AMRE BİNTİ ABDURRAHMAN

Medine'de yedinci ve sekizinci yüzyıllarda yetişmiş olan hadis ve fıkıh alimi kadın Tabii. İsmi, Amre binti Abdurrahman bin Sa’d bin Zürare el-Ensariyye en-Neccariyye’dir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 724 (H.106) senesinde Medine’de vefat etti.

Amre bint-i Abdurrahman hazret-i Aişe’nin yanında yetişti. Hazret-i Aişe, Ümmü Seleme, Hamne bint-i Cahş, Rafi bint-i Hadic (radıyallahü anhünne) gibi sahabiyelerden hadis-i şerif rivayet etti. Hadis-i şeriflerin toplanması maksadıyla Emevi halifelerinden Ömer bin Abdülaziz tarafından çıkarılan fermanda onun rivayetlerinin yazılması özellikle istendi. Bütün Cerh ve ta’dil alimleri tarafından sika (güvenilir) ve huccet (delil) olarak kabul edilen Amre binti Abdurrahman’dan, Urve bin Zübeyr, kız kardeşinin oğlu Ebu Bekr bin Hazm, Zühri, Amr bin Dinar, kendi oğlu Ebü’r-Rical Muhammed bin Abdurrahman ve torunları hadis-i şerif rivayet ettiler.

Hadis ve fıkıh ilimlerine büyük hizmeti olan Amre binti Abdurrahman, kardeşleri, çocukları, yeğenleri ve torunlarıyla tam bir alimler ve raviler (rivayet edenler) ailesi teşkil etmiştir. Zühri’nin “İlim denizi” olarak vasıflandırdığı Amre binti Abdurrahman’dan rivayet edilen hadis-i şerifler, başta Kütüb-i Sitte olmak üzere muteber hadis kitaplarında yer almıştır. Amre bint-i Abdurrahman 724 (H.106) senesinde Medine’de vefat etmiştir.

Rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları:

Hazret-i Aişe’nin şöyle dediğin işittim: “Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, sabah namazı farzından önceki iki rekat sünneti o kadar hafifletirdi ki, ben gönlümden; Acaba Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem Fatiha suresini okudu mu? derdim.”

Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem, Aişe’nin (radıyallahü anha) yanındaydı. Bu sırada hazret-i Aişe bir insan sesi işitti ki, o insan, Peygamberimizin zevcelerinden Hafsa’nın (radıyallahü anha) evine girmek için izin istiyordu. Aişe dedi ki: “Ya Resulallah! Şu adam evinize girmek için izin istiyor!” Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Zannediyorum ki o, Hafsa’nın süt amcası filan kimsedir.” buyurdu. Hazret-i Aişe; “Süt amcan filan hayatta olsaydı, benim yanıma girebilecek miydi?” diye sordu. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Evet girebilirdi. Çünkü süt, veladet ve nesebin haram kıldığı her şeyi haram kılar.” buyurdu.

AMRİ

On altıncı asır divan şairi. Asıl adı Amr olup, İkinci Bayezid Han devri şeyhülislamlarından Abdülkerim Efendinin azadlı kölesi ve evlatlığıdır. Doğum tarihi ve yeri bilinmemektedir. Abdülkerim Efendi, tahsil ve terbiyesi ile ilgilenmiş ve iyi şekilde yetişmesini sağlamıştır. Tahsilini tamamladıktan sonra bir süre mülazımlık vazifesinde bulunan Amri, Serfiçe kadılığına tayin edilmiştir. Serfiçe’den sonra nerelerde kadılık yaptığı bilinmemektedir. Son olarak tayin edildiği Vize kadılığında iken 1523 veya 1524 senesinde vefat etmiştir.

Amri, şakayı seven, hoş şohbet ve nüktedan, güzel ahlaklı, iyi huylu bir zat idi. Kadılık yaptığı yerlerde verdiği doğru kararlarla halkın güvenini ve sevgisini kazanmıştı. İyi insanlarla görüşüp sohbet etmekten hoşlanırdı. Mizacının gereği, Allahü tealaya aşık olanların hallerini ve aşk duygularını ortaya koyan şiirler yazmıştır.

Amri’nin günümüze kadar ulaşan şiirlerinden meydana gelen divanındaki gazellerinin büyük bir kısmı kısa vezinlerle yazılmıştır. Bu durum onun az sözle çok şey ifade etmeye müsait karakterinin bir tezahürüdür. Şiirleri tabii, akıcı ve anlaşılması kolay şiirler olup, Yunus Emre tarzında şiirler de yazmıştır. Şiirlerine zamanındaki bir çok mecmuada yer verilmiştir. Firaki, Cinani, Behişti gibi şairler tarafından tahmis ve tanzir edilmiştir. Divanından, gazel kıt’a ve müfredlerden meydana gelen küçük bir örneği Mehmed Çavuşoğlu tarafından 1979’da neşredilmiştir. Divan’ından başka eseri yoktur.

AMSTERDAM

Hollanda'nın başşehri. Resmi başşehir olmakla beraber hükümet merkezi değildir. Amsterdam Amstel ve İj nehirlerinin kavşağında kurulu bir liman şehridir. Şehrin alanı 167 km2, metropoliten alan 458 km2dir. Kuzey Denizine bir kanalla bağlanmış olup 90'a yakın adadan meydana gelmiştir.

Amsterdam 13. yüzyılda Amstel Nehrinin çığırını kesen bir bend üstünde kurulmuş bir köydü. Ticaret gemileri daha o dönemde Baltık Denizine kadar uzanıyor, kuzey ülkeleri ile Flandre arasındaki bağlantıyı sağlıyordu. Böylece Amsterdam geleceğin ticaret merkezlerinden olmaya namzet olmuştu. 17. yüzyılda dünyanın finans merkezi olan Amsterdam bugün de Hollanda'nın en mühim sanayi ve toptan ticaret merkezidir.

Amsterdam'ın ortaçağdan kalan kesimi dar sokakları ile önemli bir trafik sıkışıklığı meydana getirmekte ve metropoliten alan büyüdükçe dış kesimden şehir merkezine yönelen akım git gide artmaktadır. Bu yüzden birçok işletme, şehir dışına taşınmıştır.

Eski mahallelerin yenilenmesi, burada oturan fakir kimselerin banliyölere doğru göç etmesine sebep olmuştur. Şehirdeki işgücü açığının büyümesi binlerce yabancı işçinin Amsterdam'a yerleşmesine yol açmıştır. Batı Avrupa'nın diğer eski şehirlerinde olduğu gibi 20. asrın ortalarından sonra doğum oranı azalırken, ölüm oranı artmıştır. Göç nedeniyle de nüfus yıldan yıla azalmaktadır. Şehrin nüfusunu talebeler, yaşlılar ve dışardan gelen işçiler meydana getirmektedir. 1940'larda nüfusu 800 binlerin üzerindeyken 1980'de 700 bin civarına, 1988'de 692 bine düşmüştür.

Şehrin nüfus gidişatı böyle olmakla beraber sanayi etkinlikleri hala çok çeşitlidir. Amsterdam elmas yontuculuğu bakımından dünyanın en ünlü şehridir. Basın ve yayın sektörü de çok gelişmiştir. Kimya ve petrokimya sanayileri, tekstil, madeni eşya ve makine sanayileri ile taşıt araçları sektöründeki üretimin büyük bir kısmı Amsterdam'da yapılır. Ayrıca gıda sanayisi de çok gelişmiştir.

Amsterdam büyük bir sanayi merkezi olmanın ötesinde, finansman merkezi olarak daha büyük bir önemi haizdir. 17. yüzyılda kurulan Amsterdam Kambiyo Bankası çok geçmeden Avrupa'nın en büyük takas merkezi haline geldi. 1602'de kurulan Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası, çağımızdaki hisse senedi işlemlerinin temelini atmıştır. Bugün bile Avrupa'da en fazla yabancı hisse senedi ve tahvilin kayıtlı olduğu borsa, Amsterdam borsasıdır. Bu sebeple New York, Londra ve Zürich gibi en büyük mali şehirler arasındadır.

Amsterdam'a yılda yaklaşık 1,5 milyon turist gelir. Turistler için otellerin yanında birçok pansiyon ve gençlik hoteli hizmet verir. Müzeleri, Artis Hayvanat Bahçesi, Su sporu tesisleri turistlerin ilgisini çeken başlıca yerlerdir. Amsterdam ayrıca kongre ve sergi turizminde de dünya çapında bir merkezdir.

AMUDERYA (Ceyhun)

Batı Asya’da, Batı Türkeli’nin en büyük akarsuyu. Tacikistan’da Hindikuş Dağlarından doğar. Vahş ve Pyanc ırmaklarının birleşmesiyle meydana gelir. Dağlık alandan aldığı kollarla büyüyerek bölgeyi terk ettikten sonra kuzeybatıya yönelir. Tacikistan Cumhuriyeti ile Afganistan arasındaki sınırın bir bölümünü çizer. Aral gölüne dökülünceye kadar olan uzunluğu 2500 kilometredir. Aral gölüne dökülmeden önce 11.000 kilometrekarelik deltasında kollara ayrılır. Sulama için faydalanıldığından deltaya geldiğinde suyu çok azalır ve ancak sularının beşte biri ulaşabilir. Önceleri bataklık olan delta, kurutularak verimli topraklarından istifade edilmektedir.

Nehrin iki kıyısı birbirinden çok farklıdır. Nehir devamlı sağa yüklendiği için kıyıyı altından oyup üst katların çökmesine sebeb olmuştur. Burada, alınan bütün tedbirlere rağmen yerleşim mümkün olmamıştır. Sol taraf ise kıyı boyu çok alçaktır. Bir şerit halinde bulunan bu kıyı yerleşmeye müsaid olup, nüfus fazladır.

Nehrin su seviyesinde, kasım ve mart ayları arasında büyük fark görülmez. Yüksek dağlardaki karların erimesi ile temmuz ayında su seviyesi çok artar. Bu ayda nehrin geçirdiği su saniyede 5000 metreküpe ulaşır. Suyun bu şekilde fazlaca artması, kurak ve yağışsız bir zamana rastladığından, nehir boyunca ekim için istifadeye sebeb olur.

Ceyhun Havzası; kuzeyden Seyhun Havzası, doğuda Tarım Havzası, güneyde ise İndus ve Hilmand havzaları ile çevrilidir. 465.500 kilometrekareyi bulan yüzölçümünün 290.000 kilometrekaresi dağ sıralarından meydana gelir. Havzanın dağlık kesimleri ardıç ve kavak, aşağı kesimleri ise söğüt, cehri ve iğde ağaçları ile örtülmüştür. Orta kesimlerinde de söğüt ve kavak türlerinden meydana gelmiş tugay ismi verilen sık sazlıklarla kaplı ormanlar mevcuttur. Irmakta mersinbalığı türleri ile bol mikdarda sazan ve alabalık bulunur.

Nehir havzasındaki taşkınlıkları önlemek için ırmak üzerine karmaşık bir baraj ağı kurulmuştur.

AMUNDSEN, Roald

Norveçli kaşif. 1872’de doğdu. Denize karşı olan aşırı tutkusu ve maceracı ruhu sebebiyle kuzey ve güney kutuplarını baştan başa dolaştı. Seferlerine genç yaşta başladı ve en önemli seferlerini, 1903’ten sonra gerçekleştirdi. 1903’lerde bir küçük gemiyle magnetik kutup noktasını John Ross’tan daha büyük bir kesinlikle tesbit etti. Ayrıca Baffin Körfezinden Bering Boğazına geçen ilk denizci oldu. Kuzey Kutbuna ulaşmayı defalarca denedi. Ancak bu işi Robert E. Peary daha önce başardı. Kuzey Kutbuna yaptığı yolculuklardan birinde bunun farkına varan Amundsen, Antarktika’ya yöneldi. Yarışma sonunda İngiliz Scott’u geçerek 14 Aralık 1911’de Güney Kutbuna vardı. Scott dönüş yolunda hayatını kaybetti.

Amundsen, Kuzey Kutbuna ulaşmayı birçok defa denedi. Ancak yaptığı denemelerin hiç birinde başarıya ulaşamadı. 1925’te elverişsiz hava şartları sebebiyle uğradığı başarısızlıktan sonra, 1926’da bir balonla maksadına ulaştı. Amundsen, keşif tarihinin en dikkat çekici kişilerinden biridir. Kuzey Kutbunda kaybolan İtalyan kaşifi Nobile ve arkadaşlarını, Latham adlı su uçağı ile ararken, 18 Haziran 1928’de kutupta kayboldu.

Araştırmalarını kitap halinde neşretmiştir. Bunlardan bazıları: 1) To the North Magnetic Pole (Kuzey Magnetik Kutba Doğru), 2) The South Pole (Güney Kutbu), 3) My Life as an Explorer (Bir Araştırmacı Olarak Hayatım).

AMUR NEHRİ

Doğu Asya’daki büyük nehirlerden ikincisi. Kara Ejder olarak bilinir. Uzunluğu 4.486 kilometre, havzası ise 1.843.000 kilometrekaredir. Şilka ve Argun adındaki iki nehir kolunun birleşmesi ile meydana gelmiştir. İki kolun birleştiği yerden itibaren uzunluğu 3.000 kilometredir.

Amur adını aldıktan sonra, Habarovsk’a kadar, Çin’in Herlung - Kiang eyaleti ile Sovyetler Birliği’ne ait olan Amur ve Ebrie eyaletleri arasında uzunca bir sınır çizer. Düzlüğe indikten sonra, Sovyetler Birliği sınırları içinde akar. Japon Denizi ile Obiotsk Denizlerini birleştiren Tatar Boğazında Büyük Okyanusa dökülür.

Geniş bir alanı kaplayan Amur Havzasında muson iklimi hüküm sürer. Amur’a soldan ve sağdan katılan kolların sularından dolayı, özellikle yazın suyu çok boldur. Bu mevsimde ulaşım için nehirden faydalanılır. Yıllık ortalama debisi saniyede 10.900 metreküptür. Kışın Sibirya’dan esen soğuk rüzgarlar yüzünden senenin altı ayında nehir buzlarla kaplıdır. Bu yüzden kışın nehir ulaşımından istifade edilemez. Amur, balık bakımından çok zengindir. Irmakta ticari değeri olan yirmi beşden fazla balık türü yaşar. Bu balıklardan istifade etmek için, havzada fabrikalar kurulmuştur. Amur havzası, hidroelektrik santrallarının kurulması için elverişli olmasına rağmen, üzerinde fazla baraj kurulamamıştır.

AMYANT

Alm. Amiant (m), Fr. Asbeste, Amiante (m), İng. Asbestos. Lifli yapıya sahip mağnezyum ve kalsiyum silikatların hidrate haline verilen isim. M.Ö. 5. yüzyıldan beri bilinmektedir. Isıya dayanıklı olup, hamlaç alevinde eriyebilir. Cevherden özel değirmen taşları arasında öğütülerek çıkarılır. Yün şekline getirilir. Bundan sonra çeşitli maksatlarla kullanılır. Lifler eğirilir, örgü yapılır ve sıkıştırılır. Bu işlemler yapılırken yardımcı madde olarak, pamuk, metalik teller, lastik, çimento vb. kullanılır.

Amyantın günümüzde 3000’den ziyade kullanma sahası vardır. Liflerinden ateşe dayanıklı elbiseler, izole elektrik kabloları, fren astarı, perdeler, izole dolaplar, plakalar yapılır. Isı ve elektriği iletmediği gibi, kimyasal maddelere karşı da dayanıklıdır.

Amyant ikiye ayrılır: 1) “Serpatin” (yılantaşı) amyantı (Mg3Si2O5(OH)4), 2) “Amfibal”amyantı (MgFe)7Si8O22(OH)2).

Yılantaşı amyantının lifleri yaygın ve esnek olup elbise yapımında daha çok kullanılır. Aynı zamanda dünya amyant üretiminin takribi % 90’ını yılantaşı amyantı teşkil eder.

Dünyadaki her cins amyant üretimi 1930’da 338.783 ton, 1950’de 1.200.000 ton ve son zamanlarda takribi 2.000.000 ton olmuştur.

Bugün evlerimizin çatılarında, soba arkasında ısıyı duvara iletmemek için kullanılan amyantın kanser yapan bir madde olduğu bilinmektedir. 1900 yılında Dr. Montague Murray bir amyant işçisinin ölümüne amyant liflerinin sebep olduğunu bulmuştur. 0,1-1 mikron çapında ve 5 mikron uzunluğundaki amyant lifleri solunum yoluyla akciğerlere girdiğinde ciğer yüzeyinde fiziksel etki yaparak parçalanma ve yaralanmalara sebep olmaktadır. Bunun sonucu da bronşlarda kasılmalar olur. Bu etki amyant sanayiinde çalışanlarda görüldüğü gibi büyük yerleşim merkezlerinde de görülmektedir. Büyük şehirlerdeki bu zararın kaynağı amyant karışımlı çatı kaplamaları ve fren balatalarıdır. Kanser yapma bakımından mavi amyant (Crocidolit) önde gelmektedir. İnsanda etkisini ise 9-25 sene içinde göstermektedir.

Almanya’da bir yılda fren balatalarından havaya 13.000 kg amyantın yayıldığı tesbit edilmiştir. Hamburg’da bir fabrikada çalışan işçilerden 20 tanesi son dokuz yılda amyantın meydana getirdiği kanserden ölmüş, 70 kişide de kanser belirtisi görülmüştür. Newyork'ta, ölen 3.000 kişide yapılan otopsiler neticesinde 1440'ının amyant liflerinin meydana getirdiği akciğer kanserinden öldüğü anlaşılmıştır.

İnsan sıhhati için tehlikeli olduğundan İngiltere 1975’te amyant ithalini yasaklamıştır. İsveç, Hollanda ve Danimarka da amyant kullanımı genelde durdurulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri amyantla çalışan sanayi kollarını zehirli iş alanı olarak ilan etmiştir.

Dünya amyant üretiminin yarısından çoğunu % 60 ile Kanada yapar. Önemli ölçüde üretim yapan diğer memleketler, Rusya, Güney Afrika Birliği, Güney Rodezya, ABD, Fransa ve Japonya'dır. Türkiye’de az miktarda amyant Ege bölgesinin iç kısımlarında bulunmaktadır.

ANABİYOZ

Alm. Anabiose, Fr.Anabiose, İng. Anabiosis. Uzun veya kısa bir süre sükunet halinde bulunduktan sonra tekrar aktif hayata dönüş. Anabiyoz, bazı hayvanların kuraklık ve don gibi yaşamalarına uygun olmayan zamanları latent halde geçirmeleri olayıdır. Belirti göstermeden, gizli olarak var olma haline latent durum denir. Bu durumda hücreler içlerindeki su miktarını buharlaştırarak minimuma indirirler. Oksijen tüketimini de azaltırlar. Kurumuş olanları rüzgarla savrulur. Hava akımlarıyla dünyayı dolaşır, kuş tüylerinin arasında, pantolon paçalarında seyahat ederler. Dış şartlar tabii hale gelince nem ve ısı alarak aktif hayata dönerler. Bir hücrelilerde bu özellik başarı ile yürütülür. Çok hücreli hayvanlarda anabiyoz durumuna geçebilen en başarılı grup tardigratlardır (Bkz. Tardigrat).

ANABOLİZMA

Alm. Aufbauender Stoffwechsel (m), Fr. Anabolisme, İng.Anabolism. Organizmada meydana gelen yapıcı olaylar. Vücuda alınıp sindirilmiş besin maddelerinden, canlı hücre stoplazmasının karışık yapılı maddelerinin meydana getirilmesi hadiseleridir. Özümleme olarak da bilinir. Latince bir kelimedir. Metabolizmanın iki safhasından biri olup diğeri de zıttı olan katabolizmadır. Yani metabolizma, canlı organizmada veya canlı hücrede meydana gelen bir takım anabolik (yapıcı) ve katabolik (yıkıcı) kimyasal hadiselerin toplamından ibarettir. Vücut görünürde mühim bir değişikliğe uğramıyor veya çok uzun zaman (aylar-yıllar) sonra fark edilebilecek bir değişiklik gösteriyor gibi görünüyorsa da beyin ve omirilik dışında kalan organların dokuları bütün hücrelerini zamanla değiştirmektedir. Eski hücreler yıkılmakta ve yerlerini yenileri almaktadır. Mesela alyuvarların ortalama 120 günlük bir ömrü olup sonra parçalanmakta, kemik iliğinden yeni alyuvarlar imal edilip kana salınmaktadır. Bu şekilde günde ortalama 200 milyar alyuvar tahrip olur. Diğer bütün hücreler de buna benzer bir değişime uğrar. Bu yıkım-yapım hadiseleri birbirini takip ederken eğer yapım yani anabolizma, yıkım(katabolizma)dan daha fazla olursa vücutta gelişme-büyüme husule gelir (Çocuklarda, gençlerde, sporcularda olduğu gibi). Yaşlılarda ve hastalarda ise tam tersi olur.

Orta yaşlarda anabolik ve katabolik faaliyetler denge halinde olduğundan, genellikle (anormal beslenme şartları olmadıkça) boy ve ağırlık (adale kitlesi, kemik ve iç organlar) değişmez. Ancak vücuda yağ ilavesi veya kaybına bağlı olarak kilo değişiklikleri olabilir.

ANADOLU

Alm. Anatolien (n), Fr. Anatolie, İng. Asia Minor, Anatolia. Türkiye topraklarının yaklaşık % 97’sini içine alan Asya kıtasından batıya doğru uzanmış büyük bir yarımada. Küçük Asya olarak bilinir. Anadolu toprakları “Eski Dünya” adı verilen kara kitlesinin ortasında, Asya kıtasının batısında yer almaktadır. Eski dünyayı çevreleyen Atlas Okyanusunun bir kolu karalar arasından sokularak Anadolu’nun üç yanını kaplar. Güneyinde Akdeniz, Suriye ve Irak, doğusunda İran ve SSCB, kuzeyinde Karadeniz, batısında Marmara ve Ege Denizi bulunur.

Anadolu, kuzey yarım küresinde, ekvator ile kutup arasında ortaya yakın bir yerdedir. Bir dikdörtgen görünümünde olup, genişliği 550 km, uzunluğu ise 1600 kilometreye yakındır. Yüzölçümü, 755.688 kilometrekaredir. 27°58’ ile 44°48’ boylamları arasında yer alır. Bu iki uç arasında 1 saat 15 dakikalık bir saat  farkı vardır.

Coğrafi özellikleri: Anadolu’nun ortalama yüksekliği 1130 metredir. Sıradağlar kuzey ve güney kenarları boyunca, doğu-batı doğrultusunda, geniş yaylar çizerek uzanır. Anadolu’nun orta kısımlarında geniş yüksek düzlükler bulunur. Bu düzlükler kuzey ve güney sıra dağlarını birbirinden ayırır. Kuzeyde ve güneyde yer alan dağlar doğuda birbirine karışarak sıkışır. Bu sebepten Anadolu’nun doğu bölgesi daha yüksek ve dağlıktır. Batıda dağlar sıklaşırsa da yükseklikleri fazla değildir. Bunlar denize dik olarak uzanırlar. Aralarında ovalar yer alır. Gediz Ovası, Menderes Ovası gibi. Ayrıca büyük ırmak ağızları yakınında da ovalar vardır. (Adana Ovası, Kızılırmak, Yeşilırmak deltaları gibi).

Yüzey şekilleri: Yüzey şekilleri bakımından birbirinden oldukça farklı beş bölgeye ayrılır: Kuzey, Güney, Doğu, Batı ve İç Anadolu bölgeleri.

Kuzey Anadolu: Bu bölgede dağlar, Marmara bölgesinden başlayıp Güney Kafkasya’ya doğru gittikçe yükselir. Karadeniz’e paralel bir kaç sıra halinde uzanırlar. Kızılırmak ve Yeşilırmak deltaları bu bölgenin önemli ovalarıdır. Ovaların hemen girişindeki kıyı dağlarının yüksekliği Rize Dağlarında 3500, Kaçkar Tepesinde ise 3932 metreyi bulur. Bu bölgede İç Anadolu ile geçidi sağlıyan iki yer vardır. Bunlar, Trabzon ile Gümüşhane arasındaki Zigana Geçidi (2025 m), Bayburt ile Aşkale arasındaki Kop Dağı Geçidi (2390 m)dir.

Kıyı dağlarının gerisinde Ilgaz ve Köroğlu dağları vardır. Gökırmak vadi oluğu kıyı dağları ile iç sıra dağlarını birbirinden ayırır.

Güney Anadolu: Toros Dağlarının bulunduğu bu bölgenin genel görünümü dağlıktır. Kıyı bölgesinde Toroslar, Amanos Dağları ile başlayıp, Van Gölünün güneyine kadar uzanır. Batı Toroslar adını alan bu dağlar, Antalya Körfezinin kuzeyinde göller bölgesinde sıkışırlar. Buradaki Bey Dağları (3069 m), Elmalı Dağları (3025 m), Geyik Dağı (2900 m) yüksekliğe ulaşırlar.

Orta Toroslar, İçel bölgesinde yayla görünümü alırlar. Burada Taşeli Yaylası vardır. Bu dağlar kuzeydoğuya gidildikçe yükselerek Ala Dağların Demirkazık Tepesinde 3756 metreye ve Bolkar Dağının Medetsiz Tepesinde 3524 metreye ulaşır. İç Anadolu’yu Adana Ovasına bağlayan Gülek Boğazı (1050 m) bu bölgededir. Bölgenin doğu kesiminde ise dağlar iyice yükselir. Cilo Dağında Reşko Tepesinin yüksekliği 4168 metreye ulaşır.

Batı Torosların iki kanadı arasında Antalya, Orta Toroslarla Amanos Dağlarının arasında Adana ve Amanos dağlarının doğusunda Amik Ovaları yer alır.

Doğu Anadolu: Anadolu’nun en yüksek bölgesi olup ortalama yükseklik 1500-2000 m arasında değişir. Sınır üzerindeki dağlarla İran’dan ayrılır. Bu bölge batıya doğru yavaş yavaş alçalarak İç Anadolu’ya bağlanır. Yüksek yaylalar, ovalar, tek sıradağlarla kaplı bölgenin yüzey şekilleri çok çeşitlidir.

Karasu-Aras dağ sırasını meydana getiren Munzur Dağlarının yüksekliği 3500 metreyi bulur. Bu dağlar Erzincan’ın güneyinden başlayıp Erzurum’un Palandöken dağlarıyla Aras Vadisini takib eder. Sönmüş bir volkan olan Ağrı Dağına ulaşıldığında yükseklik 5137 m ile Anadolu’nun en yüksek yerine varılır. Tendürek (3660 m), Sübhan (4058 m), Nemrut (2828 m) Dağı bu bölgededir. Deniz seviyesinden 1600 m yüksekte, 3713 kilometrekare yüzölçümü ile Anadolu’nun en büyük gölü olan Van Gölü yine bu bölgededir.

İç Anadolu: Diğer bölgelere nazaran çok az dağlık bir bölgedir. Kuzey Anadolu Dağları ile Toroslar arasında yer alır. Anadolu’nun en geniş ovaları bu bölgede olup ortalama yükseklik 1000 metredir. Bölgenin kuzeyini çevreleyen dağlar (Kösedağı, Yıldızdağı), Kuzey Anadolu dağlarına, güneydekiler de Tahtalı dağı, Tecer ve Hınzır dizisi, Toros dağlarına paralel olarak uzanır. Arada kalan ise Çamlıbel ve Akdağ dağlarıdır.

İç Anadolu’nun Kızılırmak batısında kalan kısmı birbirinden farklı iki bölüme ayrılır. Güneyde Konya bölümü yüksek yaylalarla birbirinden ayrılmış ovalardan meydana gelir. Bu ovaların çukur yerlerinde yazın kuruyan sığ göller vardır. İç Anadolu düzlüklerinin güneydoğu kenarı boyunca çok eski volkanlara da rastlanır. Kayseri’nin güneyindeki Erciyas Dağı (3917 m) bunların en önemlilerindendir.

Batı Anadolu: Denize dik inen dağlar arasında, doğu-batı istikametinde oluk biçiminde uzanan ovalar yer alır. Gediz, Büyük ve Küçük Menderes, Bakırçay nehirlerinin geçtiği bölgelerde aynı ismi taşıyan ovalar vardır. Bölgenin en önemli dağları, Emirdağı (2307 m), Türkmendağı, Domaniç Dağı, Uludağ (2543 m), Sandıklı Dağları, Murat Dağı (2309 m), Eğrigöz Dağıdır. Kozak, Yurt ve Bozdağlar, Ege bölgesinde büyük ovalar arasına girmiş dağlardır.

Batı Anadolu’nun kuzeyindeki Marmara bölgesi Ege’den farklı görünümdedir. Buradaki ovalar doğu-batı istikametinde, fakat oluk şeklinde değildir. Adapazarı, Pamukova, İnegöl ovaları düzlükleri, Sapanca, İznik, Apolyont ve Manyas gölleri çukurları meydana gelir.

Denizler ve kıyılar: Anadolu’nun kuzeyinde Karadeniz, güneyinde Akdeniz vardır. Bu iki denizi birbirine bağlıyan Marmara kapalı bir deniz gibidir. Marmara, Çanakkale Boğazı ile Ege'ye, İstanbul Boğazı ile Karadeniz’e açılır. Karadeniz kıyı dağları denize paralel uzandığından kıyılar fazla girintili çıkıntılı değildir. Tuzluluk fazla olmayıp binde 17-18 arasındadır.

Akdeniz kıyılarında dağlar denize paralel uzandığından Karadeniz kıyılarına benzer. Kıyıların uzunluğu 1500 km civarındadır. Suyun tuzluluğu ise Karadeniz’in iki katı olup, binde 39’dur. Akdeniz’in bir uzantısı olan Ege denizinde dağlar kıyılara dik olarak iner. Bu sebepten çok girintili çıkıntılıdır. Ege denizinde irili ufaklı pek çok ada olup kıyı uzunluğu 2800 km kadardır.

Marmara Denizinin yüzölçümü 11.000 kilometrekare, kıyı uzunluğu ise 1200 kilometreye yaklaşır.

Akarsu ve göller:  Akarsular genellikle Anadolu’nun etrafını çevreleyen denizlere dökülür. Bir kısmı ise sınırları geçtikten sonra diğer denizlere ulaşır. Güneydoğu Anadolu’nun iki büyük nehri olan Dicle, Fırat nehirleri Basra Körfezine dökülür. Doğu Anadolu’nun önemli akarsuları Aras, Kara Murat ve Çoruh’tur. Karadeniz’e dökülen Yeşilırmak, Sakarya, Kızılırmak, Orta Anadolu’nun büyük nehirleridir. Ayrıca Harşit, Melet, Bartın, Filyos gibi küçük akarsular da Karadeniz’e dökülür.

Susurluk, Biga ve Gönen çayları Marmara’ya; Gediz, Küçük ve Büyük Menderes Ege denizine dökülür. Seyhan, Ceyhan ve Göksu ırmaklarından başka da Dalaman, Eşen çayları Akdenize dökülür.

Göller: Doğu Anadolu’daki Van Gölü 3713 kilometrekare yüzölçümüyle Türkiye’nin en büyük gölüdür. Van Gölünün doğusunda Erçek ve Kars’ın kuzeyinde Çıldır gölleri yer alır. Güneydoğu Toros bölgesinde Hazar Gölü, daha güneyinde Hatay’a yakın Amik gölleri bulunur. Orta Anadolu’daki Tuz Gölü 1500 kilometrekarelik yüz ölçümü ile Anadolu’nun ikinci büyük gölüdür. Bu bölgedeki pekçok gölden en önemlisi Akşehir Gölüdür. Batı Torosların iç taraflarında ise Beyşehir, Eğridir ve Burdur gölleri yer alır. Sapanca, İznik, Polyont ve Manyas ise; Marmara bölgesinin en önemli gölleridir.

Son yıllarda barajların yapılmasıyla oldukça büyük baraj gölleri meydana gelmiştir. Bunlardan Keban, Karakaya, Atatürk, Demirköprü, Hirfanlı, Sarıyar, Seyhan önemlidir.

İklim

Yüzey şekillerinin çeşitliliği, özellikle kıyı dağlarının denize paralel olması sebebiyle bölgeler arasında büyük iklim farkları vardır. Üç tarafı denizle çevrili olduğundan kıyılarda ılık deniz, iç kısımlarda ise kara iklimi hakimdir.

Akdeniz ikliminin te'sirinde bulunan güney kısımlarda yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı geçer. Ege bölgesinin tamamında, Marmara bölgesinin kuzeyinde sıcaklık düşer. Karadeniz bölgesinde ise daha ılımlı ve yağışlı deniz iklimi hüküm sürer. Orta Anadolu’da ise step iklimi hakimdir. Burada yazlar sıcak ve az yağışlı, kışlar da soğuk ve karlı geçer. Doğu Anadolu’nun yüksekliği fazla ve dağlık olduğundan, yazlar serin, kışlar çok soğuk ve karlıdır. Güney Doğu Anadolu bölgesinde yazlar kurak ve sıcak geçer, kışlar ise fazla soğuk değildir.

Rüzgarlar: Anadolu’da genel olarak yazın poyraz adı verilen kuzey rüzgarları eser. Azor antisiklonundan doğan ve Tuna boylarından geçtikten sonra Karadeniz kıyılarını tesiri altına alıp İran’a geçen bu akım Anadolu’yu oldukça etkiler. Bu ana akımın rüzgarları serin ve kuru olmakla beraber yüzey şekillerinin etkisiyle yükseldikleri yerlerde yağmur meydana getirirler. Bu rüzgarlar yeryer İç Anadolu’ya sokulursa da asıl etkileri Bogazlar, Marmara ve Ege denizinde görülür.

Kış aylarında Sibirya üzerinden gelen yüksek basınç, Doğu Anadolu ile İç Anadolu’yu etkiler. Kış aylarında Atlantik üzerinde beliren alçak basınç, etkilerini genellikle kıyı bölgelerinde gösterir. Denizden gelen soğuk rüzgarlarla karadan gelen soğuk rüzgarların karşılaşması, özellikle kıyı bölgelerinde yağışlara sebeb olur.

İlk ve sonbahar rüzgarları çeşitli olur ve devamlılık göstermez. Marmara ve İstanbul çevresinde poyraz ile lodos nöbetleşe eser.

Bu genel rüzgarların yanında meydana geliş sebeblerine göre özel isimler alan bir takım mahalli rüzgarlar da vardır. Bunlar kıyılarda görülen deniz ve kara rüzgarları ile dağ ve vadi rüzgarlarıdır. Bu cins rüzgarların en önemlisi İzmir bölgesinde esen İmbat rüzgarlarıdır.

Yağış:Türkiye’de yıllık yağış mikdarında bölgelere göre büyük farklar vardır. Ayrıca, bölgelerdeki yağışların mevsimlere dağılışı da farklıdır. İç Anadolu’da 40 mm altına düşen yağışlar kıyılarda ve kenar dağlarda 700 milimetreyi aşar. Doğu Karadeniz bölgesinde ise 2500 milimetreyi bulur.

En çok yağış genellikle kışın görülür. Ege ve Akdeniz bölgeleri ile Doğu Toroslarda durum böyledir. Kuzey kıyılarında en fazla yağış sonbahardadır. İç kısımlarda ise ilkbahara rastlar. Memleketimizde başlıca üç yağış tipi görülür:

Karadeniz tipinde, yazları dahil her mevsim yağışlıdır. En az yağış mayıs ayındadır. En çok yağış ise ekim ayında görülür.

Akdeniz tipinde, yazlar kurak, kışlar ise yağışlı geçer. En fazla yağış, aralık ve ocak aylarında görülür.

Kara tipinde, en çok ilkbaharda mayıs ayında olur. Kış aylarında genellikle kar şeklindedir.

Bitki Örtüsü

Anadolu’nun tabii bitki örtüsü üç grupta toplanır.

Karadeniz bitki örtüsü: Burada hakim bitki örtüsü ormandır. Deniz seviyesinden 2000 metre yüksekliğe kadar ormanlar vardır. 1200 metreye kadar olan kesimde meşe, gürgen, kestane ve çınar gibi yapraklarını döken ağaçlar; daha yukarılarda ise köknar, sarıçam, ladin, çam gibi iğne yapraklı ağaçlar yer alır. Kıyı dağlarının iç kısımlarında ise step bitki örtüsü hakimdir.

Akdeniz bitki örtüsü: Burada orman örtüsü daha seyrektir. Eteklerden 2200 metreye kadar orman örtüsü çıkar. Ağaçların çoğunluğu karaçam, katran ve sedir çeşitleridir. Güney bölgesinin dağlık kısımlarında yazları kuruyan otlaklara, dağ yamaçlarında kuraklığa ve sıcağa dayanan makilere rastlanır. Fıstık çamları ve zeytin ağaçları bölgeye has bitkilerdir.

Stepler (Bozkırlar): Memleketimizin iç kısımlarında stepler hakimdir. Ormanlar genellikle dağ yamaçlarında ve küçük parçalar halindedir. Su kenarlarında söğüt ve kavak ağaçlarına rastlanır. Bölgenin hakim bitkisi, yabani buğdaygiller ve soğanlı bitkilerdir. İlkbaharda yeşil kalan çayırlar geniş yer kaplar.

Hayvanlar

Eskiden yaşadığı bilinen hayvanların hiçbirinin nesli kalmamıştır. Ayı, kurt, çakal, sansar, tilki, tavşan en çok rastlanan hayvanlardır.

Güney Anadolu dağlarında nadir de olsa benekli parslara rastlanır. Birçok bölgede bol sayıda yaban domuzu, tavşan, dağlık yerlerde dağ keçisi bulunur. Kuş çeşitleri pekçoktur. Yılana fazla rastlanır. Zehirli olan engerek yılanı, sıcak ve kuru yerlerde seyrek olarak bulunur. Zararsız olan kara yılanı her tarafta görmek mümkündür.

Tarihi

Anadolu, çok eski devirlerden beri bilinip, insanların yaşadığı bir toprak parçasıdır. Doğu ve batı, Asya ve Avrupa kıtalarının köprüsü mahiyetinde olduğundan, çeşitli kavim, devlet, kültür ve medeniyetleri bünyesinde barındınmış ve daima göçlere, istilalara uğramıştır. Hattiler, miladdan önce 2500-2000 yılları arasında Anadolu’dan Mezopotamya'ya kadar önemli bir medeniyeti temsil ettiler. M.Ö. 2000 yıllarında Anadolu’da Hititlerin oturduğu kabul edilir. Hititler, Orta Anadolu’da M.Ö. 1850’de devlet kurarak genişlediler. Anadolu’nun tamamına yakın kısmına hakim oldular. Arkeolojik kazılarda bulunan kültür ve medeniyet eserleri meydana getirdiler. Yapılan kazılarda Alacahöyük ve Bogazköy’de Hitit eserleri bulundu. Hititler zamanında Anadolu; batıdan İyonlar, doğudan Asurlular, Urartular, güneydoğudan Hurriler ve Mitanniler’in istilasına uğradı.

M.Ö. 1000 yılında ise, Anadolu; Hititler, Asurlular, Urartular, Frikyalılar, Lidyalılar, Medler ve Perslerin hakimiyetine girdi. Daha sonra Anadolu’nun tamamı Romalıların eline geçti. Romalıların M.S. 395 yılında ikiye ayrılmasıyla, Anadolu Bizanslıların payına düştü. Bizanslılar devrinde Anadolu; Partlar, Sasaniler, Haçlılar ve Moğolların taarruz ve istilasına uğradı. On birinci yüzyıldan itibaren Anadolu toprakları Türk kavimlerinin akınına uğramaya başladı. Anadolu’nun büyük kısmını ele geçiren Selçuklular, bölgenin Türkleşip, İslamlaşmasında çok hizmet ettiler. On üçüncü yüzyıldan itibaren Anadolu toprakları Osmanlı hakimiyetine girdi.

Anadolu, Osmanlı Devletinin son zamanına kadar taarruz ve istilaya uğramadı. Yirminci yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya savaşından mağlub olarak çıkması üzerine, Anadolu toprakları bir çok Avrupa devleti tarafından istila edildi. İstiklal harbi sonunda bütün Anadolu toprakları düşmandan temizlendi ve başkent Ankara olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.

ANADOLU BEYLİKLERİ

Malazgirt Zaferinden sonra, Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinin genel adı. Bu beylikler, tarihi kaynaklarda Tavaif-i Müluk ismiyle geçmektedir. Malazgirt Zaferinden sonra, birçok akıncı beyi, Anadolu’yu Türk toprakları haline getirmek için seferler düzenledi. Bu beyler elde ettikleri bölgelerde, ilk Türk beyliklerini kurdular. Üsküdar’a kadar Anadolu topraklarının büyük bir kısmı bu beyliklerin eline geçti. Beyler, Selçuklu sultanını hükümdar tanımakla beraber iç işlerinde tam bağımsız bir haldeydiler. Bunlar; Bitlis ve Erzen’de Dilmaçoğulları (1085-1394), Ahlat’ta Ermenşahlar (1100-1207), Diyarbekir’de İnaloğulları (1098-1183), Erzincan, Kemah ve Divriği’de Mengücükler (1072-1277) Erzurum’da Saltuklular (1072-1202)’dan ibaretti. Bu beyleri bir düzene sokmak için çalışan Büyük Selçuklu Devleti sultanları başarılı olamadılar. Bununla birlikte  beyliklerin ekserisi sonraları Türkiye Selçuklularının hakimiyetine girdiler.

Alaeddin Keykubad’ın saltanatının sonlarına doğru merkez ile uçlar arasında münasebetler gevşemeye başladı. 1220’den sonra Moğol istilasının Ortadoğu üzerinde yoğunlaşması, Bizans sınırında büyük değişikliklere sebep oldu. Moğol akınlarına karşı koyamayan Türkmen aşiretlerinin, Selçuklu topraklarına yönelmeleri üzerine, Selçuklu sultanı bunları Bizans sınırına yerleştirdi. İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in Kösedağ Savaşında yenilmesinden sonra, merkezi idare iyice zayıfladı. Son Selçuklu veziri Muinüddin Pervane’nin ölümüyle, düzenli devlet idaresi de ortadan kalktı. Anadolu'da idareyi ele geçiren Moğol valilerinin zulümleri ve koydukları ağır vergiler, halkı huzursuz etti. Neticede Selçuklu Devletinin hiç bir fonksiyonunun kalmaması halkı kuvvetli bir beyler etrafında toplanmaya teşvik etti.

Nitekim gaziler ve onlara katılan çeşitli aşiretlerle bazı Türkmen beyleri, karışıklık devresi içinde hakimiyet kurarak birer hanedan haline geldiler. Aydın, Karesi, Menteşe, Saruhan, Germiyan, Çoban ve Osmanoğulları bu şekilde kurulan beyliklerden bazılarıdır. Eşref, Sahib Ata, İnanç, Hamid ve Candaroğulları gibi diğer beylikler ise; Selçuklu veya İlhanlılar tarafından  mükafat olarak malikhane tarzında verilen arazilerde, bazı komutanların, istiklallerini ilan etmeleriyle ortaya çıktılar.

Beylikler kuruluşlarından hemen sonra buhranlı bir devreye girdiler. Bunun sebebi ise, İlhanlıların, Anadolu valileri ile baskılarını arttırmaları idi. Emir Çobanoğlu Timurtaş, Ebu Said Bahadır Han tarafından affedilip Anadolu’ya ikinci defa vali olunca, beylikler bağlılıklarını belirtmek için İlhanlılar adına akçe bastırdılar. Daha önce affedilen Emir Timurtaş, 1324’te babası gibi öldürülmekten korktuğundan Memluklülere sığındı. Vali olarak Büyük Şeyh Hasan tayin edildi ise de kendisi gelmeyip, yerine Alaeddin Eretna’yı vekil olarak gönderdi. Ebu Said Bahadır Hanın ölümü ile çıkan kargaşalıktan faydalanan Eretna, 1343’te Timurtaş’ın oğlu Şeyh Hasan’ı yenince, hükümdarlığını ilan etti ve bir beylik haline geldi. Bu hadiseler neticesinde Anadolu’da İlhanlı hakimiyeti tamamen çöktü.

İlhanlı baskısının, Anadolu beyliklerinin üzerinden kalkması üzerine beyler rahat bir nefes aldılar. Anadolu şehirlerinde imar hareketlerini hızlandırdılar. Diğer taraftan, sınır boylarında olan Osmanoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları ve Karesioğulları, Bizans topraklarına yaptıkları seferleri sıklaştırdılar. Osmanoğullarının, akınlarda büyük başarılar elde etmesi, Anadolu’daki diğer beylikleri rahatsız etti ve onları bu beyliğin büyümesine engel olmaya sevk etti.

Yıldırım Bayezid Han, başarılı muharebeler neticesinde Germiyan, Hamid, Menteşe, Aydın, Saruhan ve Candaroğulları beyliklerini Osmanlı topraklarına kattı. Bu sırada Timur Han’ın Ortadoğu’ya doğru hareketi, toprakları kaybolan beylerin ona sığınmasına yol açtı. Yıldırım Bayezid’in Ankara muharebesinde mağlub olmasıyla bazı beylikler yeniden kuruldu. İkinci Murad Han zamanında Anadolu beyliklerinin çoğu Osmanlı topraklarına katıldı. Fatih Sultan Mehmed Han ise Anadolu’da birliği tekrar tesis etti. Fatih, 1461 senesinde Trabzon seferi ile Candaroğulları Beyliğini ortadan kaldırdı. Karaman beyliğinin topraklarının ekseriyetini Osmanlı hakimiyeti altına aldı. Bu fetihlerden sonra, Karaman beyinin oğulları ile Kastamonu sancakbeyi olarak bırakılan Candaroğlu Kızıl Ahmed Bey, Uzun Hasan’dan yardım istediler. Ancak beyliklerinin başına geçmeye muvaffak olamadılar. İshak, Pir Ahmed, Kasım Beylerin mağlub edilmeleriyle de 1471’de Karaman Beyliğinin bütün toprakları Osmanlı Devletine katılmış oldu.

Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları, Osmanlı-Memluk rekabetinden faydalanarak, mevcudiyetlerini bir süre daha korudular. Ancak, Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferi sırasında Osmanlı hakimiyetini kabul ettiler. Böylece Anadolu’da Osmanlı Devletinin mutlak hakimiyeti kurulmuş ve Tevaif-i Müluk adıyla anılan beylikler devri sona ermiş oldu.

Beylikler devrinin en önemli özelliği, kültür faaliyetlerinde ortaya çıkmış ve her beylik kendi merkezini bu açıdan zenginleştirmeye çalışmıştır. Eski Anadolu Türkçesi dil yadigarları bu faaliyetlerin neticesinde ortaya konmuş ve çok sayıda eser yazılmıştır. Bazı beyler, kültür faaliyetlerini teşvik ederken, bir kısım beyler de bizzat eserler vermişlerdir.

Malazgirt Zaferinden Sonra Kurulan Beylikler

Beyliğin Adı

Merkezi

Kuruluş-Yıkılış Tarihi

Ahlatşahlar

Ahlat

1100-1207

Artuklular

Mardin-Amit-Harput

1102-1408

Danişmendliler

Sivas-Malatya

1071-1177

Mengücükler

Erzincan

1080-1277

Saltuklular

Erzurum

1080-1201

Dilmaçoğulları

Bitlis-Erzen

1085-1192

İnaloğulları

Amid

1098-1183

Türkiye Selçukluları Devletinin Yıkılmasından Sonra Kurulan Anadolu Beylikleri

Beyliğin Adı

Merkezi

Kuruluş-Yıkılış Tarihi

Aydınoğulları

Birgi

1299-1403

Candaroğulları

Kastamonu-Sinop

1291-1461

Dulkadiroğulları

Elbistan-Maraş

1339-1521

Eretna Beyliği

Kayseri

1335-1381

Eşrefoğulları

Beyşehir

1288-1326

Germiyanoğulları

Kütahya

1300-1429

Hamidoğulları

Bolu-Eğridir-Antalya

1300-1392

Çobanoğulları

Kastamonu

1203-1320

İnançoğulları

Ladik-Denizli

1277-1368

Karamanoğulları

Karaman

1256-1483

Karesioğulları

Balıkesir

1300-1336

Menteşeoğulları

Balat-Beçin

1300-1425

Osmanoğulları

Bilecik-Bursa

1299-1922

Ramazanoğulları

Adana

1378-1608

Sahib Ataoğulları

Afyonkarahisar

1285-1349

Saruhanoğulları

Manisa

1302-1410

Taceddinoğulları

Niksar

1348-1428

Alaiye Beyliği

Alaiye

1293-1471

Kadı Burhaneddin Devleti

Sivas

1381-1398

Pervaneoğulları

Sinop

1277-1322

ANADOLU EYALETİ

Osmanlı Devletinin iki önemli taşra teşkilatından biri. Daima vezir rütbesinde Beylerbeyi tarafından idare edilirdi. Protokolde; Mısır, Budin ve Rumeli eyaletlerinden sonra dördüncü sırada yer almaktaydı. Rumeli eyaletinin 1362 senesinde kurulmasından sonra, 1393’te de Anadolu eyaleti kuruldu. Eyaletin merkezi önceleri Ankara idi.Yıldırım Bayezid Han 1393’te Kara Timurtaş Paşayı Ankara’ya Anadolu valisi olarak tayin etti. Fatih Sultan Mehmed Han, tahta çıkınca o zaman Anadolu beylerbeyi olan İsa Beyi bu görevden alarak yerine İshak Paşayı tayin ettikten sonra beyliğin merkezi Kütahya’ya taşındı. Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri Bayezid ve Selim’in Kütahya’yı idare ettikleri 1550-1558 ve 1562-1566 seneleri arasında Anadolu eyaletinin merkezi tekrar Ankara oldu.

Sultan İkinci Bayezid devrindeki kayıtlara göre, Anadolu eyaletinin aşağıdaki on yedi sancaktan meydana geldiği görülmektedir: Kütahya, Saruhan (Manisa ve yöresi), Hüdavendigar (Bursa ve çevresi), Aydın, Menteşe (Muğla ve çevresi), Bolu, Hamid (Isparta ve çevresi), Ankara Kengırı (Çankırı ve çevresi), Kastamonu, Karahisar-ı sahip (Afyon ve çevresi), Kocaeli (İzmit ve çevresi), Biga, Karesi (Balıkesir ve çevresi), Sultanönü (Eskişehir ve çevresi), Alaiye (Alanya ve çevresi), Teke (Antalya ve çevresi).

Anadolu eyaleti, 16. asrın sonlarına kadar on yedi sancağını muhafaza etmiştir. Daha sonra üç sancağı başka yerlere bağlanmıştır. Önce Alaiye sancağı Kıbrıs eyaletine, daha sonra Biga ve Kocaeli sancakları ayrı zamanlarda Kapdan Paşa eyaletine bağlanmıştır.

İkinci Bayezid Han devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyaletinde 103’ü zaim ve 7.500’ü sipahi olmak üzere 7.603 timar sahibi vardı ve 5.372 cebelü ile birlikte bu sırada Anadolu beylerbeyinin emri altında savaşa iştirak edebilecek sipahi adaylarının mevcudu 12.975 civarında idi. Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyaletinde 160 kaza, 154 nefs-i şehir ve kasaba, 12.527 köy, 1887 cemaat bulunmakta idi. 1560-1580 seneleri arasında 5.372 olan cebelülerin sayısı 10.025’i bulmuştur. Bu da timar sahiplerinin harbe götürmek mecburiyetinde olduğu cebelü adedinin büyük ölçüde arttığını göstermektedir. Anadolu eyaletinin sancak sayısı on dörde indirildiğinde 298’i zeamet ve 7.188’i timar olmak üzere 7.486 kılıç timar sahibi bulunuyordu.

1533-1534 senesinde on yedi sancaklı Anadolu eyaletinin akçe olarak senelik genel hasılat toplamı ve bu hasılatın hak sahibi muhtelif zümreler arasında paylaşılma tarzı şu şekildeydi:

Padişah hasları

26.195.423

Sipahi timarları

34.620.736

Bazdar timarları

401.788

Mustahfız timarları

2.138.059

Müsellemlere terk edilen gelir

1.243.316

Piyadelere terk edilen gelir

1.413.964

Canbazlara terk edilen gelir

30.000

Selatin evkafı

5.399.995

Amme evkafı ve emlak

6.341.679

Yekün

79.784.960

1609 senesinde on dört sancaklı Anadolu eyaletinde 195 zeamet, 7166 timar olmak üzere toplam 7.311 kılıç ve cebelüleri ile beraber 17.000 asker bulunuyordu. On yedinci asırda ve daha sonraki asırlarda eyalet teşkilatı değişinceye kadar durum bu şekilde devam etmiştir. Anadolu eyaleti, 1825’te çok küçülmüş, yine Kütahya merkez olmak üzere Afyonkarahisar, Sultanönü ve Ankara’dan ibaret kalmış, hatta kısa bir süre sonra Afyon da hariç bırakılmıştır. Eyalet, 1864’te idari teşkilatta yapılan değişikliklerden sonra vilayetlere ayrıldı.

ANADOLU HİSARI

Yıldırım Bayezid Hanın İstanbul Boğazının en dar yerinde yaptırdığı ilk hisar. Göksu deresi ile deniz arasında kireç ve şist katmanlarından meydana gelen tepenin üzerindedir. Eski kaynaklarda “Güzelhisar, Güzelcehisar, Yenihisar, Yenicehisar, Akhisar” isimleriyle de zikredilmektedir.

Bizans’a Karadeniz yoluyla yardım gelmesini önlemek maksadıyla inşa edilmiştir.

Anadolu Hisarı, asıl kale, iç kale duvarları ve üç kuleden meydana gelir. Asıl kale, dikdörtgen bir plan üzerine yükselen bir kuledir. Kule, üzeri toprakla örtülü yüksekçe bir kayanın üzerine oturtulmuştur. Dört katlı olan bu kuleye bugün güneybatıda bulunan bir kapıdan girilmektedir. İç kale duvarları ise 2-3 metre kalınlığında asıl kaleyi kuzey-batı ve kuzey-doğudan çevreler. Üzerinde dört kule vardır. İç kale duvarının kapısı, kuzeydoğudaki kulenin kuzeyindedir. Stratejik bakımdan yeri ustalıkla seçilen kapıyı, batıdan gelen düşmanın görmesi imkansızdır. Dış kale surları, çok kemerli ve çokgen bir surdur. İç kale surları ile güney-doğu ve kuzey-batıdan birleşir; üzerindeki 3 kule ile korunur. Surların güneyindeki bazı kısımları bugün yıkılmış haldedir. Kuleler ise, bedeninden mazgallar bulunan duvarlar üzerinde kuzeyde, kuzey-batıda ve batıda,  çevreye ve yollara hakim silindir biçiminde yapılardır.

Anadolu Hisarının Osmanlı tarihinde önemli bir yeri vardır. Yıldırım Bayezid Han, Ankara Savaşında mağlub olunca oğlu Süleyman Çelebi bir süre burada saklanmıştır. Sultan İkinci Murad Han devrinde, Haçlı ve Macar ordusunu durdurmak üzere yola çıkan ordunun Rumeli’ye geçmesinde bu hisardan faydalanılmıştır. Sultan İkinci Murad Han Yalova yoluyla buraya gelmiş, Çandarlı Halil Paşa da, karşı kıyıdan top ateşiyle padişahı korumuş, Papalık ve Venedik donanmasına rağmen rahatlıkla karşı kıyıya geçilmişti. İstanbul’un fethinden önce Rumeli Hisarı inşa edilmeden bu kale tahkim edilmiş, böylece iki hisar ile boğaz kontrol altında bulundurulmuştur. 1452’de Sultan İkinci Mehmed tarafından yapılan değişiklikler, Anadolu Hisarının mukavemetini inanılmaz şekilde arttırmıştır. Böylece daha önceleri müdafaa maksadıyla yapılan kale, boğazın transit nakliyatını men ettiği gibi, taarruz vasıtası haline de gelmiştir. Kalede, hepsi Kocaeli sancağından olmak üzere 200 asker vardı. Barut depoları, deniz kenarında bulunurdu.

İstanbul’un fethinden sonra şehre, Karadeniz’den gelecek saldırıları karşılamak üzere kullanılmıştır. Karadeniz’in tamamen Osmanlı Devletinin hakimiyetine geçmesinden sonra (16. asır) ehemmiyetini kaybetmiştir. Ancak on yedinci ve on sekizinci asırlarda Rus Kazaklarının Boğaz’a kadar uzayan akınlarının karşılanmasında Anadolu Hisarından faydalanılmıştır. Daha sonra ehemmiyetini iyice kaybetmiş, duvarına dayanmış ahşap evler ile hisar romantik bir hal almıştır.

Anadolu Hisarı, yerleşme alanı olmaya Fatih Sultan Mehmed Han devrinde başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed buraya, sultan mahfilli bir cami yaptırmıştır. Hisar civarına önce askerler yerleştirilmiş, daha sonra sivil halk da iskan edilmeye başlanmıştır.

ANADOLU LİSESİ

(Bkz. Kolej)

ANADOLU MEDENİYETLERİ

Alm.anatolische Zivilisationen (f), Fr.Civilisations d’Anatolie, İng. Anatolian Civilisations. Anadolu’da tarih boyunca kurulan medeniyetler. Anadolu isminin ortaya çıkışı konusunda iki rivayet vardır. Birincisi; Romalıların buralara hakim oldukları devirde Kızılırmak ile Ege Denizi arasındaki bölgeye “Thema Anatolica” (Doğu Bölgesi) ismini vermişlerdir. Zamanla Thema Anadolica isminin yerine sadece Anatolica kullanılmış ve batı literatürüne bu şekilde geçmiştir. Müslüman Türklerin buraya yerleşmeleri ile bu kelime değişerek Anadolu şeklini almıştır.

İkinci görüş ise; Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı Kılıç Arslan’ın bir seferi esnasında vuku bulan bir hadisedir. Selçuklu ordusunun sıcak bir yaz günü yürüyüşü sırasında, askerler çok susamışlardı. Verilen istirahat sırasında ordugaha gelen ihtiyar bir kadın, askerlere ayran dağıtıyordu; elindeki testiden bütün asker içmiş ve mataralarını doldurmuştu. Yaşlı kadın hala; “Evlatlarım ayran için. Mataralarınızı doldurun.” diyordu. Her bir asker de; “Ana dolu!”, “Ana dolu!” demelerinden ordunun bulunduğu yere daha sonraları “Anadolu” denilmeye başlanmış. Bu da zamanla şimdi üzerinde yaşadığımız topraklara isim olmuştur.

Anadolu’da insanların toplu olarak yaşamaya başlamasıyla birlikte, devletler kurulmaya başlamış ve farklı medeniyetler birbiri ardına ortaya çıkmıştır. Asırlarca devam eden bu devletler zinciri, Anadolu’nun yeryüzünün medeniyet beşiği olmasına sebep olmuştur.

Bilinen tarihi kayıtlara göre bugünkü devlet şekline uygun ilk olarak Hatti Devleti ortaya çıktı (M. Ö. 2500 - 2000). Hattiler, Mezopotamya tesiri altında olmalarına rağmen, kendilerine mahsus bir medeniyet ortaya koydular. An’ane, mitoloji ve sanat bakımından büyük bir varlık gösteren Hattilerin tesiri Anadolu’da uzun süre devam etti. Küçük krallıklardan meydana gelen Hatti devleti, idareci sınıfın etkisiyle kendisine has bir sanat ortaya koydu. Alacahöyük, Horoztepe ve Mahmatlar bölgelerinde yapılan kazılarda, Hattilerin san’at gücünü ortaya koyan kalıntılar çıkmıştır.

M.Ö. 1750 ile 1200 yılları arasında Anadolu’da hüküm süren Hitit Devleti ise, Hint-Avrupa ırkları topluluğuna mensupturlar. Hititler M.Ö. 15 ve 14. asırlarda o zamanki dünyanın egemenliğini Mısır Devleti ile paylaşıyordu. Hititlerin ilk merkezi olan Kaneş (Kültepe)te bulunan çivi tabletler, Anadolu’daki ilk yazı örnekleridir. Hititler; Mitoloji, örf ve adet, kültür, sanat alanlarında tamamen Hattilerin tesiri altında kalmışlardır. Mimari alanda özel bir tarz geliştirmişlerdir. Hitit sanatının bugüne kadar gelebilen eserleri arasında saraylar, tapınaklar, heykeller ve etrafı duvarlarla çevrili şehirler gelmektedir. Eski Anadolu oymacılığının en güzel örnekleri Hitit devrinden kalmadır. Oymalar; taş, tunç, demir ve altın üstüne yapılmıştır. Hitit medeniyeti, klasik medeniyete (Yunan - Roma Medeniyeti) tesirde bulunmuştur.

Hurri Devleti ise, Hititlerle çağdaş olup, kültür ve medeniyet sahalarında Hititlerin ve Mısırlıların te’sirinde kalmışlardır. Bugüne kadar yapılan kazılar sonunda Hurrilerde taş oymacılığı ve çanak çömlekçiliğin çok ileri bir seviyede olduğu görülmektedir.

Urartular ise, şimdiki Van, İran ve Azerbaycan'ın birleştikleri yerlerde medeniyet kurmuşlardır. Sami, Hind, Avrupa ve Hatti dilinden başka Hurricenin bir lehçesini de kullanırlardı. Maden işleme sanatında oldukça ileriydiler; bunların madeni eserleri Frigya (Phrygia) Etrüsk şehirlerinde bulunmuştur.

M.Ö. 1275’ten sonra Anadolu’ya gelen ve siyasi sahada M.Ö. 750’den sonra kendilerini gösteren Frigyalılara ait Gordion, Pazarlı, Alişar, Alacahöyük ve Boğazköy’de ortaya çıkarılan san’at eserleri dönemin mimarlığını ve bina tekniğini ortaya koymaktadır. Frigyalılar Geç-Hitit ve Helen tesiri altında sanat eserleri ortaya koymuşlardır. Bu sanat eserleri arasında çeşitli renklerde, insan ve hayvan figürleri, geometrik motiflerle süslü, pişmiş topraktan levhalar, geometrik motifli ya da aslan, geyik gibi figürlerle süslü seramikler dikkati çekmektedir. Frigyalıların maden, ağaç işçiliğinde, dokumacılıktaki eserleri Helenlere tesir etmiştir.

M. Ö. 700 - 300 arasında Batı Anadolu’da hakimiyet kuran Lidyalıların merkezi Sard kasabası kalıntıları hala mevcuttur. Burada bulunan Lidya kral mezarları yüksekçe olup, mozak tipindedir. Lidyalılar zaman zaman İon şehirlerine hakim olmuşlarsa da, fazla bir tesirleri olmamıştır.

Likyalılar (Lykia), Lidyalılarla aynı devirlerde Güneybatı Anadolu’da hüküm sürmüşlerdir. Bunlardan günümüze kadar sağlam olarak Fethiye’de Kaya Mezarları ayakta kalmıştır.

İon Medeniyeti, Batı Anadolu’da M. Ö. 1050-300 arasında Mısır, Fenike, Assar ve Hitit te’sirinde olarak görülmüştür. En parlak dönemleri M. Ö. 650-545 arasındadır. Felsefe alanında ileri olan bu toplum içinde Thales, Anaximandras ve Anaximanes gibi hala meşhur olan filozoflar yetişmiştir. Felsefi sistem olarak Grek felsefesini etkilemiştir. Sağlam bir mimari tarz geliştiren İonyalılar, Avrupa mimarisini büyük ölçüde etkilemiştir.

İskender’in M. Ö. 333’te Pers hükümdarı Dara’yı mağlub edinceye kadar, Anadolu’da Pers hakimiyeti görülür. Perslerin Anadolu’ya yerleşmeleri ile İonyalıların Anadolu’daki varlıkları silinmiştir. Anadolu’daki Pers satrapları bağımsız krallar gibi hareket ettiklerinden, burada dünya çapında eserler meydana getirmişlerdir.

İskender’in Anadolu’yu istilasıyla buradaki Hellen şehirlerine bağımsızlıklarını geri vermiştir. Yarımadada tekrar dünya çapında eserler vücuda gelmeğe başlamıştır. Bergama, Efes, Milet, Didim’deki mimari eserler, Roma san’atına büyük ölçüde te’sir etmiştir.

M. Ö. 30 ile M.S. 395 arasında Anadolu’da Roma medeniyeti hakim olmuştur. Romalıların tuğlaları harçla birbirine bağlama usulüyle yaptıkları, geniş hacimli ve kubbeli binalar, Anadolu’da eskiye nazaran daha tekamül etmiş yapıların inşasına yol açmıştır. Böylece Anadolu o zamanın en mamur ülkelerinden biri haline gelmiştir.

Anadolu’da M. S. 330-1453 arasında Geç Roma sanatı ve Erken Hıristiyan sanatının bir karışımı olarak meydana gelen Bizans sanatı, mimari bakımdan yeni bir merhaledir. Mimari gelişme, en mükemmel mahsullerini M. S. 330’da kurulan Konstantinopolis (İstanbul)’de vermiştir. M. S. 532-539 arasında inşa edilen, merkezi kubbeli bir bazilike olan Ayasofya, hala dünya mimarisinin en önemli eserlerindendir (Bkz. Ayasofya).

1071’den sonra Anadolu’yu fethe başlayan Müslüman Türkler, burayı ikinci anayurt kabul ederek hiç ayrılmayacak şekilde yerleşmişlerdir. Buradaki Türk kavimleri, hoşgörüye dayanan idareleri ile tamamen Anadolu’ya hükmettiler. Selçukluların Anadolu’ya hakim olmalarıyla, yeni bir imar hareketi başladı. Önceden mevcud olan ticaret yolları üzerine inşa edilen kervansaraylarla, Anadolu’da ticari hayat iyice canlandı. Selçuklu sanatı, Arab ve Acem sanatından etkilenmekle beraber kendisine mahsus Ortaasya’dan beri gelen mimari özellikleri de bünyesinde toplamıştır. Selçukluların Diyarbakır’dan İstanbul Boğazına kadar uzanan sahada yüzlerce saray, cami, mescid, imaret, han, hamam, darüşşifa, medrese, hankah, türbe, künbed, çeşme, sebil, kervansaray, kale ve surları görülmektedir. Bu yapıların cepheleri, kapıları, pencere kenarları en güzel ve renkli yazılar ile süslenmiş, camilerin kubbe kenarları, minber ve mihrapları Türk çinileri ile kaplanmıştır. Şadırvanlar Türk mermer işçiliğinin, kapı ve pencere kapakları Türk kakmacılık ve oymacılığının en güzel örneklerini vermiştir. Türbeler, Türk çadırının taş binalara uygulanmış şeklidir. Kuzey Avrupa’da görülen gotik mimarideki tuğla süslemeleri, Haçlı seferleri sırasında Anadolu’dan alınarak kullanılmıştır, yani Selçuklu menşelidirler.

Camilerde ve diğer yapılarda pencerelerin katlar halinde sıralanması, Türk mimari mahsulü olup, başka İslam ülkelerinde uygulanmamıştır. Kubbe inşaatında Selçukluların ortaya koydukları en mühim yenilik ana duvarlardan kubbeye geçişin müselles sahalar ile teminidir ki, bu durum mimari tarihinde “Türk üçgenleri” adı ile anılmaktadır. Bu üslub Osmanlılar zamanında değişik şekiller altında geliştirilmiştir. Selçuklu stilinde daha ziyade basık olan mihrablar, Osmanlılar devrinde camilerin azametine paralel olarak yükselmiş ve incelmiştir.

1299’dan sonra altı asırdan fazla yeryüzünde hüküm süren Osmanlı Devleti, Selçukluların kültür ve sanatını geliştirmiş ve yeni bazı şekiller kazandırmışlardır. Türk yapı sanatında, Selçuklularda toplu mekana doğru bir ilerleme başlamış ve Osmanlı mimarisinde Mimar Sinan’ın inşa gücüyle tamamen bütünlüğe kavuşmuştur. Mimar Sinan’ın meydana getirdiği cami stili, model olarak sonraki mimarlara örnek olmuştur. Ancak Süleymaniye ve Selimiye o kadar eşsiz eserler olarak meydana gelmişlerdir ki, hiç bir mimar o büyüklükte ve mekan bütünlüğünde bir cami yapmağa cesaret edememişlerdir. Mimar Sinan, Selimiye ile merkezi bina tipinin yeryüzündeki en başarılı örneğini vermiştir. Osmanlı mimarisi, türbe, medrese, kütüphane, köşk, konak, saray, hamam, işhanı ve su kemeri, köprü inşaatında da hem mimari, hem de mühendislik açısından eşsiz eserler meydana getirmişlerdir (Bkz. Osmanlı Devleti).

Bugün Anadolu’nun dört bucağı Osmanlı eserleriyle doludur. Bunlardan bazıları bakımsızlıktan, ilgisizlikten harabe haline gelmiştir. Gelecek nesillere mirasın ulaşabilmesi ancak bu eserlere sahip çıkmakla mümkün olacaktır.

ANADOLU SELÇUKLULARI

(Bkz. Türkiye Selçukluları)

ANAFLAKSİ

Alm. Anaphylaxie, Fr. Anaphylaxie, İng. Anaphylaxis. Ani gelişip bütün vücudu tutan, ürtiker, nefes darlığı, şok ve nadiren kusma, karın ağrıları ile kendini gösteren bir allerjik, aşırı duyarlık reaksiyonu.

Vücutta allerjik cevap meydana getiren yabancı maddelere allerjen denir. Bunlar arasında; polenler (çiçek tozları), mantar sporları, ev tozu, hayvan tüy ve deri döküntüleri, besinler, ilaçlar, serumlar, sun'i besin boyaları, kozmetikler, virus, bakteri ve parazitler sayılabilir. Allerjik bir kimsede allerjenler deri, ağız veya solunum yoluyla vücuda girdiğinde bunlara karşı immünglobulin E antikorları meydana gelir. Bu allerjenler iki veya üç hafta sonra vücuda tekrar girdiğinde kandaki mast hücresi yüzeyindeki antikorlar ile birleşir ve neticede mast hücresinde depo edilmiş kimyasal aracı maddelerin hücre dışına salınmalarına sebep olur. Bu maddeler düz kas kasılmalarına, damar genişlemelerine yolaçarak anaflaksi belirtilerini ortaya çıkarır. En sık sebep olan maddeler yabancı serum ve proteinler, bazı ilaçlar, böcek sokmalarıdır.

Allerjenle karşılaştıktan tipik olarak 1 ila 1,5 dakika sonra hastada bir rahatsızlık hissi ve kızarma olur. Çarpıntı, kaşıntı, öksürük, nefes darlığı, kulaklarda kızarma gibi belirtiler görülebilir. Solunum belirtisi olmamasına rağmen şok tablosu gelişebilir. Şok belirtileri 1-2 dakika içinde gelişip ölüme yol açabilir.

Anaflaksiden korunma:

Daha önceden bir ilaca karşı reaksiyon göstermiş olan bir kimsede bu ilaçtan kaçınılır, mümkünse başka bir ilaç uygulanır. Bununla birlikte bu tip bir reaksiyon göstermemiş olan hastalarda da anaflaktik ölümler olabilir. Anaflaksi tehlikesi eğer ilaç damar yolu ile kullanılıyorsa çok daha ciddidir. Bu bakımdan şüpheli durumlarda başlangıçta ağız yolu seçilmelidir. İlaç hekim denetiminde verilmeli ve en az 30 dakika hasta yanında kalınmalıdır. Anaflaksiye yatkın insanlar bu tip bir ihtimale karşı yanında hazır, dolu adrenalin şırıngası taşımalı ve ilk tedavisini kendisi yapabilmelidir. Anaflaksiye yol açan penisilin dışındaki diğer ilaç tedavilerinde cilt testi yapmak güvenilir değildir.

Tedavi: Acil adrenalin tedavisi gereklidir. Adrenalin salgılanan kimyasal aracı maddelerin dokulara olan tesirlerini geriye dönüştürür.

Yaygın kaşıntı, ürtiker, üst solunum yolu ödemi, hırıltılı solunum, bulantı, kusma gibi belirtilerde cilt altına sulandırılmış adrenalin zerk edilir. Eğer vücuda zerk edilmiş bir madde anaflaksiye yol açmışsa, bu maddenin dolaşıma geçmesini engellemek için enjeksiyon bölgesinin üzerinden bir turnike uygulanır ve o bölgeye  cilt altı adrenalin uygulanır. Hafif reaksiyonlarda bu tedavi yeterli olabilir.

Daha şiddetli belirtilerde adrenalin tekrarlanabilir, damardan antihistaminik ilaçlar, kortizon verilebilir. Tansiyon düşüklüğü, şok gibi dolaşım sistemi belirtileri varsa damardan bol sıvı verilir, bacaklar yukarı kaldırılır.

Ağır belirtileri olan hastalar tedavi sonucunda iyileştikten sonra tekrarlama ihtimaline karşı 24 saat hastanede tutulmalıdır.