ALİ BİN ABBAS EL-EHVEZİ

Onuncu yüzyılda yetişen meşhur Müslüman tıp alimi. Adı, Ali bin Abbas el-Ehvezi olup, künyesi Ebü’l-Hasen’dir. Batı dünyası Haly Abbas adıyla tanımıştır. İran’da Cündişapur’un güneybatısındaki Ehvez’de doğdu. Doğum tarihi bilinmemekte ve hayatı hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Aslen Zerdüşt dinine mensub bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, müslüman olmuş ve 994 (H. 384) senesinde vefat etmiştir. Ali bin Abbas, Avrupa’nın ve Latinlerin tanıdığı ilk Müslüman tabiplerdendir.

Ali bin Abbas, İslam bilginlerinin tıp sahasında en çok temayüz edenlerin başında gelmektedir. Devrine göre en zor ameliyatları başarıyla yapan iyi bir cerrahtı. Yunanlıların bilmedikleri pekçok tıbbi mühim keşifler yaptı. Tecrübe ve deneylerini birleştiren kabiliyetli bir hekimdi.

Ali bin Abbas’ın tıbbi görüş ve metotlarının ağırlık noktasını, bugün hıfzısıhha denen sıhhati muhafazanın esaslarını incelemek ve tesbit etmek teşkil etmiştir.

Eserlerinde; sıhhatin korunması hususunda en tesirli metodun, ölçülü ve lüzumu kadar gıda almak ve beden hareketleri yapmak olduğunu ifade etmiştir. Bilhassa yemekten önce yapılan sporun çok faydalı olduğunu söylemiştir.

Ayrıca epilepsi denilen sara hastalığını incelemiş ve en ince ayrıntılarına varıncaya kadar tedkik etmiştir. Vardığı ilmi neticeler, asırlarca tıp dünyasına yol göstermiştir. Hatta çağlar boyunca yapılan tarihi araştırmalar neticesinde bu hastalık üzerinde en ayrıntılı ve çağına göre en sağlam bilgileri Ali bin Abbas vermiştir.

O, Arabistan Yarımadasında görülen bazı göz hastalıkları üzerinde de araştırmalar yapmış ve kendine göre mühim tedavi yolları tesbit etmiştir.

Bu meşhur İslam cerrahı, tıbbi araştırmalar yaparken, kılcal damarlardaki kan dolaşımını da keşfetmiştir. Batılı bazı ilim adamları, bu ve benzeri bir çok ilmi keşifleri kendilerine malederek, insanlığı asırlar boyunca aldatmışlardır. Mesela, kılcal damarlardaki kan dolaşımının kaşifi İngiliz bilgini Harvey olarak gösterilmiştir. Halbuki Ali bin Abbas, ondan çok önceleri, damarların büzülme ve genişleme özelliğini açıklarken, kılcal damarlardaki kan dolaşımını anlatmış ve isbat etmiştir. Ayrıca atar ve toplar damarlar arasında kılcal damarlar şebekesinin varlığından da bahsetmiştir.

Ali bin Abbas, ayrıca jinekoloji (kadın ve doğum) ile ilgili konularda da orijinal incelemelerde bulunmuştur. Öyle ki, modern araştırmacılar; bu incelemelere hayranlıklarını ifade etmekten geri duramamışlardır. Hipokrat ve ondan sonrakiler, çocuğun kendi hareketi ile dünyaya geldiğini kabul ederlerken, Ali bin Abbas bu görüşü yıkmış, doğum olayının çocuğun hareketi ile değil, rahimdeki adalelerin sıkışıp gerilmesiyle gerçekleştiğini tesbit edip, ilim dünyasına açıklamıştır. Ayrıca ceninin ana rahminde geçirdiği muhtelif dönem ve safhaları, muhtaç olduğu gıdayı ve bunun ana rahminde nasıl sağlandığını uzun uzadıya anlatarak, kıymetli bilgiler ortaya koymuştur.

Ali bin Abbas, cerrahi sahada da meşhur ve öncü olmuştur. İnsan bedeniyle ilgili birçok cerrahi ameliyatı tek tek ele alıp incelemiş ve ameliyat yoluyla tedavi usullerini anlatmıştır. Kendine has cerrahi metodlarla, hemen hemen bütün insan uzuvlarını ameliyata tabi tutmuş, kırık kemiklerin yeniden kaynamasını sağlayıp, çıkıkların yerine oturtulup tedavi edilmesini de maharetle tatbik etmiştir.

Ali bin Abbas, 10. asırda ilk defa alt karın kanserleri hakkında yazılar yazdığı gibi kanser ameliyatları da yapmıştır. Bu ameliyatlar hakkında; “Tabipler, bu hususta nadir olarak yardımda bulunabilirler. Tümörün organdan tamamen ayrılmasını sağlamalı, köklerinden, geride bir şey kalmaması için tümörden muayyen bir mesafe uzaklaşacak şekilde etrafı kesilmeli ve temizlenmelidir.” derken, kanser ameliyatının bugünkü şekline ışık tutmuştur.

Eserleri:

Ali bin Abbas’ın yazdığı eserlerin en meşhuru Batıda Liber Regius (hükümdar kitap) diye tanınan, Kamil-üs-Sınaat-it-Tıbbiyye’dir. Bu eser, asırlarca doğu ve batı dünyasında tabiplerin, tıp alimlerinin başta gelen müracaat kaynağı olmuştur. Onun bu eserinde verdiği bilgiler, tamamen pratik müşahadelere yani bizzat tecrübelere dayanıyordu. Ali bin Abbas, öncelikle, zamanından önceki tıp bilginlerinin eserlerini dikkatle gözden geçirerek, araştırmalar ve incelemeler yaptı. Fevkalade ilmi, ama açık bir üslup ve düzen ile tıp araştırmalarının temelini ve metodunu inceledi.

Kamil-üs-Sınaa, esas itibariyle iki ana bölüm olmak üzere yirmi makaleden ve bunların alt bölümlerinden meydana gelmektedir. Eserin birinci ana bölümü, yani ilk on makalesi daha ziyade nazari tıp hakkında bilgi vermekte; ikinci ana bölümünde, yani ikinci on makalesinde de tababetin esasları üzerinde durmaktadır. Bu makalelerden birisi, cerrahi ile ilgili tam yüz on bölüm ihtiva etmektedir.

Ali bin Abbas, bu eserinde, eski Yunanlı tabiplerden Hipokrat, Calinus (Galen) ve Aripposius’u inceleyerek, bilgilerini ilmi tenkide tabi tuttu ve yanıldıkları noktaları gösterdi. Hipokrat’ı, çok kısa bilgi vermekle, üslup ve ifadesinin kapalılığı yüzünden, Calinus’u da doldurma bilgilere yer vermekle tenkit etti.

Eserinde, meseleleri açık bir ifadeyle ve kolay anlaşılan bir üslubla ortaya koyan Ali bin Abbas, bir konuda bilgi verirken mevzuun tarihi geçmişi üzerinde de durmuş ve kendi orijinalitesini tartışma götürmez bir açıklıkla ortaya koymasını bilmiştir. Tıb tarihi araştırmacıları, onun sadece tıp alanındaki çalışma metodunu değil; eczacılık sahasındaki ilmi araştırma anlayışını da hayranlıkla zikretmişlerdir.

Ali bin Abbas, yine bu meşhur eserinin ikinci makalesini eczacılık konusuna hasretmiş ve elli beş kısımda hemen hemen bütün ilaçları, ilaç yapılacak hammaddeleri ile etki ve özelliklerini incelemiştir. Onuncu makalesinde de tertip halindeki ilaçların nasıl yapılacağını, bunların özellikle; gıdalarla tedaviyi esas alarak, tabii ilaçların kullanılmasını tavsiye etmiştir. Tedavi bu yoldan hasıl olmadığı takdirde, ilaçların hazırlanıp tatbik edilmesini teklif etmiştir. Yani ilaç kullanılması ikinci planda tatbik edilecektir. Esas olan, tabii gıdalarla hastalıkları tedavi etmektir. İlaçlar ancak zaruret halinde verilebilir, kullanılabilir.

Ali bin Abbas, bu meşhur eserinin mukaddimesinde, hekim ve cerrah olmak isteyenlere tavsiyelerde de bulunup; “Tabip, her şeyden evvel kalp ve beden temizliğine çok dikkat etmeli, daima Allahü tealanın rızasını gözetmeli, hayatını O’nun rızasına uygun geçirmeye çalışmalıdır. Tatlı dilli ve nazik olmalıdır. Hayatı, yaşayışı örnek alınacak derecede ölçülü olmalıdır. Her türlü günahtan, kir ve pisliklerden uzak durmalı, hastasının kendisine açıkladığı şahsi meselelerini hiç kimseye söylememelidir. Çünkü, nice hastalar vardır ki, kendilerinde zuhur eden hastalıkları, babalarına ve en yakınlarına bile söylemezken tabibe çekinmeden söylerler. Bu hastalıkların bazısı çok mahrem olabilir. Tabip olacakların dikkat edeceği diğer hususlar da şunlardır: Hekim olacak kimse, daima hastanelerde hastalara hizmeti gözetmeli, hastalık bulunan mahalleri arayıp, hastalıkların tedavi yollarını araştırmalıdır. Özellikle tabib-i hazık (uzman) olanların görüşlerine sık sık başvurmalı, onların tecrübe ve bilgilerinden faydalanmasını bilmeli ve buna çok önem vermelidir. Müşahede ettiği, incelediği hastalık alametlerini okuyup öğrendiği bilgilerin ışığında değerlendirmeli, hocalarının konsültasyonuna da başvurmak suretiyle; doğru, sağlam bir teşhis ve tedavi yolunu tutmalıdır. Yaptığı işin ne ölçüde mes’uliyetli olduğunu iyi düşünüp, idrak etmelidir. Böylece onlar hekimlikte en olgun seviyeye ulaşacak, herkesin sevgi ve güvenini kazanacaklardır...” demektedir.

Ali bin Abbas, ayrıca özetle şu altı prensibe uyulmasını eserinde sık sık belirtir:

1. Hastalarla daima beraber olup, hastalıkları tanımak. Böylece, ihtiyaç anında pratiğe kolayca geçebilmek mümkün olabilecektir.

2. Hastaları evlerinde, yerlerinde ziyaret edip, hal - hatır sorup, onlara sıcak alaka göstermek.

3. Otorite olan hocalarının verdiği bilgilere uymak, daima onlardan istifade yollarını aramak suretiyle çeşitli hastalıkların teşhisini hakkıyla kavramak.

4. Hastaların değişik hallerini iyi tetkik etmek; yani hastalığın ayrı ayrı merhalelerini, seyir halini, alametleriyle beraber iyi tanımak.

5. Uygulama ve davranışlarıyla hastanın güvenini, itimadını kazanıp ona moral vermek. Böylece psikolojik olarak da sür’atle iyileşme ümidi içinde olmasını sağlamak.

6. Hocaları ve meslekdaşlarıyla birlikte daima hastaların proplemlerine eğilerek, onlarla ilgilenmek.

Tıp tarihçilerinin ifadesine göre, İbn-i Sina’nın Kanun’undan üstün olan bu eser, müellifin dehasını göstermektedir. Sırf bu yüzden Orta çağlarda, hemen batılıların dikkatini çeken ve batı bilim çevrelerinde çok derin tesirler bırakan bu eser, 1078’li yıllarda ölen Kostantin el-Afriki (Constantine d’Africain) tarafından Latinceye tercüme edildi. Fakat Kostantin el-Afriki, eseri Latinceye tercüme ederken kimden tercüme ettiğini belirtmemiş ve kendine ait gibi göstermiştir.

Görüldüğü gibi Ali bin Abbas, modern tıbbın hemen her şubesinde erişilmeye çalışılan ana prensipleri derin bir kavrayışla ta o devirde tesbit etmiş ve ilmi sistemi yerleştirmiştir.

Alimler, tıp alanında çok eser telif etme yolunu tercih ederken, o tek ve pek kıymetli bir eser bırakarak, hem İslam, hem de Avrupa tıp aleminde derin ve köklü tesirler icra etmiştir. Onun ve diğer müslüman alimlerin ilmi çalışmaları olmasaydı, tıp ilminin sahası, çağlar boyunca hemen hemen karanlık kalacak ve belki de modern merhalelere kolay ulaşılamayacaktı. Tıptaki bu derin otoritesinden dolayı hemen hemen hiç tenkide uğramayan Ali bin Abbas, yüzyıllar ötesinden modern tıbbın temellerini atmış oldu. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, ortaya koyduğu sağlam prensip ve nazariyeler hala incelemelere tabi tutulmakta, insanlığa yeni bir takım ilmi ipuçları vermektedir. Fakat Avrupalıların bu nazariye ve prensipleri çalarak, kendilerine mal edip, asıl sahibini asırlarca gizlemeleri, insanlık ve ilim tarihi açısından hoş bir şey değildir.

Kamil-us-Sınaa’nın güzel bir nüshası Irak Müzesi Kütüphanesinde olup, siyah ve kırmızı mürekkeple yazılmıştır. Frankfurt’ta faaliyet gösteren “Instıtute für Geschichten Arabisch Islamischen Wissenschaften (IGAIW)” tarafından orijinal bir yazması esas alınmak suretiyle 1987 yılında iki cild halinde nefis bir faksimile baskısı yapılmış, dünyanın muhtelif önde gelen kütüphanelerine gönderilmiş, ilim adamlarına ve ilim akademilerinin tetkikine yeniden arz edilmiştir.

ALİ BİN ABDULLAH BİN ABBAS

Abbasi hilafetinin kurucuları Seffah ve Mansur’un dedesi. Kaynaklarda Ebu Muhammed, Ebu Abdullah ve Ebü’l-Fadl ve el-Medeni künyelerinin olduğu bildirilmiştir. Rivayete göre, 660 (H.40) senesi Ramazan-ı şerif ayında doğup, Şam mıntıkasında Medine-i münevvere yolu üzerinde Şerad denilen yerde 736 (H.118) tarihinde vefat etti. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin amcası hazret-i Abbas’ın, oğlu Abdullah’tan torunudur. Annesi Kınde kabilesinden, Zür’a binti Müşerrih bin Ma’dikerib’dir. Tabiinin büyüklerindendir.

Ali radıyallahü anh bir gün Abdullah bin Abbas’ı öğle namazında göremeyince, yanındakilere; “İbn-i Abbas niçin gelmedi?” diye sordu. Onlar da bir çocuğunun olduğunu söylediler. Ali radıyallahü anh namazı kılınca, orada bulunanlara; “Haydi İbn-i Abbas’a gidelim.” dedi. İbn-i Abbas’ın yanına varınca, tebrik edip; “Bir çocuğunun olduğunu duyunca Allahü tealaya şükrettim. Oğlun mübarek olsun. İsmini ne koydun?” diye sordu. Abdullah ibni Abbas; “Sen isim vermeden bize isim vermek yakışır mı?” dedi. Hazret-i Ali çocuğu getirmesini söyledi. İbn-i Abbas çocuğu getirince, kucağına alıp, damağını parmağıyla ovalayarak tahnik yaptı. Hayır duada bulunup; “İnsanlar ve sultanlar sana hizmet edeceklerdir.” dedi. Çocuğu, Abdullah ibni Abbas’a verirken; “Al bu melikler babasını, ismini Ali, künyesini künyem olan Ebü’l-Hasan koydum.” dedi. Ali bin Abdullah halife Abdülmelik bin Mervan’ın isteği üzerine bu künyesini Ebu Muhammed şeklinde değiştirmiştir.

Ali, Abdullah ibni Abbas’ın en küçük çocuğu idi. Vakar ve heybet sahibi olup, gayet uzun ve cüsseli idi. Yolda giderken, bir binek üzerine bindiği ve yanındakilerin de yürüyerek gittikleri sanılırdı. Sesi gür ve pek yakışıklı idi.

Hicazlılar kendisine çok hürmet ederlerdi. Hac veya ömre için Mekke-i mükerremeye gittiğinde, Kureyşliler Mescid-i Haram’daki ilim meclislerini ve dini sohbetlerini bırakırlar, ona olan hürmet ve saygılarından, meclisine gelirlerdi. Harem’den çıkıncaya kadar o kalkarsa kalkar, oturursa oturur, yürürse yürürlerdi. Emevilerden Velid bin Abdülmelik, Suriye’de Şerad denilen yerde Humeyme adlı köyü, Ali bin Abdullah’ın mülkiyetine verdi. O da Hicaz’dan ayrılıp, ailesiyle birlikte buraya yerleşti. Çocuklarının çoğu burada dünyaya geldi. Emevilerle daima sulh halinde olup iyi geçiniyordu. Devamlı ibadetle meşgul oluyor ve onlardan herhangi bir talepte bulunmuyordu. Kendisi sakin bir zat olmasına rağmen, oğlu Muhammed pek hareketli birisi idi. Humeyme’de boş durmamış, Abbasi hilafetine zemin hazırlayan faaliyetlerde bulunmuştu.

Ali bin Abbas’ın çok namaz kılmaktan dizleri nasırlaşmıştı. Bu sebeple ona çok ibadet eden ve dizleri nasırlaşmış manasına Züs-Safinat denirdi. Ali bin Abbas’ın ibadete bu derece düşkünlüğüne sebeb olan hadise şöyledir: O, Abdurrahman bin Eban bin Osman’ın çok ibadet yaptığını görmüştü. Bunun üzerine kendi kendine; “Ben, Resulullah’a daha çok yakınım, benim ondan daha çok ibadet yapmam lazımdır.” dedi ve kendisini ibadete verdi.

Babası Abdullah ibni Abbas, Ebu Hüreyre, İbn-i Amr, Abdullah bin Cübeyr, Abdullah bin Mervan bin Hakem’den rivayette bulundu. Kendisinden de çocukları, Muhammed, İsa, Süleyman ve Minhal bin Amr,Sa’d bin İbrahim, Zühri, Habib bin Ebi Sabit, Eban bin Salih ve başkaları rivayette bulunmuştur. Az hadis-i şerif rivayet etmiştir. Hadis-i şerif rivayetinde sika (güvenilir)dır.

Rivayet ettiği hadis-i şeriflerden ikisi şunlardır:

Ali bin Abdullah babasından rivayet etti. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Verdiği rızıklarla beslediği için, Allahü tealayı seviniz. Allahü tealayı sevdiğiniz için beni seviniz. Beni sevdiğiniz için, Ehl-i beytimi seviniz.”

“Kim istigfara (Allahü tealadan af ve magfiret istemeye) iyi sarılırsa, Allahü teala, ona her türlü keder ve sıkıntıda bir ferahlık ve rahatlık, darlık zamanında ise, çıkış ihsan eder. Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.”

ALİ BİN ABU TALİB

Peygamber efendimizin amcası Ebu Talib’in oğlu, Hulefa-i raşidinin ve Cennet'le müjdelenen on kişinin dördüncüsü. Resulullah’ın damadı, Ehl-i beytin, Ehl-i abanın birincisidir. Künyesi Ebü’l-Hasen ve Ebu Türab’dır. Puta tapmadığı için Kerremallahü Vecheh; kahraman ve cesur olmasından, dönüp dönüp düşmana saldırmasından dolayı Kerrar; Allahü tealanın arslanı manasına Esedullah-il-Galib ve Haydar; Allahü tealanın takdirine razı olduğu için Mürteda (Mürteza) lakablarıyla anıldı. Annesi, Peygamber efendimize kendi çocuğu gibi bakan Fatıma binti Esed’dir. 599 senesinde yani hicretten 23 yıl önce Mekke’de doğdu. Doğum tarihi hakkında başka rivayetler de vardır. 660 (H. 40)ta Kufe’de vefat etti. Necef’te defnedildi.

Beş yaşından itibaren Peygamber efendimizin yanında yaşayan Ali radıyallahü anh on yaşındayken Müslüman olmakla şereflendi. Bu konuda farklı rivayetler vardır. Müslüman olması şöyle anlatılır:

Bir gün Resulullah ile hazret-i Hadice’nin beraber namaz kıldığını gördü. Namazdan sonra; “Bu nedir?” diye sordu. Resul-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem; “Bu Allahü tealanın dinidir. Seni bu dine davet ederim. Allahü teala birdir, ortağı yoktur. Lat ve Uzza isimli putları terk etmeni emrederim.” diye cevab verdi. Ali radıyallahü anh; “Önce babama bir danışayım.” dedi. Resulullah ona; “İslama gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme.” buyurdu. Hazret-i Ali ertesi sabah, Resulullah’ın huzuruna gelerek; “Ya Resulallah! Bana İslamı arz eyle.” diyerek Müslüman oldu. Müslüman olanların üçüncüsü, çocuklardan ise birincisidir.

Hazret-i Ali, İslamiyeti kabul ettikten sonra, bütün Mekke devrini teşkil eden on üç sene Peygamber efendimizin yanında, O’nun huzur ve hizmetlerinde bulundu. Peygamber efendimizin sevgi ve iltifatlarına kavuştu. Mekkeli müşriklerin bütün eza ve cefalarına katlanarak Peygamber efendimizin en yakın yardımcılarından oldu.

Resulullah’a (sallallahü aleyhi) ve sellem hicret için müsaade edilince, her tehlikeyi göze alarak, O’nun yatağına yatıp, hiç kimseden çekinmedi. Ertesi gün kendisine emanet edilen şeyleri sahiplerine verip, Mekke-i mükerremeden yola çıktı ve Peygamber efendimize Kuba’da yetişti.

Mescid-i Nebevi’nin inşaatında çok gayret gösterdi. Bedr, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazalarda bulundu ve fevkalade gayret ve kahramanlık gösterdi. Yalnız Uhud Gazasında on altı yerinden yara aldı. Pekçok gazada Resulallah sallallahü aleyhi ve sellem sancağı hazret-i Ali’ye teslim etmiştir.

Hazret-i Ali, Hudeybiye Antlaşmasında sulh şartlarının yazılmasında vazife aldı. Hayber Gazasında bulunup, büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşta, ağır bir demir kapıyı kalkan olarak kullanmıştır. Huneyn Gazasında da büyük kahramanlıklar gösteren hazret-i Ali, Tebük Gazasında, Resulullah efendimiz tarafından vazifeli olarak Medine’de bırakıldığı için bulunamadı. Daha sonra Yemen Muharebesinde ordu kumandanı olarak vazifelendirildi. Mekke-i mükerreme feth edilince, Kabe’deki putları imha vazifesi ona verildi.

Peygamber efendimiz vefat edince, o yıkayıp kefenledi. Bu son mübarek vazife, ona ve hazret-i Abbas, Üsame bin Zeyd, Fadl ve Kusem’e nasib oldu. Definden sonra halife seçilen Ebu Bekr’e biat edip onun devlet işlerini yürütmede istişare ettiği zatlardan oldu ve kadılık (hakimlik) görevlerinde bulundu. Hazret-i Ömer’in halifeliğine de biat edip, halifenin danışmanı ve hakimliğini yaptı. Hazret-i Osman’ın da halifeliğine biat edip, hilafet işlerinde onun vezirliğini yaptı.

Hazret-i Osman’ın şehit edilmesinden sonra 656 (H. 35) Zilhicce ayında halife oldu. Hazret-i Osman’ı şehit edenlerin cezalandırılmaları hususunda çıkan ictihad ayrılıklarından dolayı karşı karşıya gelen iki ordu arasında tam anlaşma olmuştu ki, Abdullah bin Sebe’ ismindeki Yahudi, gece karanlığında grubu ile birlikte Basralıların üzerine saldırdı. Gece karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Üç gün savaş devam etti. Cemel (Deve) Vak’ası olarak bilinen bu hadisede Aişe-i Sıddika esir alınınca, hazret-i Ali hürmet ve ikram edip kendi askerleri arasında bulunan kardeşi Muhammed bin Ebu Bekr ile Medine’ye gönderdi. Bir sene sonra Sıffin denilen yerde hazret-i Muaviye’nin ordusu ile yüz günde doksan meydan muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmi beş bin, karşı taraftan kırk beş bin kişi şehid oldu. Karşı taraftan gelen sulh teklifi ile antlaşma olunca, ordusundan yedi bin kişi ayrıldı. Bunlara harici denildi (Bkz. Hariciler).

660 (H. 40) senesinde Ramazan-ı şerif ayının on yedinci Cuma günü sabah namazına giderken İbn-i Mülcem adlı bir harici tarafından başına kılıçla vurularak şehit edildi. Kabirleri Necef denilen yerdedir.

Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücadele ettiğinden, sükun ve huzur bulamamıştır. Hükumet idaresinde hazret-i Ömer’in yolunu tutmuştur. Her işin emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasına çalışır, halka şefkat gösterirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücude getirmişti.

Hakkında bir kaç ayet-i kerime nazil olup, pek çok hadis-i şerifle medhedildi. Ehl-i sünnetin gözbebeği, evliyanın reisi, kerametler hazinesidir. Adalet, ilim, cömertlik, merhamet ve diğer yüksek faziletleri kendisinde toplamıştır. Peygamber efendimiz hazret-i Ali’ye cömertlerin sultanı manasına Sultan-ül-eshiya buyurmuşlardır.

Buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı ve sık sakallı görünüşe sahib olan hazret-i Ali, ilim ve amel bakımından en yüksek derecede idi. Allah korkusundan devamlı ağlardı. Namaza durunca, alem alt-üst olsa, haberi olmazdı. Bir harpte ayağına saplanan oku, namazda çıkardıkları halde haberi olmamıştı.

Hazret-i Ali'nin hazret-i Fatıma'dan Hasan, Hüseyin ve Muhsin adında 3 erkek, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adında iki kızı olmuştur. Hazret-i Fatıma'dan sonra evlendiği hanımlarından 15 erkek, 16 kız çocuğu olmuştur.

Hazret-i Ali, fevkalade beliğ ve fasih konuşurdu. Peygamber efendimizden sonra, onun derecesinde beliğ hutbe okuyacak bir başkası yok idi. Arap lisanının ilk kaidelerini koyan odur. Bu sebeple Kur’an-ı kerimin lisanına herkesten çok aşina idi. Devamlı Peygamber efendimizin yanında bulunması ve onun feyizli nurlarına ilk kavuşanlardan olması sebebiyle Kur’an'ın hükümlerini en iyi bilen o idi. Tefsire dair birçok rivayetler bildirmiştir. Bilhassa ayetlerin iniş sebepleri konusunda birçok rivayetleri vardı. Bu konuda buyuruyor ki: “Sorunuz, bana ne sorarsanız, size cevabını veririm. Allah’ın kitabını bana sorunuz. Vallahi bir ayet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı nazil olduğunu bilmiyeyim.” Bu sebeplerden dolayı, hakkında birçok rivayet olup, anlaşılması güç meselelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekber’in kurban bayramı olduğuna dair olan rivayeti gibi.

Hazret-i Ali, Ehl-i beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vakıftı. Bu hususta herkesin müracaat kapısıydı. Bizzat Resulullah efendimizden duyarak yazdığı bir hadis sahifesi vardı. Bu sahife, Sahifetü Ali bin Ebi Talib adıyla 1986’da yayınlanmıştır. Kendisinden 586 hadis-i şerif bildirilmiştir. Bunlardan 20 tanesi hem Buhari’de, hem de Müslim’de bulunur. Bundan başka 9 hadis-i şerif Buhari’de, 15 hadis Müslim’de, tamamı da Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında vardır.

Hazret-i Ali, Eshab-ı kiramın en büyük fıkıh alimlerindendi. Halledilemeyen mevzular ona havale edilirdi. Hatta hazret-i Ömer buyurur ki: “Şayet hazret-i Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.” Fıkha dair bildirdiği hükümler, Mevsuatü Fıkhı Ali bin Ebi Talib adıyla yayınlanmıştır.

Hazret-i Ali’nin hikmetli sözleri birçok kitaplarda toplanmıştır. Bunlardan Emsalü İmam Ali, Gurer-ül-Hikem ve Dürer-ül-Kilem adlı eserler basılmıştır. Bu kitaplardaki sözlerinde hazret-i Ali buyuruyor ki:

“İnsan bilmediğinin düşmanıdır.”

“Allahü tealaya yemin ederim ki, beni yalnız mümin sever ve bana yalnız münafık buğz eder.”

“Cahil, bilmediğini sormaktan utanmasın. Alim, içinden çıkamayacağı bir meselede en iyisini Allahü teala bilir demekten sakınmasın.”

“Amellerin en zoru üçtür; nefsin hakkını verebilmek, her halde Allahü tealayı hatırlayabilmek, din kardeşine bol bol ikramda bulunabilmektir.”

“Takva, hataya devamı bırakmak, aldanmamaktır.”

“Kalpler kaplara benzer. Hayırlı olanı hayırla dolu olanıdır.”

“Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.”

Fazileti, üstünlüğü ile ilgili birçok hadis-i şerif bildirilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

Allahü teala bana dört kişiyi sevmemi emr etti. Ben de onları seviyorum. Bunlar kimlerdir denildikte; Ali onlardandır. Ali onlardandır, Ali onlardandır ve Ebu Zer, Mikdad ve Selman’dır, buyurdu.

Ben ilmin şehriyim, o şehrin kapısı Ali’dir.

Ali’ye bakmak ibadettir. Ali’yi inciten beni incitmiş gibidir.

Kızım Fatıma’yı Ali’ye vermeyi Rabbim bana emreyledi. Allahü teala her peygamberin sülalesini kendinden, benim sülalemi de Ali’den halk etmiştir.

Münafıkların kalbinde dört kimsenin muhabbeti toplanmaz; Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali(radıyallahü anhüm).

Ehl-i beytim Nuh aleyhisselamın gemisi gibidir. Onlara tabi olan selamet bulur. Olmayan helak olur.

Hazret-i Ali’nin Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivayet ettiği bazı hadis-i şerifler şunlardır.

Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp, namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse(bağışlanmasını dilerse), Allahü teala o günahı elbette affeder. Çünkü, Allahü teala (Nisa suresi, 109. ayet-i kerimesinde mealen); “Biri günah işler veya kendine zulmeder, sonra pişman olup Allahü tealaya istiğfarda bulunursa, Allahü tealayı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur.” buyurmaktadır.

Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allahü teala onun nafile namazlarını kabul etmez.

Malınızın zekatını veriniz. Biliniz ki, zekatını  vermeyenlerin, bunu vazife kubul etmeyenlerin namazı, orucu, haccı ve cihadı ve imanı yoktur.

Peygamber efendimiz hazret-i Ali’ye buyurdu ki: “Ya Ali! Altı yüz bin koyun mu istersin, yahut altı yüz bin altın mı veya altı yüz bin nasihat mı istersin?” Hazret-i Ali dedi ki; “Altı yüz bin nasihat isterim.” Peygamber aleyhisselam buyurdu ki; “Şu altı nasihata uyarsan, altı yüz bin nasihata uymuş olursun.

1. Herkes nafilelerle meşgul olurken, sen farzları ifa et. Yani farzlardaki rükunleri, vacipleri, sünnetleri, müstehabları ifa et.

2. Herkes dünya ile meşgul olurken, sen Allahü tealayı hatırla. Yani din ile meşgul ol, dine uygun yaşa, dine uygun kazan, dine uygun harca.

3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıblarınla meşgul ol.

4. Herkes, dünyayı imar ederken, sen dinini imar et, zinetlendir.

5. Herkes halka yaklaşmak için vasıta ararken, halkın rızasını gözetirken, sen Hakk’ın rızasını gözet. Hakk'a yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara.

6. Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlaslı olmasına dikkat et!"

ALİ BİN İSA EL-CERRAH

Abbasi Devletinin büyük vezirlerinden. İsmi, Ali bin İsa bin Davud el-Cerrah olup, künyesi Ebü’l-Hasan el-Vezir’dir. 859 (H.245) senesinde doğdu. 945 (H.334) senesi Zilhicce ayının son Cumasında gece yarısı Bağdad’da vefat etti. Evinin bahçesine defnedildi.

Ali bin İsa, Halife Muktedir-billah’a iki defa vezir oldu. İlk defa 913 senesi Muharrem ayında vezirliğe getirildi ve üç sene on bir ay vezirlik yaptı. Sonra bu görevden alındı ise de, 927 senesinde tekrar vezir oldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı. Halk gelir, dert ve sıkıntılarını, hiç çekinmeden kendisine anlatırdı. Onları çok iyi karşılar, muamelesinde hiç sertlik görülmezdi. Hatta namaz hazırlığı yapıp, tam çıkıp gideceği zaman gelenleri kırmaz, gönül kırıklığı ile; “Ya Rabbi! Ben sana taat için yola çıktım. Ama muhtaç olan kullarının işini bitirebilmek için gene geri kaldım.” derdi. Müslümanlara hizmet etmenin, Allah’a hizmet etmek demek olduğunu çok iyi bilirdi.

Ali bin İsa, tasarrufları ile devletin maliyesini ıslah etti. Halife Muktedir’e, Bağdat ve daha başka vakfa müsait geliri olan yerlerin, Haremeyn’e ve sınır boylarına vakfedilmesini teklif etti. Bağdat’taki emlakın geliri on üç bin dinarı buluyordu. Ali bin İsa’nın bu teklifi, Halife tarafından kabul edildi. Bu vakıflar için Divan-ül-Beri ismi verilen hususi bir defter tutturdu.

Kötülük nedir bilmezdi. Vezirliği müddetince herkese iyilik yaptı. Çünkü Müslümanlığın; Allah’ın emirlerini yapmak, yarattıklarına merhamet etmek olduğunu çok iyi biliyordu. Bu düşüncede olan bir insanın, insanlara zulüm ve eziyet ettiği tarihte görülmemiştir.

Suli, onun hakkında şöyle demektedir: “Zühdü, Kur’an-ı kerimi hıfzetmesi ve dini bilgisi bakımından öyle bir vezir bilmiyorum. Gündüzlerini oruçla, gecelerini ibadetle geçirirdi. Önceleri, divanda katiplerin yaptığı işleri bizzat kendisi yapardı. Medine-i münevverede bulunan Eshab-ı kiramın torunlarına ikramda bulunmayı çok severdi. İnsanlara hiç ayırım yapmadan fakir, zengin, itibarlı demeden adaletle muamele etti. Zayıfların hakkını kuvvetliden aldı. Her bakımdan iffet sahibi bir zat idi.”

İdareciliği yanında akli ve nakli  ilimlerde de alim olan Ali bin İsa’nın birçok eseri vardır: Divanu Resail, Meani-ul-Kur’an-il-Kerim, Cami-ud- Dua, Kitab-ul-Küttab ve Siyaset-ül-Memleketi ve Siret-ül-Hulefa eserlerinden bazılarıdır.

ALİ BİN İSA EL-KEHHAL

Göz hastalıkları hakkında ilk defa kitab yazan Müslüman tıp alimi. Müslümanlar arasında “Kehhal”, Avrupa’da ise “Hally Jesu” isimleriyle meşhur olmuştur. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. 1039 (H. 430) senesinde Bağdat’ta vefat etti.

Ali bin İsa el-Kehhal’ın, İslam aleminde ve batıda meşhur bir tıp alimi olarak bilinmesinin sebebi, yazmış olduğu Tezkiret-ül-Kehhalin adlı eseridir. On dokuzuncu asrın ortalarına kadar bir benzeri yazılmamış olan bu eserde, eski eserlerin tetkikinden elde ettiği, o devrin tıp alimlerinden öğrendiği ve uygulama sırasında elde ettiği   bilgileri toplamıştır. Eser üç ana bölümden meydana gelmiştir:

Birinci bölümde; gözün anatomisi, fizyolojisi, tabakaları, damar ve sinirlerin incelenmesi, her bir tabakanın başlangıç ve sonu, sağladığı faydalar ve beslenme kaynakları anlatılmaktadır.

İkinci bölümde; gözün dış hastalıkları ve tedavileri, göz kapağı, gözyaşı bezleri, kornea ve uveanın hastalıkları ve tedavileri, katarakt ve ameliyatı  hakkında bilgi verilmektedir. Bu bölümde trahom hastalığına da yer verilmiş, gözde arpacık çıkması, göz kapağının büyümesi ve şeklinin bozulması durumları esaslı bir şekilde incelenmiştir. Göz kapak içi derisine ait on üç hastalıktan optalmi esaslı bir şekilde ele alınmış bu tür hastalıklarda yumurta akı, süt gibi maddelerin, çinko külü ve uyuşturucu bir madde ile kullanılabileceğini bildirmiştir. Optalmi devam ettiği takdirde trahomun ortaya çıkabileceğini ileri sürmüştür.

Eserin üçüncü bölümünde ise gözün iç hastalıkları ve tedavileri, billur cisim ve albümin hastalığında gözün değişiklikleri, miyop, hipermetrop, gece körlüğü; saydam tabaka, retina, görme siniri, ağtabaka ve iris hastalıkları, şaşılık ve görme hastalıkları hakkında bilgi verilmekte ve yüz otuz iki çeşit hastalığın tarifi yapılmaktadır.

Eser; hijyenle ilgili bazı tavsiyelerin yanında 141 basit ilacın göze etkilerini açıklayan bir kısımla son bulmaktadır. Eserin en orijinal yerlerinden biri de o güne kadar bilinen lokal anesteziklerin yanı sıra ağrılı ameliyatlarda ilk defa Mandragora (adamotu) ve Opium (afyon) buharı gibi genel anestezi yapan maddelerin yardımıyla göz ameliyatlarının nasıl yapılacağını tarif etmiş olmasıdır.

Ali bin İsa el-Kehhal’in bu önemli eseri, İslam aleminde ve Avrupa’da tanındı. Latinceye tercüme edildi. Tıp tarihçileri, on dokuzuncu asrın ortalarına kadar gözle ilgili daha mükemmel bir eserin yazılmadığını ifade etmektedirler. Eser, Arapça olup, Hindistan’da Hazinetü’l-Mearif Yayınevi tarafından neşredilmiştir.

ALİ BİN MEYMUN EL-MAĞRİBİ

Kuzey Afrika’da yetişmiş olan evliyadan. İsmi, Ali bin Meymun bin Ebu Bekr el-İdrisi’dir. Babası İbn-i Meymun diye bilinen İşbiliyeli Muhammed’dir. Künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Haşimi, Kureşi, Mağribi ve el-Gumari nisbeleriyle bilinir. Bazı kaynaklarda Peygamber efendimizin torunu hazret-i Hasan’ın soyundan bir aileye mensub olduğu bildirilmektedir. 1450 (H.854) senesinde Kuzey Afrika’nın Gumare bölgesinde doğdu. 1511 (H.917) senesinde Şam’da vefat etti.

Genç yaştan itibaren ilim tahsiline başlayan Ali bin Meymun el-Mağribi, ailesinden ayrılarak Fas’a gitti. Orada Ebu Zeyd Abdurrahman el- Hamidi’den Maliki fıkhı ve diğer İslami ilimleri okudu. Ayrıca matematik ve gramer öğrendi. İlimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra bir müddet ders okutup talebe yetiştirdi. Bir müddet kadılık yaptı. Kuzey Afrika’nın sahil şeridindeki istila ve zulmünü fazlalaştıran Portekizlilere karşı cihada katılmak üzere memleketine döndü. Portekizlilere karşı yapılan savaşlara aktif olarak katıldı. Peygamber efendimizin sünnetinin ciddi bir şekilde çiğnendiğini söylediği için bölge kabileleriyle arası açıldı. Çeşitli suçlamalarla hapse atıldı. Hapishaneden çıktıktan sonra babasından doğuya gitmek üzere izin istedi. Doğuya gitmek üzere memleketini terk etti. İspanyol akınlarının tehdidi altında bulunan Kuzey Afrika’yı dolaştı. Bölgedeki şartlar her türlü batıl itikadın yayılmasına uygun bir zemin hazırlamıştı. Ali bin Meymun bu bozuk inanışlara karşı giriştiği mücadeleyi sürdürdü. Gezdiği yerlerde tasavvuf büyükleriyle tanışıp sohbetlerinde bulundu. Tasavvufa yönelip Güneybatı Tunus’un Nifvaze Vahası Tüzer kasabasında Şaziliyye yolu büyüklerinden Ahmed bin Muhammed ed- Debbasi’ye intisab edip, ona talebe oldu. Dört ay müddetle hizmetinde bulunup, tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Hocasının izni ile doğuya gitmek üzere yola çıktı. Mısır’a uğradıktan sonra, hac vazifesini yerine getirdi. Hac vazifesini yaptıktan sonra Şam’a geldi. Orada insanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını anlatıp doğru yola gelmelerine çalıştı. Lübnan ve Beyrut’a geldi. Burada talebesi Muhammed bin Arrak ile karşılaştı. Aralarında Alvan el-Hamevi’nin de bulunduğu talebeleriyle birlikte Sultan İkinci Bayezid Han zamanında Anadolu’ya geldi. Altı ay kadar Bursa’da kalıp irşadda bulundu. İrşadla vazifeli olarak talebelerini Bursa’da bırakarak tekrar 1505 senesinde Şam’a döndü. Muhyiddin ibni Arabi hazretlerinin kabrinin bulunduğu Salihiyye’ye gitti. Burada kaldığı dört sene içinde ilim öğretti ve insanlara vaz ü nasihatlerde bulundu. Ehl-i sünnetin dört mezhebine mensub kadı ve müftüler onun ilim meclislerine devam ettiler. Talebesi Muhammed bin Arrak’ın tavsiyesi üzerine Beyrut yakınlarındaki Mecdel Mauş adı verilen köye yerleşti. Ömrünün son seneleri burada geçti. 1511 (H.917 Cemaziyelahir) senesi Eylül ayında vefat eti. Vasiyyeti üzerine hiçbir şahsın mülkü olmayan bu köyde defnedildi.

Ali bin Meymun el-Mağribi İslamiyete uymakta çok titiz idi. “Yanıma gelen Sultan Bayezid de olsa İslamiyetin bildirdiği şekilde davranırım.” buyururdu. Kim olursa olsun ziyaretine gelenlere ayağa kalkmaz, kendisi için de kalkılmasını istemezdi. Yanına bir ilim sahibi gelse ona hürmeten, altına bir koyun postu sererdi. Bid’atlerden son derece kaçınır, kimsenin kınamasından çekinmezdi. Sert bir mizaca sahib olup heybetli idi. Talebelerinin en ufak gevşekliğine müsamaha etmez, gördüğü her eksikliği hemen düzeltirdi. Devlet adamları ve halktan hediye kabul etmezdi. Bir kimsenin kendisini övmesine veya kötülemesine aldırış etmez, kendisini kötüleyenlere karşı sükut ederdi. Keramet gösterilmesini tasvib etmezdi. Pekçok kerametleri görülmüştür. Onun kerametleri ve menkibeleri talebelerinden Alvan-el-Hamevi’nin yazdığı Mücli’l-Hüzn ani’l-Mahzun fi Menakıbı’ş-Şeyh Ali bin Meymun adlı menakıbnamede toplanmıştır. Onun talebelerinden Muhammed bin Arrak, Arrakıyye, Alvan el-Hamevi de Alvaniyye yollarını kurmuşlardır.

Ali bin Meymun el-Mağribi’nin hikmetli sözlerinden bazıları:

“Halinin onda dokuzu susmak, biri de konuşmak olsun.”

“Kendisine kurtuluşa ermiş bir kimsenin nazarı (bakışı) erişip de iflah olmayan (kurtulamayan) kimseye şaşarım.”

“Ev ancak, içinde olana fayda verir.”

Eserleri:

1) Beyanü Gurbeti’l-İslam: Doğu ve batı İslam dünyaları arasındaki dini, sosyal, kültürel farklılıklar anlatılmıştır. Eser, Ali bin Meymun’un bazı risaleleriyle birlikte Suriye’de Zahiriyye Kütüphanesinde ve Kahire’de Darü’l-Kutubi’l-Mısrıyye’de bulunmaktadır.  2) Tenzihü’s-Sıddik an Vasfi’z- Zındık: Muhyiddin ibni Arabi hazretlerinin üstünlüklerini anlatan ve onun sözlerini açıklayan bu eser, on kadar risaleyle birlikte Fas’ta Hizanetü’r- Rabat’ta bulunmaktadır. 3) Beyan-ül-Ahkam fi’s-Seccadeti vel-Hırkati ve’l- A’lam, 4) Ta’zimü’ş-Şeair min-el-Cevami vel-Mesacid vel-Menasir, 5) Tenbihü’l-Gabi fi Tenzihi İbni’l-Arabi, 6) Risaletü’l-İhvan min Ehli’l- Fıkh ve Hameleti’l-Kur’an, 7) Er-Risaletü’l-Meymuniyye fi Tevhidi’l- Cürumiyye, 8) Sefinet-ün-Necat, 9) Şerhü Erbe’in en-Neveviyye, 10) Mevahibü’r-Rahman fi Keşfi Avrati’ş-Şeytan, 11) Mebadiü’s-Salikin ila Makamati’l-Arifin. Bu son iki eser, Süleymaniye Kütüphanesinde mevcuddur.

ALİ EKREM BOLAYIR

Osmanlı Devletinin son zamanlarında yetişen devlet adamı ve şair. İstanbul’da 1867 senesinde doğdu. Babası Namık Kemal’dir. Dört yaşında iken Hobyar Mahalle Mektebine başladı. İlk tahsilini tamamladıktan sonra bir sene kadar Fatih Askeri Rüşdiyesine devam etti. Özel derslerle idadi tahsilini tamamlayan Ali Ekrem, babası Rodos Mutasarrıfıyken Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendi. Oğlunu asker yapmak isteyen Namık Kemal, bir dilekçe ile Sultan İkinci Abdülhamid Hana müracaat etti ise de, dedesi buna mani olarak padişahtan Şura-yı Devlete veya Hariciye Nezaretine tayinini rica etti. Sultan bu iki teklifi kale almayıp, Ali Ekrem’i Mabeyn’e aldı.

Ali Ekrem, Mabeyndeki görevine başladığında 20 yaşındaydı. On sekiz sene bu vazifede çalıştı. 1906’da Kudüs Mutasarrıflığına, Meşrutiyetin ilanından sonra da Beyrut valiliğine tayin edildi. Bu vazifede üç gün bulunduktan sonra istifa etti. 1908 Eylülünde Cezayir-i Bahr-i Sefid (Akdeniz Adaları) valisi oldu. Bir sene sonra görevden alınınca İstanbul’a döndü. 1910’da Darülfünunda Edebiyat Müderrisi oldu. 1912’de tekrar Akdeniz Adaları valiliğine tayin edildi. Balkan Savaşları sırasında Yunanlılara esir düştü ise de esareti kısa sürdü ve İstanbul’a döndü. Tekrar Darülfünun’a müderris oldu. 1919'da edebiyat dersi, Maarif Nazırı tarafından kaldırılınca, Galatasaray Lisesi Edebiyat Öğretmenliğine tayin edildi. Ancak bu vazifeyi kabul etmedi. Said Bey Maarif Nazırı olunca Galatasaray Lisesi Edebiyat Öğretmenliğini kabul etti. 1922’de Yahya Kemal’e vekaleten üçüncü defa Darülfünun'a tayin edildi. Birkaç ay sonra asil olarak ders vermeye başlayan Ali Ekrem, buranın üniversiteye çevrildiği tarihten 1933’e kadar bu vazifede kaldı. Diğer taraftan da Maltepe Askeri Lisesinde edebiyat dersleri veriyordu. Darülfünun'dan ayrıldıktan sonra bu vazifesine devam etti. Ali Ekrem 27 Ağustos 1937’de öldü ve Zincirlikuyu Asri Mezarlığına gömüldü.

Ali Ekrem, daha on yaşında iken şiirler söylemeye başlamıştı. Babası bazı mısralarını düzelterek ona yardımcı oldu. 17-18 yaşlarında iken düzgün manzumeler yazıyordu. İlk neşredilen eseri “Dağ” adlı mensuresidir. Önceleri İlham, sonra da Ayın Nadir takma isimlerini kullandı. Servet-i Fünun'da yazmaya başladıktan sonra asıl şahsiyetine kavuşan Ali Ekrem, bir süre sonra Tevfik Fikret’le aralarında ayrılık çıkınca Servet-i Fünun'u bırakarak Malumat’a geçti.

Ali Ekrem’in dili ihtişamlı olduğu için Türkçülük cereyanına katılmadı. Bazı manzumelerinde tekellüflü (ağır) bir dil kullanmış, tamlamalara bağlı kalmıştı. Dile hakim olan şair, 1908’den sonra hece vezni ile şiirler yazdı ise de bu vezni aruzdaki gibi başarıyla kullanamamıştır. Gerçekleri romantik bir tarzda ifade etmek onun bariz özelliklerindendir.

Ali Ekrem Bolayır’ın başlıca eserleri şunlardır: 1) Zilal-i İlham (1909): 1888-1908 seneleri arasında yazdığı şiirleri içine alan bir eserdir. 2) Kaside-i Askeriye (1908): Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi'ne nazire olarak yazılmış 41 beytlik bir kasidedir. 3) Ana Vatan (1921): Hece vezni ile yazılmış milli duyguyu işleyen şiirlerden meydana gelmiştir. 4) Şiir Demeti (1925): Küçük çocuklar için dini, milli ve eğitici mahiyette şiirlerin yer aldığı bir eserdir. 5) Ruh-ı Kemal (1908), 6) Kırmızı Fesler (1908), 7) Lisan-ı Osmani (1914), 8) Ordunun Defteri (1918), 9) Vicdan Alevleri, 10) Lisan-ı Nazm, 11) Lisan-ı Nesr, 12) Mesalik-i Edebiye, 13) Tair-i İlahi, 14) Barıa, 15) Engel, 16) Sükut, 17) Eğlenirken.

Şiirlerinden bir örnek

KÜÇÜK ALİM

Sakarya’nın suyu berrak

Aynasında Türk yüzü ak,

Durma, durma coşkun su ak;

Müjde götür Türk ilinden

Cennetteki Alime sen

 

Sakarya’nın suyu kara

Gece urmuş ak yollara

Zeyneb kimden kimi sora?

Ey Sakarya bana bildir,

Küçük Alim sende midir?

 

Köyde bir gün dedi bana:

Gitmek düştü nişanlına

Gelemezsem... benden yana

Sakın dökme gözyaşını,

Sulanamaz şehid kanı!

 

Sakarya’nın suyu kızıl,

Akar durur harıl harıl.

Sakarya pek yaman bu yıl:

Her dalgası bir kefendir,

Dudağından kan belirir!

 

Ey Sakarya, sularından

Küçük Alim zaman zaman

Bana gülüp diyor: Vatan!

Koca ırmak, gök aynası

Ne güzelsin kuruyası!

ALİ EMİRİ

Son devir münekkitlerinden. 1857’de Diyarbakır’da doğdu. Seyyid Mehmed Şerif Efendinin oğludur. İlk tahsilini Diyarbakır'da Sülukiyye Medresesinde yaptı. Amcası Fethullah Feyzi’den Farisi öğrendi. Mardin’e dayılarının yanına giderek bazı müderrislerden üç yıl ders aldı. Arabi ve Farisiyi öğrendi. 1875’te telgrafçı oldu. Beşinci Murad’ın padişah olması üzerine bir cülusiyye kaleme aldı. 1878’de Diyarbakır’a gelen Abidin Paşanın yanına Müsavvid olarak girdi. Abidin Paşa ile birlikte Harput, Sivas ve Selanik’e gitti. Daha sonra Kozan sancağı aşar müdürlüğü ile Adana aşar nezareti başkatipliği yaptı. Elazığ ve Erzurum defterdarlığında, Yanya, İşkodra maliye müfettişliklerinde, Halep defterdarlığı ile Yemen maliye müfettişliğinde bulundu. 1908’de İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra emekliye ayrılıp Milli Tetebbular Encümeni, Tasnif-i Vesaik-i Tarihiyye Encümeni başkanlığı ile Tarih-i Osmani Encümeni üyeliği yaptı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dairesi Tasnif Komisyonu başkanlığında iken “Ali Emiri Tasnifi”ni meydana getirdi. 23 Ocak 1924’te öldü. Kabri, Fatih Camii Haziresindedir.

Hayatı boyunca gittiği her yerde kıymetli kitapları topladı ve 16.000 cildi ihtiva eden kütüphanesini Fatih’te Feyzullah Efendi Medresesinde kendi adına kurduğu Millet Kütüphanesine bağışladı. Ölünceye kadar da bu kütüphanenin müdürlüğünü yaptı. Yaptığı diğer bir hizmeti de, Kaşgarlı Mahmud’un o zamana kadar ele geçmeyen Divanü Lügat-it-Türk adlı eserini bulması ve ilim alemine sunmasıdır.

Bazı telif eserleri: Levamiu’l Hamidiyye, Cevahir-ül-Müluk, Tezkire-i Şuara-yı Amid, Ezhar-ı Hakikat, Lütfi Paşa’nın Asafnamesi.

ALİ FEHMİ CABİÇ

Bosna-Hersek Müslümanlarının dini lideri ve edebiyatçı. 1853’te Mostar’da doğdu. Babası Mostar müftüsü Şakir Efendidir. Tahsilini doğduğu yerde tamamlayan Ali Fehmi, babasının vefatı üzerine Mostar müftülüğüne tayin edildi (1884). Bir taraftan vazifesine devam ederken, bir taraftan da talebe yetiştirdi.

Ali Fehmi, 1899’dan sonra siyasete atılarak Avusturya İmparatorluğundan muhtariyet elde etmek isteyen Bosna-Hersek Müslümanlarının lideri oldu. Bu yüzden bölgeyi işgal etmiş olan Avusturya makamları tarafından görevden alındı (1900). Çalışmalarına devam etmek için altı kişilik bir heyetle İstanbul’a geldi (1902). Bu durumu fırsat bilen Avusturya hükümeti, Ali Fehmi'nin memleketine dönmesine müsade etmedi. O da İstanbul’a yerleşti. İlmi ile kısa zamanda İstanbul’un meşhur alimlerinin takdir ve itibarını kazandı. Bir süre Meclis-i Maarif üyeliği yaptı. O zamana kadar İstanbul’da okutulmamış olan Müberred’in El-Kamil'ini okutmaya başladı. 1906’da Darülfünun Arab Dili ve Edebiyatı müderrisliğine tayin edilen Ali Fehmi, Osmanlı Meclis-i Meb’usanındaki Arab ülkeleri mebuslarına hitaben Bosna ve Hersek’in durumunu anlatan bir broşür neşretti. Broşürdeki görüşleri Babıali’nin o günkü siyasetine ters düştüğünden Darülfünun'daki görevinden alındı (1908). 12 Ağustos 1918’de vefat etti. Edirnekapı Mezarlığına defnedildi.

Ali Fehmi Cabiç, Arab dili ve edebiyatı alanında çeşitli eserler yazmıştır. Bilinen eserleri şunlardır: 1) Hüsn-üs-Sahabe fi Şerhi Eşar-is-Sahabe: Eshab-ı kiramın şiirlerinin şerh edildiği bir eserdir. Açıklanan şiirin yanında ayrıca o sahabinin kısaca hayat hikayesi vardır. 2) Tilbet-üt-Talib fi Şerhi Lamiyyeti Ebi Talib: Arapça olan eser, Ebu Talib’in söylediği “Lamiyyeti Ebi Talib” adlı şiirin açıklamasıdır. Eser İstanbul’da Ruşen Matbaasında basılmıştır.

ALİ FEHMİ KARAMANLIOĞLU

Türk dili doçenti. 31 Mayıs 1932 tarihinde İstanbul'da doğdu. Süleymaniye Mimar Sinan İlkokulundan sonra İstanbul Erkek Lisesinde okudu ve 1949 yılında mezun oldu. 1954 yılında İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi ve aynı yıl Eski Türk Dili Kürsüsüne asistan oldu. 1959 yılında doktor ünvanını aldı. 1960-1962 yılları arasında Hamburg Üniversitesinde çalıştı. 1964-1966 yıllarında vatani vazifesini yapanAli Fehmi Karamanlıoğlu 1968 yılında doçent oldu.

Küçük yaştan itibaren böbrek rahatsızlığı geçiren Karamanlıoğlu'nun hastalığı 1967 yılında nüksetmiş, bundan sonraki hayatı tedavilerle geçmiş, buna rağmen yurt dışında çeşitli ilmi toplantılara katılmıştır. Bu hastalıktan 16 Ocak 1973 yılında vefat etmiş olup, Zincirlikuyu Mezarlığında medfundur.

Karamanlıoğlu, Nehc-ül-Feradis'in Dil Hususiyetleri Üzerinde Bir Çalışma (1954) adlı mezuniyet tezinden başka, 1959 yılında Kıpçak Türkçesi Üzerine Bir Gramer Denemesi adlı doktora tezi vardır. Seyf-i Sarayi, Gülistan Tercümesi ise 1968 yılında hazırladığı doçentlik çalışmasıdır. Bu eseri 1978 ve 1989 yıllarında basılmıştır.

Türk Dili Nereden Geliyor Nereye Gidiyor adlı eserinde Türkçenin meselelerini ele alanKaramanlıoğlu'nun yayın hayatı bir hayli zengindir. Sıhhatinin müsait olmamasına ve ömrünün kısalığına rağmen eser ve makalelerinin sayısı seksenin üzerindedir.

ALİ FUAD BAŞGİL

Cumhuriyet devri Türk hukukçusu, profesör. Samsun’un Çarşamba kazasında 1893 senesinde doğdu. Tahsilinin bir kısmını burada ve İstanbul’da yaptı. 1914’te Birinci Dünya Harbine katılarak dört yıl Kafkas cephesinde savaştı. Savaştan sonra 1920 senesinde Fransa’ya giderek Gronoble Üniversitesi Hukuk Fakültesinde lisansını tamamladı. Bundan sonra Paris’te bir taraftan doktorasını bitirmeye çalışırken, diğer yandan Sarbon Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Koluna devam etti ve 1929 senesinde mezun oldu. Bu arada Paris Siyasi ilimler Okulunu da bitirdi. Daha sonra Lahey Devletler Hukuku Akademisi Kurslarını tamamladı. Boğazlar Meselesine dair teziyle 1928’de hukuk doktoru oldu.

Bu parlak ve muvaffakiyetli tahsil hayatından sonra 1929 senesinde yurda döndü. Önce Maarif Vekaleti Yüksek Tedrisat Umum Müdür Muavinliğine, sonra Ankara Hukuk Fakültesi Esas Teşkilat Hukuku (Anayasa) profesörlüğüne getirildi. 1933 ders yılı sonunda, Darülfünunun ilgası ile, yeni üniversite kurulması sırasında Yüksek İktisad ve Ticaret Mektebi Müdürlüğüne getirildi. Bunun yanında İş Hukuku profesörlüğünü yaptı. 1937’de Cenevre’de Hatay’ın bağımsızlığı için yapılan toplantıda Türk hey’etinin danışmanlığını yaptı. 1947 senesinde, Siyasal Bilgiler Mektebi Müdürlüğüne ve Esas Teşkilat Hukuku profesörlüğüne tayin edildi. Berlin’de yapılan Devlet ve İdare İlimleri Akademisi Kongresine, Alman Hükumetinin davetlisi olarak gitti. Bundan başka Beynelmilel İdari İlimler Enstitüsünün ilmi komitesi azası sıfatıyla Enstitünün Nis, Madrid, İstanbul ve Lizbon kongrelerine iştirak etti.

Ayrıca Ali Fuad Başgil, 1952’de Pakistan Karaçi’de, 1959’da Ürdün Kudüs’te toplanan Umumi İslam Kongrelerinden başka 1959’da Viesbaden Hukuk Kongresinde Türkiye’yi temsil etti.

1960 ihtilalinden sonra siyasete atıldıysa da bunun mizacına uymadığını görerek vazgeçti. 17 Nisan 1967’de öldü.

Eserleri:

1) Hukukun Ana Mes’ele ve Müesseseleri. 2) Esas Teşkilat Hukuku Dersleri (I, II, III), 3) Din ve Laiklik, 4) “La question des Détrois” (Ses origines, son évolution sasolution à la conférence de Lausanne), 5) “La Vie Juridique des Peuples” (Türkiye Anayasası ve Siyasi Rejimi : Türkçe - Fransızca) 6) Türkiye Siyasi Rejimi ve Anayasa Prensipleri, 7) İlmin Işığında Günün Mes’eleleri, 8) Demokrasi Yolunda, 9) 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, 10) Gençlerle Başbaşa, 11) Türkçe Mes’elesi, 12) Hürriyet ve Demokrasi, 13) Cihan Sulhu ve İnsan Hakları, 14) Vatandaş Hakları ve Bunun Te’minatı. 15) Seçim Sistemimizin Kıymeti ve Eksiklikleri, 16) Vatandaş Hak ve Hürriyetleri ve Anayasamızın Eksikleri.

ALİ FUAD CEBESOY

Türk asker ve siyaset adamı. 1882’de İstanbul’da doğdu. Ferik İsmail Fazıl Paşanın oğlu, 93 Harbi komutanlarından Müşir Mehmed Ali Paşanın torunudur. 1902’de Harp Okulunu, 1905’te Harp Akademisini bitirdi. 1907’de kolağası (önyüzbaşı) oldu. Rumeli’de, meşrutiyeti yeniden kurmak için ordu içinde yapılan gizli çalışmalara katıldı. 1909-1911 yılları arasında Roma’da askeri ateşe olarak bulundu. Balkan Savaşları sırasında Yanya Savunmasında gösterdiği üstün gayret sonucu kaymakamlığa (yarbay) yükseltildi. Birinci Dünya Savaşında önce miralay (1915), Sina cephesinde İngilizlerin Tellü’ş-Şeria saldırısına karşı gösterdiği başarılı savunmayla da mirliva (tuğgeneral) oldu. Kafkas ve Filistin cephelerinde savaştı.

Birinci Dünya Savaşının mağlubiyet ile neticelenmesi ve vatanın düşman işgaline uğramasından sonra Anadolu’nun kurtuluş hareketine katıldı. Anadolu’da ilerleyen Yunan kuvvetleri karşısında ilk çete birliklerini kurdurarak savunma cephelerinin ortaya çıkmasında büyük rol oynadı. Sivas Kongresi sonunda (9 Eylül 1919) Batı Anadolu Umum Kuva-i Milliye Komutanlığına getirildi. TBMM açılınca (23 Nisan 1920) Ankara’dan milletvekili seçildi. 24-25 Haziran 1920’de teşkil olunan Batı Cephesinin ilk komutanlığına getirildi. Ancak Yunanlılara karşı başlattığı bir taarruzun başarısızlıkla neticelenmesi üzerine bu görevden alınarak Moskova büyükelçiliğine getirildi. 16 Mart 1921’de TBMM hükumeti adına Moskova Antlaşmasını imzaladı. Ankara’ya döndükten sonra (2 Haziran 1922) TBMM ikinci başkanı seçildi. 1923’te ikinci defa Ankara milletvekili olarak meclise girdi. 23 Ekim 1923’te meclisten izinli sayılarak, Konya’da 2. Ordu Müfettişliğine tayin oldu.

Cumhuriyetin ilanı ile asker milletvekillerinden siyasi ve askeri görevlerinden birini seçmeleri istendiği zaman Ali Fuad Cebesoy, 30 Ekim 1924’te 2. Ordu Müfettişliğinden ayrılarak meclise döndü. 17 Kasım 1924’te Kazım Karabekir Paşa, Refet Bele, Adnan Adıvar ve Rauf Orbay beylerle birlikte Cumhuriyet döneminin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdu. 3 Haziran 1925’te partinin kapatılmasından sonra bir süre siyasetten uzak kaldı. 15 Haziran 1926’da Kemal Atatürk’e karşı girişilen İzmir Suikastıyla ilişkili olduğu iddiasıyla tutuklandı. İstiklal Mahkemesinde görülen muhakemesi sonucu beraat etti.

1933’te Konya’dan milletvekili seçilerek yeniden meclise girdi. 1950 yılına kadar Konya ve Eskişehir milletvekilliği ile bu arada bayındırlık (1939-1943) ve ulaştırma (1943-1946) bakanlıkları görevlerinde bulundu. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden bağımsız aday oldu. Önce Eskişehir, sonra da Demokrat Parti İstanbul milletvekili seçildi (1950-1960). 27 Mayıs ihtilalinden sonra siyasi hayattan çekildi. 10 Ocak 1968’de İstanbul’da vefat etti. Vasiyeti üzerine Geyve yakınında adını taşıyan kasabanın tren istasyonu yanındaki cami avlusuna gömüldü.

Başlıca eserleri: Birüssebi-Gazze Meydan Muharebesi ve 20. Kolordu, Milli Mücadele Hatıraları, Moskova Hatıraları, General Ali Fuad Cebesoy’un Siyasi Hatıraları, Sınıf Arkadaşım Atatürk.

ALİ FUAD TÜRKGELDİ

Tanzimat devri siyaset adamlarından ve tarihçi. 1867'de İstanbul’da doğdu ve 1935’te yine burada vefat etti.

Tanzimat devri Dahiliye müsteşarlarından Celal Beyin torunu ve Tercüme odası Mühimme müdürü Cemal Beyin oğludur. Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesi ile lisan mektebini bitirdi. 1895’te ise Hukuk Mektebinden mezun oldu. Hindli Hoca İskender Efendiden Farisi ve Farisi edebiyatını öğrendi. 1881’de mülazemetle Dahiliye mektubi kalemine girdi. Bu resmi vazifesi yanında tahsiline de devam etti. Pekçok komisyonlarda çalıştıktan sonra, çalıştığı kaleme müdür; 1901 senesinde Dahiliye Mektupçusu oldu. 1903 senesinden itibaren Dahiliye müsteşarlığına vekalet etti. Meşrutiyetin ilanında bu iki vazifeyi yapmaktaydı. 1908 senesinde Sadaret Mektupçusu, 1909’da Dahiliye müsteşarı oldu. Bu vazifedeyken Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, sonra Hüseyin Hilmi Paşanın Meclis-i vükela’da teklifi ve Sultan Reşad’a tavsiyesiyle 1912’de Mabeyn baş kitabetine tayin edilmiştir. Sultan Reşad’ın vefatına kadar ve Vahdeddin Hanın tahta geçmesinden sonra da bu vazifede kaldı. Sonra da Damad Ferid Paşanın ikinci sadaretinde Kuvay-ı milliyeyi asi ilan eden Hatt-ı hümayuna itirazı üzerine sadrazamla araları tamamen açılarak Şura-yı devlet, Maliye ve Nafia Dairesi riyasetine nakil suretiyle 1920’de saraydan çıkarıldı. Tevfik Paşanın son defa sadarete gelmesini müteakib aynı sene içinde sadaret müsteşarlığına tayin olunarak İstanbul hükumetinin ilgasına kadar bu vazifede kaldı.

Ali Fuad’ın tarihle ilgili bazı eserleri vardır. Bunlar; Rical-i Mühimme-i Siyasiye, Ma’ruf Simalar, Mesail-i Mühimme-i Siyasiyye, Evdar-ı Islahat, Tarihi Fırkalar, Afaki Fırkalar ve Görüp İşittiklerim isimli hatıratıdır.

ALİ HAYDAR EFENDİ

Son devir Osmanlı hukuk alimi. Gürcüzade Mehmed Emin Efendinin oğludur. 1853 senesinde Batum’da doğdu. 1935 senesinde İstanbul’da vefat etti.

İlk tahsilini doğum yeri olan Batum’da gördükten sonra İstanbul’a geldi. Hünkar imamı Hafız Reşid Efendiden okudu. Medreset-ül-kudatı (Hukuk Fakültesini) birincilikle bitirdi. Yirmi yedi yaşında Burdur kadılığına tayin edildi. Daha sonra Uşak ve Denizli kadılıkları yaptı. 1883’te İstinaf Mahkemesi azalığına, sonra Mekteb-i Hukuk-i Mecelle ve Usul-i Muhakemat-ı Hukukiyyenin ameliyat-ı tatbikiyyesi dersini okuttu. İstanbul-Bidayet Mahkemesi İkinci Hukuk Dairesi başkanlığına tayin edildi. Zamanla Bidayet Mahkemesi birinci reisliğine terfi ettirildi. Ehliyetinden dolayı 1898 tarihinde İstinaf Mahkemesi hukuk kısmı reisi, 1900’de Temyiz Mahkemesi azası, 1907’de Temyiz-i Hukuk Dairesi reisi oldu. 1911 tarihinde padişahın emri ile uzun müddet yaptığı ilmi çalışmalarının karşılığı olarak birinci rütbeden maarif nişanı aldı. 1914 tarihinde Fetvahane-i ali eminliğinde bulundu. Gayretli çalışmaları neticesinde padişahın emri ile haiz olduğu Osmanlı nişanı üçüncü rütbeden birinci rütbeye yükseltildi. Kazaskerlik payesi ile ömrünün sonuna kadar adliye nazırlığında bulundu. Soyadı kanunundan sonra Arsebuk soyadını aldı. 1837’de doğup 1903’te vefat eden Büyük ve bu evliliklerinden dört erkek, üç kız çocuğu olmuştur. Oğullarının ikisi kendisi gibi hukuk mesleğini seçmişlerdir.

Eserleri:

Ali Haydar Efendinin en meşhur eseri, dört büyük cilt halinde birkaç kere basılmış ve Arapçaya da çevrilmiş olan Dürer-ül-Hükkam fi Şerh-i Mecellet-ül-Ahkam adlı Mecelle şerhidir. Erazi Kanunu Şerhi ve Evkafta Muvadaa, Risale-i Mefkud ve İntikal Kanunu Şerhi gibi eserleri de vardır.

ALİ HAYDAR EFENDİ (Büyük Nasuhizade)

Osmanlı hukuk alimi. Rumeli eşrafından seraskerlik dairesi katiplerinden Pirlepeli Mehmed Numan Efendinin oğludur. 1837 senesinde İstanbul’da doğdu. 1903’te İstanbul’da vefat etti. Mecelle şarihi Ali Haydar Efendiden ayırdedebilmek için bu zata “Büyük” lakabı verilmiştir.

Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Ali Haydar Efendi, Fatih Camiinde Şeyh Mustafa Efendiden fıkıh ve tefsir okudu. Bir taraftan da Rüşdiye tahsili gördü. Tikveşli Yusuf Efendinin cami derslerine devam ederek icazetname (diploma) aldı. Rüşdiye’den sonra, kadı yetiştirilmek için kurulan Muallimhane-i Nüvvab’ı birincilikle bitirdi. Ayrıca Arab ve Fars edebiyatı ile astronomi ve biyoloji okudu. Aynı mektepte fıkıh ve feraiz müderrisliği yaptı. Sırasıyla, Bosna müfettişi hükkamlığı, Bosna, Tuna, İzmir kadılıkları, Tuna ve İzmir Divan-ı Temyiz başkanlığı, Meclis-i tedkikat-ı Şer’iyye ve Şuray-ı Devlet Tanzimat Daire üyeliği vazifelerinde bulundu. 1884 senesinde Hukuk Mektebi Mecelle profesörlüğü yaptı. 1885’te kurulan Meclis-i Kebir-i Maarif başkanlığına tayin edildi. 1900’de Hukuk mektebindeki Mecelle dersini, Mecelle şarihi olan Ali Haydar Efendiye bırakarak, bu mektebin Usul-i fıkıh muallimliği ve Şarki Rumeli İslam cemaati nazırlığı yaptı. 28 Kasım 1903’te Koska’daki evinde vefat etti. Üsküdar’da büyük dedeleri Nasuhi Efendi Kabristanına defnedildi.

Aldığı işi mükemmel yerine getiren, tevazu ve nezaket sahibi olan Ali Haydar Efendi, fesahat ve belagatta üstün idi. Türk, Arap, İran edebiyatına vakıf olup, gazelleri vardır.

Eserleri:

1) Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ile Bosna-Hersek ve Karadağ’da bulunan Müslümanların mezheb durumlarına dair meşihat makamının emri üzerine yazdığı Risale; 2) Şarki Rumeli ile Bulgaristan’da bulunan İslam cemaatinin vakfiye işleriyle, müftileri ve cemaat meclisleri hakkında talimname; 3) Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye şerhi, 4) Hukuk Mektebinde okuttuğu Usul-i Fıkh.