İslam aleminin büyük astronomu ve kelam alimi. İsmi, Alaüddin Ali bin Muhammed el-Kuşçu’dur. Babası Muhammed, ünlü Türk sultanı ve astronomi alimi Uluğ Beyin kuşçusu idi. Bu yüzden ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Ali Kuşçu’nun doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemekte olup, 15. yüzyılın başlarında Semerkant’ta doğduğu kabul edilmektedir.
Uluğ Beyin hükümdarlığı sırasında Semerkant’ta ilk ve dini öğrenimini tamamladı. Küçük yaşta matematik ve astronomiye karşı aşırı bir ilgi duydu. Devrinin en büyük alimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid ve Muinüddin Kaşi’den astronomi ve matematik dersleri aldı. Bu büyük alimlerden aldığı ilimlerle yetinmeyip daha fazlasını öğrenme arzu ve isteği ile kimseye haber vermeden sinesinde ünlü alimlerin toplandığı Kirman’a gitti. Kirman’da bulunduğu sırada akli ve nakli ilimler üzerinde çalışmalara devam edip, burada Hallü Eşkal-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risaleyi ve Şerh-i Tecrid adlı eserini hazırladı.
Kirman’dan tekrar Semerkant’a dönen Ali Kuşçu, Zic-i Uluğ Bey’in hazırlanması çalışmalarına katıldı. Kadızade Rumi’nin ölümü üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesine müdür tayin edildi.
Uluğ Beyin öldürülmesinden sonra Semerkant Medresesindeki dersleri ile rasathanedeki çalışmalarına son vererek Semerkant’tan ayrılıp Tebriz’e, bir müddet sonra da, Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a geldi. Fatih Sultan Mehmed Han, onun değerli bir ilim adamı olduğunu kısa bir görüşmeden sonra anladı ve ondan Osmanlı Devleti hizmetine girmesini rica etti. Bu teklif üzerine Ali Kuşçu elçilik vazifesini tamamladıktan sonra tekrar İstanbul’a geldi. İlim adamlarına çok büyük ilgi ve hürmet gösteren Fatih Sultan Mehmed, Ali Kuşçu’ya bu ikinci yolculuğu sırasında her konak menzili için bir altın hediye vermiştir. Ali Kuşçu İstanbul’a geldikten sonra, Ayasofya Medresesine müderris tayin edildi. Fatih, Ali Kuşçu’ya bu görevi yanında kendi hususi kütüphanesinin müdürlük vazifesini de verdi. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde Ali Kuşçu’nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul’un meşhur alimleri de katılırlardı. İlim sahasında hizmet ve adları ile ün yapmış olan Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi ve Ali Kuşçu’nun oğlu Mirim Çelebi gibi alimler onun derslerinde yetiştiler. Ali Kuşçu, yalnız telif eserleri ile değil, çalışma ve yol göstermesiyle devrini aşan büyük bir alimdir. Uzun seneler Osmanlı ilim ve irfan alemini aydınlatan Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti. Eyyub Sultan Kabristanına defnedildi.
Ali Kuşçu’nun yazdığı eserlerden bazıları şunlardır:
Risale fi’l-Hey’e (Astronomi Risalesi). 1457 yılında Semerkant’ta Farsça olarak yazmıştır. Osmanlı mühendishanesinde 19. asır başlarında ders kitabı olarak okutulmuştur.
Risale fi’l-Fethiyye (Fetih Risalesi): Astronomiden bahseden bu eser, bir önceki eserin eklerle Arabi’ye çevrilmişidir. Bu eserde ekliptiğin eğimini hesap eden Ali Kuşçu, 23°30'17" olarak bulmuştur. Bugün bulunan değer ise 23°27' dır. Bu iki değer arasında küçük fark, Ali Kuşçu’nun astronomideki üstün bilgisini ortaya koyar.
Risale fi’l-Hesap: Matematik kitabıdır.
Risale fi’l-Muhammediyye: Cebir ve hesap konularından bahseder. Eserin son sahifesinde Ali Kuşçu’nun kendi el yazısıyla bir imzası ve eserin 1472 yılında bittiğini belirten bir kayıt vardır.
Bunlardan başka Uluğ Bey Zici’ne yazdığı şerh çok kıymetli ve en mühim eseridir.
Osmanlı Saray hekimlerinden. Hayatı hakkında fazla bilgi olmayan Ali Münşi, Bursa’da doğdu. Doğum tarihi belli değildir. Bursalı Ali Efendi adıyla tanınır. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra Bursa’daki Yıldırım Bayezid Darüşşifasında Mevlevi hekimlerden Ömer Şifa Dede’den tıp tahsili yaptı. Bazı medreselerde müderrislik yaptıktan sonra İstanbul’da tıp alanındaki maharetleriyle kısa zamanda üne ulaştı ve saray hekimliğine tayin edildi. Daha sonra Galata Sarayı Hastalar Dairesi Başhekimliğine atandı. Birçok yabancı dil bilen Ali Münşi Genç yaştayken İstanbul’da vefat etti (1733).
Ali Münşi, tıp alanında birçok eser yazmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: 1) Cerrahname: Hastalıklarla ilgili olan eserin nüshaları Süleymaniye (Halet Efendi, Nr. 751) ve Nuruosmaniye (Nr. 3545) Kütüphanelerinde vardır. 2) Bidaat-ül-Mübtedi: Alfabetik sıraya göre ilaçların tarif ve terkipleri anlatılan eserin nüshaları Süleymaniye Kütüphanesi (Hamidiye Nr. 1006) ve Nuruosmaniye Kütüphanesinde (Nr. 3465) bulunmaktadır. Eserde ayrıca maden sularının şifa özelliklerinden bahsedilir. 3) Kitab-ı Münsiht Tercümesi, 4) Kuradat-ül-Kimya, 5) Risale-i Panzehir. 6) Risale-i Fevaid-i Narcil-i Bahri.
On iki imamın onuncusu. Peygamber efendimizin soyundan olup, ilim, takva, ahlak, şecaat ve asalet bakımından zamanındaki insanların en üstünlerindendir. Hazret-i Ali ve hazret-i Fatıma’nın evladından İmam-ı Muhammed Cevad Takiy’in oğludur. Künyesi, Ebü’l-Hasen-i Askeri’dir. Hadi lakabı ile meşhur oldu. 829 (H. 214) senesinde Medine-i münevverede doğdu. 868 (H. 254)’de Bağdat’ın Samarra nahiyesinde vefat etti.
Seyyid Ali Naki’nin imamlığı otuz üç yıl altı ay yirmi yedi gündür. Hasen-i Askeri, Hüseyn ve Cafer adında üç oğlu ve bir kızı vardı. İmam-ı Ali Naki’nin üstün halleri ve menkibeleri menakıb kitablarında yazılıdır.
Edebiyat tarihçisi, şair, metinler şerhi profesörü. 1898 yılında İstanbul’un Vezneciler semtinde doğdu. Babası üçüncü ordu muhasipliğinden emekli Mehmed Nazif Beydir.
Aslen Dağıstanlı bir aileden olan Ali Nihad Tarlan’ın dedesi Hacı Ali Efendi, Erzurum’a göç etmiştir. Babası Nazif Efendi dürüst, çalışkan, okumaya meraklı ve şair bir zat olup, 1927 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.
İlk olarak elifba cüzünü babasından, daha sonra Farsça Gülistan ve Bostan’ı okumuştur.
Babasının vazifesi icabı Ali Nihad Tarlan Manastır’a gelmiş ve Rehber-i Mearif adlı özel okulda okumuştur. Babasının Selanik’e tayini üzerine oradaki Fransız okulunda okumuş, İstanbul’a dönünce Vefa İdadisine yazılmıştır. Bu devreleri Fransız edebiyatına iyice daldığı ve tercümeler yaptığı zamanlardır. Ancak Münir adlı bir arkadaşı sayesinde yeniden Fars edebiyatına yönelmiştir. Askerliğini Dördüncü Sahra Topçu Şubesi ile Şube-i Mahsusada yapmış, vazife olarak Osmanlı Kanunlarını Farsçaya tercüme etmiştir. Bu arada Darülfünun’un (Üniversite) Fransızca ve Farsça bölümlerini 1920 yılında da Edebiyat Fakültesini bitirmiştir. 6 Nisan 1919 tarihinde Gazi Osman Paşa İdadisine Fransızca öğretmeni tayin edilmiş, daha sonra sıra ile; Beşiktaş, Vefa, Davud Paşa, Galatasaray ve Nişantaşı sultanileri ile Kabataş Erkek Lisesi, Maltepe ve Kuleli Askeri Liselerinde; Nartibros, Esayan ve Bezezyan gibi Ermeni azınlık okullarında Farsça, Fransızca, edebiyat ve Türkçe öğretmenliği yapmıştır. 20.8.1933 tarihinde İ.Ü. Edebiyat Fakültesine metinler şerhi doçenti olarak tayin edilmiş ve 1.7.1941’de profesörlüğe yükseltilmiştir. 1.8.1972 tarihinde emekliye ayrılmıştır.
Fatma Leman Hanımla evlenmiş, bu evlilikten Adnan Siyadet Tarlan olmuştur. Hanımını 1973 yılında kaybeden Ali Nihad Tarlan, 1978 yılı 30 Eylül’ü Ekime bağlayan gece vefat etmiştir. Kadıköy Osmanağa Camiinde kılınan namazdan sonra İçerenköy Kabristanına defnedilmiştir.
Çok yönlü bir hoca olan Ali Nihad Tarlan, ilim ve fikir adamı olup, aynı zamanda şairdir. Arap, Fars, Fransız ve Türk dil ve edebiyatlarına hakkıyla vakıf olmuş son devrin en büyük metinler şerhi hocasıdır. Şiirin esasını ilmin meydana getirdiği fikrinde olan Tarlan, hakiki sanat eserinin; ilim, kültür, kabiliyet ve heyecanın müşterek mahsulü olduğunu iddia eder. Türkçenin yanısıra Farsça şiirler de yazan Ali Nihad Tarlan’ın tasavvufi tarafı ağır basar. O, bu hususta; “Tasavvufta, şer’i bilgi ve imana aykırı bir şey yoktur...” demektedir. Şiirlerini aruz, hece ve serbest vezinle yazmıştır. Ayrıca tarih düşürmede üstaddır.
Milli meselelere de sıkı sıkıya bağlı olan Ali Nihad Tarlan, 1922 yılında hazırladığı İslam Edebiyatında Leyla ve Mecnun Mesnevisi adlı doktora tezi ile Türkiye’de ilk edebiyat doktorudur. Kültür meselelerinde Türkiye Cumhuriyeti adına dış ülkelere gitmiş, Cento ve İranoloji Kongresi davetlerine katılmıştır.
Türklüğü en iyi şekilde temsil etmiş; 1971’de 2500 şehinşahlık törenlerinde Şah Rıza Pehlevi’nin, kendisine gelerek; “Üstad! Mevlana Celaleddin-i Rumi Türk mü, yoksa Fars mı idi?” sorusuna karşılık olarak; “Buna benim cevap vermem gerekmez, zaten siz cevap veriyorsunuz.” karşılığını vermiştir. Bunun üzerine Şah’ın “Yani nasıl?” diyerek ikinci sorusuna karşı da; “Siz zaten Rumi diyorsunuz, cevabı kendiniz verdiniz.” diyerek mukabelede bulunmuştur.
Yayınlanmış eserleri:
1) Şeyhi Divanını Tedkik, 2) Fuzuli Divanı Şerhi, 3) Divan Edebiyatında Muamma, 4) Metin Tamiri, 5) Divan Edebiyatında Tevhidler, 6) Hayali Bey Divanı, 7) Necati Bey Divanı, 8) Ahmed Paşa Divanı, 9) Zati Divanı, 10) Mevlana, 11) Mehmed Akif ve Safahat, 12) Edebi San’atlar, 13) Güneş Yaprak, 14) Kuğular, 15) Makaleler (1990) yayınlanmış olanlardır.
İslam Edebiyatında Leyla ve Mecnun Mesnevisi ise yayınlanmamış doktora tezidir. Ayrıca pekçok dergi ve mecmualarda makaleler neşretmiştir. Son olarak hazırlamaya çalıştığı Edebiyat Lugatı’nı bitirmeye ömrü vefa etmemiştir.
Islahat Fermanı’nı hazırlayan ve yürürlüğe koyan Osmanlı sadrazamı. 1815 senesinde İstanbul’da doğdu. Babası Mısır çarşısında attarlık ve kapıcılık yapardı. Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kaldığından iyi ve devamlı bir tahsil göremedi. Daha sonra vüzeradan birinin yardımıyla divan-ı hümayun kalemine girdi. Burada kendisine Ali, lakabı verildi. Ali yedi sene kadar divan-ı hümayun mühimme tercüme kalemlerinde çalıştı ve Fransızcasını ilerletti.
1835 senesinde sefaret ikinci katibi olarak Viyana’ya gitti ve bir buçuk sene burada kalarak diplomatlık mesleğini öğrendi. Ali’nin bundan sonra icraatlarında buradayken kapıldığı Avrupai fikirlerin etkisi daimi olarak görüldü. 1837’de divan-ı hümayun tercümanı oldu. 1838’te Reşid Paşa Londra elçiliği ile vazifelendirilince, Ali Efendi’yi de sefaret müsteşarı olarak yanında götürdü. Reşid Paşa 1846’da sadrazam olunca kendisiyle aynı fikirleri paylaşan Ali Efendiyi hariciye nazırı yaptı.
Bu dönemde Reşid Paşa vasıtasıyla mason olan Ali Paşaya 1848’de vezirlik ve müşirlik rütbesi verildi. 1852’de Reşid Paşa görevden azledilince yerine Ali Paşa getirildi. Bu menfaat çatışmaları üzerine iki paşanın arası açıldı. Aynı yıl mukaddes makamlar meselesi yüzünden azledilen Ali Paşa, İzmir valiliğine tayin edildi. Kırım savaşı sonunda toplanan Viyana konferansına Osmanlı delegesi olarak katılan Ali Paşa, Mustafa Reşid Paşanın 1855’te dördüncü sadaretinden istifa etmesi üzerine ikinci defa bu makama getirildi. Bu sadareti sırasında Osmanlı Devleti’nin başına büyük gaileler açacak olan ve gayr-i müslimlerdeki istiklal ateşini körükleyen Islahat Fermanı’nı yürürlüğe koydu (1856). Bu ferman yayınlandığında, Fransız elçisi bile; “Osmanlı Devleti’nin bu kadar fedekarlıkta bulunacağını hiç ummuyorduk” diyerek hayretini ifade etmiştir. Mason Mustafa Reşid Paşa bile bu kadarına dayanamıyarak, bu fermanın hainler tarafından Avrupa’ya verilen memleketi tahrib vasıtası olduğunu belirten bir raporu Abdülmecid Han’a sunmuştur (Bkz. Islahat Fermanı). Nitekim fermanın ilanı üzerinden henüz bir yıl geçmeden ülkenin dört bir yanında isyanların patlak vermesi üzerine istifa etmek zorunda kaldı.
Bundan sonra, birbirlerine düşmanlık gösterilerinde bulunan, ancak Osmanlıyı batının kuklası yapmak gayesinde birleşen Mustafa Reşid ile Ali Paşa, oturdukları koltuğu nöbetleşe doldurarak devletin bu en önemli mevkiini ellerinde tuttular. Ali Paşanın bilhassa beşinci sadareti döneminde (1867) Belgrad’ı Sırplara teslim etmesi ve Girid’de hıyanet derecesine varan imtiyazları, ıslahat adı altında gerçekleştirerek adanın elden çıkmasına sebep olması, aleyhinde büyük bir infialin doğmasına sebep oldu. Ali Paşa 1871 senesi Eylül’ünün yedisinde Bebek’te bulunan yalısında öldü.
Ali Paşa, hırslı ve kaprisli bir adamdı. Tenkit edilmekten hoşlanmazdı. Rakiplerine karşı acımasızdı. Mevkiini muhafazada aşırı derecede hassasiyet gösterir, bu sebeple padişahın huzurunda bulunurken kan-ter içerisinde kalır ve konuşurken elleri ayakları titrerdi. Cevdet Paşa’nın bildirdiği gibi hariciye nezaretinde devlete sadık olan memurları azl ederek yerlerine devlete düşman olan ermenileri tayin etmesi onun mevkiine ne kadar düşkün olduğunu gösterir. Yedi sene hariciye nezaretine, beş defa da sadarete geldi. Sekiz sene üç ay on dokuz gün sadarette kaldı.
On sekizinci yüzyıl Osmanlı sadrazamlarından. Kastamonu’nun Daday kazası Sorkun köyündendir. Doğum tarihi belli değildir. İstanbul’a geldikten sonra Bostancı Ocağına girdi. Bostancıbaşılığa kadar yükseldi. 1762’de vezirlikle Rumeli beylerbeyliğine atandı. Daha sonra Bosna, Diyarbakır, Anadolu, Konya, Adana, Maraş beylerbeyliklerinde bulundu. 1768 Rus Seferi sırasında Bender seraskerliğinde bulundu. 1769’da Yaş muhafızlığına ve aynı yıl içinde Hotin seraskerliğine tayin edildi.
Ali Paşanın burada bulunduğu sırada Hotin üzerine gelen Rus kuvvetlerini mağlub etmesi şöhretini artırdı. 12 Ağustos 1769'da Yağlıkçızade'nin yerine vaziriazam ve serdar-ı ekrem oldu. Ancak Ali Paşa, Rusların tekrar taarruzları ve Hotin önündeki muvaffakiyetsizliği sebebiyle aynı sene içerisinde azl olunarak yerine Halil Paşa tayin edildi (12 Aralık 1789). Gelibolu’ya sürgün edilen Ali Paşa, 1770’te Seddülbahir muhafızlığıyla Boğaz seraskerliğine tayin edildi. 1772’de ihtiyarlığı dolayısıyla emekli edilerek Tekirdağ’a gönderildi. 1773’te burada vefat etti. Kaynaklarda Ali Paşanın çok cesur, fedakar ve gayretli bir zat olduğu yazılıdır.
Osmanlı kaptan-ı deryalarından. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. Cezayir’de kaptan oldu. Daha sonra İstanbul’a gelerek Kapı Kethüdası oldu. Akdeniz Filosu Komutanlığı yaptı. 1806-1812 Osmanlı-İngiliz Savaşı sırasında İngiliz donanmasının Marmara Denizine girmesi üzerine vezirlikle kaptan-ı deryalığa getirildi (1807). İstanbul kıyılarını ve Çanakkale Boğazını toplarla tahkim ettirdi. Çanakkale Boğazına giren İngiliz donanmasını topa tutarak büyük kayıplar verdirdi. Daha sonra Silistre valiliğine tayin edildi. Ancak Alemdar Mustafa Paşa ile arasının açık olması dolayısıyla bu görevi kabul etmedi. Bu sebeple Mısır’a sürüldü. İskenderiye’ye indiği gün vefat etti (1809).
İslam alimlerinin ve evliyanın büyüklerinden. Silsile-i aliyye diye bilinen büyük alimlerin ve velilerin on ikincisidir. “Azizan” ve “Pir-i Nessac” isimleri ile meşhurdur. Buhara’ya on beş kilometre olan Ramiten adında büyük bir kasabada doğdu. 1328 (H. 728)de Harezm’de vefat etti. 1315 (H. 715) ve 1321 (H. 721) tarihlerinde vefat ettiği de bildirilmiştir.
Ramiten’de ilim tahsiline başladı. Çok kısa zamanda ilim yolunda mertebeler katetti. O devrin en büyük alimi olan Hace Mahmud İncirfagnevi'nin derslerine büyük bir aşkla devam etti. Hocasının iltifatlarına kavuştu. Manevi ve maddi ilimlerde kemale erdi. Böylece zamanının en büyük alimlerinden, yol göstericilerinden oldu. Harezm’e gidip yerleşti. İnsanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Pekçok talebe yetiştirdi. Harezm sultanı da onun sohbetinde bulunarak talebeleri arasına girdi. Kerametleri pekçoktur. Bunların bir kısmı kitaplara geçmiştir.
İki oğlu olup, ikisi de din ve fen ilimlerinde söz sahibi idiler. Hace Azizan, vefatından sonra talebelerle meşgul olmayı küçük oğlu İbrahim’e bıraktı. Büyük oğlu da büyük alim idi. İnsanlara doğru yolu gösterme vazifesi niye büyük oğluna verilmedi diye bunları tanıyanlarda bir düşünce hasıl oldu. Büyük alim Hace Ali Ramiteni bu düşünceleri anlayıp buyurdu ki: “Büyük oğlum bizden sonra fazla yaşamaz. Kısa zamanda bize kavuşur”. Gerçekten kendisinin vefatından on dokuz gün sonra büyük oğlu da babalarına kavuştu.
Buyurdu ki: “Allahü tealaya hiç isyan etmediğiniz bir dille dua ediniz ki, duanız kabul olsun.”
“İki halde kendinizi sakının: Söz söylerken ve yemek yerken.”
“Halkı Hakka davet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve istidadını (kabiliyetini) bilip de ona göre davranırsa, o da öyle.”
“Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lazımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itminana (Rabbinden razı olmaya) kavuşturup, ruhu kısa zamanda yüksek derecelere kavuşturur. O da; Allahü tealanın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zira onların kalbi, Allahü tealanın nazar ettiği yerdir.”
On iki imamın sekizincisi, Peygamber efendimizin soyundan olup, ilim, takva, ahlak, şecaat ve asalet bakımından zamanındaki insanların en üstünlerindendir. Künyesi Ebü’l - Hasen Essani, lakabı Rıza, Sabir, Razi’dir. İmam-ı Musa Kazım’ın oğludur. 770 (H. 153) senesinde Medine-i münevverede doğdu. 818 (H. 203) senesinde Tus yani Meşhed’de vefat etti. Abbasi halifesi Me’mun onu çok sever-sayardı. Kızkardeşi Ümmü Habibe’yi ona, kızı Ümm-ül-Fazl’ı da Ali Rıza’nın oğlu Muhammed Cevad’a vererek ona akraba oldu. Kendisi Merv şehrindeyken, İmam-ı Ali Rıza’yı halef seçerek herkese biat ettirdi ve paralara ismini yazdırdı. Bağdat’taki Abbasioğullarına; “Ben, İmam-ı Ali Rıza’dan daha faziletli bir zat görmediğimden, kendisini halef tayin ettim yani yerime geçmek üzere namzed tayin ettim.” diye yazdı. Fakat İmam-ı Ali Rıza hazretleri ondan daha önce vefat etti. İlim ve takvada yüksek bir zat olan İmam-ı Ali Rıza’nın sohbetlerinde pekçok alim ve evliya yetişti. Bayezid-i Bistami ve Ma’ruf-i Kerhi gibi zatlar İmam-ı Ali Rıza’nın sohbetlerinde kemale geldiler. Çok kerametleri görüldü. Üstün halleri menakıb kitablarında yazıldı. 818 (H. 203) senesinin Ramazan-ı şerif ayının yirmi üçüncü Cuma günü Tus’da vefat etti. Cenaze namazını halife Me’mun kıldırdı. Harun Reşid’in kabri yanına defn edildi. Kabr-i şerifi ziyaret edilmektedir.
Tıpla ilgili bir risalesi ve kendine nisbet edilen bazı eserleri vardır.
Osmanlı sadrazamlarından. 1860’ta İstanbul’da doğdu. Babası nizamiyeden emekli Jandarma Binbaşısı Tahir Beydir. 1885’te kurmay yüzbaşı olarak Harp Akademisini bitirdi. Askerlik bilgi ve becerisini artırmak üzere hükümetçe Almanya’ya gönderildi (1887). Üç yıl orada kaldıktan sonra binbaşı rütbesiyle yurda döndü. Erkan-ı Harbiye Mektebinde harp tarihi okuttu. 1895’te miralay olan Ali Rıza Paşa, Harran’da çıkan isyanı bastırmakla görevlendirildi. 1897’de bir süre Manastır vali ve komutanlığı görevinde bulunduktan sonra Yemen ayaklanmasını bastırmaya memur edildi (1905). Bu görevi sırasında müşirliğe yükseldi. İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra (1908) ayan meclisi üyeliğine getirildi. Meşrutiyet kabinelerinde iki defa Harbiye Nazırlığı yaptı. Balkan Harbine (1912) Batı Ordusu Komutanı olarak katıldı. Mondoros Mütarekesinden sonra kurulan Tevfik Paşa kabinesinde (11 Kasım 1918) Bahriye Nazırı olarak vazife yaptı.
Sivas Kongresinden sonra Milli Mücadele taraftarlarının baskını sonucu Ferid Paşa hükumetinin düşmesi ile Ali Rıza Paşa sadrazamlığa getirildi (2 Ekim 1919). Son Osmanlı meclisi mebusanının İstanbul’da toplanmasını sağladı. Ancak İstanbul’daki merkezi hükumetin Anadolu’daki Kuvay-i milliye hareketi ile birleşmesini istemeyen işgal kuvvetlerinin zoru ile 3 Mart 1920’de istifa etti.
Ali Rıza Paşa 21 Ekim 1920’de kurulan Dördüncü Tevfik Paşa kabinesinde Nafia ve Dahiliye nazırlıklarında bulundu. TBMM’nin saltanatı kaldırması (1 Kasım 1922) üzerine son Osmanlı hükumeti olan Tevfik Paşa kabinesinin diğer üyeleriyle birlikte o da istifa etti (3 Kasım 1922).
Ali Rıza Paşa 31 Ekim 1932’de vefat etti. İçerenköy Mezarlığına defnedildi. Devletin güç zamanlarında önemli vazifeleri başarıyla yerine getiren Ali Rıza Paşayı Vahideddin Han çok takdir ederdi.
Osmanlı Devletinin kuruluş devrinde Anadolu’da yaşamış olan evliyanın büyüklerinden. Babasının ismi Yahya olup, soyu hazret-i Ömer’e dayanır. 1320 (H. 720) senesinde İsfehan’da doğdu. 1457 (H. 862) senesinde Ankara’nın Çamlıdere kazasında vefat etti.
Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başlayıp, Kur’an-ı kerimi ezberledi. Zamanının alimlerinden akli ve nakli ilimleri tahsil etti. Genç yaşında tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yüksek derecelere kavuştu. Tahsilini tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerremeye gitti. Kabe-i muazzamada yıllarca imamlık yaptı. Manevi bir işaretle Medine-i münevvereye geldi. Resulullah efendimizin kabr-i şerifinde yedi sene türbedarlık hizmetinde bulundu. Peygamber efendimizin manevi işaretiyle oradan Anadolu’ya gitmek üzere ayrıldı. Gittiği yerlerde İslamiyeti öğretmek için uğraştı. Akdeniz sahilindeki Alanya’ya oradan da bugünkü Ankara’nın Çamlıdere havalisine geldi. Burada yerleşip insanlara, Allahü tealänın emirlerini bildirmek, yasaklarından sakındırmak için yıllarca çalıştı. Pekçok talebe yetiştirdi. Kerametleri görüldü. Zamanla şöhreti yayılıp, Osmanlı Devletinin başşehri olan Bursa’ya ulaştı. Padişah, Ali Semerkandi’yi Bursa’ya davet etti. Ali Semerkandi Bursa’ya geldiğinde Padişah ona ikram ve iltifatlarda bulundu. Bursa’da kalmasını istediyse de, kabul etmeyerek Çamlıdere’ye döndü. Orada vefat etti.
Çamlıdere kabristanının ortasındaki kabrini ziyaret edenler, ondan çok feyz almaktadırlar. Türbesinin kapısından girilince tam karşıdaki büyük sandukalı kabir ona, etrafındaki kabirler de talebelerine aittir. Ali Semerkandi’nin Karaman’da vefat ettiği söyleniyorsa da o zat başkadır
Osmanlı Devletinin son devirlerinde yetişen devlet adamı ve yazarlarından. 1870 Martında Erzincan’da doğdu. Babası süvari kumandanı Üzeyir Paşadır. Tahsiline Erzincan’da başlıyan Ali Seydi, Askeri Rüşdiyeyi ve Mülkiye İdadisini bitirdi. Tahsili sırasında şiirler yazdığından okulun önde gelen şairleri arasında yer alıyordu. Mülkiyenin yüksek kısmından 1891’de mezun oldu. Aynı sene Şura-ı Devlet Kaleminde memur olarak vazifeye başladı. Bir yandan da Numune-i Terakki Mektebi ve İdadilerde hendese, hesap, tarih, kitabet ve imla hocalığı yaptı. Bir süre sonra Hazine-i Hassa Nezareti Tahrirat Kalemi mümeyyizliğine tayin edildi. Daha sonra Arazi-i Seniyye başkatipliği üyesi olarak Bağdat’a gönderildi (1896). Bu vazifede iken Bağdat’ın çeşitli okullarında vazife yaptı. Aşiretler arasında bazı ihtilafları halletmekle görevlendirildi. Bu vazifeyi başarı ile yapınca 1900 Martında İstanbul’a döndü.
Ali Seydi Bey, vazifelerinde gösterdiği başarılardan dolayı sırasıyla Hazine-i Hassa Tahrirat Kalemi Mümeyyizi (1901), Baş Mümeyyiz (1904), Baş Müfettiş (1907) oldu. Bu vazifelerdeyken çeşitli rütbe ve nişanlarla mükafatlandırıldı. Sultan İkinci Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesinden sonra Hazine-i Hassanın Maliye Nezaretine bağlanmasıyla, bir süre açıkta kaldı. Bir süre sonra hizmeti göz önünde tutularak Dahiliye Nezareti Müfettişliğine tayin edildi (1909). Aynı sene Sultan Reşad’ın emri ile kurulan Tarih-i Osmani Encümenine daimi üye seçildi. 1913-1919 seneleri arasında sırasıyla Adana Vali Vekilliği, Dahiliye Nezareti Teftiş Heyeti Umum Müdür Vekilliği, Bolu ve Çatalca Mutasarrıflığı ve Elazığ Valiliğinde görev aldı. Daha sonra Mekteb-i Mülkiyede öğretmenlikte bulundu. Trabzon Mebusu olarak meclise girdi ise de aynı senenin Ekim ayında vefat etti.
Ali Seydi Bey, eserleri ile Türk eğitim ve fikir hayatına önemli hizmetlerde bulunmuştur. Ona göre ilerlemek için halkın kültür seviyesini yükseltmek ve batının ilim ve fen alanındaki buluşlarını öğrenmek lazımdır. Bu yüzden ders kitabı mahiyetinde irili ufaklı birçok kitap yazmıştır. Alfabe değişikliğine karşı çıkarak, bunun getireceği zararları anlatan küçük bir risale de yazmıştır.
Ali Seydi Beyin yazdığı eserlerden bazıları şunlardır: 1) Resimli Kamus-i Osmani: Lügat türünde bir eser olan kitapta 40.000 madde başı vardır. 2) Seci’ ve Kafiye Lugatı, 3) Defter-i Galatat, 4) Musavver Dairet-ül-Mearif, 5) Latin Hurufu Lisanımızda Kabil-i Tatbik midir?: Alfabe değişikliğine karşı yazdığı risaledir. 6) Resimli Yeni Lugat, 7) Güldeste-i Bedayi, 8) Kitabet Dersleri, 9) Hükumat-ı İslamiyye Tarihi, 10) Mekatib-i İdadiye Şakirdanına Mahsus Devlet-i Osmaniyye Tarihi, 11) Tarih-i Umumi, 12) Musahabat-ı Ahlakiyye.
Osmanlı Devletinin son zamanlarında yetişen yazar ve ihtilalci. 1839 senesinde İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde doğdu. Babası Çankırı’nın Çay köyünden olup, İstanbul’da yerleşmiş kağıt mühreciliği (parlatmacılığı) yapan Hüseyin Ağadır. Davutpaşa İskele Rüşdiyesinde bir kaç sene okuyan Süavi, medrese tahsili görmemiş olup, cami dersleriyle kalmıştı. Bu sebeple daha sonraları cami vaizliği yaptığı dönemlerde halkın diliyle ve çok kere de mantıkiyle konuşurdu. Süavi, Sami Paşanın maarif nazırlığı sırasında girdiği imtihanda başarı göstererek, Bursa Rüşdiyesine muallim-i evvel tayin edildi. Ancak ahlaki düşüklüğü dolayısıyla hakkında yapılan şikayetler artınca, bir sene sonra Bursa’dan ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Bir müddet Rüşdiyede baş muallimlik vazifesinde bulundu. Bu sırada hacca giden Ali Süavi, dönüşte Sami Paşanın himayesiyle Filibe Rüşdiyesine hoca olarak tayin edildi. Daha sonra Sofya’da ticaret mahkemesi reisliği, Filibe’de tahrirat müdürlüğü yaptı.
1867 senesinde İstanbul’a dönen Süavi, bir taraftan Şehzade Camiinde vazlar veriyor, diğer taraftan Filip Efendinin Muhbir adlı gazetesinde yazarlık yapıyordu. Bir süre sonra devlet aleyhinde şiirler yazmaya başladı. Bu durum, gazetenin kapatılmasına ve Ali Süavi’nin Kastamonu’da ikamete mecbur edilmesine yol açtı. Kastamonu’dayken Mustafa Fazıl Paşanın daveti üzerine kaçıp Paris’e gitti. Paris’te Mustafa Fazıl Paşa ve arkadaşlarıyla yapılan toplantıdan sonra, burada alınan karar üzerine MuhbirGazetesini çıkarmak için Londra’ya gitti. Gazetenin daha ilk nüshalarından itibaren kararlaştırılmış hedeflerin dışına çıktığı görüldü. Bu yüzden Yeni Osmanlılar ve diğer erkan ile arası bozuldu. Namık Kemal ve Ziya Beyin desteklerini çekmeleri üzerine gazete kapanmak zorunda kaldı.
Londra’da bir İngiliz kızı ile evlenen Ali Süavi, sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra İstanbul’a geri döndü. Sultan İkinci Abdülhamid Hanın mabeyn feriki olan İngiliz Said Paşanın yardımı ile Galatasaray Sultanisine müdür tayin edildi. Kötü idaresi ile mektebi karıştırması, perişan tavırları ve Türk halkının örf ve adetlerine uymayan davranışları yüzünden kısa zaman sonra bu görevden azl edildi. Bu olaydan sonra Abdülhamid Hana ve idaresine düşman kesilen Ali Süavi, Sultan’ı tahttan indirmeye ve yerine beşinci Murad’ı padişah yapmaya karar verdi. Bu konuda İngilizlerin de desteğini sağladı. Bunun için gizli olarak çalışmaya başladı. Etrafına topladığı beş yüz kadar göçmen ile 20 Mayıs’ta Beşinci Murad’ın bulunduğu Çırağan Sarayı’nı basarak, beşinci Murad’ı dışarı çıkardı. Bu sırada yetişen Beşiktaş muhafızı Hasan Paşanın vurduğu bir sopa darbesiyle Ali Süavi olay yerinde öldü (1878). Yıldız Sarayı civarında bir yere gömüldü. Bugün yeri kaybolmuştur. İngiliz olan karısı Mary, olay gecesi yalıda bulunan belgeleri yaktıktan sonra derhal kendisini bekleyen gemi ile Londra’ya kaçtı (Bkz. Çırağan Vak’ası).
Ali Süavi daima ön safta bulunmak isteyen, övülmeyi seven, yalan söylemekten çekinmeyen ve dostluğuna güvenilmeyen bir kişiliğe sahipti. Onun bu şahsiyetini iyi değerlendiren İngilizler, kendisini istedikleri biçimde yetiştirmişler ve kullanmışlardır. Nitekim o, rejim meselesinde İngiliz parlementarizmine benzeyen bir meşrutiyet arzusunu daimi olarak dile getiriyordu.
Diğer taraftan klasik medrese tahsili bile görmeyen Süavi, belli çevrelerce muhaddis ve hatta müctehid gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Süavi, dinde reform yapmak gerektiğini, hutbenin her milletin kendi dilinde okunmasını ısrarla savunmuştur. Süavi’nin bu fikirleri daha sonra Cemaleddin Efgani adlı yine bir İngiliz ajanı tarafından geliştirilecektir.
Namık Kemal’in Abdülhak Hamid’e gönderdiği bir mektubunda, Ali Süavi hakkında söylediği şu sözler bir hayli düşündürücüdür: “Ali Süavi hiç de senin tahminin gibi bir adam değildi. Bir çehre nümayişine aldanmışsın. Onunlu iki sene arkadaşlık ettim. O öyle bir adamdı ki, garazkar ve dünyada misli görülmedik bir şarlatandı. Ben her şeye öyle kolay inanmadığım halde, bana kendini yedi-sekiz dil biliyormuş gibi gösterdi. O kadar cahil, cehaletiyle beraber o kadar mağrurdu. Türkçe üç satır bir şey yazsa, aleme maskara olurdu.”
Ali Süavi’nin bilinen eserleri; Kamus-ül-Ulum vel-Maarif, Ali Paşa’nın Siyaseti, Hukuk-üş-Şevari ve Hive Hanlığı’dır.
Jön Türklerden. Türk siyasetinde masonluğun önde gelen simalarındandır. Babası İzmir gümrük memuru Reşid Efendidir. Şura-yı Devlet Tanzimat Dairesi yardımcılarından iken, İkinci Abdülhamid Hanı tahttan indirip yerine Beşinci Murad’ı geçirmek için çalışan Skalyeri Aziz Bey Komitesine girdi. Komitenin gizli çalışmalarına katıldı. Ali Suavi’nin Çırağan Vakasından sonra bu gizli derneğin de meydana çıkması üzerine Avrupa’ya kaçtı. Napoli ve Cenevre’de İstikbal adlı gazeteyi çıkardı (1879-1881). İslamiyet ve hanedan düşmanı çevreler tarafından büyük ilgi gördü ve desteklendi. Bir müddet eski Mısır Hidivi İsmail Paşanın sekreterliğini yaptı. 1895’te İstikbal’i Londra’da çıkarmaya başladı. Aynı zamanda Osmanlı idaresine karşı Hayal adında bir de mizah dergisi çıkardı. 1896’da Paris’te sefalet içerisinde öldü. Pere Lachaise Mezarlığına gömüldü.
Türklüğün Çağatay sahasında bilgin ve devlet adamı. 1441’de Herat’ta doğdu. Timur Hanın meliklerinden Sultan Ebu Said’in vezirlerinden olan babası Kiçkine Bahşi, Ali Şir Nevai’nin terbiye ve eğitimine çok önem verdi.
Sultan Hüseyin Baykara ile mektepte ders arkadaşıydı. İkisinden hangisi devlet idaresine geçerse, diğerini unutmamak üzere aralarında sözleşmişlerdi. Ali Şir, bir müddet Horasan’da, sonra da Semerkant’ta tahsil ile meşgul oldu. Bir hayli zaman sonra, Hüseyin Baykara Herat’ta tahta geçti. Verdiği sözü yerine getirmek için Ali Şir’i arattırdı. Semerkant’ta olduğunu öğrendi. Maveraünnehir meliki Ahmed Mirza’ya yazarak Ali Şir’in kendisine gönderilmesini istedi. Ali Şir, Sultan Ahmed’in yardımıyla Herat’a geldi. Hüseyin Baykara tarafından yakın ilgi ile karşılanarak önce mühürdarlığa, sonra da vezirliğe tayin edildi. Ali Şir, boş vakitlerini kitab okuma, inceleme ve araştırma yapmakla geçirdi. Bu sebepten çevresi alimler ve edipler cemiyeti haline gelmiş idi. Edip ve şairler ile bütün ilim, sanat, hüner sahiblerine yardım ederdi. Böylece maarif ve sanayinin gelişmesine yardımcı oldu.
Sultan Hüseyin kendisini çok severdi. Hatta, Herat’ta bulunmadığı zamanlar, yerine Ali Şir vekalet eder, onun namına fermanlar çıkarırdı. Bir müddet sonra siyasetten usanıp, istifa etmek istemiş ise de Sultan razı olmamış, ısrarı üzerine Esterabad valiliğine tayin etmiş idi. Ali Şir Nevai orada da çok durmayıp vazifeden ayrılarak kendisini ilim ve sanata verdi (1490). Sultan ona daima ihsanlarda bulunurdu. Şehzadeler de Ali Şir’in meclisinden eksik olmazlardı. 1501 (H. 906) yılında vefat etti. Mezarı Herat’tadır.
Ali Şir Nevai, devlet ve siyaset adamlığı yanında her şeyden önce bir şair ve alimdi. O devirde örnek gösterilen İran edebiyatını Türk geleneklerine uygun hale getirmeye çalıştı. Türkçeye büyük hizmetlerde bulundu. Ayrıca güzel sanatların hemen hepsi ile meşgul olmuş; hattat, nakkaş ve benzeri sanatçıları korumuştur.
Ali Şir, tarih, edebiyat ve lisanda söz sahibi idi. Türkçe ve Farsça şiir yazmasının yanında Arapça’yı pek iyi öğrenmişti. Şiirlerini Türkçe ve Farisi yazdığı için Züllisaneyn (iki dil sahibi) ismiyle tanınır. Meşhur alim Molla Cami onunla şiir sohbetleri yapardı. Molla Cami, İran insanının yetişip aydınlanması için eser yazarken, Ali Şir Nevai de ona paralel olarak Türk insanının yetişmesi için çalıştı. Gerçekte her iki edebiyatçı ve alim de, inanç ve fikir yönünden aynı şeylere yer vermişlerdir.
Ali Şir Nevai, Kaşgarlı Mahmud’dan sonra Türk diline hizmet eden en büyük Türk edebiyatçısıdır. Muhakemet-ül-Lugateyn (iki dilin muhakemesi) adlı eserinde Türkçe ile Farsçayı karşılaştırmış ve birçok yerlerde Türkçenin üstünlüğünü göstermiştir. Bu eserini Türkçeyi bırakıp, Farsçayı üstün görenleri uyarmak için yazmıştır. Kendisinden sonra gelen birçok şairi etkilemiş, ona nazire yapan, onun görüşlerini savunan pek çok şair görülmüştür. Türkçe şiirlerinde Nevai, Farisi şiirlerinde Fani mahlasını kullanmıştır.
Hayrat ve iyilikleri de çok olup, bir çok medreseler ve binalar yaptırmıştır. Büyük bir kütüphanesi olup, bu kütüphaneden pek çok kişi istifade etmiştir.
Eserleri:
Ali Şir Nevai’nin dördü Türkçe, biri Farsça olmak üzere beş divanı vardır. Türkçe divanlarının genel adı Hazain-ül-Maani’dir. Türkçe divanlar, sırasıyla; 1) Garaib-üs-Sıgar: Çocukluğunda yazmış olduğu şiirlerden meydana gelmiştir. 2) Nevadir-üş-Şebab: Gençliğinde yazdığı şiirleri ihtiva etmektedir. 3) Bedayi-ül-Vasat: Olgunluk devresine ait şiirleri bu eserde toplamıştır. 4) Fevaid-ül-Kiber: Yaşlılığında söylemiş olduğu şiirlere ayrılmıştır.
Ali Şir Nevai’nin diğer eserleri şunlardır: 1) Hayret-ül-Ebrar: İslam ahlakı, tasavvuf, iman, adalet, doğruluk, ilim, cehalet, yiğitlik, edeb gibi konular üzerine yazılmış, manzum makale ve hikayelerden müteşekkil bir mesnevidir. 2) Ferhad ve Şirin. 3) Leyla ve Mecnun: Nevai’nin üçüncü mesnevisidir. Bu mesnevi, Nizami’nin ve Hüsrev-i Dehlevi’nin izinde yazılmış olmakla beraber, olayların psikolojisi, tasviri ve sosyal hayat içinde işleyişi bakımından tamamiyle orijinal, milli ve mahalli bir eser görünüşündedir. Hikayede şahısların ve olayların tasviri, kelimelerle yapılan bir tablo halinde, adeta Orta Asya hayatını ortaya sermektedir. 4) Seb’a-i Seyyare: Bu mesnevi, meşhur Sasani Hükümdarı Behram-ı Gur’un hikayesidir. Daha çocukken babası tarafından Medain’den çıkarılan ve babasının ölümünden sonra çıkan taht kavgaları arasında, bir ordu ile Medain’e gelerek hükümdar olan Behram-ı Gur’un yaptığı savaşlar, av maceraları bu mesnevinin mevzuunu teşkil etmektedir. 5) Sedd-i İskenderi: Bu mesnevi, Zülkarneyn aleyhisselamın hayatını, fetihlerini, kahramanlıklarını ve adaletini anlatan bir İskendernamedir. Beş mesnevisinden meydana gelen Hamse’si ile Türk edebiyatında ilk hamse yazan da Ali Şir Nevai’dir. 6) Lisan-üt-Tayr: Büyük alim Feridüddin-i Attar’ın Mantık-ut-Tayr’ına nazire olarak yazılmış, 3500 beytten meydana gelen tasavvufi bir eserdir. 7) Muhakemet-ül-Lügateyn, 8) Mecalis-ün-Nefais: Bu eser, Türk edebiyatında ilk defa Ali Şir Nevai tarafından yazılan bir şairler tezkeresidir ve pekçok şair tarafından örnek alınmıştır. 9) Mizan-ül-Evzan: Türkçe olup, bu eserde, Orta Asya Türk nazım şekilleri hakkında bilgiler ve örnekler verilmektedir. 10) Nesaim-ül-Mehabbe: Orta Asya’da yaşayan velilerin hayat ve menkıbelerini anlatan bir Tezkiret-ül-Evliya’dır. Tasavvufun Türkler arasında nasıl karşılandığı, büyük velilerin Türklerden nasıl saygı ve sevgi gördüğü, Türk tasavvufu hakkında bilgiler veren bu eserde, özellikle halk psikolojisi bakımından önemli çizgiler vardır. 11) Nazm-ül-Cevahir (Türkçe), 12) Hamset-ül-Mütehayyirin, 13) Tuhfet-ül-Müluk (Farisi), 14) Münşeat (Türkçe), 15) Sirac-ül-Müslimin, 16) Tarih-ül-Enbiya (Türkçe), 17) Mahbub-ül-Kulub fil-Ahlak, 18) Seyf-ül-Hadi ve Rekabet-ül-Münadi.
ALİAĞA RAFİNERİSİ VE PETROKİMYA KOMPLEKSİ
İzmir’in Aliağa ilçesinde kurulmuş olan Türkiye’nin en büyük ham petrol arıtma tesislerinden biri ve Türkiye’nin ikinci petrokimya tesisi.
Rafinerinin kurulmasına 1965 senesinde karar verildi. 1969 senesinde SSCB’nin teknik ve mali işbirliğiyle yapımına başlandı. Bu işbirliği anlaşması çerçevesinde SSCB tesisin finansmanı için gerekli 24,5 milyon dolar krediden başka makina yağı tesisleri dışındaki bütün tesisler için gerekli mühendislik hizmetlerini ve makina donanımını sağladı.
Rafinerinin yakıt bölümü 1972 senesinde, makina yağı bölümü ise 1974 senesinde işletmeye açıldı. İlk açıldığında ham petrol işleme kapasitesi 3,5 milyon ton olan Aliağa Rafinerisinin kapasitesi 1981’de 4,5 milyon tona, 1983’te 6 milyon tona çıkarıldı.
Aliağa Petrokimya Kompleksinin hammaddesi olan naftayı sağlamak gayesiyle 1987’de işletmeye açılan yılda 5 milyon ton kapasiteli yeni ham petrol ünitesinden sonra rafinerinin kapasitesi yılda 10 milyon tona ulaştı. Ayrıca rafinerinin bünyesinde yılda 275 ton baz makina yağı üreten Türkiye’nin tek makina yağı kompleksi ile 2400 m3/gün F.F.C. (dönüşüm), 2400 m3/gün kapasiteli reformer (oktan yükseltici) 4350 m3/gün kapasiteli kükürt giderme üniteleri bulunmaktadır. Türkiye’de talep fazlası olan ve düşük fiyatla ihraç edilmek zorunda kalınan fueloili değerli beyaz ürünlere çevirecek olan Hidrokraking ve tamamlayıcı üniteleri projesinin 1993’te tamamlanması planlanmıştır.
İzmit Yarımca’da bulunan petrokimya tesislerinin talebi karşılayamaz hale gelmesi üzerine Aliağa Rafinerisinin yanında Türkiye’nin ikinci petrokimya kompleksinin yapımına 1974 senesinde başlandı. Kompleksin enerji tesisleri 1983-1984’te tamamlandı. 1985 senesinde başlayarak fabrikaların birer birer devreye girmesiyle üretime başladı. Gerçek kapasitesi 1.825.000 ton olan kompleks, 1987’de 701.828 ton, 1988’de 810.341 ton, 1989’da 840.326 ton petrol türevi üretti. ALPET Aliağa Petrokimya Sanayii ve Ticaret A.Ş. adıyla Petkim Holdinge bağlı bir ortaklık durumuna getirilen komplekste 5000 kişinin üzerinde, mühendis, memur ve işçi çalışmaktadır.
Aliağa Rafinerisinde, ulusal şebekeden bağımsız olarak elektrik üreten şebekeler de vardır. Rafineriye bağlı olan Aliağa Termik Santrali motorinle çalışmaktadır ve kurulu gücü 130 MW, yıllık üretimi ise 360 GW/saattir. Aliağa’da termik santraldan başka 60 MW kurulu gücü 180 MW/saat üretim kapasitesi olan bir çevrim santrali ile 140 MW kurulu gücü, 840 GW/saat üretim kapasitesi olan bir otoprodüktor santralı da yapılmaktadır.
Kırkpınar başpehlivanlarından. 1844 yılında Bulgaristan’da, Plevne'den güneybatıdaki Orhaneli’ne giden yol üzerinde bulunan Ozikoviça köyünde doğdu. Pomak asıllıdır. Güreşe Deliorman’da başladı. 1864 yılında Kırkpınar’da güreşirken yakın köylüsü olup kendisinden önce Sultan Abdülaziz tarafından saraya alınmış olan Kavasoğlu İbrahim Pehlivanın aracılığı ile saraya girdi. Padişaha bağlılığı ve iyi hizmeti dolayısıyla sarayda şamdancıbaşılığa kadar yükseldi.
Kavasoğlu’ndan sonra saray başpehlivanı oldu. Yirmi yedi yıl üst üste Karkpınar başpehlivanlığını kazanarak bu alanda kırılması güç bir rekorun sahibi oldu. Bilhassa elense ve tırpanlarıyla meşhurdur. Gayet kuvvetli bir pehlivan olup, sekiz saat güreş etse yorulmak nedir bilmezdi.
Aliço, Sultan Abdülaziz’in padişahlıktan indirilişine kadar (30 Mayıs 1876) sarayda kaldı. Sultanın ölümünden sonra saraydan ayrıldı. Yaşlılık günlerini Malkara köyünde bekçilik yaparak geçirdi. 56 yaşında iken kendi yetiştirmesi olan Adalı Halil’in meydan okumasını kabul etti. Kendisinden 25 yaş daha küçük bulunan çırağını Gelibolu’da bir düğün güreşinde yarım saat içinde yendi. Bu arada birçok güreşçi yetiştiren Aliço, 1922’de İpsala’da vefat etti.
Aliço, 190 cm boyunda 120-130 kilo ağırlığında, kolları kalın ve göğsü geniş bir pehlivandı. Gerek güreş meydanlarında ve gerekse meydan dışı hayatında mertliğin, doğru sözlülüğün, cesaretin ve yiğitliğin bütün özelliklerini taşımış ve göstermiş olmasından dolayı Rumeli’de adeta efsaneleşmiştir.
(Bkz. Hidrokarbon)
Alm. Wissenschaftler (m), Fr. Savant, İng. Savant, Scholar. Geniş bir genel kültür sahibi olup, belli bir mevzuda da derinleşerek yetişmiş, mütehassıs (uzman) kimse. İnsanların bütün ilim dallarına vakıf olması normal olarak imkansızdır. Her geçen gün ilerleyen ve değişen fen bilgilerinin bile, ancak sadece bir veya bir kaç dalında geniş bilgi sahibi olunabilmektedir.
Bazı kabiliyetli kimseler, temel din bilgilerinde ve fen bilgilerinde iyi yetişerek bir çok ilim dallarında araştırma yapacak veya yaptırabilecek seviyeye gelebilmektedir. Gerçekte alim; bilgisi arttıkça görüş açısı büyüyen ve bilgisi dışındaki konular hakkında hüküm vermekten kaçınan, bildiklerinin doğruluğunu devamlı tedkik eden kimsedir. Bir alimin öğrendiği bilgiler; din ve fen bilgileri olmak üzere iki kısımdır. Fen bilgileri; matematik, mantık ve tecrübi bilgilerdir. Bunlar zamanla değişebilirler. Bu ilimlerde mütehassıs kimseye “fen alimi” denir. İslam dinine ait bilgiler ise hiç bir zaman değişmez. Bu bilgiler dünya ve ahirette huzur ve saadeti kazandıran bilgilerdir. Yüksek din bilgileri ve yardımcı ilimler, yani alet ilimleri olmak üzere ikiye ayrılır. Yüksek din bilgileri; tefsir, usul-i kelam, kelam, usul-i hadis, hadis, usul-i fıkh, fıkh ve İlm-i ahlak olmak üzere sekizdir. Alet ilimleri ise on iki olup, böylece din bilgileri yirmi olmaktadır. Kolları ile beraber bu bilgiler sekseni bulmaktadır. Yukarıda sayılan ilimlerden ihtisas alanı fıkıh bilgisi olana “fakih” yani fıkıh alimi, kelam bilgisi olana “kelam alimi” denir. Bu ilimlerin hepsini kendisinde toplayana “müctehid alim” denir. Din alimi olmak için dinin temel ilimlerini, bütün incelikleri ile bilmek, fen ve edebiyat üzerinde de en üst eğitim seviyesinde bilgi sahibi olmak lazımdır. Ancak böyle kimselere “İslam alimi” denir. Bunların dışındaki alimlerin sözleri lehte ve aleyhte senet kabul edilmez. Eshab-ı kiramın hepsi, mezheb reisleri ve İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi zatlar hakiki İslam alimleridir.
Dini bilgiler, temel kaynaklardan ihlasla nakil yapan ve sözü sened olan alimlerin kitaplarından okunup öğrenilmelidir. Rastgele öğrenilen bilgiler insanı şaşırtır, felakete götürür. Peygamber efendimiz alimlerle ilgili olarak buyurdu ki:
Alimin uykusu ibadettir.
Alimlerin mürekkebi şehidin kanından ağırdır.
Alimler peygamberlerin varisleridir.
Ümmetimin alimleri Beni İsrail’in peygamberleri gibidir.
Alim, yeryüzünde Allahü tealanın güvendiği kimsedir.
(Bkz. Hidrokarbon)
520 metre, boyu ise bir kilometreye yakındır. Burası ilk defa 1927 yılında Şikago Üniversitesinden Vonder Osten başkanlığında bir heyet tarafından kazılmıştır. Çok düzenli olarak yapılan kazı işi 1932 yılına kadar aralıksız devam etmiştir. Sonunda eski, doğu-batı, güney - kuzey yollarının birleştiği merkeze yakın yerde Alişar Höyük meydana çıkarılmıştır. İç Anadolu’nun kronolojisini, eski kültürlerin birbirlerine geçişlerini ve devirlerini doğruya yakın olarak ancak bu kazılardan öğrenmek mümkün olmuştur.
Höyüğün ilk kuruluşundaki hali (M.Ö. 3200 - 2600) dörtgen planlı, kerpiç duvarlı, düz damlı evleriyle basit bir köy görünümündedir. Bundan sonraki devirlerde şehrin iç kalesi olduğu, evlerin belirli bir plana göre yapıldığı ve bazılarında duvarların içten ve dıştan sıvandığı görülür. Bu devirde şehir surla çevrilmiştir. Mezopotamya ile kültür alış verişinin bu devirde başladığı anlaşılmaktadır.
Üçüncü devirde ise, iki sur da, yani iç kale ve dış kale kuvvetlendirilmiş, iç kalenin alanı genişletilmiştir. Bu devir, M.Ö. 2200-2000 yılları arasında olup, Hitit çağına kadar devam eder.
Dördüncü devre gelince, Alişar’ın gelişmeleri iyice seçilebilmektedir. M.Ö. 2000-1500 yılları arasında Alişar büyük bir şehir hüviyetine bürünmüştür. Eski tunç çağının tersine, Hititler alt şehri yurtlandırmışlardır, yine alt şehir eski Hitit çağını karakterlendiren büyük bir surla sağlamlaştırılmıştır. Şehir, geniş planlı kale kapıları, yeraltı yolları ve yer yer kulelerle kuvvetlendirilerek savunmalı bir hale getirilmiştir. Büyük Hitit çağında (M.Ö. 1400 - 1200) önemini kaybetmeyen höyük, yine küçük bir yerleşme alanı olmuştur.
Beşinci devirde M.Ö. 1200 - 700 yıllarında Alişar’da, Hitit - Frig Kültürü görülür. Artık bu devirden sonra alt şehir önemini kaybetmiştir. Bundan sonra şehirde ortaya çıkan eserler Frig kültürünün ağırlığını ortaya koymuştur. Bu çağda iç kale eski temelleri üzerine yeniden yapılmışsa da M.Ö. 19. yüzyıla ait olan ilk yapı katının iç kale suru bir yangınla ortadan kalkmıştır.
Frig devrinden sonra önemini iyice kaybeden Alişar; Med, Pers, Helenistik çağ, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı devirlerini yaşamışsa da bu devirlerden söz edilebilecek önemli izler yoktur.
(Bkz. Kafiye)
Alm. Lieferungsverkauf (m), Fr. Vente àlivrer, İng. Short-selling. Satılacak mal ortada yok iken, ilerideki bir tarihte teslim edilmek üzere yapılan vadeli satış işlemi. Malın tesliminin sonra yapıldığı satış işlemi olarak da bilinir.
Tahvil ve ticaret borsalarında sık rastlanan bu tür satışlar, genellikle spekülatif gayelere yöneliktir.
(Bkz. Kök Boya)
Alm. Passatwind (m), Fr. Alizé (f), İng. Trade Winds. Tropikal bölgelerdeki denizlerde sürekli ve düzenli olarak esen bir takım rüzgarların genel adı. 30° kuzey ve güney arz derecelerindeki yüksek basınçlı kuşaklardan ekvatora doğru eserler. Bu rüzgarlar dünyanın kendi ekseni etrafındaki hareketinden dolayı sapma yaparlar. Bu sebepten kuzey yarımkürede kuzeydoğudan, güney yarımkürede ise güney-doğudan eserler. Atlas Okyanusunda ve Büyük Okyanusun doğusunda devamlı bulunurlar. Alizelerin başladığı 30 derecelik güney ve kuzey arz derecelerinde hava açık ve berraktır. Son buldukları ılık ve tropikal bölgeler olan ekvatorda hava bulutlu, yağmurlu ve kasvetlidir. Alize rüzgarlarının yeryüzüne dik doğrultuda kalınlığı 1500 metreyi geçmez. Yükseklerde üst alizeler veya ters alizeler denilen rüzgarlar ekvatordan kutuplara doğru akarlar. Bu ters alizeler tropikal bölgelere yaklaştıkça azalırlar. Yaz aylarında sıcaklık etkisiyle Hint Okyanusu ve Çin Denizinde alizelerin yerine denizden karşıya doğru Muson rüzgarları eser.
Alizeler, saatte ortalama 16-24 km hızla, düzenli esen, estiği yerde havanın açmasına sebep olan rüzgarlardır. Bu sebeptendir ki yelkenli gemilerin kullanıldığı zamanlarda gemiciler tarafından çok istifade edilirdi. Hatta Amerika kıt’asına Kristof Kolomb bu rüzgarların yardımı ile ulaşmıştır.
Alm. Alkali (n.), Fr. Alcali (m.), İng. Alkali. Metal bileşiklerinin bazıları için kullanılan isim. Arapça al-gili kelimesinden gelen bu terim; simya ilminde bitki küllerinden elde edilebilen sodyum ve potasyum oksitlerini ifade etmek için kullanılırdı. Bu oksitler suya atıldığı vakit hidroksit haline dönerler. Meydana gelen çözelti, turnusolu maviye döndürür; asitlerle reaksiyon vererek nötral tuz meydana getirir ve deriyi tahriş eder (Bkz. Baz). Bütün alkali metaller benzer bileşikler meydana getirirler.
Kimya endüstrisinde alkali terimi, sodyum hidroksit (kostik soda), sodyum karbonat (soda külü), potasyum karbonat (kalya taşı), potasyum hidroksit ve ayrıca baryum, kalsiyum, mağnezyum ve amonyumun hidroksit ile karbonat bileşikleri için kullanılır.
Alkalilerden yalnız sodyum karbonat tabii olarak bulunur. Alkaliler, sabun, petro-kimya, cam, deri, kağıt ve gübre gibi birçok sanayide kullanılır.
Alm. Alkalische metalle, Fr. Metaux alcalins. İng. Alkali metals. Elementlerin periyodik tablosunda 1A grubunu meydana getiren elementler. Bunlar artan atom numaralarına göre sırasıyla lityum (Li), sodyum (Na), potasyum (K), rubidyum (Rb), sezyum (Cs) ve fransiyum (Fr)dur. Alkali metaller diğer elementlerle bilhassa oksijenle birleştiklerinde alkalileri yani bazları meydana getirdiklerinden, alkali metal adını alırlar.
Yerkabuğunun sırasıyla % 2,6’sını ve % 2,4’ünü meydana getiren sodyum ve potasyum, alkali metallerin tabiatta en bol bulunan iki üyesidir. Diğer alkali metallerin yerkabuğundaki miktarları gittikçe azalır. Mesela tabii radyoaktif bir element olan fransiyumun yerkabuğundaki toplam miktarının 25 gr civarında olduğu tespit edilmiştir.
Alkali metaller çok aktif olduklarından tabiatta serbest halde bulunmazlar. Bulundukları minerallerde +1 değerlikli iyonlar halindedirler. Kayatuzu (NaCl) ve silvet (KCl) gibi suda çözünebilen basit bileşikleri, alkali metallerin üretiminde hammadde kaynaklarıdır. Bu tuzların eriyiklerinin elektrolizinden metalik sodyum ve potasyum elde edilir. Alkali metaller mika ve zeolitler gibi daha karmaşık mineral yapılarına da katılır.
Alkali metaller ısı ve elektrik iletkenliklerinin yüksekliği, kesilme yüzeylerinin gümüş beyazı parlaklığında olması, tel halinde çekilebilme ve dövülebilme özellikleriyle genel metalik karakterleri taşırlar. Alkali metaller bıçakla kesilebilecek kadar yumuşaktır.
Alkali metallerin birinci iyonlaşma enerjileri (bir atomdan bir elektron koparabilmek için verilmesi gereken en düşük enerji miktarı) diğer elementlerinkinden küçüktür. Elektron alma eğiliminin bir ölçüsü olan elektronegatiflikleri de en düşük seviyededir. Alkali metallerin erime ve kaynama sıcaklıkları civa ve gazlar dışında bütün elementlerinkinden daha düşüktür. Bu da kristal örgülerinin gevşek yapıda olmasından ileri gelir. Alkali metallerin kimyasal aktiflikleri çok yüksek olduğundan ametallerle kolayca bileşik verirler. Havadaki oksijen ve su buharıyla bile hızla tepkimeye girdiklerinden, gaz yağı ve petrol eteri gibi hidrokarbonların içinde saklanırlar. Su ile şiddetli tepkime vererek baz ve hidrojen gazı meydana getirirler.
2Na + 2H2O ® 2NaOH+H2
Alkali metaller oksijenle basit oksitleri (mesela Na2O), peroksitleri (mesela Na2O2) ve süperoksitleri (mesela NaO2) meydana getirebilir. Elektron verme eğilimleri oldukça yüksek olan alkali metaller güçlü birer indirgendir.
Alkali metallerin sanayide yaygın bir kullanım sahaları vardır. Nükleer reaktörlerde ısı aktarımı için, ısı iletkenlikleri yüksek olan sıvı sodyum ve sıvı lityum kullanılır. Uzay araçlarında yakıt olarak kullanılan sezyum tuzlarından ayrıca ışık yükseltici lambalarda, kızılötesi lambalarda ve spektrofotometrelerde de faydalanılır. Potasyumun sun’i gübre üretimindeki önemi oldukça büyüktür. Alkali metaller ayrıca muhtelif alaşımlara da katılmaktadır.
Alkali Metallerin Bazı Özellikleri
|
Lityum |
Sodyum |
Potasyum |
Rubidyum |
Sezyum |
Fransiyum |
Atom numarası |
3 |
11 |
19 |
37 |
55 |
87 |
Atom ağırlığı |
6,94 |
22,99 |
39,1 |
85,47 |
132,91 |
223 |
Erime noktası(°C) |
179 |
97,8 |
63,65 |
38,89 |
28,5 |
- |
Kaynama noktası(°C) |
1317 |
892 |
753,9 |
688 |
671 |
- |
Yoğunluğu (20°C'de) |
0,534 |
0,97 |
0,862 |
1,53 |
1,79 |
- |
Elektron düzeni |
Is22s1 |
Is22s12p63s1 |
(Ar)4s1 |
(Kr)5s1 |
(Xe)6s1 |
(Rn)7s1 |
Özgül ısısı(cal/g°c) |
1,05 |
0,33 |
0,188 |
0,088 |
0,057 |
- |
Atom yarıçapı (°A) |
1,52 |
1,85 |
2,31 |
2,44 |
2,62 |
- |
Yükseltgenme potansiyeli(°E) |
3,04 |
2,71 |
2,92 |
2,92 |
2,92 |
- |
Alm. Alkaloide, Fr. Alcaloide, İng. Alkaloid. İnsan ve hayvanlar tarafından alındıklarında bariz (açık) fizyolojik etkileri olan, büyük kısmı bitkilerde bulunan karmaşık yapılı bileşikler. En çok bilinen alkaloitlere örnek olarak Morfin, Nikotin, Striknin, Efedrin ve Kinin verilebilir.
Alkaloit ismi ilk defa 1805 yılında morfinin baz karakterinde olduğunu gösteren Saturner’den sonra Meissner tarafından teklif edildi.
Tam bir tarifini yapmak mümkün olmamakla beraber, alkaloitler genellikle şu özelliklere sahiptirler:
1. Nebati (bitkisel) kaynaklıdırlar (çok azı hayvani kaynaklıdır).
2. Zayıf baz özelliğindedirler. Bundan dolayı, amonyak benzeri bir karakter göstererek asidlerle tuz yaparlar. Alkaloit kelimesi alkali benzeri (alkalimsi) anlamındadır.
3. Azot ihtiva ederler.
4. İnsan ve hayvanlarda fizyolojik bazı tesirleri vardır.
Bugün bin dolayında alkaloit çeşidi bilinmektedir. Alkaloitler daha çok bitkilerin Patlıcangiller (Soeleneceae), Gelincikgiller (Papaveraceae), Kökboyalarıgiller (Leguminoceae) familyalarında ve daha az olarak da Gülgiller (Roseceae), Buğdaygiller (Graminaceae), Nanegiller (Labitae), Topluçiçekgiller (Compositae) familyalarındaki cinslerinde bulunurlar. İhtiva ettikleri kimyasal halkalara göre, Kinolin, İzokinolin, Piridin alkaloitleri olarak da adlandırılırlar.
İnsanlar çok uzun yıllardan beri alkaloitleri iksir, ilaç, sıcak içkiler, yara lapası, zehir olarak kullanmaktadır. 1803’de Deresna, afyondan morfini elde etti. Bugün birçok alkaloit, laboratuvarlarda sentetik olarak elde edilmektedir.
Alkaloitlerin çoğu renksiz ve kristal yapıdadır. Zamk şeklinde ve renkli olanları da vardır. Hakiki alkaloitler zehirlidir. Yapıları çok karmaşıktır.
Bazı alkaloitlerin fizyolojik etkileri açıkça bilinmektedir. Mesela kinin, sıtma hastalığının tedavisinde; morfin, şiddetli ağrıların giderilmesinde kullanılmaktadır.
Alkaloitlerin alınma miktarları da önemlidir. Az miktarı ilaç olarak fayda sağlayan alkaloitlerin çoğunun aşırı miktarları öldürücüdür. Mesela striknin’in az miktarı solunum ve dolaşım sistemleri üzerinde uyarıcı etki gösterip kişiye ferahlık sağlarken, çok miktarı solunum felci ve dolayısıyla ölüme sebep olur. Striknin günümüzde köpek zehiri olarak kullanılmaktadır.
Alkaloitlerin bazılarının istenmeyen bir özelliği de alışkanlık yapmalarıdır. Alışkanlık yapan alkaloitlerin başlıcaları; morfin, kokain ve nikotindir.
Alkaloitlerin fizyolojik etkileri tıpta büyük ehemmiyet taşır. Ağrı kesici olarak kullanılan alkaloitler, haşhaştan üretilen morfin ve türevleridir. Bunlardan kodein genellikle alışkanlık yapmaz, ancak diasetil morfin veya eroin bağımlılık yapar. Kinidin alkaloitlerinden kinkona kalp atışlarını düzenleyen bir kalp uyarıcısıdır. Nikotin, sitisin ve koniin ise solunum uyarıcı olarak kullanılır. Ancak baldırandan elde edilen ve zehirli olan koniin fazla kullanıldığında teneffüs yollarını felç ederek ölüme yol açar. Uygun dozda verilen atropin de solunum uyarıcı bir alkaloittir, ancak beyinde yan etkilerinin olduğu ifade edilmektedir. Kan damarlarını büzücü etkisi olan alkaloitlerden ergonovin, doğumdan sonra dölyatağı kanamalarını azaltmak için kullanılır. Efedrin bilhassa nezle, soğuk algınlığı, saman nezlesi ve bronşiyal astım gibi hastalıklarda çok sık kullanılan ilaçların bileşiminde bulunur. Yerel uyuşturucu etkisi olan kokainin istenmeyen yan etkileri olduğu için, genellikle molekül yapısında değişiklik yapılarak elde edilen türevleri daha güvenli ve etkin biçimde kullanılmaktadır. Farmokologların (ilaç bilimcilerin) alkaloitler üzerindeki çalışmaları elde edilen sentetik alkaloitlerde faydalı özelliklerin devam ettirilmesi ve istenmeyen özelliklerin bertaraf edilmesi amacına yöneliktir. Sıtma savaşının en etkili silahlarından biri olan kinin, kinkona alkaloitlerindendir. Kas gevşetici alkaloitlerin en iyi bilinen örneklerinden biri, Güney Amerika Yerlilerinin ok zehiri olarak kullandıkları kurardır. Sitriknin de bu alkaloite benzer etkiler gösterir ve her ikisi de tıpta kullanılır. Liserjik asit dietilamidi, meskalin ve psilosibin gibi alkaloitler, şuuru etkileyerek halisunasyonlara yol açarlar. Morfin gibi ticari ehemmiyeti olan alkaloitlerin bitkilerden elde edilebilmesi için, bu maddelerin sulu çözeltilerinin hazırlanması gerekir. Dokulardaki alkaloitler ya sulu asit çözeltileriyle muamele edilerek çözünür tuzlara dönüştürülür veya önce alkolle işleme sokulup sonra yağ, mum ve reçinelerle birlikte çözülüp asitlendirilir. Çözeltideki alkaloitleri ayırmak için, genellikle alumina ve silika gibi katıların adsorpsiyon niteliklerinin değişik olmasına dayanan kromatografi metotlarına başvurulur. Ayrıca tuzların kristalleşme şartlarının değiştirilmesiyle de alkaloitler birbirinden ayrılabilir.
Afyon iline bağlı Bolvadin Afyon Alkaloitleri Fabrikasında haşhaş kapsülünden; morfin hidroklorür, etil morfin hidroklorür, kodein ve kodein fosfat üretilmektedir.