ALAY KÖŞKÜ

Osmanlı Sultanlarının Babıali önünden geçerek alayları seyretmeleri için yapılan köşk. Buradan padişahın geçmekte olan asker ile İstanbul halkını seyrettiği gibi, onların da padişahı selamlama fırsatı bulmalarından dolayı bu köşke “Selam Köşkü” de denilmektedir.

Topkapı Sarayını çeviren surun Soğuk Çeşme kapısı (Bugün Gülhane Parkının Divanyolu üzerindeki giriş kapısı) tarafında bulunan ve Bab-ı Ali denilen kapının karşısındaki köşe kulesi üzerine inşa edilmiştir.

Daha önce Sultan İkinci Murad Han zamanında aynı yerde yaptırılan köşkün yerine yaptırıldığı sanılmaktadır. Bugünkü yapı, pencere kemerlerinde Hattat Keçecizade İzzet Molla tarafından yazılan manzum kitabeden anlaşıldığına ve ebced hesabına göre; köşkün 1819-1820 yıllarında inşa edildiği ortaya çıkmaktadır.

Dolmabahçe Sarayının yapımından sonra, padişahın burada ikamet etmeye başlamasıyla Alay Köşkü de Dolmabahçe Sarayında yol kenarında bulunan Pembe Köşk’e yerini devretmiştir. Alay köşkü de, yakınlarında yaptırılan Telgrafhanenin emrine verilmiştir. Daha sonra ise, telgrafhanenin buradan taşınmasıyla uzun müddet boş kalmıştır. Cumhuriyetten sonra da zaman zaman değişik maksatlarla kullanılmış olup, 1960 yılında yapılan tamirat neticesinde bazı bölümleri kaldırılmıştır. Alay Köşküne son olarak da Topkapı Sarayına ait bir kolleksiyon konulmuştur.

Ampir üslubunda yapılmış köşkün, üzeri kabartma süslü yedi cephesi vardır. Ahşap olarak inşa edilen köşkün dış cephesi ise mermer kaplıdır. Köşkün üstü ise 12 dilimli bir külah ve onun altında bir kubbe ile örtülüdür. Bu örtü, geniş ve dışarı çıkıntılı saçaklarıyla, yapı ile birleşir.

Köşkün en üst kısmında sağda üç büyük ve bir küçük, solda iki yan oda vardır. Taht odasının sağında; biri surlara açılan iki oda bulunur. Ayrıca Taht odasının önünde Gülhane Parkına bir rampa ile ulaşılan genişçe bir sofa ile antre vardır. Taht salonu dışarı çıkıntılı taş konsollar üzerine oturmaktadır. İkinci katta ise iki oda vardır. En alt kat ise bodrumdur. Burasının Gülhane Parkına bakan on dört penceresi ile iki kanatlı iki kapısı vardır.

Köşkün pencere kemerlerini, Hattat İzzet Molla’nın yazıları süslemektedir. Pencereleri ise demir parmaklıklarla süslüdür. Yapının üstünü örten külahın altında bulunan kubbenin içi ve sofanın tavanı kalem işi süslemelerle tezyin edilmiştir.

ALBATROS (Diomedea exulans)

Alm. Albatros (m), Fr. Abatros hurleur (m), İng.Wandering albatros. Familyası: Fırtınakuşugiller (Procellariidae). Yaşadığ yerler: Atlantik Okyanusunda. Özellikleri: Uzun kanatlı, beyazımtrak bir kuş. Suda uyur ve avlanır. Çeşitleri: On üç türü bilinmektedir. Büyük gezginci albatros, dalgalı albatros, kara ayaklı albatros meşhurlarıdır.

Güney ve Atlantik denizlerinde yaşayan iri gövdeli dar uzun kanatlı göçmen kuşların birkaç türünün genel adı. Ucu kıvrık çengelli keskin gagalarının üzeri sert kemiksi levhalarla örtülüdür. Gaganın üst tarafında dışarı açılan borumsu burun delikleri bu takımın karakteristik özelliklerindendir. Büyük gezginci albatros (Diomedea exulans), dünya deniz kuşlarının en irisidir. Beyaz vücudu 1 metreden uzun, 10 kilogramdan ağırdır. İki kanat ucunun arası 3,5-4 metredir.

Kanatları hariç albatrosların vücutları beyazdır. Pek az gri ve kahverengi olanları vardır. Hayatlarının çoğunu açık denizlerde saatlerce avlanmakla geçirirler. Uzun müddet kanat çırpmadan süzülerek uçabilirler. Kısa ayakları perdelidir. Mürekkep balığı ve küçük balıkları avladıkları gibi leşleri de yediklerinden bu kuşa yersiz olarak “Deniz leş kartalı” adı da verilmiştir. Albatroslar açık deniz kuşları olup suda uyur ve beslenirler. Ancak yumurtlamak ve kuluçkaya yatmak için karaya çıkarlar. Eşler birbirlerine son derece saygılı ve centilmendir. Saatlerce birbirlerine sevgi gösterilerinde bulunurlar. Dişi albatros senede bir tek beyaz yumurta yumurtlar. Eşler nöbetleşerek kuluçkaya yatarlar. Eşlerden birisi denizde iken diğeri yumurtanın üzerinde bir hafta kadar oturabilir. 80 günlük kuluçka devresinden sonra çıkan yavruyu 8-9 ay sindirilmiş besinleri gagasına kusarak itina ile beslerler. Korku ve tehlike anlarında midelerindeki küf kokulu sarı yağı, ağız ve burunlarından püskürtürler. Bu sıvıyı savunma aracı olarak kullandıkları gibi, tüylerini yağlamada da kullanırlar. Koku alma duyuları kuvvetlidir. Etleri yenmez. Dalgalı Albatros (Diomedea irrorata), Galapagos takım adalarında açık araziler üzerine koloniler halinde kuluçkaya yatar. Büyük albatroslar ancak 9-10 yaşında erginleşerek üremeye başlarlar.

Bazı kuş sistematikçileri, albatrosları, Fırtınakuşugiller familyasından ayırarak Albatrosgiller (Diomedeidae)  ailesinde incelerler.

ALBAY

(Bkz. Rütbe)

ALBERTİ, Leon Battista

İtalya’da mimari sahada Rönesans hareketlerinin öncülüğünü yapan mimar ve heykelci. Floransa’nın varlıklı tüccar-bankacı bir ailesine mensub olan Alberti Leon Battista, ailesinin Floransa dışına sürgün edildiği sırada 1404 senesinde Cenova’da doğdu. Matematik öğrenimini babasından gördü. Padova’da hukuk ve fen bilimleri öğrenimi yaptıktan sonra 1428’de kilise hukuku üzerine doktorasını yaptı.

Hukukçuluk mesleğini sevmediği için 1432’de hümanistleri destekleyen Roma Papalık Başmahkemesinde sekreter oldu. Kilisenin ileri gelenlerinden biri, Alberti’ye aziz ve şehitlerin hayat hikayelerini öncelikli Latinceyle yeniden yazma vazifesini verdi. Bundan sonra Alberti’nin geçimini kilise sağladı. Rahipliğe getirilerek papalıktan aldığı sekreterlik maaşının yanısıra Floransa piskoposluğuna ait Gangalandi Manastırından da papazlık maaşı almaya başladı. İlgisini ve mesaisini tamamen dünyevi konulara yönelterek gösterişli bir hümanist ve teknik yazılar dizisi ortaya çıkardı. Ailesinin sürgün kararı yürürlükten kalkan Alberti, Dördüncü Eugenus’un papalık maiyetiyle birlikte Floransa, Bologna ve Ferrara’ya gitti.

Floransa’da heykelci Danetello ve Mimar Brunellechi ile kurduğu yakın ilişki neticesinde resimde perspektifi sistemleştirdi. 1436 senesinde Resim Üzerine adlı kitabında ilk defa üç boyutlu bir görüntünün, iki boyutlu bir levhaya veya duvar yüzeyine resmedilmesine dair kuralları açıkladı. İtalyan resim ve kabartma sanatını doğrudan ve derinden etkileyen kitap, perspektife dayalı Rönesans üslubunun ferah ve geometrik düzenli kusursuz mekanının ortaya çıkmasına sebeb oldu. Daha sonraları ressam Piero Della Francesca ve Leonardo gibi kimseler onun çalışmasını iyice geliştirdiler. İzdüşümsel perspektifte Alberti’nin İlkeleri temel taşı olarak kaldı.

Kristof Colombo’ya ilk yolculuğunda yol gösteren haritayı sağlayan Kozmograf Paolo Toscanelli ile kurduğu dostluk da Alberti’nin coğrafya ve astronomi alanında çalışmasını sağladı. Alberti’nin bu bilim dalına yaptığı katkı kendi türünde ilk eser olan bir incelemesidir. Bu incelemede Roma örnek alınarak bir toprak parçasının ölçülerek haritasının çıkarılmasına dair kuralları belirledi. Yerleşim merkezlerinin ve kırsal alanların planlarının çiziminde temel teşkil eden bu kurallar Alberti’nin Rönesans hareketlerindeki etkisini gösterir.

Alberti, Roma’ya döndükten sonra V. Nicolaus’un mimarlık danışmanı oldu. Mimarlık Üzerine adlı eserini yazdı. Hayatının son yirmi yılında mimari düşüncelerini birçok önemli yapıda uyguladı. Floransa’da Sta. Maria Novella Kilisesi ve Rucellai Sarayının cephelerinde bu tesir görülür. 1450-1460 seneleri arasında yoğun biçimde mimarlıkla uğraştı. Rönesans İtalyası’nın değişik kent ve saraylarını gezdi.

Anıt plan ve maketleri de yapan Alberti, Rimini’de cephesi zafer takı biçiminde işlenen Malatesta Tapınağı (S. Francesco Kilisesi), Mantova’da S. Sebastiano ve S. Andrea kiliselerinde de mimari üslubunu ortaya koydu.

Edebiyatla ilgili eserleri arasında, komediler, diyaloglar ve Aile Üzerine adlı bir inceleme kitabı da yer alır. Bu kitap Rönesansın ahlak ve siyaset anlayışı üzerine yazılmış önde gelen eserlerdendir.

Alberti Leon Bottista, 1472 senesinde Roma’da öldü.

ALBİNİZM

Alm.Albinismus (m), Fr. Albinisme (n.m.), İng. Albinism. Deride, saçlarda ve gözlerde buraların normal rengini veren boya maddesinin irsi olarak yokluğu. 20.000'de bir insanda görülür.

Genel albinizmde deride pigment (boya maddesi melanin) yoktur. Saçlar kar beyazdır. Gözün irisi pembe, tam ortadaki papilla kırmızıdır. Astigmatizma ve ışıktan korkma bunlarda çok olur. Zeka ve fiziki bakımdan gerilik bu hastalığa eşlik edebilir.

Sebep: Derinin boya hücreleri olan melanositlerin melanin boyasını üretememeleridir. Bunun da tirozinaz enziminin irsi yokluğundan kaynaklandığına inanılmaktadır.

Tedavisi: Boya hücrelerinden, tirozinaz enziminin üretilmesi için bir yol bulunmadıkça tedavi edilmesi mümkün olamayacaktır. Bu arada güneş ışığından kaçınmak ve göz hastalıkları için doktor kontrolünde olmak bir çok zorluğu ortadan kaldıracaktır.

Albinizmle alakalı, iki cilt hastalığı daha vardır. Bunlar kısmi albinizm ve vitiligodur. Kısmi albinizmde beyaz odaklar olur. Vitiligoda, vücudun çeşitli bölgelerinde renk yoktur. Nüfusun yüzde biri ile üçünü etkiler. Bu beyaz alanlar değişik büyüklükte olup, koyu boyalı kenarları vardır. Tekrar çok nadiren renklenebilir.

ALBÜMİN

Alm. Albumin (m.), Fr. Albumine (f.), İng. Albumin. Basit proteinlerin bir sınıfı. Hayvan ve bitki dokularında bol miktarda bulunur. Tabiatta, bir protein çeşidi olan globulinlerle birlikte bulunan albumin, proteinlerin çoğunluğunu teşkil eder. Proteinler içinde en iyi bilineni olup kolayca elde edilir. Isıtıldığında pıhtılaşmasından ve seyreltik tuzlu suda çözünmesinden albümin olduğu anlaşılır. Moleküllerinde,diaminoasitler ve dikarboksilli asitler bulunur. Bunlar birbirleriyle dengelidir. Organik madde olması sebebi ile karbon, hidrojen, oksijen ve azot ihtiva eder. Ayrıca % 1,6 ile 2,2 oranında kükürt bulundurur. Albümin zayıf kalevi (bazik) özellik gösterir. Suda, seyreltik tuzlu suda, seyreltik asit ve baz çözeltilerinde çözünür. Organik çözücülerde çözünmezler. Albüminin en meşhurları; yumurta akında bulunan ovalbumin, sütte bulunan laktalbumin, kanda bulunan serumalbumin, kaslarda bulunan miyalijin (miyojen) ve pankreasta bulunan insülindir.

Hayvan kanındaki albümin, fiziksel ve kimyasal özellikleri yönünden bütünüyle insan albüminine benzer.

ALBÜMİNÜRİ

Alm. Albuminurie (f.), Fr. Albuminurie (f.), İng. Albuminuria. İdrarda albümin bulunması. İdrarın bulanık, zaman zaman kanlı olması ve sancı ile çıkması; böbreklerde iltihabın olduğunu gösterir. Hastanın ayakları şişer, şiş yerlere parmakla basıldığında iz kalır. Bu iz hemen kaybolmaz. Albüminüri şüphesi bulunan hastanın idrarı cam hunideki pamuktan süzülür. Deney tüpünün yarısına kadar süzülmüş idrar konur. Üzerine, beşte biri kadar, koyu tuzlu su konur. Çalkalayıp, yukarı kısmı ısıtılır.

Tüpteki ısıtılan karışım bulanmazsa bir şey yok demektir. Bir kaç damla asit konup tekrar ısıtıldığında yine bulanmadığı görülür.

Isıtıldığında bulanırsa, bir damla asetik asid (sirke ruhu) konur. Bulanıklık tekrar erirse, yirmide bir sulu nitrat asidi (HNO3) damlatılıp ısıtılır. Tekrar bulanırsa, aseto-solübl albümin var demektir. Bulanmazsa, önceki bulanıklığın fosfat olduğu anlaşılır.

Asetik asit damlatılınca, bulanıklık erimezse, albümin var demektir.

Sağlam insan idrarında da, yorgunluk ve başka sebeplerle albümin bulunabilir. Albümin bulunan kimsenin böbreklerini kontrol etmek lazımdır. Bunun için idrarda silendir ve kan serumunda üre aranır.

Ateşli hasta yalnız süt ile idrar söken sıvılar içmelidir. Tuz ve fazla su hastaya verilmez. Zira bunlar böbrekleri yorar. Hastanın ayağındaki şişler inmeden, ateşi düşmeden yemek verilmez. Bunlar kalmayınca önce günde bir litre süt verilir. Sonra muhallebi ve tuzsuz ekmeğe başlanır. Daha sonra patates haşlaması ve sütlaç verilir.

ALÇI

Alm. Gips, (m), Fr. Platre, İng. Plaster of Paris. Kalsiyum sülfat hemihidrat (CaSO4.1/2 H2O) bileşiği olan ve ıslatılıp kurutulduğunda sertleşerek çabucak donan, beyaz renkli ince toz. Alçı, alçı taşı denilen kalsiyum sülfat dihidratın (CaSO4 . 2H2O) öğütülüp 190 °C de suyunun % 75'i çıkıncaya kadar ısıtılmasıyla elde edilir. Toz halinde olan alçı su ile pasta haline getirildiğinde bir kaç dakika içinde sertleşir. Karışım yaklaşık 100 kg alçı 19 kg sudan meydana gelimelidir. Suyun fazlası gözenekli, azı da kırılgan bir yapı meydana getirir. Alçıya donmayı gecikritici madde eklendiğinde kaba veya ince sıva adını alır. Alçıya, alçı taşından sıva ve çimento yapmak üzere ilk defa Paris yakınlarında kullanılmış olmasından dolayı Paris sıvası adı da verilir.

Alçı 18. yüzyılda pişmiş  toprak kapların yapımında kalıp olarak kullanılıyordu. Günümüzde ise tavan süsleme işlerinde ve tıpda kırık ve çıkıkların tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır.

Alçı harcı: Alçı, tebeşir tozu ve beyazlatıcı maddenin tutkalla karıştırılmasıyla elde edilen beyaz, akışkan bir kaplama malzemesi. Oymalı mobilyaların ahşap ve taş yüzeylerin boyanmaya hazır hale getirilmesinde kullanılır.

Alçı işi: Mimarlıkta yapının dışında veya içinde uygulanan ince alçı işçiliği. Alçı işinde kullanılan malzemenin bileşiminde genellikle alçı taşı, kireç ve ince kum bulunmaktadır. Bunların miktarları uygulanan metoda göre değişmektedir. Bunlar süsleme işlerinde ve boyanabilir düzgün yüzeyler eldesinde kullanılmaktadır.

Alçı işinin en güzel örneklerini İspanya'da İslam eserlerinin iç ve dış süslemelerinde ve 19. yüzyılda İngiltere'de yapılan binaların dış süslemelerinde görmek mümkündür.

Alçı taşı: Jips olarak da bilinir, kalsiyum sülfat dihidrat (Ca SO4 . 2 H2O) yapısındadır. Kristalleri iyi gelişmiş 2 sertlikteki jips türüne selenit, lifli parlak türüne ise atlas taşı denir. Jips deniz tuzundan çökelmiş veya anhidritinin yüzey veya yeraltı sularınca hidratlaşması sonucunda oluşmuştur.

Jips ham olarak gübre, kağıt ve dokuma malzemelerinde dolgu maddesi portland çimentosu üretiminde geciktirici olarak kullanılır. Kavrularak alçı, mermer sıvası ve çimento gibi malzemelerin  yapımında kullanılır.

Jips üreticisi ülkeler ABD, Kanada, Fransa, İtalya, Sovyetler Birliği ve İngiltere'dir. Türkiye'nin pek çok bölgesinde jips yataklarına rastlanmaktadır. Başlıca jips yatakları Ankara'nın Şereflikoçhisar, Beypazarı, Ayaş ilçelerinde Niğde'nin Ulukışla, Balıkesir'in Susurluk, Eskişehir'in Sivrihisar, Denizli'nin Honaz ve Erzurum'un Aşkale ilçelerinde bulunmaktadır.

ALDEHİTLER

Alm. Aldehyd (m), Fr. Aldehyde (m), İng. Aldehyde. Yapılarında karbonil grubu bulunan organik bileşiklerden, karbonil grubuna bir hidrojenin bağlı olduğu bileşikler. Karbonil grubunun diğer ucuna alkil veya aril grubunun bağlanmasıyla alifatik ve aromatik aldehitler meydana gelir. Bunların en basit misalleri formaldehit (H-CH=0), asetaldehit (CH3-CH=O) ve benzaldehit (C6H5- CH=O)dir.

Aldehitler genel olarak yüksek sıcaklıklarda alkollerin dehidrojenasyonundan elde edilebilirler, aldehit adı da buradan gelmektedir. Ayrıca primer alkollerin yükseltgenmesi de aldehitleri verir. Birçok aromatik aldehit tabiatta bol miktarda bulunur (benzaldehit bademde, vanilin vanilyada, cinnamaldehit tarçında). Kendilerine has özel kokuları vardır.

Aldehitler yapılarındaki karbonil grubu sebebiyle birçok reaksiyona kolaylıkla iştirak edebilirler. Kolayca yükseltgenerek karboksilli asitleri, indirgenerek alkolleri verirler.

Formaldehit ve asetaldehit gibi aldehitler kolayca polimerleşir.

Bu basit aldehitler, birbirine bağlanarak on binlerce molekül ihtiva eden ve polimer adı verilen uzun makromolekül zincirleri oluşturur. En çok kullanılan plastik maddeler, bir aldehit (bilhassa formaldehit) ile başka türden moleküllerin polimerleşmesiyle elde edilmiştir. Mesela formaldehit ile fenolin polimerleşme ürünü bakalit, formaldehit ile ürenin polimerleşme ürünü ise formikadır.

Polimerlerin bileşeni, plastiklerin, boyaların, ilaçların, çözücülerin ve parfümlerin hammaddesi olan aldehitlerin çoğu sanayide büyük mikyasta üretilmektedir. Aldehitlerin çoğunun fizyolojik etkileri de vardır. Mesela aldehit grubu ihtiva eden fizyolojik bileşiklerden retinen, A1 vitamininin yükseltgenmesiyle teşekkül eder ve görme olayında önemli rol oynar. B6 vitamini grubundan olan pridoksal fosfat ise temel hayati olaylara katılan aldehitli bir koenzimdir. Formaldehit, proteince zengin maddelerin bozulmasını önlediği için gıda sanayiinde katkı maddesi olarak kullanılır. Glikoz gibi basit şekerlerin (aldozlar ya da aldoheksozlar) ve steroit yapısındaki tabii veya sun'i hormonların çoğunda bir aldehit grubu bulunur.

Formaldehitin % 40’lık sulu çözeltisine formalin adı verilir. Bir formaldehit polimeri olan paraformaldehit, antiseptik ve böcek öldürücü olarak kullanılmaktadır.

ALEM

Türk-İslam sanatında cami, medrese, türbe gibi kubbeli yapıların, minare külahlarının, sancakların üzerine yerleştirilen tepelikler. Ayrıca bayrak, sancak, alamet ve bir kavim veya topluluğun tanınmış ve şöhretli kişileri için kullanılan bir tabirdir.

Araplarda sancak manasınadır. Umumiyetle altında toplulukların birleştiği alamet ve sancaklara, bu hususta kullanılan timsali işaretlere denir. En eski zamanlardan beri ordu ve asker topluluklarının bir işareti olmak üzere alemler kullanılmıştır.

Türkler önceleri alem olarak at kuyruğundan tuğlar, boynuz, kurt sureti ve hilal şekillerini kullanmışlardır.

Osmanlılarda alem aynı zamanda silah olarak kullanılan bir nevi balta (teber)dır. Muhtelif şekilleri olur. Uçları dar yüzlü bir kama veya dört köşe bir süngü şeklinde mızrak gibi uzunca saplı bir silah olup, mızrak vazifesini de görür. Bunların bazılarının üzerinde altın kakmalı yazılar ve süslemelere rastlanır. Yeniçeri ordusunda “sancak alemi” olarak da kullanılırdı.

Osmanlılarda beyaz, kırmızı, yeşil ve sarı olmak üzere muhtelif renkte bayrak yapılmış ve kullanılmıştır. Sancak karşılığı olarak da alem tabirini kullanmışlar ve sancağı taşıyanlara da alemdar demişlerdir. İlk Osmanlı bayrağı, Selçuklu Sultanı Alaeddin tarafından Osman Gaziye gönderilen alemin beyaz renkte olmasından dolayı beyaz idi. Bu beyaz sancak, Osman ve Orhan Gazi zamanlarında kırmızı harb bayrağı kullanılmasına rağmen, Yavuz Sultan Selim devrine kadar muhafaza edilmiştir. Yeşil sancak ise, Fatih devrinde padişahın gemiye bindiği zaman geminin arkasına takılmak üzere kullanılırdı. Osmanlı bayraklarına hilal konması Orhan Gazi devrinde başlamıştır. Üç hilal ise, Fatih’in ilk sikkelerinde ve bundan sonraki yeşil sancaklarda kullanılmıştır. Ay yıldızın bayrağa konulması Sultan Üçüncü Selim zamanında olması kuvvetle muhtemeldir.

Bazı tekke bayraklarının alemlerinde o tekkenin mensub olduğu tarikat pirinin ismi yazılıdır. Bu yazılar umumiyetle bakır veya pirinçten kesme veya gümüş kakma usulüyle yazılmış ve yaldızlanmıştır. Alem tabiri daha ziyade dini, içtimai ve resmi mahiyetli olan işaretler için kullanılır.

Alem, aynı zamanda cami, türbe, medrese, çarşı, imaret ve bunlara benzer dini ve içtimai binaların kubbeleri tepesine ve minare külahlarıyla, minberler ve şadırvanlar gibi mimari kısımlarının ahşap çatıları üstüne bazan süs bazan da mimari bir eleman olarak konulan tepeliklerdir. Bunlar düşey bir eksene geçirilmiş boncuk gibi yuvarlak şekilde bir kaç parçadan ve onların tepesine takılmış ay veya iki uçları dışarıya doğru kıvrılmış bir boynuz ve bunlara benzer şekillerle son bulan elemanlardır.

Eski Türkler umumiyetle çadır ve binaların tepesine gerek süs olarak ve gerekse nazara karşı moncuk (veya boncuk) denen tepelikler koyarlardı. Öteden beri devam eden bu geleneğe diğer inşai ve bedii sebeplerin katılması, alemlerin bugüne kadar devam etmesine sebeb olmuştur. Türkler İslamiyetle şereflendikten sonra, moncuk tabiri yerine daha İslami buldukları alem sözünü almışlardır.

Alemler güzel görünmenin yanısıra mimari bir mecburiyetin neticesi olup, kurşun levhaların tepedeki birleşme noktasını örterler. Estetik açıdan da dikkati tepede toplayıp, sanki kubbe veya minare semaya yükseliyormuş gibi bir his verirler. Kubbe ve minarelerin alemleri binanın büyüklüğüne uygun bir şekilde yapılır. Alemi meydana getiren parçalar aşağıdan yukarıya doğru küp, alt bilezik, armut, boyun, üst bilezik ve ay gibi isimler alırlar. Alemlerin en çok dikkat çeken yeri ay kısmıdır. Bunların boynuz, hilal, nal, zombah, yaprak ve Mevlevi sarığı şeklinde olanları vardır.

Gerek sancak, gerek kubbe ve gerekse minare külahları tepelerine takılan alemler çeşitli zaman ve memleketlere göre çok çeşitli şekiller almıştır.

ALEM_

(Bkz. Dünya)

ALEMDAR MUSTAFA PAŞA

Osmanlı sadrazamlarından. Rusçuklu Hasan Ağa’nın oğlu olup, doğum tarihi bilinmemektedir. Yeniçeri ocağından yetişti. 1768-1774 Osmanlı-Rus harbinde bölüğünün bayrağını taşıdığından Alemdar veya Bayraktar ünvanı verildi. Rusçuk ayanı Tirsinikli İsmail Ağa’nın hizmetinde bulundu. Kendini kabul ettirerek hazinedarlığa yükseltildi.

Devlete karşı isyan eden Vidin voyvodası Pazvandoğlu Osman’ın kuvvetlerini yenince, şöhreti etrafa yayıldı. Bu zaferden dolayı rütbesi yükseltildi. Tirsinikli İsmail Ağa ölünce, Rusçuk ayanlığına getirildi (1806). Bu görevde iken Deliorman ayanı Yılıkoğlu Süleyman’ın ayaklanmasını bastırdı. Rusların Hotin’i alıp, İsmail Kalesini kuşattıkları sırada gönderdiği kuvvetlerle kaleyi muhasaradan kurtardı. Bükreş üzerine yürüyen Rus kuvvetlerini durdurdu. Bu başarıları sonunda vezirlik rütbesiyle, daimi Silistre Valiliği ve Tuna Seraskerliği Vazifesi verildi.

Alemdar Mustafa Paşa, düşmanlarla devamlı temasları neticesinde, devletin askeri ve idari yapısında ıslahatın gerekli olduğuna kesin inananlardandı. Üçüncü Selim Han, ıslahat hareketlerine başlıyacağı sırada Kabakçı isyanı ile yeniçeri zorbaları tarafından tahttan indirildi. Yerine Sultan Dördüncü Mustafa padişah oldu. Sultan Üçüncü Selim’i seven, ıslahat hareketlerinin yapılmasını arzu eden ve devletin çeşitli yerlerinde görevler yapmış olan Galib, Refik, Ramiz, Behiç ve Tahsin efendiler Alemdar’ın himayesi altına sığındılar. Tarihte “Rusçuk Yaranı” diye geçen bu altı kişi Üçüncü Selim’i yeniden tahta çıkarmak için çalışmalara başladılar. Alemdar Mustafa Paşa, 19 Temmuz 1808’de Kabakçı Mustafa’yı cezalandırmak için İstanbul’a geldi. Zorbalar ortadan kaldırılmaya, fesatçılar sürülmeye başlandı. Onun bu faaliyetlerinden memnun fakat nüfuzunun artmasından endileşelenen sadrazam Çelebi Mustafa Paşa, kendisinden geriye dönmesini isteyince, Alemdar 28 Temmuz günü on beş binden fazla askerle Babıali’yi bastı. Sadrazamın mührünü alarak, ordugahını gönderdi. Sultan Selim’i tahta çıkarmak için saraya gitti. Fakat orada gerekli tedbirler alınmadığı için, Sultan Üçüncü Selim zorbalarca şehit edildi.

Hizmetkarlarının yardımı ile kurtulan Şehzade Mahmud, Alemdar tarafından padişah ilan edildi. Sultan İkinci Mahmud, padişah olur olmaz, Alemdar’a sadaret mührünü verdi. Alemdar, ıslahata tarafdar olmayanları, isyancıları temizledi. İstanbul’un asayişi sağlandı. Bu sırada Rumeli ve Anadolu’da valiler başlarına buyruk olmuşlardı. Anadolu ve Rumeli’de vazifeli bütün ayanlar devlet işlerini görüşmek üzere İstanbul’a davet edildi. Görüşmeler neticesinde ayanlar ile devlet arasında kurulacak münasebetlerin şeklini ihtiva eden bir senet imzalandı. Bu senede “Sened-i ittifak” denildi (Bkz. Sened-i İttifak).

Alemdar Mustafa Paşa, daha sonra askeri ıslahata başladı. “Sekban-ı Cedid” ismiyle talimli bir askeri teşkilat kurdu. Selimiye Levend kışlaları tamir edilerek askerler buraya yerleştirildi. Bu durum yeniçerileri rahatsız etti. Ayrıca sanatla uğraşan askerleri talime mecbur etmesi hoşnutsuzluğu arttırdı."Alemdar vak’ası” olarak tarihe geçen isyandan önceki gece ziyafetten dönen Paşa’ya, maiyeti, yol açmak için halkı kamçı ve sopalarla dağıttılar. Bu esnada yaralananlar, kahve kahve dolaşarak yeniçerileri isyana teşvik ettiler. Gece yarısı kışlalarından hareket eden 400 kadar isyancı yeniçeriye, yağmacılık hırsıyla pekçok serseri katıldı. İsyancılar önce yeniçeri ağası Mustafa Paşayı öldürdüler. Sonra sadrazam Alemdar Mustafa Paşanın köşkünü sardılar. Alemdar, zorbalara teslim olmaktansa, sonuna kadar karşı koymaya karar verdi. İmdadına gelecek yardımdan ümidini kesince, vaktiyle mensup olduğu 42. bölük odabaşısını çağırttı. Haremini ocağın namusuna emanet ederek ona teslim etti. Yanında sadece baş haremi ile sadık harem ağası kaldı. Alemdar’ın bulunduğu kuleye, kalabalık bir yeniçeri grubunun hücum etmesi üzerine, daha önce koydurduğu barut fıçısının üzerine tabancası ile ateş etti ve büyük bir patlama oldu. İsyancılardan beş yüz yahut sekiz yüz kişi bir anda havaya uçup öldü. 15 Kasım 1808’de dumandan boğulan Alemdar Paşa ile iki sadık adamının cesedi iki gün sonra enkaz altından çıkarıldı. Cesedi sokaklarda sürüklendikten sonra, Etmeydanı’nda baş aşağı asıldı. Sonra da parçalanmış olan kemikleri, Yedikule dışında bir hendeğe atıldı. 1908’den sonra kurulan Tarih-i Osmani Encümeni tarafından Alemdar’ın kemikleri Gülhane parkı karşısındaki Zeynep Sultan mezarlığına taşıtıldı.

ALEMGİRŞAH

(Bkz. Evrengzib)

ALEV

Alm. Flamme (f.), Fr. Flamme (f.), İng. Flame. Birbiriyle temas eden iki gaz arasında, yanma reaksiyonunun meydana geldiği alan. Eğer alev sürekli olursa, bunun sebebi; iki gazdan birinin belirli ve sınırlı bir yerden devamlı çıkması, ikincisinin ise bu yeri sürekli çevirmesidir. Havada kesilmeden meydana gelen alevlerde, çeviren gaz havanın oksijenidir. Öteki gaz ise zaten var olup bir borudan çıkan hidrojen, asetilen, bütan, havagazı gibi yanıcı gazlar veya yüksek sıcaklıkta uçucu olan ispirto, gaz yağı, mazot, aseton v.b. gibi maddelerin durmadan çıkan buharlarıdır. Yüksek sıcaklıkta bozunmakta olan bir maddeden o anda meydana gelen yanıcı bir gaz da olabilir. Yanan odun ve mum gibi. Yanıcı gaz ile oksijen arasında meydana gelen olay bir redoks olayıdır.

Alevin sıcaklığı yanan maddenin tabiatına bağlıdır. Tabii (doğal) gazın alevinin sıcaklığı 1860 derece civarındadır. Hidrojen alevi 2800 derece, asetilen alevi ise 3300 derecededir.

Alev denemesi: Bir gaz alevinin karakteristik renk oluşturmasına dayanan kalitatif (nitelik) analiz metodu. Bir platin tel numune çözeltisinin içine batırılır ve bu tel aleve sokulursa tuzun ihtiva ettiği metale bağlı olarak bir renk meydana gelir. Sodyum sarı, potasyum menekşe, lityum kırmızı, baryum yeşil, kalsiyum tuğla kırmızısı ve stronsiyum kırmızı renk verir.

Renk denemesinden faydalanarak bir maddenin miktarının analizi yapılabilir. Bu analizde kullanılan alete, Alev Fotometresi (Flame Photometry) denir. Bu yolla alkali ve toprak alkali metallerin analizi yapılabilir.

ALEV MAKİNASI

Alm. Flammenwerfer,Fr. Projecteur de flammes, İng. Flame-thrower. Harpte düşman mevzilerine mazot veya kalınlaştırılmış benzin alevi püskürtmeye yarayan, hücum silahı. Bir veya daha çok yakıt deposu, itici kuvveti sağlayan gazla dolu bir silindir, depolarla bağlantılı esnek bir hortum, hortumun ağzına yerleştirilmiş ve püskürtülen yakıtı tutuşturacak bir mekanizmayla donatılmış tetikten meydana gelen alev makinasının çeşitli tipleri vardır. Piyade birlikleri tarafından kullanılan taşınabilir alev makinası, yaklaşık 40 m uzaklığa kadar etkili olan 10 saniye boyunca sürekli püskürtmeye yetebilecek miktarda yakıt alabilmektedir. Tank taretlerine yerleştirilen daha büyük ve ağır tipleriyse yaklaşık 90 m uzaklığa 60 saniye müddetle yakıt püskürtebilmektedir. Uzun mesafeli tek ateşleme yerine kısa müddetli çok sayıda ateşleme yapabilen alev makinaları da vardır.

Richard Friedler tarafından geliştirilen alev makinaları ilk defa 1900'lerde Alman ordusunda kullanıldı. Biri küçük, biri büyük tipte olan ve Flammenwerfer adıyla anılan bu makinalardan küçüğü 18 cm uzaklığa alev püskürtebilecek gaz basıncına sahipti. Büyük model taşınmasındaki güçlüğe rağmen tesiri sebebiyle yaygın olarak kullanıldı. Bu makinalar 36 metreyi aşan bir uzaklığa 40 saniye müddetle alev püskürtebiliyordu. Alman ordusu silahları arasına alınan alev makinasının Birinci Dünya Savaşında müttefiklere karşı kullanıldığında umulanın ötesinde etkili olduğu görüldü.

Kısa bir müddet sonra İngiliz ve Fransız orduları da kendi geliştirdikleri alev makinalarını kullandılarsa da tam etkili olamadılar. Alev püskürtme uzaklıkları ve püskürtme müddetleri sınırlı olan bu alev makinalarının etkileri karşı birlikleri dehşete düşürmekle sınırlı kaldı.

Sonraki yıllarda dünyanın önemli askeri güçlerinin hepsi gerek sırtta taşınan, gerek tanklara yerleştirilen tipte alev makinaları kullandı. İngiliz ve ABD ordularında napalm, yakan alev makinaları kullanıldı. Kalınlaştırılmış bir benzin türü olan napalm, çok yüksek bir ısı verir ve değdiği yere pelte gibi yapışır.

Alev makinaları en çok hücum sırasında düşmanın kamuflaj malzemelerini yakmak, mevzilerindeki çalılıkları yoklamak veya silah depolarını ortaya çıkarmakta kullanılır. Özellikle İkinci Dünya Savaşında Japonların Pasifik Adalarında hindistan cevizi kütükleriyle yaptıkları sığınaklarda ve mağaralardaki savunmalarına karşı etkili oldu. 1950'lerde ABD ordusunun kimyasal savaş birlikleri yakın mesafelerdeki korunaklı mevzilere karşı kullanılmak üzere hafif, tek atışlık alev makinaları geliştirmişlerdir.

ALEVİ

Alm. Alide (m), Fr. Aloaui (m.), İng. Alawi. Hazret-i Ali’yi seven, halis Müslüman. Alevi kelimesi üç manada kullanılmıştır.

Hazret-i Ali’nin her asırda bulunan torunlarına denir. Kaynak kitaplarda hazret-i Hasan ve Hüseyin’in çocuklarına denilmektedir. Sonraları, hazret-i Hasan’ın çocuklarına “şerif”, hazret-i Hüseyin’in çocuklarından olanlara “seyyid” denildi.

Hazret-i Ali’yi sevip, onun yolunu doğru ve iyi öğrenip ona uyarak bu yolda gidenlere “Alevi” denilmiştir. Bunlar, Eshab-ı kiramın hepsini sever. Bu, Ehl-i sünnetin inanç yoludur.

Hazret-i Ali’ye sevgi ve bağlılık iddiasıyla ortaya çıkan siyasi bazı fırkalar da alevi ismini kendilerine siper olarak kullandılar. Zamanla bu fırkalar hakiki alevileri unutturdular. Rafizi, Karmati, Hurufi gibi Eshab-ı kiram düşmanlığı yapan siyasi gayeli fırkalar, müslümanlara kendilerini hep alevi olarak tanıttılar. Bu bozuk fırkalara, Ehl-i sünnet alimleri eserleriyle, sultanlar da devlet gücüyle irşadda bulundular.

ALFA IŞINLARI

(Bkz. Radyoaktivite)

ALFA TANECİĞİ

Alm. Alphateilchen (n), Fr. Particule alpha, İng. Alpha particle. Radyoaktif elementlerin çekirdeğinden yayınlanan pozitif yüklü tanecik. Alfa taneciği helyum elementinin çekirdeği olup pozitif yüklü iki protondan (p) ve yüksüz iki nötrondan (n) meydana gelmiştir. Radyoaktif bir element bir alfa taneciği neşrettiği zaman, elementin atom numarası 2, kütle numarası ise 4 azalır. Böylece alfa ( a ) taneciği neşreden bir element başka bir elemente dönüşmüş olur. Meslela atom numarası 84, kütle numarası 210 olan polonyum-210, alfa taneciği salarak alfa bozunmasına uğradığında, atom numarası 82 olan kurşun- 206’ya dönüşür.

Alfa taneciğinin hızı, dolayısıyla enerjisi ve çekirdekten ayrıldıktan sonra ne kadar yol alabileceği bozunan çekirdeğin özelliğine bağlıdır. Bir alfa taneciği, ışık hızının onda biri kadar yüksek bir hızla çekirdekten fırlamasına mukabil, maddeye nüfuz gücü çok yüksek olmadığından havada ancak 3-13 cm arasında yol alabilir. Bu da yaklaşık 4-10 milyon elektron volt arasında değişen bir enerji miktarına karşılık gelir.

Alfa taneciği yayan başlıca elementlere, atom numarası 83 olan bizmuttan daha ağır elementler ve atom numarası 60 olan neodim ile atom numarası 71 olan lutesyum arasında yer alan nadir toprak elementleri arasında rastlanır. Alfa bozunmasıyla yarılanma süresi (yarı ömür) yaklaşık bir mikro saniye ile milyarlarca yıl arasında değişir.

ALFABE

Alm. Alphabet, Fr. Alphabet, İng. Alphabet. Bir dildeki sesleri karşılayan işaretlerin belli bir sıraya göre dizilmesinden meydana gelen harfler topluluğu. Alfabedeki ilk iki harf Arapçada elif, ba; Yunancada alfa, beta olarak telaffuz edilmiştir. Daha sonra bu iki harfin hecelerinin birleşmeleri neticesinde “alfabe” kelimesi ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyet devrinde A, B ve C seslerinin hece olarak birleştirilmesi ile “Abece” de denilmiştir.

Adem aleyhissselam, ilk insan ve ilk peygamberdir. Kendisine Allahü teala tarafından kitap gönderilip, fizik, kimya, tıb, eczacılık, matematik bilgileri öğretildi. Süryani, İbrani ve Arabi dillerle kerpiç üstünde çok kitap yazıldı.

Bu durumda, bilinen ilk şekli ile yazı insanoğlu ile vardır. Semavi kitaplar göz önüne alınırsa, ilk suhufun hazret-i Adem’e geldiği görülür. Şu halde söz ve yazı, ilahi kaynaklıdır. Zamanla insanlığın yazıdan uzaklaşması, dünyanın çeşitli yerlerinde bölünerek hayat sürmeleri, onları ilkel duruma düşürmüş, ilim ve fenden uzaklaştırmış hatta yazıyı bile unutmalarına sebeb olmuştur. Fakat daha sonra kendisini toplayan insanoğlu, yaşadıkları bölgeye ve düşüncelerinin keskinliğine göre resimden başlıyarak yazıya doğru bir yol takib etmiştir. Kazılardan elde edilen bilgilere göre en eski yazı şekli fil dişi üzerine kazılmış kaba resimlerdir. Bunların ilerlemesi ile hiyegrolif yazısına geçilmiştir. Neticede belirli işaretler, yapılan eşyaya delil sayılarak ses, harf olarak ortaya çıkmıştır. Bu şekilde sesin karşıladığı kelimeler daha çok resmi yapılmayan , zamir ve fiil gibi kelimelerde kullanılmıştır. Gerçekte Fenikeliler her türlü kelime için harfleri kullanmışlar ve ilk defa alfabeye ulaşmışlardır.

Eski devirlerde kullanılan yazı ve benzerlerine aid işaretler, yapılan kazılarla ortaya çıkarılmış ve uzmanlar tarafından çözülmüştür. Alfabetik olmayan Çin, Japon ve Hititler’in kullandıkları sistemlerde bazı işaretler vardı. Sümer, Asur, Babil yazı sisteminde ise çivi yazılı 4-5 vokal işareti bulunurdu. Eski İranlılar çivi yazısını 39 işarete indirerek alfabetik yazı sisteminin başlangıcını koydular. Eldeki bilgilere göre en ilkel alfabenin M.Ö. 2000 yıllarında kullanıldığı kabul edilmektedir. Halbuki ilk insan olan Adem (aleyhisselama) kitap gönderilmişti. Onlar okuma yazmasını biliyorlardı.

Yapılan araştırmalarda 1905 yılında Sina Yarımadasında bulunan bir kitabe ancak yıllar sonra okunabildi. Bunun Sami ailesinden bir dile aid olduğu M.Ö. 1800-1500 yıllarında kullanıldığı sanılmaktadır. Kazılardan çıkan yazılı anıtlara göre alfabeyi ilk olarak Sami ırkının kullandığı biliniyorsa da en eski belgeler Fenikelilere aittir. Eski Sami alfabesinde kullanılan harflerin bir çoğunun anlamı bugün bilinmemektedir. Eski Samice’de harfler birbirine bitişmez, sağdan sola yazılırdı.

Sami alfabesi kuzey ve güney alfabesi olarak önce ikiye ayrılmış, bunlardan da çeşitli alfabeler doğmuştur.

Tanınmış alfabe çeşitleri:

Yunan alfabesi: Yunan alfabesi, Sami alfabesinden faydalanılarak meydana getirilmiştir. Samiler, sadece sessiz harf kullanıyorlardı. Yunanlılar sesli harfler de eklemek suretiyle alfabelerini geliştirdiler.

Latin alfabesi: Yunan alfabesini İtalya’ya götürüp tanıtanlar Etrüksler olmuştur. Latin alfabesi, Yunan Alfabesi üzerinde bazı değişikliklerin yapılması ile meydana gelmiştir. Ne var ki, Latin alfabesi önceleri büyük harf olarak kullanılıyordu, sonraları küçük harfler de kullanılmaya başlandı. Elyazısı olarak gelişmesi çok daha sonradır.

Arap alfabesi: Arap alfabesinin temelini Sami alfabesi meydana getirir. Araplar, dillerinin ihtiyacını karşılamak üzere bu alfabeye ayrıca altı harf eklemişlerdir. Arapçada sesli harflerin yerini “hareke” denilen (üstün, esire ve ötüre) gibi işaretler almıştır.

Okuma-yazma öğrenme (Öğretim):

Okuma öğretimi metodları : Çocuklarla yetişkinlere okuma-yazmayı öğretmek için, bugüne kadar çeşitli metodlar kullanılmıştır. Bunların bazıları birbirinden tamamen farklı prensiplere dayanmaktadır. Halen kullanılmakta olan metodların çoğu çeşitli tenkitlere uğramış veya yerine diğer bir metod kabul edilmiştir. Bu metodlar, tarihi gelişimleri ile beraber incelenirse; şu metodların ortaya çıktığı görülür:

Alfabe metodu: Alfabe metodu, Grek-Romen medeniyetinden, orta çağın sonuna kadar hemen bütün dünyada kullanılmış bir metoddur. Bu metodun dayandığı prensip şöyledir: Kelimeleri tanıyıp telaffuz edebilmek için önce harfleri tanımak gerekmektedir. Mesela öğrenci (Ali) kelimesini öğrenebilmek için (a, l, i) harflerinin herbirini öğreninceye kadar tekrar edilir. Türkçe’yi öğrenebilmek için 29 harfin ayrı ayrı telaffuzunun ve yazılmasının öğrenilmesi, sonra da bunların birbirleriyle birleştirilerek heceler meydana getirilmesi gerekir. Heceler birbirleriyle birleştirilerek kelimeler, kelimeler birbirleriyle birleştirilerek cümleler meydana getirilmek suretiyle okuma-yazma öğrenme sağlanmaktadır. Buna diğer bir adla tüme varım metodu denilmektedir.

Arap harfleri de yüz yıllarca bu metodla öğretilmiştir. Çocuklarda harflerin kolayca kavranabilmesi için harfler çocuğun en çok dikkatini çeken şekillere benzetilmiş, harf böylece çocuğun zihnine nakşedilmiştir. Mesela; (elif) mertek gibi, (be) çanak gibi, (te) ve (se) de ona benzerler, (cim) orak gibi, (ha) da ona benzer, (hı) da ona benzer şeklinde gösterilirdi. Şimdi de Latin harflerinin öğretiminde aynı usul takib edilmekte, çocukların harfleri kolay öğrenebilmesi için harfler, çocukların dikkatini çeken şekillere benzetilmektedir. Böylece çocukların harfleri kavrayıp yazmalarında kolaylık sağlanmış olmaktadır.

Bu metoda yapılan başlıca itiraz şudur; çocuklara harflerin yazımı ve telaffuzunun öğretilmesi elde edilen neticeye göre çok fazla olduğu şeklindedir. Çocuğun manasını bilmediği bir çok şekille, uzun zaman sık sık tekrarlar yaptırılmakta olduğundan, çocukta okuma hevesini azaltmaktadır. Bunu telafi için harflerin karşılarına çocuğun en çok tanıdığı hayvan ve araçların resimleri yapılarak çocuğun dikkati çekilmeye çalışılmıştır. Mesela; (a) harfinin karşısına (at resmi), (b) harfinin karşısına (balık) resmi gibi. Bu teknik yüzlerce senedir kullanılmaktadır. Zamanla geliştirilerek çocuğun dikkatini çekici, daha cazip, zevkli okuma ve ders kitapları hazırlanmıştır.

Hece metodu: Hece metodunun öğretiminde temel unsur hecelerdir. Bu bakımdan diğer metodlardan farklıdır. Heceler öğretildikçe, yeni yeni kelimelere sonra cümlelere geçilmektedir.

Bu metodu savunanlara göre, bazı harfler (sessiz harfler) kendi başına okunamazlar. Bunların okunabilmeleri için ön veya baş taraflarına sesli bir harf gelmek suretiyle okunurlar. Öğretiminde yine çocukta çağrışım meydana getirebilmek için basit heceler ve hecelerin karşısına, hece ile en yakın ilgili resimler konmaktadır.

Mesela, "Araba" kelimesini öğretmek için, a'nın karşısına hayret içinde ve korku ifadeli bir resim, ra hecesini öğretmek için (ra) ile başlayan bir ismin resmi konuyor. Bu metodu savunanların ileri sürdüğü çeşitli fikirlere karşı, tenkid edenler de bulunmuştur.

Kelime metodu: Bu metodun öğretiminde de temel prensib, kelimelerin öğretiminden hareket ederek, cümlelerin öğretimine geçilir. Her kelimenin  dikkat çekici bir mana ifade etmesi bakımından, çocuğun okumayı kolayca öğreneceği savunulmaktadır. Bilhassa, çocuğun okuduğu ders kitaplarında yeni kelimeler yanına, çocuk zihninin çağrışım yapacağı resimler konmak suretiyle dikkati daha çok çekilmekle okuma kolaylığı sağlanmakta, okuma şevk ve merakının arttırıldığı iddia edilmektedir. Bu metodu savunanlar olduğu gibi, tenkid edenler de vardır. Bunlar, bu usulün okuma öğrenimini yavaşlattığını ileri sürmektedirler.

Cümle metodu: Bu metodun öğretilmesinde; cümle, bütünü ile çocuğa öğretilmektedir. Fakat cümlelerin seçiminde özellikle ilk anlarda kısa, çocuğun dikkatini çeken ve merak ettiği cümleler seçilmektedir. Mesela; Ali okula gel, cümlesi gibi. Çocuğun okuma - yazmayı öğrenebilmesi için, 20-25 değişik cümle seçilmektedir. Bu cümlelere geçilmeden önce çocuğun elinin alışması için değişik çizgi çalışmaları yaptırılmakta, düz, dik ve yuvarlak çizgileri çizmeğe alıştıktan sonra, cümle okuma ve yazımına geçilmektedir. 10 cümleye varıldığında yavaş yavaş, cümleler içindeki kelimeler tanıtılmaya başlanılmaktadır. Cümlelerin öğrenildiği kanaatine varıldığında, cümleler bölünmekte, kelimeler ayrı ayrı öğretilip, yazdırılmaktadır. Değişik kelimeler yanyana getirilerek yeni cümleler kurulmakta, aynı zamanda kelimeler, heceletilmek veya değişik renkte, yazılmak suretiyle heceler tanıtılmaktadır. Yavaş yavaş heceler de bölünerek harfler tanıtılmak suretiyle okuma-yazma öğretimi yapılmaktadır. Buna “tümden gelim metodu” denir. Son zamanlarda bazı tenkitlere uğramasına rağmen bu metod yaygın haldedir. Yurdumuzda da öğretim bu metodla yapılmaktadır. Tabii ki, bu metodun öğretiminde dikkat çekici resimlerden faydalanılmaktadır. Lakin bu metod daha ziyade Çin veya Arap harflerine uygundur.

Alfabeler yapılırken bir dildeki birbirine yakın sesler aynı işaretle gösterilmiştir. Böyle olmadığı takdirde alfabedeki harf sayısı artacağından karışıklıklara yol açar. Ancak bu gibi bir alfabe dilin araştırılması ve incelenmesinde söz konusudur. İşte ilmi araştırmalar için bir dilde bulunan bütün sözler ayrı ayrı gösterilir, bir sıraya göre dizilir. Bir dildeki bütün seslerin gösterilerek bir sıra halinde meydana getirdiği harflerin tamamına ise “transkripsiyon alfabesi” denir.

Türklerde alfabe: Türkler, çeşitli yerlerde ve yerleştikleri sahalarda başka başka alfabeler kullandılar. Sesin ifadesi olan harf denen işaretler itibaridir, iğretidir, takmadır. Aynı ses ayrı alfabelerde, değişik ler ile yazılır. Türkçedeki a sesi, Orhun alfabesinde  €    Uygur alfabesinde W, Orta Asya, Hindistan ve Anadolu ve Batı Türklerinin kullandığı Arab-İslam alfabesinde  I, Kiril alfabesinde A, Latince menşeli Türk alfabesinde A işareti ile gösterilir. Alfabeye, İslam dininin kabulüyle Osmanlı terbiyesinde yetişen yaşlıların hala kullandıkları şekliyle, Elifba, Ebced de denilmiştir.

Kültür tarihimize bakıldığında daha ilk yazılı abidelerimizde Türkçe yazma endişesi kendisini göstermektedir. Buna paralel olarak, edebiyatımızın menşeine doğru gidersek, saraylarda ve halk arasında Türkçe söylemek; kamlarda, bahşılarda ve ozanlarda milletin dertlerine deva olmak gerçeği vardır. Bütün bunlar, bir millete dili ile seslenmek, anlatmak, millet fertlerini en iyi şekilde yetiştirmek ve birleştirmek içindir. Şu halde her millette olduğu gibi bizde de dil ön sırada yer almıştır. Şair ve müellifler tarafından işlenen dile türlü emekler sarfedilmiştir. Alimlerimiz onunla bildiklerini açıklamışlardır. Fakat Türkçenin tarih içinde zaman zaman talihsizliğe uğradığı da bir gerçektir. Böyle olmasına rağmen kesintisiz devam eden Türk tarihi içinde ona arka çıkan hakanlar olmuş, Türkçe yazan şair ve müellifler mükafatlandırılmıştır.

Türk tarihi düğümler ve bu düğümlerin açıldığı dağınıklıklarla doludur. Göktürk devrinde millet tek bir hakanın etrafındadır. Dili, dini ve alfabesi tektir ve her bakımdan bir birlik mevcuttur. Uygur devri bu birliğin az çok bozulduğu, Türklüğün bilhassa dini açıdan dağılmaya yüz tuttuğu bir devir olarak karşımıza çıkmaktadır. Uygurlardan sonra Türklük, İslam medeniyetine dahil olmuştur. İslamiyet, Uygurlar zamanında görülen dağınıklığı gidermiş, Türklüğü kurtarmış ve milleti yeniden bir bütün haline getirmiştir. Karahanlılarla başlayan ve Selçuklularla yeniden tesis edilmeye çalışılan birliğin ve bütünlüğün gerçekleşmesi de İslam dini sayesinde olmuştur. Ancak bu iki devleti birbirinden ayıran en mühim şey birincisinin Türkçeye verdiği değerdir. Selçukluların bunun yanında belirtilmesi gereken hizmetlerinden biri alfabede birliği sağlamış olmalarıdır. Zaten bu büyük devlet, tarihe mal olurken İslami - Türk yazısını Türk birliğinin kurulabilmesi için en mühim unsurlardan biri olarak miras bırakmıştır.

Selçuklulardan sonra her beylik Türkçe sayesinde tutunmaya ve hükmetmeye çalıştı. Böylece anlatım ve ifadede birlik ile Türkçeye verilen değer önde geldi. Dil düşüncesinin yanında alfabede de birlik sağlandı ve her beylik İslami-Türk yazısını kullandı. Bu o devirde bütün Türk illerinde durum aynı idi. Beylerin sınırları olsa bile yazı birliği bütün Türklüğü birleştiriyordu. Bu doğu ve batı Türklüğü için de söz konusu idi.

Bugün Türk dünyası dil ve din birliğine sahiptir. Fakat alfabede birliği kaybetmiştir. Bu birlik, Rusya’daki Türkler arasında bile mevcut değildir. Ancak onlar da görülen çözülme üzerine yazıda birlik tarafına yönelmişlerdir.

Türklerin tarih boyunca kullandığı alfabeler:

Göktürk (Orhun) alfabesi: Metinleri Orta Asya’daki Orhun Nehri kıyısında bulunduğu için Göktürk veya Orhun ismi ile anılır. Orhun’da yerleşen Türkler tarafından kullanıldığı için de Türük, Türk Alfabesi denir. Türklere mahsustur ve Esik Kurgan yazısına benzer. Hunlar, Göktürkler ve sathi olarak da Asya ve Avrupa’ya yayılan Türk kavimleri, kullanmıştır. Bu alfabede resmin göze hitabettiği ve ses haline geldiği açıkça görülür. Göktürk alfabesi otuz sekiz harften meydana gelir. Dördü sesli olup, sekiz sesi karşılar, gerisi sessizdir. Ayrıca ok, ko, uk, ku, ük, kü, nç, nd, gibi heceler ayrı haflerle gösterilmiştir. Sesli harfleri, sessizler okutur. Sağdan sola doğru yazılır. Tonyukuk, Kül Tiğin ve Bilge Kağan hatırasına yazılıp, dikilen Orhun Abideleri bu alfabenin şaheser nümunesidir. Bunlar ayrıca Türkçenin bilinen ilk yazılı metinleridir.

Uygur alfabesi: Göktürklerden sonra Türkistan’da devlet kuran Uygurlardan adını alır. Uygurlar ve Türkistan’daki Türkler kullandı. On sekiz işaretten meydana gelir. Dördü sesli, gerisi sessizdir. Harfler umumiyetle birbirine bitişiktir, çok defa başta, ortada ve sonda olmak üzere üç şekli vardır. Sağdan, sola doğru yazılır. Sekizinci asırdan, on ikinci asra kadar yaygın, on beşinci asra kadar mevzii bir şekilde görülür. Bu yazının katiblerine, bakşı, bakşıgeri veya serbahşı adları da verilmiştir.

Arap-İslam alfabesi: Türklerin topluca İslamiyeti kabulünden, yani 10. asırdan sonra geniş bir sahada bütün Türk-İslam devletleri tarafından kullanıldı. Arap Alfabesi yirmi sekiz harf olmasına rağmen Türklerin kullandığı İslam harfleri otuz bir ile otuz altı harften meydana gelir. Sağdan sola doğru yazılan bu alfabe bütün Türklüğü kucaklamış ve Türkçenin çeşitli lehçelerinde, pekçok kitap, kitabe yazılmıştır. Muazzam ve kesintisiz abidevi eserler bu alfabe ile verildi. Türkiye, İslam alemi ve dünyanın her yerindeki kütüphane ve kitapseverlerin kitaplıklarında İslam harfleriyle yazılmış milyonlarca Türkçe eser mevcuttur. Dünyanın en büyük ve muazzam arşivi, Türk - İslam alfabesiyle yazılan Türkçe evraklarla doludur.

Kiril alfabesi: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hududları içinde yaşayan Türkler tarafından kullanılmaktadır. Kiril Alfabesi, ihtiyari olmayıp, Rus ve komünist emperyalizmin zoraki tatbikidir. Komünist idare Türklere tek bir alfabe kullandırmayıp, milli birliği bozmak için on sekiz Türk boyuna değişik işaretli alfabe kullandırmaktadır. Sun’i bir Slav alfabesidir. Otuz sekiz harftir. On biri sesli, gerisi sessizdir. Soldan sağa doğru yazılır. Kullanma alanı Rusya’daki Türkler içindir.

Latin alfabesi: Bu alfabe 1925 yılında ilk defa Azeri Türklüğü tarafından kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra; 1928’de Türkiye’de kullanılmaya başlandı. Günümüzde Türkiye ve Avrupa Türkleri kullanır. Latin asıllı yirmi dokuz harfden meydana gelir. Sekizi sesli, gerisi sessizdir.

Türkler; Orhun-Türk, Uygur-Sogd, Arab-İslam, Kiril-Slav ve Latin alfabelerinden başka Sogd, Mani, Brahmi, Süryani, Rum, Slav vs. gibi alfabeleri de kısmen kullanmışlardır.

ALGORİTMA

Alm. Algorithmus (m), Fr.Algoritme (m), İng. Algorithm. Matematikte sayılarla yapılan her türlü hesaplamanın sistematik metoduna verilen genel isim.

Algoritmanın kurucusu dokuzuncu yüzyıl başlarında yaşayan Müslüman-Türk matematik alimi Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el-Harezmi’dir. Matematikçiler için temel olan Kitab-ül Muhtasar fi Hesab-il Cebri ve’l-Mukabele adlı eseri meşhurdur. Kitabın aslı, Oxford’daki Bodliana kütüphanesindedir. Matematikteki şöhreti on altıncı yüzyılda Avrupa’yı etkisi altına almıştır. Harezmi’nin ismi Avrupa’da türlü şekillerle söylenmiştir. Latince’de “Alkhorismi” şeklinde söylenerek bulduğu metod Algoritma (algorizme) olarak literatüre geçmiştir.

Halen kullanılmakta olan; toplama, çıkarma, çarpma, bölme sayılarını en büyük ortak bölenlerini ve en küçük ortak katlarını bulmak gibi bilinen bütün aritmetik işlem metodları birer algoritmadır. Hesap makinalarına yerleştirilen, çeşitli işlemlere ait programlar da birer algoritmadır.

ALIÇ (Crataegus)

Alm. Eingriffliger Weissdorn (m), Fr. Aubépine, İng. Quick, Hawborn, Black thorn. Familyası: Gülgiller (Roseceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Karadeniz, Orta ve Doğu Anadolu Bölgeleri.

Halk arasında yemişen olarak da bilinen bir meyve. Bitkisi 3-4 m yükseklikte, nisan, mayıs aylarında çiçek açan ağacımsı bir bitkidir. Yaygın olanı Comonogyna türüdür. Yaprakları ters yumurta şeklinde olup, dibe kadar 3-5 parçalıdır. Yaprak kenarları düzgün olmayıp, testere dişi gibidir. Çiçekleri pembemsi beyaz ve kuvvetli kokuludur. Meyveleri yumurta biçiminde, dışı kırmızı, içi sarı ve tek çekirdeklidir. Unsu bir tada sahib olan bu meyveler çanak yapraklarıyla çevrilmiştir. Bitkinin bütünü açık bir biçimde acı bademi andıran bir kokuya sahiptir. Çalılık, çit, koruluk ve orman kenarlarında rastlanır. Sık sık bahçelerde koruma çiti olarak da yetiştirilir.

Kullanıldığı yerler: Meyveleri genellikle çocuklar tarafından yenir ve pazarda ipe dizilmiş olarak satılır. Eskiden beri çiçekleri tansiyon düşürücü olarak kullanılmaktadır. Yine çiçek, yaprak ve meyvelerinden yapılan çayın, sinir sistemini yatıştırıcı, kan basıncını düzenleyici, idrar söktürücü etkileri vardır. Zehirli bileşikler taşımadığı için rahatça kullanılabilir. Özellikle çiçekleri çay olarak kaynatılarak içilir.

ALIN

Alm. Stirn (f.), Fr. Front (m.), İng.Forehead. Kaşların üstünden saç bitim mahallinin başlangıcına kadar yüzün ön kısmı.

Alın derisinin hemen altında yağ dokusu ve bunun da altında kaslar bulunur. Bu kaslar mimik kaslar grubundandır. İnsan yüzünün şaşma, hoşnutsuzluk, endişe, korku gibi çeşitli ifadeler almasına mimik denir. Bunun için gerekli kasılmaları sağlıyan kaslara “mimik kaslar” adı verilir.

Alın kemiği içinde küçük bir çift kanalla burun boşluğuna açılan bir çift odacık (sinüs) mevcuttur. Bu boşlukta iltihab olmasına “sinüzit” denir. Baş ağrılarının bir çok türü alın bölgesinde hissedilir. Ancak bunlar sinüzite bağlı olabildiği gibi; göz, beyin ve sinir sistemine aid de olabilir. Hatta yorgunluk, uykusuzluk gibi durumlarda da bu bölgede baş ağrıları hissedilebilir.

ALINLIK

Alm. Stirnschmuck, diadem, Fr. Fronton, İng.Frontal, pediment. Mimaride, yapı girişindeki portalin sütunlarla taşınan çatısı üzerinde yer alan üçgen ve yarım daire biçimli alın duvarı veya kapı ve pencereler üstünde kullanılan süsleme unsuru.

Alınlık tablası adını alan üçgen duvar, yüzeyi sutunlarla taşınan yatay bir silme dizisinden meydana gelen saçaklık üzerinde yer alır. Üçgen yüzeyin eğik kenarları üstüne eğimli bir korniş oturtulur. Alınlık, daha çok Yunan tapınaklarında, Roma, İspanyol mimarilerinde ve Rönesans döneminde kullanıldı.

ALIŞ VERİŞ

(Bkz. Bey' ve Şira)

ALİ BEY

Osmanlı devlet adamı ve tiyatro yazarı. İstanbul’da 1844 senesinde doğdu. Babası Halep ve Şam kethüdalıklarında bulunmuş Yusuf Cemil Efendidir. İlk öğrenimini özel hocalardan ders alarak yaptı. Küçük yaşta Fransızca öğrendi. On dört yaşında Babıali Tercüme Odasına memur girdi ve on sene kadar çalıştı. Sonra Sıhhiye Meclisi Azası, 1873’te ise Karantina Başkatibi oldu. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşından önce Varna’ya mutasarrıf tayin edildi. Savaşın Osmanlı aleyhine dönmesi üzerine, İstanbul’a geldi. Bir süre sonra Düyun-ı Umumiye Müfettişi olarak doğu vilayetleri ve Irak’ta görev yaptı (1885). Irak’tan Hindistan’a giden Ali Bey, kısa süre sonra İstanbul’a döndü. 1890-1893 tarihleri arasında Trabzon’da valilik yaptı. Sonra tekrar Düyun-ı Umumiyede çalışmaya başladı ve buranın direktörü oldu. Ölünceye kadar aynı görevde kalan Ali Bey, "Direktör" lakabıyla meşhur oldu. 3 Şubat 1899’da İstanbul’da öldü. Anadoluhisarı’ndaki Göksu Mezarlığına defnedildi.

Ali Bey, Türk tiyatrosunun kurulmasında büyük gayret ve çaba harcamıştır. Başta tiyatro olmak üzere mizah ve seyahat edebiyatı alanlarında eser vermiştir. Tanzimat’tan sonra çıkarılan ilk mizah mecmuası Diyojen’de yayınlanan yazıları, Türk mizah edebiyatının o devirdeki en güzel örnekleri olarak kabul edilir. Tiyatroları genelde komedi türündedir. Tiyatro dili bakımından Ahmed Vefik Paşanın izindedir. Ondan farklı olarak, özellikle halk konuşmalarına yaklaşmış, günlük konuşmalardan ve Türk dilini renklendiren pekçok klişe ve deyimlerden de faydalanmıştır.

Ali Beyin eserlerinden bazıları şunlardır: 1) Kokana Yatıyor yahut Madam Uykuda: (Tek perdelik komedi 1870), 2) Tosun Ağa (Üç perdelik komedi, 1870), 3) Ayyar Hamza (1871), 4) Müsafir-i İstiskal (Tek perdelik komedi, 1871), 5) Geveze Berber (İki perdelik komedi, 1873), 6) Gavo Minar ve Şürekası (Üç perdelik komedi (1889), 7) Evlenmek İster Bir Adam (Tercüme roman 1897), 8) Lehcet-ül-Hakayık (Mizah sözlüğü, 1897), 9) Seyahat Jurnali (Hindistan gezisine ait notlar, 1897), 10) Seyyareler (Mizahi hikaye 1897).