarına ilaveten, görevden ayrıldıktan sonra ise tekaüd veya ma’zuliyyet maaşı olarak tahsis edilen gelir.
Arpalığın ne zaman ve ne gaye ile ihdas edildiği kesin olarak bilinmemektedir. On altıncı asrın başlarında verilmeye başlanan arpalığın, memurluğu dolayısıyla at beslemek durumunda olanlar için konduğu tahmin edilmektedir. Arpalık kendisinden başka kalabalık maiyyeti, uşak ve hizmetkarları bulunanlara masrafları gözeltilerek bağlanırdı. Bu aylık önceleri yeniçeri ağası, bölük ağası gibi askeri şahıslara verilmekte iken, sonraları şeyhülislam, kazasker, müderris gibi yüksek ilmiye sınıfına, sultan hocalarına, güç vazifelerde bulunan idare amirlerine, on yedinci asırdan itibaren de vezirler ile ümeraya verilmeye başlandı.
Arpalık, ya belli bir kaza veya sancağın senelik gelirinin bir kısmı tahsis olunmak veya hazineden belli bir gündelik verilerek olurdu. Bunun birincisine Bervech-i arpalık dirlik, ikincisine Bevech-i arpalık ulufe denilirdi. Arpalığın en fazlası; idare amirleri için senelik 100.000, ilmiye sınıfı için 70.000, yeniçeri ağaları için 58.000, saray mensupları için ise 19.999 akçe idi. Ulufe olarak verilenlerin senelik toplamı da bu değerleri aşmazdı.
Arpalık sahibi olanlar, bizzat arpalık olarak tahsis edilen kazaya gitmeyip yerine bir naib gönderdikleri gibi, bazan da kendileri giderlerdi. Sultan Üçüncü Selim, bozulan ilmiyenin ıslahına teşebbüs ettiği sırada, arpalık sahibi olan ma’zul vilayet kadıları ile kazaskerlerden, vilayet kadılarından mazereti olmayanların bizzat arpalıklarına giderek hakimlik etmeleri ve sakat ve ihtiyar olanların da arpalıklarını iltizama vermeyip emanet suretiyle beşte bir üzerinden ehliyetli dürüst naiblere vermelerini havi neşrettiği fermanda; cahil kimselere naiblik verilmemesini ve imtihansız hiç kimsenin yeniden kadılığa tayin edilmemesini emretti.
Arpalık, birçok suistimallere meydan verdiği için on sekizinci asırda kaldırılarak aylığa bağlandı. Bu durum daha sonra genişliyerek arpalık maaşı; tanzimattan sonra, isim değişikliği ile tarik maaşı ve en son olarak rütbe maaşı adını aldı. Meşrutiyetten sonra ise ilmiye sınıfına da, diğer devlet memurları gibi muntazam aylık ve emekli maaşı bağlandı. Böylece arpalık tarihe karışmış oldu.
Meşhur İsveçli fizikçi ve kimyacı. Hayatı boyunca çağın önde gelen bütün bilim adamları ile tanıştı. Dost kazanmakta bir dahi olarak tanınmıştı. Bununla beraber mesleğinin ilk basamakları kendini kabul ettirmek için yaptığı mücadelelerle doludur.
Arrhenius 22 yaşında (1881) elektriğin sulu çözeltilerinden geçişi ile ilgili bir çok deney yaptı. Doktorasını hazırlamak için bu deneylere devam etmeye karar verdi. Upsala Üniversitesindeki Laboratuvarında çalışırken, iki yıl içinde, çeşitli konsertrasyonlarda yüzlerce çözelti üzerinde çok geniş bilgiler topladı. Bunlara dayanarak, sulu çözeltilerin yüklü türler, yani iyonlar ihtiva ettiği hipotezini ileri sürdü. Bu, fevkalade bir görüş idi. Profesörleri bu hipotezi kendi fikirlerinden o kadar farklı buldular ki, Arrhenius’a doktora ünvanını istemeyerek verdiler.
Arrhenius yılmadı ve tezinin örneklerini öbür bilim adamlarına gönderdi. Bu köklü fikirleri sadece bir kaç kişi ciddiye aldı. Ancak, Alman bilgini Ostwald o kadar heyecanlandı ki, Arrhenius ile tanışmak için İsveç’e gitti. Bu bilim adamı tarafından cesaretlendirilen Arrhenius, Almanya ve Hollanda’ya giderek oralarda incelemeler yaptı. 1889’da “Sulu Çözeltilerde Maddelerin Dissosiyasyonu Üzerine” başlıklı çalışmasını yayınladı.
Leipzig Üniversitesine profesör olmak üzere davet edildi. Fakat Stockholm’da bir lise öğretmeni olarak çalışmayı tercih etti. Teorisi hala genel olarak kabul edilmiş değildi. Kendisi ile aynı fikirde olmayanlar, onun tekliflerini “vahşi iyonların göçü” diyerek küçümsüyorlardı. Arrhenius’un 1893’te Stockholm’da profesör olması bile uzun tartışma konusu oldu. Bu problemi, Almanya’daki bilim adamlarından gelen şiddetli bir protesto çözebildi. Profesör olarak tayin edilmesinden iki yıl sonra rektör seçildi ve Nobel mükafatını kazandı.
Böylece uzun bir süre sonra da olsa hak ettiği başarısının sonuçlarını görüyordu. Kendisine Berlin’de Kimya Profesörlüğü teklif edildi. Fakat o sırada İsveç kralı Fizikokimya Nobel Enstitüsünü kurdu ve 1905 yılında Arrhenius bu enstitünün direktörü oldu. 1927 yılında ölümüne kadar, yorulmaz bir deneyci ve son derece çok yönlü bir bilim adamı olarak çalıştı.
Arrhenius’un bilimdeki başarısını, onun yalnız parlak bir bilim adamı olmasında değil, fakat aynı zamanda kendi görüşlerine olan inancında aramak doğru olur. Sulu çözeltilerin özelliklerini anlayışı, çağının düşüncelerinden o kadar ileri idi ki, eğer teorisinin faydalılığı üzerindeki inancı bu kadar kuvvetli olmasa idi, kolayca bir kenara atılabilirdi. Sulu çözeltilerin iyonik modeli, anorganik kimyanın çehresini belirli şekilde değiştirmiştir.
Alm. Arsen, Fr. Arsenic, İng. Arsenic. Kimyada As sembolü ile gösterilen ve metal ile ametal arasında bir özelliğe sahip bir element. On üçüncü yüzyılda element olarak elde edildi ve özellikleri aydınlatıldı.
Atom numarası 33, atom ağırlığı 74,91’dir. Periyodik cedvelin 5A grubunda, fosfor ile antimon arasında olup, ikisinin arasında özellikler gösterir. Arsenik, bileşiklerinde 5+, 3+ ve -3 değerlikleri alabilir.
Bulunuşu:Yerkürenin kabuğunda çok az bulunan ve geniş olarak dağılmış bir elementtir. Yer kabuğunda kalay ve antimon nisbetinde bulunmaktadır. İşlenmemiş verimli topraklarda milyonda bir kaç kısım arsenik bulunmaktadır. Fakat buralarda da, arsenik ihtiva eden pestisitlerin bir kaç yıl kullanılmaları sonucu arsenik derişimi bir kaç yüz misli artmaktadır. Deniz suyunda milyonda on oranında bulunmaktadır. Bazı elementel arsenik yatakları biliniyorsa da, arseniği, arsenit ve arsenat gibi filizleri şeklinde bulunduran mineraller daha yaygındır. En çok bulunan mineral arsenopirit, FeS2FeAs2'dir. Tabiatta bulunan diğer bileşikleri realgar, As4S4, orpigmen As2S3 ve arsenikli nikel sülfür, NiAsS'dir.
Özellikleri: Arseniğin üç allotropu mevcuttur. Bunlardan gri arsenik metalik halde bulunur ve kararlıdır. Bunun yoğunluğu büyüktür. Sarı arsenik ametalik halde olup dört atomlu As4 moleküllerden meydana gelir ve uçucudur. Bu, arsenik buharının ani soğutulması ile elde edilir. Amorf olan siyah arsenik, arsin'in (AsH3), ısı ile bozunmasından elde edilir.
Gri arsenik, ısıyı çok iyi, elektriği ise, bakırın % 5’i kadar iletir. Metalik olan gri arsenik 610 derecede sıvı hale geçmeden katı halden doğrudan buhar haline geçer (süblimleşir). 36 atmosfer basınç altında 814 derecede erir. Özgül ağırlığı 5,7 gr/cm3tür.
Arsenik, 400 derecenin üstünde yanar ve arsenik trioksit, As4O6 verir. Kükürt, halogen ve metallerle reaksiyon verir.
Bileşikleri:
Oksitleri:
1. Arsenik trioksit (As2O3). Su ile arsenit asidini, HAsO2 verir. Özgül ağırlığı 3,87 gr/cm3tür. Alkalilerde çözündüğünde arsenit tuzlarını verir. Şiddetli zehir olup, 0,06 ile 0,2 gram arası insanı öldürür.
2. Arsenik pentaoksit. Beyaz renktedir. Su ile arsenat asidini, H3AsO4 verir.
Halojenli bileşikleri: Arsenik, halojenlerle AsX3 ve AsX5 şeklinde iki tip bileşik verir.
Arsenat ve arsenit bileşikleri arsenat (AsO4)3- ve Arsenit (AsO2) köklerinin çeşitli metallerle verdiği bileşiklerdir. Bunlar çeşitli maksatlarla kullanılır. Na3 AsO4.12H2O bileşiği matbaa mürekkebi, tekstil boyaları ve böcek öldürücü olan kalsiyum ve kurşun arsenatların üretiminde kullanılır. Potasyum di hidrojen arsenat, KH2AsO4 sinek kağıdı, böcek öldürücü, tekstil boyamada ve derinin korunmasında kullanılır. Bu maksatlar için sodyum meta arsenit, NaAsO2 de kullanılır. Bakır arsenitler bir böcek öldürücü olan paris yeşilinde ve bir pigment olan scheele yeşilinde kullanılır.
Sülfürleri: Arsenik, kükürt ile As4S3As4S4 (kırmızı arsenik), As2S3 (sarı arsenik) ve As2S5 verir. Bunlar asidik özellikte olup, kuvvetli bazlarla çözünür. Kırmızı ve sarı arsenik sülfürler pigment olarak kullanılır.
Organik bileşikleri: Arseniğin karbon ile yaptığı organik bileşikler bir çok yollarla elde edilebilir. En basit yolu arsenik halojenür ve grignard bileşikleri kullanmaktır.
Arseniğin bileşikleri zehirli ve tatsızdır. As2O3 dişçilikte kullanılır. Arsenik mide ve vücudun diğer kısımlarında mahalli (yerel) iltihaplanmalara sebep olur. Arsenik zehirlenmelerine karşı kalsiyum, mağnezyum ve demir hidroksitleri kullanıldığı gibi İngiliz tuzu, MgSO47H2O da kullanılır. Bunlar çözünmeyen arsenikleri teşekkül ettirirler. Böylece zehir etkisini yok ederler.
Arsenik bileşikleri M.Ö. 5. yüzyılda tıbbi maksatlarla kullanılmıştır. 1909’da Paul Ehrlich arsenik ihtiva eden bir organik bileşiğin frengi hastalığını tedavi ettiğini buldu. Şimdi bu bileşiklerin yerini antibiyotikler aldı.
Arsenik kurşunun sert alaşımlarının yapılmasında, cam endüstrisinde kullanılmaktadır.
Arsenik zehirlenmesi: Çeşitli arsenik bileşiklerinin vücut dokuları ve fonksiyonları üzerindeki zararlı etkileridir. Arsenikli bileşikler, böcek ve tarım ilaçları, fare zehiri, bazı kanser ilaçları, boya, duvar kağıdı, seramik gibi çeşitli ürünlerin imalatında kulanılır.
İnsanda arsenik zehirlenmesi, genellikle arsenik -3- oksit (arsenik anhidrit), bakır asetoarsenit, kalsiyum veya kurşun arsenat gibi arsenik bileşikleriyle hazırlanmış böcek ilaçlarının ağız veya teneffüs yoluyla alınmasından meydana gelir. İlaçlı meyve ve sebzelerin yıkanmadan yenmesi de zehirlenmeye yol açacak seviyede arseniğin vücutta birikmesine sebeb olabilir.
Arseniğin zehirli etkilerinin, vücuttaki bazı enzimlerle birleşerek hücre metabolizmasına bozucu etkide bulunmasından ileri geldiği zannedilmektedir. Arsenik zehirlenmesi, ya bir kerede alınan yüksek dozda arsenikten (akut zehirlenme) veya küçük dozlarda ard arda alınmaktan (kronik zehirlenme) kaynaklanır. Akut zehirlenmenin başlıca belirtileri mide bulantısı, kusma, ağız ve boğazda yanma ve şiddetli karın ağrılarıdır. Bunu takiben dolaşım bozukluğu ve kalp yetersizliği başlar ve birkaç saat içinde zehirlenme ölümle neticelenebilir. Kronik zehirlenme ise, yavaş yavaş güçten düşme, boşaltım bozuklukları, deride tümör meydana gelmesi, şuur bozukluğu, sinir sistemi bozukluğu, kansızlık ve tırnaklarda tipik çizgilerin belirmesiyle belli olur. Akut arsenik zehirlenmesinde ilk iş mideyi yıkamak ve zaman kaybetmeden demirkaprol ilacını almaktır. Arsenik-3- oksit renksiz ve tatsız bir tozdur. Adli tıpta kimyasal araştırma tekniklerinin geliştirilmesine kadar cinayet amacıyla en çok kullanılan zehirlerin başında geliyordu.
(Bkz. Aslan)
Allahü tealanın yarattığı en büyük varlık, yedi kat göklerin ve Kürsi'nin üstünde olup madde aleminin sonu maddesizlik aleminin başlangıcı. Arş; sözlükte; "taht, köşk, gölgelik" gibi manalara gelir. Arş, yerin yapısında olmadığı gibi göklerin yapısına da benzemez. Yere ve göğe benzer tarafı yoktur.
Arş-ı Mecid de denilenArş, mahlukların en şereflisidir. Her şeyden daha saf ve nurludur. Bunun için ayna gibidir. Allahü tealanın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki ona Arşullah denir. Namazın kıblesi Kabe olduğu gibi, duanın kıblesi de Arş-ı İlahidir. Bunun için duada eller kaldırılıp avuç içleri yukarı açılır.
Kur'an-ı kerimde Arş ile alakalı bilgi verilmiştir. Mü'min suresi 7. ayetinde mealen buyruldu ki: "Hamele-i Arş melekleri ve Arş'ın etrafında tavaf eden (dönen) melekler Rablerini tesbih ederler ve vahdaniyyetini (birliğini) tasdik ederler ve müminler için mağfiret isterler."
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem de buyurdu ki: "Yedi sınıf kimseyi Allahü teala hiçbir gölge bulunmayan günde Arş'ın gölgesinde gölgelendirir: Adaletli devlet reisini; gençliğini ibadetle geçireni; kalbi mescidlere bağlı olanı; Allah rızası için birbirini sevip bir araya gelen ve bu sevgi ile ayrılanı; güzel bir kadın kendini çağırdığı zaman; "Ben Allah'tan korkarım!" diyeni; sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek şekilde gizli vereni ve yalnızken Allahü tealayı anınca Allah korkusundan ağlayan kimseyi."
Kürsi; Allahü tealanın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arş'ın altında olduğu bildirilen Allahü tealanın yarattığı en büyük varlıklardan biridir. Kürsi madde aleminden olup göklerden ayrı olarak yaratılmıştır. Kur'an-ı kerimde Kürsi ile alakalı bilgi verilmiştir. Bekara suresi 255. ayetinde mealen buyruldu ki: "O'nun (Allahü tealanın) kürsisi göklerden ve yerden geniştir."
Alm. Arschin, Elle, Fr. Archine, İng. Ell. Metrenin resmen kabulüne kadar kullanılan uzunluk ölçüsü birimi ve aleti.
Kullanıldıkları yerlere ve uzunluklara göre arşın:
1. Çarşı arşını: Daha çok çarşı ve pazarda kullanılırdı. Metre hesabıyla çarşı arşını 68 cm’dir.
2. Bina ve mimar arşını: 75,8 cm’dir. Bu arşının uzunluğunda zamanla değişiklikler oldu. Üçüncü Selim Han abanoz ağacından bir mimar arşını yaptırdı. Bunun ölçü olarak kullanılmasını istedi ve kütüphaneye kaldırttı.
Değerli kumaşları bilhassa ipekleri ölçmede “endaze” kullanılırdı (endaze 65,25 cm’dir).
Türkiye’de 26 Mart 1931 tarih ve 1782 sayılı kanunla, arşın ölçü birimi kaldırılıp, yerine metre sistemi kabul edildi. 1933’ten sonra da arşının bütün çeşitleri tamamen ortadan kaldırılıp metre sistemine geçildi.
Eski Yunan fizik ve matematikçisi. M.Ö. 287-212 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Sicilya’nın Syracuse şehrinde doğdu. Babası, Pheidias bir astronomdur. İskenderiye’de ders görmüş olup, Öklid’in (Euclid) talebesidir.
Arşimet kendisini meşhur yapan mekanik buluşlara hiç kıymet vermemiş, bunları normal ilmi çalışma olarak kabul etmişti. Hatta, küre yapımı hariç, bunlar hakkında herhangi bir belge bırakmayı reddetmiştir. Güneş ışınlarını bir noktaya toplayan bir ayna yaparak, bu ayna vasıtasıyla Romalılara ait gemileri yaktığı söylenirse de böyle bir aleti keşfetmesi muhtemel, fakat Roma donanmasının imhasında kullandığı şüphelidir. Hieron ile ilgili olan bir hikaye daha önemlidir. Hikayenin birine göre, Syracuse kralı Hieron kendisine altından bir taç yapan kuyumcunun buna gümüş katmasından şüphelenir. Bu şüphe üzerine ünlü bilgin Arşimed’e başvurarak tacı bozmadan hilenin varlığını ortaya çıkarmasını ister. Arşimet konuyu uzun uzun düşünür. Bir gün banyo yaparken vücudunun su içinde kalan kısımlarında bir hafiflik hissederek şaşırır. Suyun, içine batan cisimlere bir kaldırma kuvveti tatbik ettiğini keşfeder. Bu buluşunun heyecanı içersinde sokağa fırlayarak “Eureka! Eureka!” “Buldum! Buldum!” diye bağırmıştır. Taca konan ilave alaşımın; tacın ve taca eşit ağırlıktaki altın ve gümüşün bir kap suya ayrı ayrı konularak taşan su miktarının ölçülmesiyle bulunabileceğini bulmuştur. Mekanikteki çalışması “Bana bir destek noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım” sözü ile meşhur olmuştur. Bir kürenin hacmi ile yüzeyi arasındaki bağıntı, buluşlarından en önemlisi olarak telakki edilir.
Onun yaptığı söylenen mekanik makinalar hakkındaki rivayetler değişiktir. Yaptığı su vidası günümüzde hala Mısır’da tarlaların sulanmasında kullanılmaktadır.
M.Ö. 212’de Syracuse’un Marcellus tarafından alınmasını takib eden genel katliamda, Arşimet kum üzerindeki bir matematik şekliyle uğraşırken bir Romalı asker tarafından yanlışlıkla kılıçla öldürülmüştür.
Filozof’un kendi arzusuna uyularak, mezarı bir silindirin içine alınmış bir küre ile işaretlenmiştir.
Tamamı veya bir kısmı bir akışkanın (sıvı veya gaz) içine batırılan cisimlere, yukarı doğru yönlenmiş bir kaldırma kuvveti etki eder. Bu kuvvet, cismin akışkana batmasıyla yer değiştiren akışkanın ağırlığına eşittir.
Yer değiştiren akışkanın hacmi, cismin batan kısmının hacmine eşittir. O halde hacmi (V) olan bir cisim, özgül ağırlığı (g) olan bir sıvıya tamamen batmış vaziyette ise, bu cisme etki eden kaldırma kuvveti:
F= V.g olur.
Cismin ağırlığı (G), sıvının kaldırma kuvvetinden büyük ise cisim batar. Bu durumda cismin özgül ağırlığı (gı), sıvının özgül ağırlığından büyüktür.
YAZIDAKİ VE ŞEKİLDEKİ RO HARFLERİNE DİKKAT EDELİM
Cismin ağırlığı, sıvının kaldırma kuvvetine eşit ise, cisim sıvının içinde her yerde dengede kalabilir. Bu durumda cismin özgül ağırlığı sıvının özgül ağırlığına eşittir.
ŞEKİL VAR 2
Özgül ağırlığı, sıvının özgül ağırlığından küçük olan cisimler ise bir kısmı batmış vaziyette yüzerler. Batan kısmın hacmi (VB) ile gösterilirse: F=VB.g olur. Yüzen cisimler denge halinde olduklarından F=G’dir.
ŞEKİL VAR 3
Serbest bırakılan bir balonun, hava içinde kendiliğinden yükselebilmesi için, özgül ağırlığı havadan daha küçük olan Helyum ve Hidrojen gibi gazlarla şişirilmiş olması gerekir.
Kaldırma kuvvetinin sebebi, sıvı içine batmış olan cismin bütün yüzeylerine bu sıvı tarafından tatbik edilen basınç kuvvetleridir. Basınç, derinlikle orantılı olarak artar. Mesela ekseni düşey vaziyette olacak şekilde sıvıya batırılmış olan bir silindirin yan yüzeylerine etki eden basınç kuvvetleri (F2, F4, ...) birbirini dengeler. Halbuki alt yüzeyi daha derine batmış olduğundan bu yüze etki eden basınç kuvveti (F3), üst yüze etki eden basınç kuvveti (F1)den daha büyüktür. (F3) ve (F1) kuvvetlerinin bileşkesi ise yukarıya doğru olup, “sıvının kaldırma kuvveti”ne eşittir.
ŞEKİL VAR 4
Şu halde, akışkanın cisme tatbik ettiği basınç kuvvetlerinin bileşkesi kaldırma kuvvetini verir. Kaldırma kuvveti, daima yerçekimi kuvvetine ters yönde olduğu için, akışkanlar içine batmış olan cisimlerin ağırlıklarında, boşluğa nisbetle bir azalma hissedilir.
İslam alimlerinden Ebu Sehl Kuhi (?-1014) “Basınç ve ağırlık merkezlerinin hesaplanması” konusu üzerinde çalıştığı gibi “Arşimet prensibi” üzerinde de araştırmalar yaparak derin tetkiklerde bulundu.
Bilhassa fiziğin “Dinamik” ve “Hidrostatik” konularındaki çalışmalarıyla tanınan İslam alimlerinden birisi de Hazini’dir. (1118-1155). Hazini, Arşimet kanununun sadece sıvılar için geçerli olmadığını, gazlar için de geçerli olduğunu ifade etti. Havanın da bir kaldırma kuvveti bulunduğunu ve hava içinde bulunan bir cismin ağırlığının, kaldırma kuvveti sebebiyle azalmış olduğunu, ağırlıkdaki bu azalmanın ise havanın yoğunluğuna göre değişeceğini söyledi.
Alm. Archiv, Fr. Archives, İng. Archives. Bu kelime bütün dünyada: a) Kurumların gerçek ve tüzel kişilerin faaliyetleri sonucu meydana gelen ve bir gaye ile saklanan dokümantasyon, b) Sözkonusu dokümantasyona bakan kuruluş, c) Bunları barındıran yerler manasında kullanılmaktadır.
Arşiv kelimesinin kökü, eski Yunanca “arkheion” kelimesinin Latinceye geçmiş hali olan “archivum”dur. Mana itibariyle arşiv; resmi dairelerin, çeşitli müesseselerin veya kişilerin işlerini yürütürken, muamelesi tamamlanmış ve muhafazası icab eden vesikaların düzenli bir şekilde, belirli kaidelere göre bir araya getirilerek saklandığı yerdir. Arşivler, vesikaların çıktığı yerler olan devletin, şehrin veya müessesenin, ailenin hizmetinde oluşuna göre devlet arşivi, şehir arşivi, özel arşiv, aile arşivi gibi isimler alırlar.
Arşiv malzemesinin çekirdeğini, devlet dairelerinde, büyük müesseselerde günlük muameleler esnasında çıkan yazışmalar ve dosyalar meydana getirir. Fakat bütün bu kağıtlar arşiv malzemesi değildir. Toplanan malzeme arşivlerde mütehassısları tarafından seçilip belirli kaidelere göre tasnif edilerek saklanır. Bu sınıflandırmanın sonradan istifade sırasında kolaylık sağlayacak şekilde olmasına dikkat edilir. Arşivleri teşkil eden malzeme, kesinliği olan dökümanlar olduğu için, geçmiş faaliyetlerin yaşayan ve gerçek delilleridir.
Arşivin dökümanları çoğunlukla kil tabletler, tunç tabletler, papirüsler, parşömenler, el ile, daktilo ile yazılmış veya matbaada basılmış kağıt belgelerdir. Bunlardan başka mikrofilmler, fotoğraflar, ses bantları, video kasetleri gibi önemi haiz dokümanlar da arşiv belgesi olabilir.
Bir şeyin arşiv malzemesi olabilmesi için üzerinden en az 30 yıl geçmesi kaidesi kabul edilmiştir. Türkiye’de arşiv terimi, tarifteki manayı aşan bir biçimde kullanılmakta ve her türlü dökümantasyonu içine alan bir anlam da taşımaktadır.
Arşivin tarihi çok eski milletlere kadar dayanır. Eski Mısır ve Roma’da bir çok devlet, tapınak ve aile arşivlerine sahipti. Mezopotamya’nın Nippur şehrinde, M.Ö. 2000 yılından başlayarak tablet halinde belgelerin saklandığı bir devlet arşivi bulunmuştur. Hattuşaş (Boğazköy)’ta yapılan kazılar sonucunda da, M.Ö. 1800-1200 yılları arasında Hititlere ait muharebe, antlaşma, kanun, kral yıllıkları ve daha bir çok belgelerin saklandığı büyük bir devlet arşivi ortaya çıkarılmıştır. Bu arşiv muhtevasının önemli bir kısmı İstanbul, bir kısmı da Ankara arkeoloji müzelerindedir.
Avrupa devletlerinden Fransa, 1790 yılında ilk “Fransız Milli Arşivi”ni kurdu. İngiltere’de devlet adamları mevkilerinden ayrılırken kendi zamanlarına ait resmi evrakı beraberlerinde götürmeleri adettendi. Resmi evrakın dağınıklığını önlemek için İngiltere’de 1838’de “Public Record Office” kuruldu. Alman devlet arşivi ise 1867’de kurulmuştur.
Türk-İslam devletlerinde ötedenberi yazılı ve yazısız kağıda hürmet fevkalade idi. Bilhassa kul hakkı geçmesi tehlikesi sebebiyle devlet evrakının muhafazasına daha çok ehemmiyet verilirdi. En büyük Türk-İslam devletlerinden biri olan Osmanlılar da aynı ananenin devamı olarak devlet evrakını en müstesna yerlerde muhafaza etmişlerdir. Ortadoğu ve Balkanlarda asırlarca hüküm süren Osmanlı İmparatorluğunda devletin ilk devirlerinden başlayarak, resmi evraklar, ehemmiyet derecesine bakılmaksızın kese, torba ve sandıklarda belli usul ve düzenlere göre büyük bir titizlikle saklanmıştır. “Maliye defterleri hazinesi” ile “Defterhane hazinesi” devletin önemli hazinelerindendi. Çok değerli kayıtlar ve belgeler bu hazinelerde saklanırdı. Osmanlı Devletinde, devlet dairelerindeki evrakların düzenli muhafaza edilmesi, hakkında çeşitli direktiflerin verilmesi bu vesikaların muhafazasındaki ehemmiyeti göstermektedir. 1785’te Birinci Abdülhamid Hanın Reis-ül-küttab’a gönderdiği emirde, evrak ve defterlerin muhafazasına dikkat edilmesi istenilmektedir. Osmanlı arşivleri, Türkiye için olduğu gibi, dünya milletleri için de en sağlam ve geniş olanıdır. Üç kıtaya yayılıp, çeşitli dil, din ve ırktaki insanları asırlarca idare eden Osmanlılar, arşivlerinde bu milletlere ait bilgileri titizlikle kağıt üzerine geçirip saklamışlardır.
İstanbul’un fethine kadar Bursa ve Edirne’de arşivler teşekkül etmiştir. İstanbul’un fethinden sonra, ilk arşiv Yedikule civarında yapıldı. Topkapı Sarayının inşasından sonra, Divan-ı hümayunun yanında bir arşiv yapıldı. On altıncı yüzyılda yüksek bir seviyeye ulaştı. Belgeler en küçük bir müsveddeye kadar atılmadan, torba, sandık, kılıf muhafaza hatta atlas içine kondu. Arşiv malzemeleri kurutulmuş mahzen depolarda saklandı.
Osmanlılarda, Divan-ı hümayundaki vesikalar kağıt veya defter şeklinde tanzim edilirdi. Defterler ciltlenir, senelere göre tanzim ve tasnif edilir, hususi odalarda saklanırdı. Bu odalara Mahzen-i evrak adı verilirdi. Yaprak halindeki vesikalar dürülüp keselere konurdu.
Mühim vesikalar, fermanlar ise, atlas keselere ve muhafazalara yerleştirilirdi. Her dairede günün evrakı, bir tomar, her ayınki bir torbaya, her yılınki ise bir sandığa konurdu. Sandıkların üzerine de muhteviyatı gösteren etiketler yapıştırılırdı. Defterhane hazinesi, Divan-ı hümayun toplantılarının düzenli devam ettiği zamanlarda, Kubbealtı dairesinin yanında bulunmaktaydı. Sonraları toplantılar önemini kaybedince, hazine, Topkapı Sarayının birinci kapısındaki Bab-ı hümayunun üst kısmına taşındı. Daha sonra da Sultanahmet’te “Saray-ı atik” denen mahzene ve Babıaliye yakın olan “Tomruk dairesi”ne aktarıldı. Sarayın bir kısım evrağı Kubbealtı’nın bitişiğindeki “Dış hazine” binasında toplanmıştır. Maliye belgeleri de, Sultanahmet’teki “Eski Çadır Mehterleri” kışlasında muhafaza edilmekteydi. Bütün kanun, nizam, ferman ve emirler defterlere geçirilir, tasdik edilir, saklanırdı. Eski defterlere bakmak icab ettiğinde bunları bulup hemen getirecek görevliler vardı.
Devlet arşivi, padişahın, vezir-i azamlardaki mührüyle mühürlenen üç hazineden biri idi. Hükumetin her toplantısından sonra konuşulanlar yazılır; bu mühür ile mühürlenirdi. Bir defterin arşivden çıkması sadrazamın yazılı emri ile olurdu. Arşiv dışında ne kadar kaldığı da kaydedilirdi.
Osmanlı devlet belgeleri çok iyi tutulur, sağlam kağıtlara, silinmez mürekkeple yazılır ve çok iyi muhafaza edilirlerdi.
Defter emini, istenen defter ve vesikayı, milyonlarca defter ve vesika arasından bir kaç dakika içinde bulabilirdi. Çünkü en iyi şekilde ve fevkalade tasnif edilmişlerdi.
Osmanlı Devletinde modern manada milli arşivcilik konusunda ilk ciddi teşebbüs, devrin maliye nazırı Safveti Paşa’nın 1845’te Enderun’daki tarihi vesika ve defterleri bir tertib içine almaya çalışması ile görülür. Tam manasıyla modern arşivcilik ise, 1846’da “Hazine-i Evrak Nezaretinin” kurulmasıyla başlar ve bugünkü Başbakanlık Arşivi’nin çekirdeğini teşkil eder. Aynı sene Bab-ı Ali’nin iç kısmında yüksekçe, rutubetsiz bir yer seçilerek ve özel olarak imal edilen tuğla ile mükemmel bir bina yapıldı. Nezaretin başına Hazine-i Evrak Nazırı olarak sadaret mektupçusu Esseyyid Hasan Muhsin Efendi tayin olundu. Türkiye'de modern arşivciliğin mimarı bu zattır denilebilir. Hasan Muhsin Efendi, emrindeki ekip ile kıymetli çalışmalar yaptı. Devletin mühim işlerine ait mahrem sayılacak, devletin sırlarını ifşa etmeyecek şekilde emin memurların tayin edilmesi gerektiği karara bağlandı. Arşive dahil olacak vesikaların tertibi ve arşivin çalışma tarzını belirten arşivcilik talimatını hazırladı. Bunu 1849’da “Hazine-i Evrak Nizamnamesi” adı ile yayınlayarak Türk arşivciliğini belli bir düzene soktu. Bu arşivde, her türlü muahedeler, hatt-ı hümayunlar, iç ve dış meselelere ait belgeler, Divan-ı hümayun defterleri, meclis takrirleri, mazbatalar, kanunlar ... v.s. saklanıyordu. Nezaret, bir süre sonra “Hazine-i Evrak Müdürlüğü” ünvanını almış ve Osmanlı Devletinin sonuna kadar bu isimle devam etmiştir.
1922 senesinde “İcra Vekilleri Hey’eti Riyaseti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti”ne bağlı, İstanbul’da “Mahzen-i Evrak Mümeyyizliği” kuruldu. 1923’te “Hazine-i Evrak Mümeyyizliği”ne çevrildi. 1927’de “Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği” adı altında Başvekalet müsteşarlığına bağlandı. 1933’ün Mayısında 2187 sayılı Teşkilat Kanunu gereğince, Ankara’daki Evrak Müdürlüğü ile İstanbul’daki Hazine-i Evrak Müdürlüğü, “Başvekalet Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü” adı altında birleştirildi. 1937’de Hazine-i Evrak’ın adı “Arşiv Dairesi Müdürlüğü”ne dönüştürüldü. 1943’te “Başvekalet Arşiv Umum Müdürlüğü” haline çevrildi. 9.3.1954 tarih ve 6330 sayılı Başbakanlık Kuruluşu Hakkındaki Kanun çerçevesinde “Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğü”kuruldu ve Başbakanlık Merkez Teşkilatı içine alındı. 1976 yılında Başbakanlık Müsteşarlığına bağlı olarak “Cumhuriyet Arşivi Dairesi Başkanlığı” kuruldu. Bu dairenin görevi, Başbakanlıkta Cumhuriyet döneminde biriken evrakın tanzimidir.
Bugün yüz milyonlarca Türkçe ve Osmanlı Devletine ait arşiv malzemesi, Osmanlıdan ayrılan devletlerde kalmıştır. Mesela, Kudüs Françisten Manastırında 2644 Türkçe vesika mevcuttur. Romanya arşivlerinde 210.000 vesika olduğu biliniyor. Bunun yanında milyonlarca vesika çürütülmüş, yakılmış ve 1931’de vagonlar dolusu Bulgaristan’a satılmıştır. 500.000 kadar Türkçe defter ve vesika Bulgaristan’dadır. Bir kısım evrak da anbalaj kağıdı olarak esnafa intikal etmiştir.
“Tarih-i Osmani Encümeni” milli tarih araştırmaları için Topkapı’dan çıkarılan evrakın tasnif edilmesi zaruretini duymuş ve bu işi Ali Emiri Efendinin başkanlığındaki bir heyete havale etmişti. 1918 - 1921 yılları arasında çalışan Ali Emiri, padişahlara göre kronolojik, 1921’de Mahmud Kemal İnal, devlet teşkilatlarına ve yapılan işlemlere göre, Adliye, Askeri, Bahriye, Maliye vs. gibi adlarla 22 başlık altında topladı. 1932’de muallim Cevdet İnançalp’in tasnifi ise İbn’ül-emin tasnifinin aynı olmakla beraber bu başlıklar 16’ya indirilmiş ve bunlara sonradan “Vilayat-ı Mümtaze” eklenmiştir. 1936’da Macaristan’dan getirtilen arşiv uzmanı Lagos Fekete eski tasnifleri bırakarak kısaca “Eskiyi olduğu gibi kurma, yeniden canlandırma” olarak adlandırılan sistemi uyguladı. Bütün bu tasnif çalışmaları, işin büyüklüğü karşısında neticesiz kaldı. Son yıllarda milli bir mesele haline gelen arşivlerimiz, özellikle Başbakanlık Osmanlı Arşivi, yeniden ele alınmış ve genç bir kadro ile tasnif işlerine hız verilmiştir.
Türkiye’deki önemli arşivler:
1. Başbakanlık Osmanlı Arşivi: Bugün memleketimizde en zengin arşiv, İstanbul-Cağaloğlu’ndaki Başbakanlık Osmanlı Arşividir.
Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki arşiv malzemesi Osmanlı İmparatorluğunun merkez teşkilatı, kuruluşları olan Divan-ı hümayun, Bab-ı asafi ve bab-ı defteri ve bu ana kuruluşlara bağlı olan kalem ve dairelere ait olan defterler ile evrakı içine almaktadır. Topkapı Sarayı Arşivinin devamı niteliğinde bulunan ikinci Abdülhamid Hanın Yıldız Sarayı Arşivi de, Osmanlı Arşivinin bir bölümünü meydana getirmektedir. Ayrıca Sultan Abdülaziz Han ve Beşinci Murad Han devirlerine ait malzeme de bulunmaktadır. İmparatorluğun sona ermesi üzerine resmi dairelerin ve kaldırılan dairelerin evrağı da buraya intikal etmiştir.
Şu anda 100 milyonun üzerinde tarihi vesika bulunduran “Başbakanlık Osmanlı Arşivi” yalnız Türkiye’nin değil, Osmanlı İmparatorluğunun sona ermesinden sonra kurulan 20’den fazla devletin de ana arşivi durumundadır. Burada bulunan defterlerin listesi çeşitli zamanlarda kısmen de olsa yayınlanmıştır.
2. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi: Tanzimattan önce padişahlarla ilgili evrak ve defterlerin, azil ve idam edilen veya mallarına el konulan devlet adamlarının evlerinde bulunan bu gibi belgelerin sarayda saklanması usuldendi. Bu arşivde, en eskisi Orhan Gazi zamanına kadar giden 10.726 defter ve 12.724 vesika vardır. Arşivin A’dan H’ye kadar harflerle başlayan maddeleri ihtiva eden iki fasikül Topkapı Sarayı Müzesi Arşiv Kılavuzu (1938 - 1940) adıyla neşredilmiştir.
3. Tapu Kadostro Genel Müdürlüğü Arşivi : Ankara’da bulunan bu arşivde on altıncı yüzyılın son tapu tahrir defterleri ile 1848’den sonraki tapu kayıtları muhafaza edilmektedir.
4. Şer’iyye Sicilleri Arşivi: Şer’i mahkemelerin verdiği dava ve karar defterleriyle, merkezden verilen emirlere ait vesikaları muhafaza etmektedir. 1941’de Adalet Bakanlığı tarafından Milli Eğitim Bakanlığına devredilmiştir. Ankara'daki Milli Kütüphanede muhafaza edilmektedir. Bunların Şer’iyye Sicilleri adıyla katalogları yayınlanmıştır. Ankara'daki şer'iyye sicillerinden başka İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivinde de bir kısım şer'iyye sicilleri muhafaza edilmektedir.
5. Vakıflar Arşivi: Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı olarak faaliyet gösteren Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde ve Vakıflar Bölge Müdürlükleri bünyesindeki arşivlerde vakıf kayıtları ile ilgili belgeler muhafaza edilmektedir.
6. TBMM Arşivi: 1920 yılından beri çıkan yasalar, tutanaklar vs. saklanmaktadır.
Ayrıca devlet daireleri, belediyeler, okullar, özel kuruluşlar ve ailelerin arşivleri de vardır.
(Bkz. Atardamar Sertliği)
Alm. Artesischer Brunnen (m), Fr. Pwts Artésien, İng. Artesıan Well. Su sızdırmayan iki veya daha çok sayıdaki yeraltı tabakaları arasında kalan basınçlı suların sondaj usulüyle yeryüzüne tazyikli bir şekilde çıkmasını sağlayan kuyu.
Tazyikli su çıkan kuyulara Fransızcada, -Fransa’nın Artois köyü civarında 12. yüzyıllarda çok miktarda bulunduğu için- artois denmektedir. Türk kültürünün Fransız kültürü etkisinde kaldığı Tanzimat döneminde bu kelime Türkçeye “artezyen” olarak girmiş ve yerleşmiştir. Çanak şeklinde olup taşıdığı suyla kuyuyu besleyen bölge, geçirimli olan üst kısımlardan giren su ile beslenir. Zamanla su ile dolan bu bölgede bir basınç meydana gelir. Bölgenin çukur kısmına yeryüzünden sondaj ile bir kuyu açılırsa, fizikte çok iyi bilinen bileşik kaplar prensibine göre su yeryüzüne tazyikli bir şekilde çıkar. Suyun tazyiki, su geçirmez bölgenin durumuna ve kuyunun açıldığı yere bağlıdır. Su geçirmeyen bölgenin açık olan ve suların dolmasını sağlayan uç kısımlarına “beslenme bölgesi” denir.
Artezyen kuyuları sondaj aletleriyle arazi delinerek ve delinen kısma demir borular konmak suretiyle inşa edilir. Bu boruların su seviyesi boyunca kalan kısımlarında pekçok delikler bulunur. Deliklerin işletme esnasında tıkanmaması için boru ile sondaj deliği arasında kalan boşluk içten dışa doğru büyüklükleri küçülecek tarzda çakıl ve iri kum ile doldurulur.
Bazı petrol kuyularından petrolün fışkırması artezyen kuyusundan suyun fışkırmasına benzer. Artezyenden farklı olarak petrol fışkırmasına, petrol yatağında bulunan gazların basıncının da tesiri vardır.
(Bkz. Patinaj)
(Bkz. Eklem İltihapları)
Vücuttaki eklem boşluklarına, soğuk ışık kaynağına bağlı optik bir aletle girerek eklem yapılarını görüp inceleme esasına dayalı ortopedik bir muayene ve tedavi usulü.
Diğer endoskopik sistemlerle birlikte gelişmiştir. İlk kez 1920'de Dr. Bircher tarafından diz ekleminde kullanılmıştır.
Eklem boşluğu bir gaz veya sıvı ile doldurulup daha görünür hale getirildikten sonra optik aletle eklem içine girilir. Optiğin ucundan direkt gözle inceleme yapıldığı gibi daha çok video kamera bağlanıp aynı anda ekrandan izleme yolu tercih edilmektedir.
Bu sırada başka bir aletle eklem içine girilip yine eklem açılmadan eklem içindeki bozukluklara müdahale etme esasına dayanan Cerrahi Artroskopi yöntemi de günümüzde bütün dünyada ve yurdumuzda hızla gelişmektedir.
Diz, omuz, kalça gibi eklemlerde kullanılan bu yöntem ile eklem kesilmeden, ameliyat gerekmeden birçok hastalık başarı ile tedavi edilebilmektedir.
Üç kol halinde Hısnıkeyfa ve Amid (Diyarbekir), Mardin ve Meyyafarikin (Silvan) ve Harput’ta hüküm süren bir Türkmen hanedanı. Hanedanın atası ve isim babası olan ve Oğuzların Döğer boyuna mensub bulunan Eksük oğlu Artuk, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kumandanlarındandı. Anadolu’nun fethine katılıp, Yeşilırmak Vadisine kadar ilerledi. Anadolu’nun Türkleşip, İslamlaşmasına hizmet etti. Sultan Melikşah döneminde Karmatileri itaat altına almak için Bahreyn seferine çıktı. Melikşah’ın kardeşi Tutuş, ona gördüğü hizmetler karşılığı olarak Filistin’in idaresini verdi. Bununla beraber Kudüs’te kısa bir müddet hüküm süren Artuk Bey, 1091 senesinde vefat etti.
Artuk Beyin ölümünden sonra oğulları, Haçlılar ve onlarla işbirliği yapan Fatımilerin baskıları sonucu bu bölgede fazla kalamadılar. Oğullarından Muinüddin Sökmen, Mezopotamya emirleri arasındaki çekişmeden faydalanarak ele geçirdiği Hısnıkeyfa’da Hanedanın birinci kolunu kurdu (1102).
1. Hısnıkeyfa (Hasankeyf) Artukluları (1102 - 1281)
Sökmen, 1102 yılında Hısnıkeyfa’da tesis etmiş olduğu beyliğini sağlamlaştırmak için Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’a bağlılığını arzetti ve onun hizmetine girdi. Sultanın emri üzerine kardeşi İlgazi ile birlikte bazı ayaklanmaları bastırdı. Yeğeni Yakuti 1103 yılında Mardin’i ele geçirdi. Bu sırada Urfa, Antakya, Trablus ve Kudüs gibi şehirleri ele geçiren Haçlılar, Mardin ve Harran yörelerine de taarruzda bulunuyorlardı. Sökmen Bey, emir Çökermişle birlikte Haçlıların bu faaliyetlerine karşı harekete geçerek Urfa Haçlı Kontu Joscelin ile Kudüs Kralı Baudouin’in kumandasındaki Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar. Joscelin ve Baudouin’in esir edildiği savaşta Haçlılardan 30 bin kişi öldürüldü. Böylece Haçlı ilerlemesine mani olan Sökmen, Dımaşk Atabegi Tuğtekin’e yardıma giderken yolda hastalanarak 1104 yılında vefat etti.
Sökmen’den sonra yerine geçen oğlu İbrahim Bey, muktedir bir hükümdar olamadı. O, daha çok Mardin’de hakimiyetini tesis eden amcası İlgazi’ye tabi oldu. Daha sonra Davud ve Kara Arslan dönemlerinde Anadolu Selçuklularına tabi olan Artuklular, Nureddin Muhammed devrinde Eyyubi hakimiyeti altına girdiler. 1231 yılında Hısnıkeyfa ve Diyarbekir üzerine sefere çıkan Eyyubi Hükümdarı Melik Kamil, Artukluların bu şubesine son verdi. Hükümdarlığını kaybeden Hısnıkeyfa kolunun son Artuklu emiri Melik Mes’ud, Moğollar tarafından öldürüldü. Hısnıkeyfa ve Amid Artuklularına kurucusundan dolayı Sökmenliler de denir.
2. Harput Artukluları (1185 - 1233)
Artuk Beyin torunu Belek bin Behram 1112 yılında Harput ve Palu’ya hakim olarak bölgede kendi beyliğini kurmuştu. Amcaları Sökmen ve İlgazi ile birlikte bütün ömrünü haçlılarla cihada sarfeden Belek Beyin gösterdiği kahramanlık İslam aleminde destanlaşmıştır. Belek Bey, 6 Mayıs 1224’de muhasara altında tuttuğu Menbiç kalesinden atılan bir okla şehid edildi (Bkz. Belek Bey).
Belek Beyin ölümünden sonra Harput, 1185 yılına kadar Hısnıkeyfa Artuklularının idaresi altında kaldı. Bu tarihte Artuklu hükümdarı Nureddin Muhammed’in ölümü üzerine oğulları arasında başgösteren saltanat mücadelelerinde İkinci Sökmen hakimiyeti ele geçirdi. Bu durum üzerine diğer oğlu İmadeddin Ebu Bekr, Harput ve çevresine hakim olarak, beyliğini ilan etti. Ebu Bekr, 1204 yılında ölünce yerine Nizameddin İbrahim geçti. Nizameddin İbrahim’in ölümünden sonra Harput Artukluları Eyyubilere tabi oldular. 1185 yılında ise Anadolu Selçuklu kumandanlarından Kemaleddin Kayar, Eyyubileri Harput civarında bozguna uğrattıktan sonra şehri alarak Artukoğulları Beyliği Harput şubesine son verdi.
3. Mardin Artukoğulları (1106 - 1409)
Artuk Beyin ölümünden sonra beş yıl kardeşi Sökmen ile beraber Kudüs valiliğinde bulunan Necmeddin İlgazi buradan ayrıldıktan sonra Selçuklu meliki Dukak’ın yanına giderek Haçlılarla mücadeleye atıldı. Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar döneminde dört yıl Bağdat şahneliği görevinde bulundu. İlgazi bu vazifeden alındıktan sonra yeğeni İbrahim’in elinden Mardin’i zabtederek burada Mardin Artukoğulları veya İlgaziler denilen Artukoğulları kolunu kurdu.
Mardin’den sonra Nusaybin’i ele geçiren İlgazi, Sultan Tapar’ın emriyle Haçlılara karşı düzenlenen 1112 seferlerine katıldı. Emir Mevdud komutasında olarak Urfa’nın kuşatmasına katılan İlgazi, kalenin zaptına muvaffak olamadı. Ancak Harran Haçlıların elinden alındıktan sonra İlgazi’ye devredildi. 1117’de Haleb’i alan İlgazi, buranın idaresini oğlu Timurtaş’a verdi. Antakya Haçlıları üzerine sefer düzenleyip, 1119’da şehir civarında yapılan muharebede büyük bir zafer kazandı. Bu savaşta Antakya kontu Rogen dahil Haçlı ileri gelenleri öldürüldü. Akdeniz sahiline kadar ilerlenip, çok ganimet alındı. İlgazi, Haçlıları kuzeyde de takib edip, Göksun’a kadar ilerledi. Böylece Haçlıların kuvveti kırıldı, karşı tedbir almalarının önüne geçildi. Selçuklu Sultanı Mahmud, İlgazi’nin muzafferiyetinden ziyadesiyle memnun olup, 1120’de Meyyafarikin’i ona verdi.
1122 senesinde vefat eden İlgazi, adaleti, ihsanı ve halka hizmeti ile meşhurdu. Diğer memleketlere nazaran Mardin ve Halep'te vergileri hafifletmek suretiyle halkın sevgisini kazandı. Hakim olduğu bölgede Asayiş, nizam ve intizamı sağlayan İlgazi, imar faaliyetlerine de büyük önem verdi.
İlgazi’nin ölümünden sonra oğullarından Süleyman, Meyyafarikin’e; Timurtaş, Mardin’e; yeğeni Süleyman da Haleb’e hakim oldular. Bu sırada diğer yeğeni Belek de, Harput ve Palu civarında kendi beyliğini kurdu. Süleyman’ın ölümünden sonra Hüsameddin Timurtaş, Mardin şubesine daha geniş bir şekilde sahib oldu. Timurtaş’ın 1154 yılında ölümünden sonra yerine oğulları arasında en liyakatlisi olan Necmeddin Alp geçti. Bu bey döneminde Mardin Artukoğulları ile Hısnıkeyfa Artukluları arasında sıkı bir dostluk ve işbirliği sağlandı. Güneydoğu Anadolu Bölgesi bu sayede imar ve medeniyet yolunda ilerledi. Necmeddin Alpı yirmi iki yıl saltanat sürdükten sonra 1176 senesinde vefat etti. Necmeddin Alpı dönemi Artukoğullarının en parlak yılları oldu. Bundan sonra Artuklu ülkesi önce Eyyubiler, sonra da Moğolların baskısı altında kaldı. Moğollara bağlı olarak saltanatlarını devam ettiren silik beyler döneminden sonra Mardin Artukoğulları 1408 yılında Karakoyunlular tarafından ortadan kaldırıldı.
Artuklular, Büyük Selçuklu Devletine tabi olduklarından, devlet teşkilatı, müessesesi ve idare tarzı Selçuklulara benziyordu (Bkz. Selçuklular). Devletin temel siyaseti cihad, Haçlılar ve İslam alemindeki sapık ideolojiler ile mücadele idi. Anadolu’nun Türkleşip İslamlaşmasında büyük hizmetleri geçti. Artukluların hakim oldukları bölgelerde Türklerden başka Arab, Süryani, Rum, Ermeni ve bir miktar da Yahudi vardı. Her millet kendi lisanını konuşurdu. Türkler ve Araplar Müslüman, Ermeni ve Rumlar Hıristiyan, Süryaniler kendi mezheblerinde, Yahudiler ise musevi idiler. Artuklu hükümdarları ve devlet adamları ilme meraklı olup, ilim ve irfan müesseseleri kurup, alimleri himaye ettiler. Sofiyye-i aliyyeden fıkıh alimi Şihabüddin-i Sühreverdi, Artuklulardan çok hürmet görüp; Elvah el-İmadiyye adlı eserini İmadüddin Ebu Bekr’e arz etti. Kemaleddin Ebu Salim, Ebu Ali el-Sofi, Cezeri ve Bedi’uzzeman eserler yazıp, Artuklu hükümdarlarına ithaf ettiler. Ayrıca, pekçok alim, nakli ve akli ilimlerde eserler yazdılar.
Artuklu hükümdarları saray ve şehirlerde kurdukları kütüphanelerde binlerce cildlik kitaplar toplamışlardır. Artukluların inşa ve imar faaliyetleri, mimari eserleri çok meşhur idi. Artuklular, Orta Asya ve İslam alemindeki mimariyi birleştirip kaynaştırarak kıymetli eserler inşa ettiler. Artuklu ülkesindeki iktisadi yükselişe paralel olarak ihtiyaca ve lüzumuna göre; hükümdar, devlet adamları, hanedan mensupları ve hayırseverler; cami, medrese, imaret, zaviye, türbe, hastane, hamam, çarşı, han, köprü, kervansaray, kale ve surlar ile memleketi süsleyip, medeniyet diyarı haline getirdiler. Bunlardan en meşhurları:
Mardin’de Emineddin ve Cami’ el-Asfar da denilen Necmeddin külliyeleri, Harput, Silvan, Mardin, Koçhisar (Kızıltepe) Ulu Camileri, Harput Alacalı Cami, Mardin’de Latifiye de denilen Abdüllatif Camii, Bab-es-Sur da denilen Melik Mahmud Camii; medreselerden ise Mardin’de Hatuniye de denilen Sitti Radviyye, Ma’rufiye, Şehidiye, Melik Mensur, Altunboğa, Zinciriyye de denilen Sultan İsa, Harzem’de Tacüddin-i Mes’ud, Diyarbekir’de Mes’udiyye ve Zinciriyye medreseleri; hamamlardan Mardin’de Maristan, Radviyye, Yeni Kapı ve Ulu Cami. Harput’ta dere hamamları, Hısnıkeyfa, Haburman Botaman Suyu, Deve Geçidi köprüleri, ayrıca Hısnıkeyfa Sarayı, Diyarbekir İçkal’a Sarayı, Mardin’de Firdevs Köşkü, Silvan’da Darü’l-Acemiyye Sarayı, Diyarbekir’de Ulu Beden, Yedi Kardeş Burçlar, Harput Kal’ası ve zamanın tahribatına uğramış pekçok eser inşa ettirdiler. Bunlardan bazıları hala kullanılıp, hizmet vermektedir. Artuklu şehirlerinden Mardin, Diyarbekir, Hısnıkeyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin (Silvan), Duneyser (Koçhisar, Kızıltepe), Nusaybin, Dara, Harput ve Haleb havalisindeki Artuklu eserlerinin mimari yapısı, sanatkarlığı, zarifliği, tezyinatı, kullanılan malzemenin seçimi çok ustaca olup, şaheser mahiyettedir.
Hısnıkeyfa ve Amid Artuklu Hükümdarları
Mu’inüddevle Birinci Sökmen |
(1098 - 1105) |
İbrahim bin Sökmen |
(1105 - 1108) |
Rüknüddevle Davud |
(1108 - 1144) |
Fahrüddin Kara Arslan |
(1144 - 1167) |
Nureddin Muhammed |
(1167 - 1185) |
Kutbüddin İkinci Sökmen |
(1185 - 1200) |
Nasırüddin Mahmud |
(1200 - 1222) |
Mes’ud Rükneddin Mevdud |
(1222 - 1232) |
Harput Artukluları
İmadüddin Birinci Ebu Bekr |
(1185 - 1203) |
Nizameddin İkinci Ebu Bekr |
(1203 - 1223) |
Nizameddin İbrahim (takriben) |
(1223 - 1230) |
İzzeddin Ahmed (takriben) |
(1230 - 1234) |
Mardin İlgazileri
Necmeddin Birinci İlgazi |
(1104 - 1122) |
Hüsameddin Timurtaş |
(1122 - 1152) |
Necmeddin Alpı |
(1152 - 1176) |
Kutbüddin İkinci İlgazi |
(1176 - 1184) |
Hüsameddin Yülük (Yavlak) Arslan |
(1184 - 1201) |
Nasırüddin Artuk Arslan |
(1201 - 1239) |
Necmeddin Birinci Gazi |
(1239 - 1260) |
Muzaffer Fahrüddin Kara Arslan |
(1260 - 1292) |
Şemseddin Birinci Davud |
(1292 - 1294) |
Necmeddin İkinci Gazi |
(1294 - 1312) |
İmadüddin Ali Alpı |
(1312) |
Şemseddin Salih |
(1312 - 1364) |
Mensur Birinci Ahmed |
(1364 - 1368) |
Salih Mahmud |
(1368) |
Muzaffer İkinci Davud |
(1368 - 1376) |
Zahir Mecdeddin İsa |
(1376 - 1406) |
Şihabeddin İkinci Ahmed |
(1406 - 1408) |