Alm. Anthracen, Fr. Anthracèene, İng. Antracene. Alizarin boyaların yapımında kullanılan, maden kömürü katranının son damıtma ürünlerinden bir hidrokarbon. Formülü C14H10 olup üç tane aromatik halkadan meydana gelmiştir. Antrasen 213°C de eriyen 351°C'de kaynayan beyaz, kristal yapıda bir katıdır. Çözeltileri mavi bir fluor ışıllık gösterir. Antrasenin sentez yoluyla elde edilmesinde en çok başvurulan metot, dibrom metanın alüminyum klorür eşliğinde benzenle kondanse edilmesidir (yoğunlaştırılmasıdır). Antrasenin orta halkası katılma ve yükseltgenme tepkimelerine daha müsait olup meydana gelen türevler 9,10- konumunda olur. Mesela kromat asidi ile yapılan yükseltgenmede boyarmadde ve pigment üretiminde önemli bir ara ürün olan 9,10- antrakinon elde edilir. Bu reaksiyon antrasene, uzun süre büyük bir teknik önem verilmesine sebeb oldu. Ancak antrakinonun sentez yoluyla üretimi, bu tekniğe olan ilgiyi azalttı.
Alm. Zollager, Entrepot, Fr. Entrepot, İng. Warehause. Genellikle ülkelerin gümrük binalarına yakın olan bir tür depo. Bu depoda; gümrük vergisine konu olup henüz vergi ve resimleri ödenmemiş mallar korunur veya tamamlanması gerekli bazı küçük işlemler yapılır.
Alm. Anthropologie (f), Fr. Anthropologie, İng. Anthropology.Zamanımızdaki insanı ve fosilleşmiş insan iskeletlerini sistemli, mukayeseli yollarla ve fiziki görünüşlerinin her cephesi ile inceleyen bilim dalı. Bu bilim dalı ile uğraşan kimseye antropolog denir.
Antropoloji, insanı somatik yani beden bakımından ele almıştır. İnsanın kültür bakımından incelenmesini etnolojiye, geçmişte yaşamış topluluklar açısından incelenmesini ise, tarih öncesi bilimlerine bırakmıştır. İnsanlar, dil, din, ırk ve kültür bakımından farklı oldukları gibi; renk, kafatası, göz, yüz, burun, dudak, diş, saç ve vücut şekli bakımından ve ayrıca, çekiklik ve göz kapak kıvrımlarına göre de farklılık gösterir.
Dünyadaki çeşitli ırk ve milletlerin kendilerine has morfolojik yapıları birbirlerinden farklıdır. Hatta biyolojik bakımdan bile (kan grupları gibi) farklılık gösterirler. Bazı millet ve ırklar birbirleriyle karışarak eski özelliklerinden bir kısmını kaybetmişlerdir.
Antropoloji mütehassıslarından bazıları, eski çağlardan kalma insan iskeletleri ile maymun iskeletleri arasındaki kısmi benzerliğe bakarak, insan ile maymun arasında ırsi bir münasebet kurmağa çalışmışlarsa da, ilmi bir delil ve senet gösterememişler ve nazariyelerini isbat edememişlerdir. Hücredeki DNA moleküllerinin yapısı, gösterdiği faaliyetler, mesela, bir insanın parmak izinden göz rengine, sesinden saçına kadar bütün bilgilerin DNA’larda; bir elektronik beyne bilgi kaydeder gibi kodlanmış olmasının anlaşılmış olması, insanın yapısının nazariyeler ile çözülemiyeceğini göstermektedir. İskelet yapısı bakımından insana en çok benzeyen hayvanın maymun olduğu Marifetname’ de ve İbn-i Haldun Tarihi mukaddimesinde de yazılıdır. Fakat hiç bir zaman bir türün değişerek, diğer türe dönüşmesi görülmemiştir.
Hayvanlarda insandaki gibi insani ruh ve aklın bulunmaması, insanla hayvan arasındaki pek çok farkların esasını teşkil etmesine rağmen, materyalist (maddeci, inkarcı) düşünce mensubu bazı felsefecilerin insanın maymundan geldiği nazariyesini (görüşünü) kesin ve isbatlanmış bir gerçek imiş gibi kabul etmeleri ve yoğun propagandaları, ilmi kabul edilmemiş ve her devirde reddedilmiştir.
Buradaki incelik; nazariye (görüş) ile hakiki ilim arasındaki farktadır. Nazariye ile ilim ayrı şeylerdir. Nazariyenin ilmi hüviyet kazanabilmesi için, isbat şarttır. Bu güne kadar insanın maymundan veya mevcut maymunların insandan geldiğini ispatlayan hiçbir ilmi delil ortaya konmamıştır. Aksine; ilmi gelişmelerin tamamı, Kur’an-ı kerim’in bütün insanların ilk ceddinin Adem aleyhisselam olduğunu bildiren hükmünü tasdik etmektedir. (Bkz. Darvinizm)
(Bkz. İyon)
Alm. Aorta, Fr. Aorte, İng. Aorta.Vücudumuzun en büyük atardamarı. (anaatardamar). Kalbin sol karıncığından çıkar. Kalbten çıkınca sola ve arkaya doğru bir yay çizer. Bu kemer yapan aort bölümüne “Aort kemeri” denir. Aort kemeri üzerinden kollara ve başa giden atardamarlar çıkar. Aort daha sonra aşağıya devam ederek göğüs kafesinin içinden geçer. Bu bölümüne de “Göğüs aortu” denir. Göğüs aortu diyaframı geçince “Karın aortu” adını alır. Karın boyunca devam eden aort, bel bölgesine gelince bacaklara giden uç dallarını vererek son bulur.
Aort çok sağlam bir damardır. Yirmi atmosfer basınca mukavemet eder. Lokomotifler, 10-16 atmosferlik buhar tazyiki ile işlediğine göre, yanmaktan korunabildiği takdirde bu damarlar lokomotif boruları yapılabilecektir..
Kan, sol karıncıktan kesik kesik aralıklarla geldiğinden, kalbin her kasılmasında bir miktar kan aorta atılır ve aort şişer. Kalbin gevşemesinde sol karıncıktaki basınç, aorttaki basıncın altına düşünce aortun kapakçıkları kapanır. Aort elastiki olduğundan, sol karıncıktan atılan kanın hepsini birden damarlara gönderemez; birazını şişerek depo eder. Tekrar eski durumuna geldiğinde kan akımının devamlılığını sağlar. Bunu, depo ettiği kanı damarlara göndererek yapar. Bu işlemler, kalbin gevşemesi esnasında olur. Kalbin kasılması (sistol) esnasında, sol karıncık basıncı aorttan yüksek olunca kan tekrar aorta atılır. Sistol sırasında aorta atılan kan kütlesi, damarlarda merkezden çevreye yayılan bir basınç dalgası meydana getirir. Bu basınç dalgası geçtiği yerlerdeki damarların duvarlarını genişletir. Genişleme elle hissedilebilir. Bu basınç dalgasına “nabız” denir.
Basınç dalgasının hızı damar cidarının elastiki olmasına ve damar çapının cidar kalınlığına oranına bağlıdır. Aort üzerinde kanın hızı 4 m/sn; baldırdaki damarlarda ise 10 m/sn’dir. Buna göre kalbin sıkışması bilekte 0,1 sn gecikmeyle hissedilebilmektedir.
Alm. Blinddarmentzündung (f), Fr. Appendicite, İng. Appendicitis. Kalın barsakla ince barsağın birleştiği yerdeki kör barsağın ucunda bulunan “Appendix” denilen kısmın iltihabı. Kör barsağın alt ucunda bulunan 0,5-1,5 cm kalınlığında ve uzunluğu 2-20 cm arasında değişen çıkıntısına “Apandis” (Lat. Appendix vermiformis) denir.
Had apandisit iltihabı (Akut apandisit) en sık rastlanan acil vak'alardan biridir. Apandisit bebeklerde görülmez. Çocuk büyüdükçe görülmeye başlar. 10-17 yaş arası en sıktır. Daha sonra azalır. Ergenlik çağından evvel erkek ve kız çocuklarda aynı sıklıkta görüldüğü halde, bundan sonra 25 yaşına kadar erkeklerde kadınlara göre daha sık görülür. (erkek/kadın oranı 3/2). 25 yaşından sonra erkeklerdeki sık görülme azalır ve giderek sıklık oranı etşitlenmeye başlar.
Belirtileri: Başlangıçta ağrı göbek etrafında, karnın üst tarafında veya bütün karında yaygın olabilir. Bu appendisin cidarlarının gerilmesinden doğan bir ağrıdır. Ağrı orta şiddette ve devamlıdır. Akut apandisit başladıktan 6-8 saat veya daha fazla bir zaman geçtikten sonra ağrı karnın sağ alt tarafına yerleşir. Bu ağrı apandisitin ilk belirtilerindendir. Apandisitin ikinci erken belirtisi iştahsızlıktır. Hastalara sorulunca belirtilerin başlamasından önceki öğünde hatta daha önceki öğünlerde de iştahlarının olmadığını, yemek yiyemediklerini anlatırlar. Eğer hasta, iştahının iyi olduğunu ve bol yemek yediğini söylerse, apandisit olma ihtimali azalır. Apandisitin üçüncü erken belirtisi bazı hastaların devamlı dışkılama ihtiyacı duyması, fakat bunu yapsa bile rahatlayamamasıdır. Bazı hastalar bunu kabızlık olarak niteler ve rahatsızlıklarının kabızlıktan ileri geldiğini zannederler. Böyle bir durum ortaya çıkınca, dışkı barsak taşı, barsak kurtları, meyve çekirdekleri, yutulmuş yabancı cisimler ve diş v.s. parçaları apandis kanalını tıkamaları, bu kanal içinde salgı, dışkı ve mukus birikmesine ve mikropların daha kolay yerleşip üremesine zemin teşkil ederler. Burada kolayca üreyen mikroplar ise apandis duvarına yerleşecek zamanı kollarlar.
Bu ilk belirtilerin ardından bulantı ve kusmalar başlar. Akut apandisitte belirtilerin meydana çıkış sırası da önemlidir. Önce iştahsızlık ve yalancı kabızlık, sonra ağrı ve nihayet bulantı-kusmalar olur. Kusmalar ağrıdan önce başlarsa, apandisit teşhisi şüpheye düşer. İshal olması da teşhisi şüpheye düşürür. Yüksek fakat düzensiz bir ateş vardır.
Had apandisit iltihabı tehlikeli bir hastalıktır. Eğer delinme olursa iltihabi hadise karın zarına (periton) intikal eder ve karın zarı iltihabı (peritonite)na yol açarak ölüme bile sebeb olabilir. Apandisitin tedavisi cerrahi müdahale iledir. Bazı gecikmiş ve içeride iltihabi doku meydana gelmiş vak'alarda ise tıbbi tedavi uygulanır. Genellikle ilk ağrıların başlamasından 24-36 saat içinde hastaların ameliyat edilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Alm. Wohnhaus (n), Apartment, Fr. Appartement, İng. Flat. Çok katlı, birden fazla aileyi barındıran bina. Dilimize Fransızca " l' Appartement"tan geçen bu kelime, bu dilde ve İngilizcede bir evin birkaç odadan müteşekkil, meskene müsait kısmı anlamındadır. Ancak bu manada Türkçede, apartman dairesi olarak isimlendirilirken, apartman, çok katlı ve birden fazla aileyi barındıran binaya verilen isimdir. Çok katlı apartman tipi binaların ortaya çıkması, şehirleşmenin yoğunlaşması ile başlar. Ülkemizde ve Avrupa’da yer darlığı ve arsa fiatlarının yüksek olduğu şehir merkezlerinde, apartman önceden beri görülmekteydi. Ancak, bugün bir mesken topluluğu ortaya getirmesi yönünden olduğu gibi, inşaat malzemesi ve ısı tasarrufu sağlaması sebebiyle şehrin dış bölgelerinde de rastlanmaktadır.
Memleketimizde apartman tipi binaların hemen hemen hepsi betonarme olarak yapılmaktadır. Tercih sebebi ucuz olmasıdır. Belediyeler; sınırları dahilinde yapılacak apartmanları proje safhasından itibaren denetledikleri gibi, sığınak, araba parkı, ısı tecridi ve asansör gibi konularda uyulması mecburi olan şartları da koyabilmektedir.
Bir apartman; apartman daireleri yanında, kapıcı ve kalorifer dairesi ile sığınak ve garajdan ibarettir. Bazı apartmanlarda sakinlerin beraber kullandıkları mescit, çamaşırhane ve teras gibi kısımlar da bulunabilir.
Apartman dairesinde, yaşamada en çok zorluk çeken çocuklar olmaktadır. Bunlar dört duvar arasına sıkışıp kalmaktadırlar. Bunu önlemek için bazı apartmanlarda çocukların ortak oynayabilecekleri çocuk odası da planlanmaktadır.
İtalya Yarımadasını baştan başa kateden önemli sıra dağlar. Toplam uzunluğu 1470 km civarında olup, genişliği 45 ile 140 km arasında değişir. Apeninler, kuzey, orta ve güney olmak üzere üç kısımda incelenir.
Kuzey Apeninler
Martime Alplerinin batı ucunda uzanırlar. Cenova körfezi kıyısını sınırlayan ilk bölümüne Ligurian Alpleri denir. Kayalar, mermer ve kalkerlerden ibarettir. En yüksek noktası Monte Blue 2300 m civarındadır. Güney kısımları denizden sarp şekilde yüksektir. Daha aşağıları bağ, zeytin, meyve, sebze için elverişlidir. Girintili olan kıyılar sayısız sayfiye yerlerine sahiptir. Sıradağlar bazı geçitleri ile kesişirler. En önemlilerinden biri Milano ve Cenova arasındaki demir ve kara yolunun geçtiği Giovidir.
Sıradağlar, Tuscan Apeninleri olarak güneydoğu istikametinde devam ederler. Monte Cimove’de 2365 metreye ulaşırlar. Dağ dizileri Po ve Akdeniz’e dökülen nehir yatakları ile ayrılarak, yer yer sık ormanlar ile kaplıdır. Kayalar kalker ve sert yapılı olup, bazı yerlerde mermerler gözükür. Kış yağmurları esnasında yamaçlarda meydana gelen heyelanlar, köyler için zararlı olmaktadır. Tuscan Apeninlerinin tepeleri, mineral ve kimyevi maddeler bakımından oldukça zengindir.
Umbrican Apeninleri güneye Scheggia Geçidine doğru uzanır. Monte Nerone’de 1670 metreye kadar ulaşırlarsa da, alçak olup Tiber Nehrinin ana kolları tarafından bir çok yerde bölünürler. Terni ve Folligno’dan gelen demiryolu, dağları geçerek doğu sahillerinde Ancona’ya varır.
Orta Apeninler
Roma ve Umbro Apeninlerini içine alıp geniş paralel diziler halinde Sangro vadisine kadar güneye doğru uzanırlar. Sarp ve birbirinden yarlarla ayrılmış geniş platolar vardır. Doğu dağ dizilerinden çıkan kısa ve ufak nehirler, doğrudan doğruya Adriyatik Denizine dökülür. Paralel diziler arasındaki dar uzun vadiler, esas olarak Tiber’e açılırlar. Orta Apeninlerin batı kenarlarındaki volkanik tepelerdeki buhardan istifade edilerek büyük bir jeotermik enerji istasyonu kurulmuştur. Demiryolları, dağları kolaylıkla aşamaz. Roma’dan gelen bir hat aktarmalı olarak bu dağları aşabilir. Apeninlerin en yüksek tepesi olan Corno Dağı (2914 m) Orta Apeninlerde yer alır.
Güney Apeninler
Devamlı dizilerden ziyade, geniş depresyonlar tarafından ayrılmış bir dizi halinde Sangro’dan itibaren güneye doğru Neopolitan Alpleri şeklinde devam ederler. Kuzeyde Montagne Delmatere tepesi 2300 metreye kadar ulaşır. Daha güneyde ise Lucanian Apeninleri vardır. Bunların yükseklikleri 2100 metreye kadar varır. Naples körfezi etrafında volkanik faaliyetli dağlar tekrar ortaya çıkar. Yanardağlardan Vesuvius ve Campmi Flegrei en önemlilerindendir. Güney kıyılarına çok sayıda kısa nehirler akar. Bir kaç demiryolu batı ve doğu sahillerini birbirine bağlar.
Apeninler-Alpine-Himalyan dağlar grubunun bir parçasıdır. Her ne kadar merkez ve kuzey kesimlerinde çok fazla parçalanma olmuşsa da genel olarak kıvrımlı bir yapıya sahiptir. Kayaların yapısında büyük değişiklikler vardır. Kuzeydeki dağlar ekseriya zayıf kum taşı ve killi topraktan ibaret iken, merkez Apeninlerin tepeleri zayıf ve kireç taşından teşekkül etmiştir. Güneydeki dağlarda granit hakimiyeti görülür. Yer yer kireç taşı, kum ve killi topraklar da bulunur.
Apeninlerin birçok kısımları, her ne kadar yazın çıplak ve kurak ise de, kışın soğuk-sert ve karla kaplıdır. Kış selleri boldur. Derelerin yazın yatakları kurur. Bir zamanlar çoğu kesif çam, kayın ve meşe ormanlarıyla kaplı olan arazinin büyük kısmı son asırda kesilmiş ve yamaçlar çıplak bırakılmıştı. Geniş sahalar seyrek makilerle örtülüdür. Daha yüksek kısımlar, bilhassa Orta Apeninler, keçi ve koyun meraları halindedir. Son senelerde yamaçlar sertleştirilmiş, otlaklar ıslah edilmiş, daha aşağı yamaçlar üzerinde kestane ormanlıkları meydana getirilmiştir. Adriyatik denizine bakan doğu yamaçları daha verimli ve iklimi mülayimdir. Fakat buralar yarımadanın kapalı tarafında olup, batıdan daha az yağmur alır. Apeninler’in büyük bir kısmında nüfus çok fazladır.
Halkın bu yerlerde oturduğu evler taştan olup, ya vadilerde veya tepe üzerlerinde çok sık durumdadır. Halk iptidai bir ziraat şekli uygular.
Apeninler; Balkan ve İberik yarımadaları ile karşılaştırıldığında, bitki bakımından zengin değildir. Çok az mahalli bitki örtüsüne sahiptir. Bölgenin büyük bir bölümü jeolojik bakımdan yenidir. Apeninlerin etekleri Akdeniz tipi bitki örtüsüne sahiptir. Yamaçlarda ise Akdeniz bitki türlerine rastlandığı gibi, Orta Avrupa bitki cinsleri de bulunur.
Apeninlerin orta ve aşağı yamaçlarının büyük bir kısmı ormanlardan temizlenmiştir. Denizden 390 m yüksekliğe kadar yetişebilen zeytin ağaçları ile narenciye ve üzüm, Apeninlerin başlıca ürünleridir. 330 ile 1350 m arasında meşe ağaçları ve diğer cinsleri dışbudak, kestane nevi ağaçlar vardır. Kestaneler genellikle geniş arazilerde bulunur. 1320 ile 2330 m arasındaki bölgelerin hakim bitki örtüsü akgürgen olup, bu ağaç geniş yer kaplar. Çalılıklar ve otlaklar çok yaygındır. Son iki bölge arasında konik yapraklı siyah çamlar, yarımadanın bilhassa güney kısımlarında bulunur.
Avrupa’nın diğer dağlık bölgelerinde yaşıyan memeliler burada da yaşarlar. Kırmızı geyik, yaban kedisi, dağ tavşanları, dağ keçileri, kurt en çok rastlanan hayvan cinsleridir.
Alm. Abszess, Fr. Abcés, İng. Abscess.İrin yapıcı özellikteki mikropların vücudun bir dokusunda yerleşerek, orada, içinde cerahat dolu bir boşluk yapması. Apse, iltihabın bir çeşidi olup, özelliği, dokunun eriyip içini cerahatın doldurmasıdır. Bazan da bir yaralanma, bir damarın bağlanması veya tıkanması sonucu ölü bir tabaka teşekkül eder ve buraya mikroorganizmaların yerleşmesi ile irin dolu bir boşluk meydana gelebilir.
Apseler iki türlüdür: Sıcak apse, soğuk apse.
Sıcak apse: Bu tip apsede ateş yükselir, ağrı, zonklama olur. Bu tür apse her zaman bir veya birkaç mikroptan dolayıdır, yani sebep mikroorganizmadır. Sıcak apsenin dört ana belirtisi: Sıcaklık, kırmızılık, ağrı ve şişkinliktir (Latince Calor, Rubor, Dolor, Tumor). Apsenin çevresi sert, ortası ise oynak ve yumuşaktır.
Soğuk apse: Verem hastalığında görülen bir apse türüdür. Öyle ki el şişkinlik üzerine konulunca sıcaklık alınamaz ve basmakla ağrı uyandırılamaz. Daha doğrusu sıcak apsedeki kat'i iltihap belirtileri yoktur. Fakat şişlik açılırsa, sıcak apsedeki gibi bir apse muhteviyatının olduğu görülür.
Soğuk apsenin iki özelliği vardır:
1. İçinde irin yapıcı mikroplar ve irinleşme yoktur. Apse muhteviyatını harab olmuş doku materyali meydana getirir.
2. Apsenin menşei ile görüldüğü yer arasında her zaman doğrudan bir münasebet yoktur. Mesela bel omurlarının soğuk apsesi (omurga veremi, pott hastalığı) kasıkta bir apse ile kendini belli edebilir.
Sıcak apselerin tedavisi, cerrahi müdahale iledir. Bu tedavi, apse yerinin açılması, irinin boşaltılması ve antibiyotikli merhemler ile muamele ve ilave olarak uygun antibiyotiklerin verilmesidir.
Soğuk apselerde ise verem ilaçları kullanılır. Bazan (mesela böbrek vereminde) olayın yayılmasını önlemek için cerrahi işlem yapılabilir.
Alm. innerbetriebliche Güter, Fr. Biens Intermediaires, İng. Intermediate Goods.Başka bir malın üretiminde kullanılan mallar. Bir malın hem ara mal hem de nihai (son) mal olması mümkündür. Bu durum, üretim vetiresinin niteliğine göre değişir. Mesela kok kömürü sobada yakmak için kullanıldığında “nihai mal” fonksiyonu görürken, aynı kömür demir-çelik üretiminde kullanılırsa “ara mal” niteliği kazanır.
Alm. Fähre (f), Fr. Bac, İng. Ferryboat.Denizlerde, göllerde, büyük nehirlerde, tren ve motorlu taşıtların bir kıyıdan diğer bir kıyıya götürülmesi için özel olarak yapılan vapur. Tren taşımak için yapılanlara özel olarak ray döşenir, yükleme ve boşaltma yapılacak iskeleler de rayla döşeli olduğundan işlem kolayca yapılır. Araba vapurlarının ön ve arkası, iniş ve binişlerin kolayca yapılabileceği şekilde yapılmıştır. Vasıtalar hiç zorluk çekmeden rahatça vapurun içine girebilirler.
Araba vapurları bu günkü şekliyle ilk defa 1869 yılında Şirket-i Hayriye’nin yetkilileri tarafından düşünülmüş, planları çizilmiş ve İngiltere’ye sipariş verilmiştir.
İstanbul’a getirilen vapurlar, Kabataş-Üsküdar arasında çalışmaya konuldu. Daha sonra Sirkeciye’de araba vapuru iskelesi yapılarak 1870’de vapur sayısı üçe çıkarıldı. İstanbul’da Kabataş-Üsküdar, Sirkeci- Harem arasında yüz seneden fazla hizmet gören arabalı vapurlar, 1988 yılında kaldırıldı. Sirkeci-Harem hattı tekrar kondu. Tren için olanlar ise ilk şekli gibi devam etmektedir. Bugün, araba vapurları Çanakkale-Eceabat; Van-Tatvan; Kartal-Yalova; Darıca-Yalova arasında çalışırlar. Ayrıca daha modern ve büyük olanları İstanbul-İzmir, Mersin-Kıbrıs, İstanbul-İtalya arası seferler yaparlar.
Bugün uzak mesafelere gidip gelecek, fazla mikdarda vasıta taşıyacak şekilde gelişmiş vapurlar yapılmaktadır. Teknolojik sahadaki gelişmelere paralel olarak her geçen gün daha mükemmelinin inşası için çalışmalar devam etmektedir.
Alm. Wagen, Kutsche (f), Fr. Voiture, charrette, İng. Vehicle.Tekerlek üzerinde giden, hayvan veya insan gücü ile yürütülen, eşya ve insan taşımaya yarayan taşıt. İnsanların arabayı yapmasında, tekerleğin bulunmasının önemli rolü vardır. Eldeki en eski bilgilere göre arabanın ilk olarak Türkler tarafından Asya’da yapıldığı anlaşılmaktadır. Yapılan araştırmalara göre ise, M.Ö. 2500 yıllarından itibaren Orta Asya’da kullanılmaya başlanmış ve oradan yayılmıştır. İlk zamanlar savaş arabaları şeklinde büyük önemi vardı. Fakat manevra kabiliyetinin az olması bu önemini kaybettirdi. Yalnız yük ve yolcu taşımacılığında kullanılmaya başlandı. Asya ve Önasya’da kullanılış tarihi bilinmeyecek kadar eski olmasına rağmen, Avrupa’da ortaçağda kullanılmaya başlanmıştır.
Umumiyetle dört veya iki tekerlekli olan arabaların en basit şekli, elle yürütülen ve hafif eşyaları taşımak için kullanılan el arabası denen tek tekerlekli arabadır. Arabalar iki bölümden müteşekkildir: 1) Alt yapı, 2) Üst yapı. Alt yapı; hemen hemen her arabada aynıdır. Esas olarak tekerlekleri birleştiren “dingil” ve koşum hayvanlarının bağlandığı “ok”tan meydana gelir.
Dört tekerlekli arabalarda, arkada kalan büyük tekerlekler sabit bir dingille bağlanırlar; öndeki tekerlekler ise, dönme işlemlerini kolaylaştırmak gayesiyle daha küçük ve okla beraber dönebilecek şekilde yapılırlar.
Üst yapıları kullanılma maksatlarına göre istenildiği gibi yapılabilir. İnsan nakli ve eşya nakli için olmak üzere iki ana bölüme ayrılabilen üst yapılar, muntazam yapılmış sandık, ağaç sürgünlerinden örülmüş bir sepet veya kafes biçiminde olur.
Arabalarda tekerlekleri levha şeklinde veya merkezine parmaklıklarla tutturulmuş bir çemberden ibarettir. Tekerleklerin etrafında aşınmayı azaltmak için çelik veya lastik çemberler takılıdır.
Arabalar umumiyetle atlara, öküzlere, mandalara çektirilir. Hayvanlar oka bağlanırlar. Sarsıntıyı azaltmak için alt yapısı ile üst yapısı arasına tekerleklerin hizasına gelecek şekilde “yay” sistemi yerleştirilir. Bilhassa yolcu taşıyan arabalar da yay sistemine önem verilip süslü olarak yapılmışlardır.
İlk arabalar, yük taşımağa mahsus öküzler tarafından çekilmiş ve atların arabaya koşulması, öküzden sonra başlamıştır. Türklerin kullandığı arabalara Çinliler, “Keçi arabası” demişlerdir. Bu araba dört tekerlek üzerine oturtulmuş bir çadırdan ibaretti. Türkler, savaşlarda atı tercih ettiklerinden, savaş arabalarını Çinliler kullandılar.
Osmanlılarda önceleri arabaya binme hakkı padişaha, şeyhülislama ve kadıaskere tanınmıştı. Bir de Avrupa’ya gönderirken, elçilerin yanına devletin şerefiyle ilgili iki mükellef araba verilirdi. Bu arabalardan birisinde elçi, padişahın mektubunu götürür, ikinci araba ise hediyeleri taşırdı. Daha sonra vezirler ve ileri gelenlerin arabaları oldu. Fakat gene de ata karşı büyük muhabbeti olan Türkler, ata binmeyi tercih ettiler.
Osmanlı padişahlarından bazıları kendileri için tahsis edilen arabalara bindiler. Oğlu Yavuz Sultan Selim Han lehine tahttan feragat eden Sultan İkinci Bayezid Han, 1512 tarihinde, Bayezid’deki eski saraydan bir arabaya binerek Edirne kapısına kadar oğlu ve askerler tarafından teşyi edilmiştir. Yavuz Sultan Selim Han bu teşyi esnasında, payitaht kapısına kadar araba yanında edeble yürümüş, babasının nasihatlerini hürmetle dinlemiştir.
Kanuni Sultan Süleyman Han yetmiş iki yaşında Zigetvar seferine çıkarken, saraydan Davutpaşa’ya kadar beyaz bir atın üzerinde gitti. Sonra iki beygirle çekilen dört tekerlekli, üstü örtülü ve yanları yeşil perdelerle kapalı bir arabaya bindi ve öylece sefere devam etti. Zigetvar’da vefat ettiğinde de mübaret cesedi aynı araba ile yola çıkarıldı.
İstanbul’un binek arabaları; saray, konak ve kira arabaları olmak üzere üç kısım idi. Binek arabalarından saray arabaları, Saray-ı hümayun için bir ihtiyaç olmuştu. Valide, Haseki ve Hanım Sultanlar şehir sokaklarında dolaştırılmayıp; sayfiye, yalı, köşk ve kasırlarına; ya harem-i hümayun kayıkları ile veya saray arabaları ile gitmişlerdir.
Saray arabalarının başında saltanat arabası gelmektedir. Sultan İbrahim, Sultan İkinci Mahmud, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz hanlar şehir içinde gezintilerini meşhur saray saltanat arabası ile yaptılar. Sultan İkinci Abdülhamid Han da Cuma selamlığına bu araba ile giderdi. Namazdan sonra da bizzat kendi kullandığı saray faytonu ile ikametgahı olan Yıldız Sarayı’na dönerdi.
Saltanat arabası Cuma selamlığında gayet yavaş gider; yaverler arabayı, iki yanı sıra yürüyerek takib ederlerdi. Hırka-i şerif ziyaretinde ise araba sür’atli gider, yaverler de atlı olarak takib ederlerdi. Saltanat arabasında padişahın karşısında daima zamanın seraskeri olan müşir otururdu.
Saltanat arabası, çift çift dört atlı, arabacı oturağı sırmalı, bordürleri altın yaldızlı muhteşem bir faytondu. Sultan Abdülhamid Han arabanın körüğünü daima yarı açık bulundururdu. Arabayı arabacıbaşı kullanırdı. Yanında bir de ispir otururdu. Arabayı çift çitf çeken dört attan soldakilerin üzerine de birer süvari neferi bindirilirdi. Bu dört kişi; kırmızı veya yeşil çuhadan som sırma işlemeli cebken - ceket, kenarları sırmalı pantolon ve siyah çizme giyerlerdi.
Sultan Abdülhamid Hanın Cuma namazı dönüşünde kendi sürdüğü saray faytonunda arabacı oturağı yoktu. Önü açık dizginler, ufki bir maden çubuk üstünden geçerdi. Arabacıbaşı bu faytonu cami avlusuna getirir, kendisi saraya yaya dönerdi. Gayet sade fakat son derece zarif bir araba idi. Bunun da körüğü yarı açık olurdu.
Saltanat arabasından başka, diğer, saray arabaları umumiyetle kapalı, sade kupa arabalardı. Arabacıları ve ispirleri daima siyah temiz elbise ve siyah çizme giyerlerdi. Saray arabaları İstabl-ı Amire denilen has ahırda muhafaza edilirdi. Kadrosu kalabalık bir teşkilat olup, amirleri İstabl-ı Amire müdürü idi.
Konak arabalarına da saray arabaları gibi aynı boyda aynı renkte ikiz denilecek çok bakımlı atlar koşulurdu. Zamanın yüksek devlet ricalinin ve zenginlerinin birer ve hatta bir kaç binek arabası olurdu. Konak sahipleri arabalarının bakımı, kullanılması ve muhafazası için konaklarında özel kişiler görevlendirmişlerdi.
Kira arabaları ise, umumiyetle eski, az bakımlı konak arabalarının emekliye ayrılmışlarıydı. Konak arabalarında ve kira arabalarında plaka yoktu. Kira arabası oldukları, belediye dairesince verilen numaraların fenerleri üzerine yazılmasıyla anlaşılırdı.
On dokuzuncu asırda Osmanlı sarayının atları ve arabaları, eski tüfekhane yerinde yapılan İstabl-ı Amire’ye nakledilmişti. 1881 yılı Eylül ayında İstabl-ı Amire’deki büyük yangında Sultan İkinci Mahmud Hana ve daha eski sadrazamlara ait altın ve gümüş işlemeli çok sanatkarane yapılmış saltanat arabaları ve alay günlerine mahsus altın işlemeli mücevherli, incili eyer ve araba takımları tamamen yanmıştır.
Bugün Topkapı Sarayında iki eski taht-ı revanla, kafesli eski bir araba ve Sultan Abdülaziz, Sultan İkinci Abdülhamid Han ile Sultan Beşinci Mehmed Reşad’a ait arabalar teşhir edilmektedir. At koşumları ve eyer kısmında da geçen asra ait bazı saray eyerleri bulunmaktadır.
Yük arabaları ise şehrin günlük hayatında fetihten beri ihtiyaç olmuştur. Konakların, sarayların her türlü inşaatların, çarşıların, pazarların çeşit çeşit ağır yükü arabalarla taşınmış, yazın sayfiyelere çıkanlar, göç eşyalarını iskelelere yük arabalarıyla indirmişlerdir. Yük arabalarına çarşı arabası da denir. Kağnılar eskiden çok yaygın bir şekilde kullanılan öküz ve mandalar tarafından çekilen arabalar idi. İstiklal Harbinde milletin dini ve vatanını müdafaa için yaptığı mücadelede, silah ve cephane nakliyesinde çok kullanıldı ve bu harbin adeta sembolü haline geldi.
Saltanat arabalarının kendileri gitmiş, tarih olan isimleri ise gelecek nesillere yadigar kalmıştır. Daha düne kadar en lüks taşıt olan bu arabalar bugün tarih olmuştur.
Saltanat arabaları dairesinde bulunan bu arabaların hepsi başlı başına bir sanat şaheseridir. Sultan Abdülhamid Hana ait olan ve bazı kısımları altından yapılan araba, Yıldız Sarayı yağma edilirken (1909), parça parça sökülerek, parçalayanlar tarafından zimmete geçirilmiştir.
Alm. Arabeske, Fr. Arabesque, İng. Arabesque.İslam san’atlarında motifleri birbirine girişik ve iç içe geçme olan bezeme tarzına Avrupalıların verdikleri genel isim. Arabesk san’atı dar anlamda; başı, ortası ve sonu olmayan iki planlı yayvan güzel bir çiçek süslemesidir. Sınırsız olarak bir düzlemi kaplıyacak biçimde yayılır. Bu çeşit süslemeler daha çok sanatçının hayal gücüne dayanır. Avrupa’ya Arablardan geçmiş ve Avrupalılar Arablara ait manasında arabesk ismini vermişlerdir. Halbuki bu tarz yalnız Arablarda değil, bütün İslam memleketlerinin süsleme san’atlarında görülür. Zaten Arabcada buna zuhruf veya nakş; Farsçada ve Osmanlıcada girift denilmektedir.
Arabesk ismi verilen girift bezeme tarzı, Arablardan çok daha eski bir tarihe dayanır. Bunun ilk örnekleri Orta Asya’dan Avrupa’ya göç eden Sakalar ve Sarmatların süsleme san’atlarında görülmektedir. Önceki devirlere has olan helezon şeklindeki ilk bezemelerin hayvan şekillerine benzetilmesi, bunların boynuz ve mafsallar gibi birbirlerine sarılan kıvrımlı şekiller almasından doğmuştur.
Yunanlılar ve Romalılar da bu gibi bezemeler kullanmışlardır. Pompei evlerinin duvarlarındaki nakışlarda böyle girift bezemelere rastlanır. Eski Mısır’da Batlemyuslar devrinde dokunan kumaşların üzerinde de arabeskli nakışlar görülür. Avrupa’da, bilhassa İtalya’da Rönesans devrinde, arabesk türü süslemeler çok kullanılmıştır. Avrupa’da Rönesansdan itibaren on dokuzuncu asrın başlarına kadar el yazmalarında, duvarların, mobilyaların, metal eşyanın, çanak - çömleğin süslemelerinde kullanılmıştır.
Arabeskin umumi olarak iki çeşidi vardır: Birbiri içine girmiş çiçek ve yapraklardan meydana gelmiş bezeme tarzı, diğeri de birbiri içinden geçerek karışık şekiller alan geometrik bezeme tarzıdır.
Alm. Mondmanate (f), Fr. Mois Lunaire, İng. Lunar Months.Hicri takvimlerde kullanılan aylar. Uzunluk bakımından iki türlü sene vardır: Şemsi sene, Kameri (Hicri) sene. Şemsi sene, güneş senesi olup, dünyanın güneş etrafında bir kerre döndüğü zamandır. 365, 242 gündür. Kameri sene ise, Ay’ın Dünya etrafında 12 kere döndüğü zaman olup, 354, 367 gündür. Güneş yılı Kameri yıldan 10,875 gün daha uzundur. Bu farkdan dolayı Şemsi sene 32,5 olunca Kameri sene 33,5 oluyor. Kameri sene adedi 32,58/33,58 = 0,97023 ile çarpılınca, Şemsi sene olur. Bir arabi ay, hilalin görülmesi ile başlar ve ikinci görünmesine kadar devam eder. Önceden hesab ederek hangi gün görülebileceği anlaşılır ise de esas olan gözle görülmesidir. Hilal, yani yeni ay, doğduğu geceden önceki gecelerde hiç bir yerden görülemez. Ay, yer küresinin etrafında dönerken, her ay bir kerre, ay ile güneş, yer küresinin aynı tarafında olarak üçü bir doğrultuda bulunurlar. Bu hale “içtima-i neyyireyn” denir. Bu halde iken, ayın bize karşı olan yüzü, güneşi görmediği için karanlık olur. Bu sebepten ay görünmez. Ayın görünmediği zamana da “muhak” denir. İçtima zamanı, ilmi esasa göre hazırlanmış takvimlerde her ay için yazılıdır. İçtimadan sonra, ay muhaktan kurtulup, güneş batarken, batı tarafından ufuk üzerinde hilal şeklinde görülür. Ay muhaktan kurtulduğu zamanda, hangi memlekette güneş batmakta ise, yalnız o tul (meridyen) derecesindeki memleketlerden görülebilir.
İslam dininde ibadetlerin bu arabi aylara göre yapılması emredilmiştir. Bunun sebeplerinden biri, Ramazan ayıdır. Zira Ramazan ayı hicri kameri aylardan olup, miladi seneye göre her yıl, 10-11 gün evvel başlamaktadır. Böylelikle 33 senede tam bir devir yaparak senenin bütün günlerinde oruç tutulmuş olmaktadır. Miladi seneye göre Ramazan ayı başlasa idi, kuzey yarımkürede yazın oruç tutulurken aynı anda güney yarımkürede yaşayanlar kışın oruç tutacaklar veya bunun aksi olacaktı.
Yurdumuzda 1925 yılında kabul edilen Miladi takvimden önce kameri takvim kullanılırdı.
Hicri takvimde kullanılan Arabi ayların adları sırasıyla şunlardır:
1) Muharrem, 2) Safer, 3) Rebiülevvel, 4) Rebiülahir, 5) Cemazilevvel, 6) Cemazilahir 7) Receb, 8) Şaban, 9) Ramazan, 10) Şevval, 11) Zilkade, 12) Zilhicce.
Arabi ayın ilk gününü bulmak: Herhangi bir arabi ayın ilk gününün hangi gün olduğunu bulmak için muhtelif (çeşitli) usuller vardır. Bunlardan en sıhhatli olan üçü; ışık, Uluğ Bey ve el-Kindi usulleridir.
Işık usulü : Hangi hicri senenin hangi ayının hesabı yapılacaksa sene adedinden bir noksanı 4,367 ile çarpılır. Bulunan sayının, tam sayısına aranılan aya mahsus rakam ilave edilir. Çıkan rakam yediye bölünür. Kalan, Cuma'dan itibaren gün adedi olur.
On iki Arabi ayın herbirine ait rakamlar :
Muharrem : 8, Safer : 2, Rebiülevvel : 4, Rebiülahir : 5, Cemazilevvel:7, Cemazilahir : 1, Receb : 3, Şaban : 4, Ramazan : 6, Şevval : 7, Zilkade : 2, Zilhicce : 3.
1376 hicri senesinin Ramazan-ı şerif ayının ilk günün hesabı
:
1375 x 4,367 = 6004,625
Ramazana ait adet 6 olduğundan,
6004 + 6 = 6010 ve 6010/7 = 858 ve burada kalan 4’dür.
Toplamı yediye bölünce 4 kalır. Cuma gününden itibaren haftanın dördüncü günü Pazartesi olur. Böylece Ramazan-ı şerif’in birinci gününün Pazartesi olduğu anlaşılır.
Peygamber efendimiz; “Hilali görünce oruca başlayınız!” buyurdular. Hilalin doğması, görmekle değil hesapladır ve hesap, sahih olup, hilal hesabın bildirdiği gecede doğar. Fakat o gece görülmeyip bir gece sonra görülebilir. Oruca hilalin doğduğu gece değil, görüldüğü gece başlamak lazımdır. Hilal, doğduğu geceden önceki gecelerde hiç bir yerden görülemeyeceği için, Ramazan-ı şerif, hesapla bulunan günden önce başlayamaz. O gün veya bir gün sonra başlar.
Kindi usulü: Herhangi Arabi ayın birinci gününü bulmak için, hicri kameri sene adedi sekize bölünür. Kalan, aşağıdaki cedvelde, birinci satırda bulunup, bundan aşağıya inince, ay hizasındaki rakam, Cumadan itibaren gün adedi olur.
Uluğ Bey usulü: Önce hicri senenin birinci ayı olan Muharrem ayının birinci günü bulunur. Muharrem ayının birinci gününü bulmak için, bilinen hicri sene sayısı daima 210 adedine (sayısına) bölünür. Bu taksimin bakisinin, yani kalanının birler basamağındaki (en sağındaki) rakam bakiden çıkarılır. Kalan sayı birinci cetvelde, birinci sütunda, yani, baki sayısının birler basamağı atılmış hali sütununda bulunur. Buradan sağa doğru gidilir. Cetvelin birinci satırında yer alan ve baki sayısının birler basamağını gösteren rakamın altındaki sütunda rastlanan sayı, Pazardan itibaren sayılarak, Muharremin birinci günü olur. Mesela 1316 hicri senesinin Muharreminin birinci gününü bulmak için;
'dur.
Baki (kalan) 56’nın birler basamağındaki 6 rakamı 56’dan
çıkarılınca 50 kalır. Birinci sütundaki 50’den sağa gidilince, 6
rakamına ait sütunda 1 bulunur. Sene başının Pazar günü olduğu
anlaşılır. Herhangi bir ayın birinci gününü bulmak için, önce bu
senenin birinci günü bulunur. İkinci cetvelde, Muharrem
hizasındaki, yani birinci satırdaki sene başı günü rakamının
bulunduğu sütunda, aranılan ay hizasındaki rakam, bu ayın birinci
gününün Pazardan itibaren sayısı olur. Mesela 1316 senesi Ramazan
ayının birinci gününü bulalım: Bu senenin başı Pazar günü, yani
haftanın birinci günü olduğu için, ikinci cedvelin birinci
satırında 1 rakamının bulunduğu sütunda, Ramazan hizasında 6
bulunduğundan, Ramazanın birinci günü, Pazardan itibaren altıncı
Cuma günüdür.
Diğer taraftan verilen hicri bir yılı miladi yıla çevirmek için en
basit usul şudur: Verilen hicri yıldan yüzde üçü çıkarılır. Sonuca
621 eklenir. Mesela ikinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani
hazretlerinin h.1034 olan vefat tarihinin miladi karşılığını
bulalım.
1034 x 3 = 3102 (% 3'ü 31'dir.)
1034 - 31 = 1003
1003 + 621 = 1624 (Bu tarih 1034 hicrî yılının milâdî
karşılığıdır.)
Mısır’ın on dokuzuncu yüzyıl savunma bakanlarından. Mısır’ın
İngilizler tarafından 1882’de işgaline sebep olan ayaklanmanın
liderliğini yaptı. 1839’da aşağı Mısır’da doğdu. Çiftçi bir ailenin
çocuğudur. Hidiv Said Paşa zamanında alaydan yetişerek subay oldu.
1875 yılında suistimal suçundan yargılanıp yarı maaşla emekliye
sevkedildi. Bunun üzerine Mısır’da Türk ve Çerkez subaylarına karşı
kurulan gizli bir teşkilata girdi. Aynı zamanda Ezher’de verilen
derslere devam etti. Bu sırada Cemaleddin Efgani ve Abduh gibi
reformistlerin tesirinde kaldı.
Hükumetteki yabancı tesirlerden kurtulmak isteyen Mısır hidivi
İsmail Paşa, Arabi Paşanın desteğini alabilmek için onu alay
komutanlığına getirdi. Batılılar, İsmail Paşayı hidivlikten alarak
yerine Tevfik Paşayı getirdikleri sırada Arabi Paşa da mirlivalığa
yükseltildi (l879).
1881’de Savunma Bakanlığına getirilen Arabi Paşa, bütün Avrupalı
memurların işlerine son verdi. Ancak çıkan karışıklıkları
önleyemedi. Neticede İngilizler İskenderiye’yi işgal etti (1882).
Esir edilen Arabi Paşa divan-ı harbe verilerek önce idam sonra
müebbet hapse mahkum edildi ve Seylan Adasına sürüldü. 1901
senesinde, Hidiv Abbas Hilmi Paşa tarafından affedilerek Mısır’a
döndü ve 1911 senesinde Kahire’de vefat etti.
Asya kıtasının güney batısında bir yarımada. Batısında Kızıldeniz
ve Akabe Körfezi, güneyinde Hint Okyanusu, doğusunda Umman Denizi
ve Basra Körfezi, kuzeyinde Irak ve Ürdün yer alır. Kızıldeniz’i
Hint Okyanusuna bağlayan Bab’ül-Mendeb Boğazı ile Afrika’ya
yaklaşır. Toplam kıyılarının uzunluğu 9000 km, yüzölçümü 2.590.000
kilometrekaredir.
Arabistan’da; Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar,
Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen olmak üzere yedi devlet yer
almaktadır.
Fiziki Yapı
Arap Yarımadası, yüzey şekilleri bakımından Afrika kıtasının kuzey
bölümüne benzer. Batı kıyılarının çoğu, birikintiler, lagünler
(deniz kulakları) ve mercan teşekküleri sebebiyle denizden
yanaşılamayacak haldedir. Bu kıyılardan itibaren iç kısımlara doğru
genişliği yer yer 80-100 kilometreyi bulan kıyı düzlükleri bulunur.
Kenar dağları, Tihame Dağı gerisinde dik yamaçlar halinde önemli
yüksekliklere ulaşırlar. Yarımadanın en yüksek yerleri Yemen
tarafında bulunur. Tihame (2750 m), kuzey batıda Hudhur (3140 m) ve
güneyde Sabir (3600 m) belli başlı dağlardır. Dağlardan doğuya
gidildikçe yavaş yavaş yükseklik düşer. Ancak fay basamaklarında
eğim artar. Bundan dolayı Yemen ve Asir’den başka yerlerde deniz
tarafından bakıldığında, bu kesimler yüksek dağ görünümündedir. İç
kısımlarından bakıldığında ise kümbet ve alçak sırtlar şeklinde
görülür.
Mekke’nin kuzeyinde ve Aden bölgesinde eski devirlerde püskürmüş
genç volkanlar ve geniş lav örtüleri vardır. Bu dağlar arasında,
bilinen en son püskürme 1256 yılında olup, Medine şehri bile lav
seli tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Lavların örttüğü
alanlar çöl halinde olup, iki bölgede geniş yer kaplarlar.
Bunlardan bir tanesi, Akabe Körfezi kenarındaki dağlardan
Hadramut’a kadar olan bölge; diğeri ise, Necd bölgesinde temel
dağların bulunduğu bölümdür.
Yarımadadaki en önemli vadi, batıdan doğuya doğru uzanan Vadi-i
Hadramut’tur. Yarımadanın batı bölümü, biri Yemen, diğeri Hicaz
olmak üzere iki kısma ayrılır. Asıl Hicaz, kıyı düzlüklerini Necid
platosundan ayıran kenar dağlardır. Ancak Kızıldeniz ile Necd
arasında kalan Akabe körfezinin kuzey tarafındaki Mekke çevresine
kadar uzanan bölgeye de Hicaz denilmektedir.
Arab yarımadasının merkez bölümü, yüksekliği bir çok yerlerde 1800
metreden fazla olan Necd dağları ve ortalama 1000 m yükseklikteki
çöl bölgeleri ile kaplıdır.
Arabistan çölleri:
Arabistan Yarımadasının yarısı çöllerle kaplıdır. Bu çöller çeşitli
özellikler taşır ve değişik isimler alırlar. İç bölgelere doğru
gidildikçe uçsuz bucaksız ve düz yaylalar ile çöller ve kumluklara
rastlanır. Kuzeyde, uzunluğu 600, genişliği ise 300 km kadar olan
Nufud çölü vardır. Buralarda develerin dahi zor yürüyebileceği
kumluk yerler mevcuttur.
Çöllerde devamlı akan ırmaklar yoktur. Şiddetli akan sellerden
meydana gelen sular vadilerden akarlar. Vadiler yılın büyük bir
kısmında kuru bir akarsu yatağı olarak kalır.
Suriye Çölü:
Suudi Arabistan’ın 30° kuzey kesimini kaplar. Batıdaki dağlık bölge
sınırından Mezopotamya’nın batı sınırına kadar uzanır. Suriye Çölü
çalılıklarla kaplıdır. Hurma ağaçlarının yetişmesine müsait bazı
sulak yerleri vardır.
Dehna Çölü: Nufud Çölüne bitişiktir. Güneye doğru bir şerit halinde
uzanır. Uzunluğu 600 genişliği ise 50 km kadar olup, kızıl kumlarla
kaplıdır. Kum tepelerinin yüksekliği yer yer 100 metreyi
aşmaktadır.
Rub’ul-hali Çölü:
Güneyde büyük kum yığınlarının bulunduğu çöldür. Oldukça ıssız bir
yerdir. Buralarda su olmadığı için bitki ve hayvanlara pek
rastlanmaz.
Necd Çölü:
Çöller arasında en sulak olanıdır. Hemen hemen bütün şehirler bu
bölge etrafında toplanmıştır. Bu bölgelerde sulama yapılabildiği
için geniş ölçüde hurma yetişir. Toprakları oldukça bereketlidir.
Burası aynı zamanda petrol yatağı bakımından da zengindir. Son
yıllarda büyük mikdarda petrol bulunmuş ve bunları işlemek için
modern tesisler kurulmuştur.
Akarsular:
Yüksek akışlı akarsuları azdır. Derin oyulmuş vadilere rağmen yağış
güneybatıda fazla olduğu için buralarda ziraat yapılmaktadır. Bazı
yerlerde sağanak yağmurdan dolayı meydana gelen sellerin oyduğu
vadilerde, geçici akarsulara rastlanır. Akarsuları az olmasına
rağmen, yeraltı suları boldur. Pekçok yerde kuyular kazılarak su
elde edilir. Kuyu suları hafif ılık ve çok az tuzludur.
En çok kuyu Tayman vahasında bulunur. Basra körfezine doğru uzanan
vadiler ise yeraltı sularının bol olduğu yerlerdir. Pekçok kuyu
kazılmıştır.
İklim
İklimi dünyanın en sıcak ve kurak iklimlerinden birisidir. Geceyle
gündüz arasındaki sıcaklık farkı yüksektir. Yağışlar güney
kısımlarında nisbeten boldur. Fakat iç kısımlar hemen hemen hiç
yağış almaz. Buralara çoğu seneler hiç yağmur düşmez. Bu sebeple
düzenli akarsular yoktur. Dağlara düşen yağmurlar vahalarda
yeryüzüne çıkarak bazı bitki türlerinin yetişmesini sağlar. İklimi
müsait bazı bölgelerde tarım yapılır. Suudi Arabistan’a düşen
yağmur 150 milimetreyi geçmez. Hicaz, Yemen dolaylarında ise yıllık
yağmur mikdarı 500 milimetreye yaklaşır. Yazın çöllerde ısı çok
yüksektir. Umman’a daha çok yağmur yağar, bazı kışlar kar yağdığı
da olur.
Tabii Kaynakları
Petrol, altın ve inci ; Arabistan halkının geçimini sağlayan en
önemli gelir kaynaklarıdır. Basra Körfezi kıyılarında 400 km
uzunluktaki bir şerit boyunca uzanan topraklardan elde edilen
petrol sayesinde Arabistan, Bahreyn Adaları, Kuveyt ve Katar büyük
ölçüde zenginleşmiştir. Basra Körfezinden bol mikdarda inci elde
edilir. Dünyanın en değerli incileri burada çıkar. Altın
madenciliği, Arabistan’ın en büyük endüstrilerinden birisidir.
Yabancı şirketlerin yardımıyla fazlaca altın elde edilir.
Ekonomi
Ziraat sulamayla yapılır. Ekili alanlar azdır. Yetiştirmiş
oldukları ürünler ve mahsüller yeterli olmadığı için sebze ve meyva
gibi yiyecek maddelerini dışardan satın alırlar.
Halkın başlıca gelir kaynağı hurmadır. Büyük alanlarda hurma
yetiştirirler ve dışarıya satarlar. Yemen’in yüksek yerlerinde Moka
kahvesi yetiştirilir ve ihraç edilir. Halkın ucuz kahve ihtiyacı
ise, Brezilya’dan satın alınmak suretiyle karşılanır. Tarım
ürünlerinden arpa, buğday, darı, susam, soğan, sebze, bakla, tütün,
kayısı, badem, incir, üzüm gibi mahsüller yetiştirilir.
Hayvancılık genellikle bedeviler tarafından yapılmaktadır. Çok
sayıda deve beslenir ve büyük bir kısmı dışarıya satılır.
Taşımacılıkta yer yer eşek ve katırdan faydalanılır. Sığır, koyun
ve keçiyi ihtiyaçları kadar beslerler. Kıyı kısımlarında balıkçılık
yapılmaktadır.
Ulaşım, Arabistan’da eskiden olduğu gibi develerle sağlanmaktadır.
Yeni yeni düz yollar yapılarak otomobille ulaşıma önem
verilmektedir. Son senelerde demiryollarının önemi artmıştır.
İkinci Abdülhamid Hanın, 1902 (H.1320)de yaptırdığı Hamidiye-Hicaz
demiryolu Zerka'ya kadar işledi. Abdülhamid Han, Adana-Şam-Medine
demiryolunu yaptırdığı zaman, başka memleketlerde bu kadar
demiryolu yoktu. Riyad'ı Şam'a bağlayan Hicaz demiryolu, 1908'de
Osmanlılar tarafından tamamlanmış, fakat Birinci Dünya Savaşında
ağır hasara uğramıştır. Bazı yerlerinde ulaşım hava yolu ile
yapılır. Deniz yolunu kullanan hacılar, Cidde limanından istifade
ederler. Eski meşhur limanlar bugün kumlarla dolmuş ve
canlılıklarını kaybetmişlerdir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Yarımadanın nüfusu otuz milyon civarındadır. En büyük yerleşim
merkezleri; Mekke, Medine, Riyad ve Cidde'dir. Riyad'da ve Cidde'de
nüfus bir milyondan fazladır. Yerli nüfusu Sami boyundan olanlar
teşkil eder. Yaşayan ahalinin en ilgi çekicileri bedevilerdir.
Göçebe hayatı yaşayan, sağlam, dayanıklı insanlar olan Bedeviler
çok zor hayat şartları altında bile hayatlarını devam ettirirler.
Geçimlerini deve, keçi, koyun gibi hayvanları beslemekle sağlarlar.
Bazıları çadırlarda, bazıları da otu bol yerlerdeki konaklarda
yaşarlar. Bedevi kabilelerini Şeyhler (Reisler) idare ederler.
Bedevilerin kendilerine has bir hayat tarzları olup, yaşantıları
gayet basittir. Giyinişlerine önem vermezler. Entari ve başlarına
kefiye giyerler; bazıları ayakları çıplak olarak gezerler.
Tarihi
Müslüman Arapların tarihte büyük devletlerden birini kurmaları
üzerine Arap kelimesi Arabistan’da yaşayan herkes için
kullanılmıştır. Fakat çeşitli etnik grublar bulunduğundan,
yarımadada yaşayanlara Arab yerine Arabistanlı demek yerinde
olur.
İslamiyetten önce Arabistan:
İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren Arabistan’da çok sayıda
kabile yaşamıştır. Bunlar bazan birleşmişler bazan ayrılmışlardır.
Güney Arabistan’da Main, Seba, Kataban ve Hadramut krallıkları
kurulmuştur. Yerleşim yerlerinin verimli olmaması sebebiyle bu
devletlerin gelir kaynakları daha çok ticarete dayalı idi. M.Ö. 2.
asırda kurulan Himyer Devleti ile bölgede çarpışmalar olmuş,
sükunet ancak M.S. 3. asırda sağlanabilmiştir. Altıncı asırda Güney
Arabistan’ın idaresi Ebrehe’nin eline geçti. Bu asırda Mekke ve
çevresine Kureyş kabilesi hakimdi. Zulüm ve vahşetler hüküm
sürüyordu. Arablar kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyor,
bunlara isimler koyuyor ve evlerinde bulunduruyorlardı. Putların en
büyüğü Hübel, Mekke’de Kabe’nin içine konmuştu. Aya, yıldızlara,
güneşe tapanlar da çoğunlukta idi. Cahiliyet devri olarak kabul
edilen bu devir; karanlık, kaba ve vahşetlerle doluydu. Kız
çocukları diri diri toprağa gömülürdü. Kumar, içki, zina son derece
yaygındı. Bu devir; kötülüklerin en çok olduğu, eşi emsali
görülmemiş suçlar, kötü fiillerin işlendiği kara bir
devirdi.
İslamiyetten sonra Arabistan:
Hazret-i Muhammed 610 yılında İslam dinini tebliğe başladı ve 13
yıl Mekke’de İslamiyeti yaydı. 622 yılında Allahü tealanın izin
vermesi ile Medine’ye hicret etti. Orada İslam dininin esaslarına
göre bir devlet kurdu. 630 yılında Mekke’yi feth etti. Mekke’den
sonra Taif ve diğer bir çok kabilenin müslümanlara katılmaları
neticesinde, Arap Yarımadasının tamamına yakını Müslümanların
hakimiyetine girdi. İslamiyetin gelmesiyle cahiliye dönemi son
bularak, kız çocukları diri diri gömülmekten kurtuldu. Kız kardeşle
evlenmek kaldırılıp, zina, içki, kumar, faiz gibi cemiyetleri
mahveden zararlı işler yasaklandı. Peygamber efendimizin 632
yılında vefatından sonra, hazret-i Ebu Bekir halife oldu. Onun
zamanında fetihler devam ederek; Bahreyn, Irak’ın bir kısmı ve
Suriye’nin bir bölümü fethedildi.
Hazret-i Ömer devrinde ise Irak, Suriye, Filistin ve Mısır alındı.
Devletin bir çok müessesesi tanzim edildi. Hazret-i Osman devrinde
de Afrika, Kafkasya, Horasan ve civarı fethedilerek devletin
sınırları genişledi. Hazret-i Ali zamanında devletin başkenti
Küfe’ye nakledildi. Emeviler devrinde İspanya fethedilerek, Fransa
içlerine seferler yapıldı. Abbasiler devrinde ise İslam
memleketleri imar edildi ve ilim yayıldı. Abbasilerden sonra
Arabistan çeşitli İslam devletlerinin idaresine girdi. Nihayet 1517
yılında Yavuz Sultan Selim Han; Suriye, Mısır ve Arab yarımadasını
Osmanlı idaresine dahil etti. Yüzyıllarca Arap Yarımadası Osmanlı
idaresinde kaldı. On sekizinci asırdan itibaren İngilizlerin
kışkırtmasıyla yer yer Vehhabi denilen bozuk inanışlı kimseler Necd
bölgesinde isyanlar çıkardılar. Bu isyanlar Mısır valisi Mehmed Ali
Paşa tarafından bastırıldı. Arab yarımadası 1845 yılında Mısır
valiliğine bağlandı. Yirminci asrın başlarında İbn-i Su’ud,
İngilizlerin desteğiyle Osmanlılara karşı ayaklandı ve Arab
yarımadasının Osmanlı idaresinden çıkmasına sebeb oldu.
Birinci Dünya Savaşından sonra tamamen Osmanlı idaresinden çıkarak
bugünkü şeklini aldı.
Cennet ile Cehennem arasında yer alan surun (engelin) yüksek
kısımları. Bu engel sebebiyle birinin tesiri diğerine
geçmez.
Ahirette, hesab gününde A’raf'ta kalanlara A’raf eshabı denir.
Bunlar, günahları sebebiyle Cennet’e geç girecek olanlardır.
Kur’an-ı kerimde mealen buyruldu ki:
A’raf üzerinde bir takım kimseler vardır ki, onlar Cennet
ehlini
(mü’minleri)
yüzlerinin beyazlığı ile, Cehennem ehlini, yüzlerinin siyahlığı ile
tanırlar. Cennet ehline selamün aleyküm diye seslenirler. A’raf
ehli
(henüz)
Cennet’e girmemişler, fakat oraya girmeyi
(şiddetle)
arzu ederler. Gözleri cehennemliklere çevrildiği zaman; “Ey
Rabbimiz! Bizi zalimlerle
(kafirlerle)
beraber
(Cehennem’e)
koyma derler
."
A’raf eshabı
(ehli)
yüzlerinin
(karalığından)
tanıdıkları dünyadayken kafirlerin ileri gelenlerine;
“Çokluğunuz
(yahud topladığınız mallar, hak söze yahut halka karşı
yaptığınız)
kibriniz
(büyüklenmeniz)
size fayda vermedi
(diye)
seslenirler.
(A’raf suresi : 46, 47, 48)
A’raf ehlinin kimler olduğu hakkında değişik rivayetler vardır.
Bunlardan birisi şöyledir: A’raf ehli sevabları ile günahları eşit
olup, iyilikleri Cehenneme girmelerine mani olan, fakat Cennet’e
girmelerine de yetmeyen müminlerdir. Sonra Allahü tealanın ihsanı
ile Cennet’e girerler. Cennet’e en son girecek olanlar
bunlardır.
Mekke-i mükerreme şehrinin yirmi beş kilometre güneydoğusunda,
haccın farzlarından biri olan vakfenin yapıldığı yer (alan).
Adem aleyhisselam ile Havva validemiz Cennet’ten ayrılıp yeryüzüne
indirildikten sonra, Arafat’ta buluşmuşlardır. Bu güne “Arefe” bu
yere de “Arafat” dendi. Arafat’ın hududu Batn-ı Urene üzerinde
yükselen dağdan (Vadiyi Urene hariç) Vasıke doğru uzanan Urene
Dağlarına ve bu dağların Arafat Vadisi ile birleştiği yere kadar
olan sahadır. Peygamber efendimizin Arafe günü vakfeye durduğu ve
mübarek hutbesini okuduğu yer ise, Arafat ortalarında “Nabit”
denilen yüksekçe bir tepedir. Bugün burası Cebel-ür-rahme diye
bilinmektedir. Adem aleyhisselam ile Havva validemiz, Cebrail
aleyhisselamın yol göstermesiyle Arafat Ovasında buluştular. Adem
aleyhisselam Arafat Ovasının ortasında bulunan Cebel-i rahme Tepesi
üzerinde iken, Allahü tealadan rahmet ve mağfiret dileyip duası
kabul oldu. Onun için bu tepe, Cebel-i rahme diye anıldı.
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
“Arafat’ın hepsi vakfe yeridir. Mina Vadisinin hepsi kurban
kesilecek yerdir.”
Arafe günü, Arafat’ın Vadiy-i Urene denilen yerinden başka herhangi
bir yerinde öğle ve ikindi namazlarından sonra bir mikdar vakfeye
durmak şarttır. Vakfe, Arafat’ta bulunmak demektir.
Allahü teala Kur’an-ı kerimde mealen buyurdu ki: "(Hac mevsiminde
ticaretle)
Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur. Arafat’tan
(orada vakfeden sonra seller gibi)
boşanıp
(hep birlikte)
aktığınız zaman Meş’ar-i Haram’ın yanında Allah’ı zikredin. O, size
nasıl hidayet ettiyse, siz de O'nu öylece anın.”
(Bakara suresi : 198). Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve
sellem de buyurdu ki:
“Arefe günü Allahü teala Arafat’ta vakfe yapanlardan razı olur.
Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek: Bunlar ne istediler
ki işlerini bırakıp burada toplandılar.”
der.
Arefe günü veya gecesi Arafat’ta bulunmayan veya Arafat’tan
geçmeyen hacı olmaz.
Batı Türkistan’da Özbekistan ile Kazakistan arasındaki göl. Büyük
kısmı Özbekistan’a dahildir. Asya’nın ikinci, dünyanın dördüncü
büyük gölüdür. Yüzölçümü 64.500 kilometrekare ile 68.700
kilometrekare arasında değişir. Büyüklük sırasına göre; Hazar,
Superior (Kuzey Amerika), Viktorya (Afrika) göllerinden sonra
gelir.
Jeolojik “Diluvyal devirde” Aral Gölünün yüzeyi daha yüksekte olup
güney tarafından Hazar Denizi (gölü) ile bağlantısı vardı. Karakum,
Kızılkum ve Üstyurt çölleriyle çevrilidir. Gölün bulunduğu bölgede
yazları çok sıcak geçen kurak bir iklim hüküm sürer. Akarsuların
göle su taşımalarına rağmen buharlaşma, gelen sudan daha fazladır.
Bu bakımdan göl gittikçe küçülmektedir.
En derin yeri 68 metrelik bir çukurdur. Geri kalan kısmının
derinliği 20 metreyi geçmez. Gölün denizden yüksekliği 48, Hazar
denizinden yüksekliği 78 metredir. Genişliği 228 ve uzunluğu 420
kilometredir. Tuzluluk derecesi düşüktür (% 0,0103).
Gölün batı kıyıları dik, doğu ve güney kıyıları düz ve yassı, kuzey
kıyıları girintili çıkıntılıdır. Aral Gölüne Amuderya ve Siriderya
nehirleri dökülür. Ayrıca etrafındaki yüksek dağların su kaynakları
ile beslenir. Etrafı çöl olduğundan göl kenarında şehir yoktur.
Göle Taşkent-Orenburg demiryolu yakındır.
Aral Gölünde irili ufaklı pekçok ada ve adacıklar vardır. Bol
mikdarda balık bulunur. Bilhassa sazan balığı bakımından çok
zengindir. “Hazar’ı Aral’a Birleştirme Projesi” üzerinde
çalışılmaktadır. Bu projeye göre, Obi ırmağının suları Aral’a
akıtılarak, Aral Gölü ile Hazar Denizi bir kanalla birleştirilmek
istenmektedir.
Aral Gölü etrafında nüfus kesafeti (yoğunluğu) azdır. Bunlar da
Aral gölünde balıkçılıkla uğraşanlardır. Amuderya ve Siriderya
nehirleri aşırı derecede alüvyon taşıdıklarından göl dolmakta ve
küçülmektedir. Karadeniz-Hazar Denizi ve Aral Gölü birbirine yakın
ve aynı çizgi üzerindedirler. Aral Gölü çevresi beş bin senelik bir
devrede Türkler için mühim bir yerleşim m
erkezi olmuştur.