Alm.
Forelle (f),
Fr.
Truite,
İng.
Trout.
Familyası:
Alabalıkgiller (Salmonidae).
Yaşadığı yerler:
Deniz ve tatlı suların temiz, soğuk ve dipleri çakıllı kısımlarında
yaşarlar.
Özellikleri:
20-100 cm boyunda, 25 kilograma kadar ağırlıkta olanları vardır.
Türkiye’de en büyükleri 10 kilogramdır. Çoğunun boyları da 25-30
santimetredir.
Çeşitleri:
Anadolu, Avrupa, deniz, göl, dağ, gökkuşaklı, çelikbaş, dere alası
alabalıkları meşhurdur.
Kemikli balıklar takımının Salmonidae familyasının deniz ve tatlı
sularda yaşayan türlerinin genel adı. Vücutları yanlardan hafifçe
yassılaşmış, genellikle mekik şeklindedir. Sırt yüzgeçlerinin
gerisinde bulunan “adipoz” adını alan yağ yüzgeçleri alabalık için
karakteristiktir. Başları çıplak olup pulsuzdur. Vücutları küçük,
sert pullarla örtülüdür. Aynı populasyonun bireyleri arasında renk
ve desen bakımından farklılıklar görülür. Bu çeşidin bireyleri;
cinsiyete, yaşa, alınan besin ve yaşama ortamına göre değişiklikler
gösterirler.
Renkleri, lacivertten açık sarıya kadar değişir. Genellikle
sırtları yeşil, karın kısımları sarı veya gümüşidir. Pullar
kırmızı-siyah beneklidir. Gözleri son derece kuvvetlidir. Yemini
görerek alır. Çok sür’atli hareket ettiklerinden göç dönemlerinde
engelleri aşabilirler. Anadrom balıklardır. (Üremelerini tatlı
sularda yaparlar.)
Deniz ve tatlı su alabalıkları yumurtlamak için göl ve nehirlerden
göç ederek doğdukları nehirlerin yukarı kısımlarına dönerler. Deniz
alabalığı da som balığı gibi senelerce denizde yaşadıktan sonra
yumurtlama mevsiminde tatlı sulara hareket eder. Dik çağlayanları
aşar. Dik engelleri aşmak için bükülerek kuyruğunu çenelerinin
arasına sıkıştırıp bırakır ve zemberek gibi boşanarak yukarı
sıçrar.
Üreme dönemlerinde renkleri değişir. Erkek fertler daha parlaktır.
Dişi bireyler daha mat renklidir. Tabii sularda 1 kilogram
alabalık, 1900 - 2000 arasında yumurta bırakır. Yumurta bırakma
yerleri kaynak ağızları, killi, kumlu ve çakıllı bölgelerdir.
Çukura, portakal renginde ve nohut büyüklüğünde olan yumurtalarını
bıraktıktan sonra, erkeği gelip spermalarını üzerine boşaltır.
Sonra yumurtladığı çukurları erkeği ile beraber kum ve çakıllarla
örterek yumurtalarını gizler. Ekim-Şubat ayları arasında
yumurtlarlar. 2-3 ay zarfında yumurtalardan yavrular çıkar.
Alabalıklar obur ve yırtıcı hayvanlardır. Küçük balık, solucan,
balık yumurtaları, hatta kendi cinsinin küçüklerini ve su üstünde
gezinen, uçuşan böcekleri yakalayarak yer. Çok hareketli
olduklarından avlanmaları zordur. Özel avlanma metodları vardır.
Kışı, yaşadıkları suların derinliklerinde geçirirler. Diğer su
balıkları gibi su içmezler. Su ihtiyaçlarını solungaçlarından su
geçmesiyle (osmozla) sağlarlar. Tuzlu suda yaşayanları ise su içer.
Göç zamanlarında vücutları bir çok değişikliğe uğrar. Yaşadıkları
çevreye çabuk uyum sağlayıp kolayca renk değiştirdiklerinden
“Balıkların bukalemunu” olarak da adlandırılırlar.
Alabalık, en lezzetli tatlı su balığıdır. Kılçıklarının azlığı ve
karın boşluğunun küçüklüğü sebebiyle eti boldur. Proteince zengin
olduğundan sağlıklı beslenmede üstün vasıflı bir gıdadır. B ve D
vitaminleri ile iyod ve fosfor bakımından zengindir. Alabalık, halk
arasında, kırık, çıkık, siyatik ve kemik ağrılarında tedavi için
kullanılmaktadır.
Ülkemiz deniz ve akarsularında alabalık mevcuttur. Doğu Anadolu,
Karadeniz, Akdeniz bölgesinin yüksek yerlerindeki akarsularda ve
Aras, Çıldır, Uludağ, Sapanca göllerinde bulunduğu gibi, Abant
gölünde de alabalık üretimi yapılmaktadır. Alabalık, sun'i
balıkçılıkta, en çok tercih edilen balık çeşididir. Özellikle
gökkuşağı alabalığı Türkiye şartlarında 10-12 ayda 250 gram
ağırlığa ulaşabilmektedir. Ülkemizde yetiştirme yoluyla elde edilen
alabalık iç tüketime sunularak ve ihracatı yapılarak ülkemiz
ekonomisine büyük katkıda bulunmaktadır.
Alabalıkların on kadar türü bilinmektedir. Anadolu alabalığı (Salmo
trutta var.macrostigma), Avrupa alabalığı, ırmak alabalığı (S.
trutta var. fario), deniz alası (Salmo trutta), göl alası (S.
trutta lacustris) en tanınmışlarıdır.
Çorum’a bağlı Alaca ilçesinin kuzeybatısında yer alan höyük. Önemli
Hitit merkezlerinden olan bu höyük, 310 m genişliğinde 20 m
yüksekliğindedir. Çok eski devirlerin önemli doğu - batı yolu
üzerindedir.
İlk olarak 1835’de W.G. Hamilton tarafından gezilen Alacahöyük, o
zamandan beri çeşitli araştırma ve kazılarla hakkında bilgi
edinilmeye çalışılan bir yerdi. Buradaki kazılar esaslı olarak 1935
yılında Türk Tarih Kurumu adına yapılmaya başlandı. Bu
araştırmaların neticesinde höyükte, dört kültür çağı ve on dört
yapı katı tesbit edildi.
Birinci kültür çağı denilen dönem M.Ö. 3200 - 2600 yıllarını içine
alır. Bu kültür çağına ait olan höyükte kerpiç, kamış, ince ağaç
dallarından yapılmış evlerin kalıntıları ile mezarlar ve çanak
çömlek bulundu.
İkinci kültür çağının dönemi ise, M.Ö. 2500 - 2100 büyük bir yangın
neticesinde ortadan kalkmıştır. Burada sadece on dört kral mezarı
bulunabilmiştir.
Üçüncü kültür çağı olan devre, M.Ö. 2000-1200 yıllarına rastlamakta
olup, Hititlere aittir. Bu devrede dört yapı katı göze
çarpar.
Eski Hitit çağına rastlayan yapı katında temel taşları
ufaktır.
Evler, bakır çağının son yapıları yakılıp yıkıldıktan sonra
kurulmuştur. Evlerin kiler ve fırınları arasında bulunan sokaklar,
eski Hitit çağının şehircilik sistemi yönünden bir fikir verir.
Orta Hitit çağında bir tapınak meydana çıkarılmıştır. Ayrıca şehrin
büyük kanalizasyonu, sokakları, kaldırımları ve özel evleri bu
çağdaki gelişmeleri iyice ortaya koyar.
Büyük Hitit çağının ilk devresi, çift kapılı Hitit tapınağı veya
sarayı ile meşhurdur. Bu tapınakta; üstü açık bir avlu, avluyu
çevreleyen salonlar, odalar, taş tabanları yerinde bulunan çift
sıra sütunlar ve heykel tabanı bulunmakta olup, bunlar Hitit dini
yapılarının özelliğini taşıyan kalıntılardır. Büyük Hitit çağının
ikinci devresine ait olarak ise sfenksli kapı ortaya çıkarılmıştır.
Kapının sağ ve sol tarafı kabartmalarla tezyin edilmiştir. Bu kapı
şimdi Ankara müzesine getirilmiştir. Yine bu devrede Alacahöyük;
çanak, çömlek, bakır, tunç, kurşun ve altın araçlar, küçük figürler
gibi ele geçen eserlerle küçük san’atlar bakımından da gelişmiş
olduğunu sergilemiştir.
Dördüncü kültür çağı yani son kültür çağında Alacahöyük; Frigler
ile Osmanlılar ve bunların arasındaki medeniyetlere sahne olmuştur.
Friglere ait önemli eserler olmamakla beraber, bunları takib eden
medeniyetlere ait binalar, çanak, çömlek, para vs. gibi eserler,
yapılan kazılar sonucu ortaya çıkarılmıştır.
Arkeolojik bakımdan önem kazanan Alacahöyük’te yapılan kazılar
neticesinde bulunan eserler bugün orada yapılmış olan müzede
sergilenmektedir.
Alm.
Forderung (f),
Fr.
Creance,
İng.
Debt, Claim, Credit.
Bir kimsenin, bir alış-veriş veya bir iş karşılığı yahut başka
yollarla hak edip, henüz eline geçmeyen para veya mal. Alacak bir
hak olup, bir kimseye, diğer bir kimseyi, o anda veya daha sonra
bir şey vermeye veya yapmaya veya yapmamaya zorlama yetkisi
verir.
Bu hakkın sahibine alacaklı denir. Alacak hakkı kanundan (tazminat,
nafaka gibi) veya sözleşmeden (akitten) veya bir iş karşılığı
olarak doğar. Derhal ifası istenen alacağa “mu’accel alacak” belli
bir müddet sonra alınacak olan alacağa “müeccel (acil olmayan)
alacak”, bir şartın tahakkukuna veya fesh olmasına bağlı olana
“şarta bağlı alacak” denir. Alacak, adi (te’minatsız) veya
te’minatlı (rehinle sağlanmış) olabilir. Alacak, aynı hukuki
bağıntının aktif yönünü; borç ise pasif yönünü ifade eder.
Alacak davası:
Alacaklı tarafından borçlusuna karşı açılan ve konusu borçludan
alacağın alınması olan davadır.
Alacağın temliki:
Bir kimsenin alacağını, üçüncü bir şahsa devretmesidir. Kanun veya
akit ile veya işin mahiyeti icabı olarak menedilmiş olmadıkça
borçlunun rızasını aramaksızın alacaklı, alacağını bir üçüncü şahsa
temlik edebilir. Alacağın temliki yazılı şekilde yapılmadıkça
muteber olmaz. Alacaklı, alacağını temlik ettiğinde borçlu bunu
temlik edilen kimseye ödemek mecburiyetindedir. Ancak nelerin
temlik edilebileceği kanunla tesbit edilmiştir. Mesela, bir kiracı,
kiraya verene (mal sahibine) haber vermeden kiralanan şeyi
başkasına devredemez.
Alacağın haczi:
Cebri icra yolu ile takib olunan borçlunun üçüncü şahıslardaki
alacağının, takipte bulunan alacaklı lehine haczedilmesidir.
Kanunen devir ve temlik olunamıyan alacaklar
haczedilebilirler.
Alacaklının temerrüdü:
Alacaklının, borçlunun ifasını kabul etmemesi veya borçlunun
borcunu ifa edebilmesi için alacaklının evvelce yapması gereken
muameleleri yapmamasıdır. Haklı bir sebep olmaksızın borçlunun
usulüne uygun olan ifasını reddeden veya borcun ifa edileceği
kendisine bildirildiği halde, ifa için daha evvel yapması lazım
gelen hazırlığı yapmayan alacaklı mütemerrid olur.
Alacaklılar toplantısı:
İflasa tabi bir kimsenin iflasına karar verilmesinden sonra iflas
edenin haczi kabil bütün malları ve borçlarından teşekkül eden
iflas masasının idare ve tasfiyesi için lüzumlu kararları almak
üzere alacaklıların yaptıkları toplantı.
Osmanlı Devleti zamanında yetişen meşhur müderris, hattat ve
Hümayunname
yazarı. Asıl adı Alaeddin Ali bin Salih’tir. Bazı kaynaklarda adı
Salihzade er-Rumi şeklinde geçer. Filibe’de doğdu. Doğum tarihi
bilinmemektedir. Fatih döneminde doğduğu tahmin edilmektedir. İyi
bir tahsil gören Alaeddin Çelebi, Edirne’de devrinin meşhur
alimlerinden ve Rumeli Kazaskeri Abdülvasi bin Hayreddin Hızır
Efendiden ders aldı. Abdülvasi Efendiden müderrislik diploması
aldığından dolayı Vasi Alisi diye meşhur oldu. Hat sanatını
Şeşkalem Şükrullah Halifeden öğrendi.
Alaeddin Ali Çelebi müderrisliğe Edirne Siraciye Medresesinde
başladı. Sonra Bursa’ya tayin olarak sırasıyla; Bayezid Paşa,
Ferhadiye ve Hüdavendigar medreselerinde müderrislik yaptı. Uzun
yıllar kaldığı Bursa’dan 1537’de Edirne Halebiye Medresesine tayin
edildi. Kısa bir süre sonra Edirne Atik (Saatli) Medresesi
müderrisliğine getirildi. Yüksek ilmi ile dikkati çeken Ali Çelebi,
bir sene sonra Fatih Sahn Medreselerinden Başkurşunlu Medresesi
müderrisliğine tayin edildi. Aradan bir sene geçmeden altmışlı paye
ile, Edirne İkinci Bayezid Medresesine gönderildi. 1542’de pek
gözde bir makam olan Bursa kadılığına tayin edildi. Bu görevdeyken
vefat etti (1543). Emir Sultan Camii bahçesindeki türbeye yakın bir
yerde defnedildi.
Alaeddin Ali Çelebi’ye asırlar boyu sürmüş bir şöhret kazandıran
göz kamaştırıcı üslup ve imajlarla işlenmiş
Hümayunname
isimli eseridir. Eser
Kelile ve Dimne’
nin tercümesidir. Uzun bir çalışmanın neticesinde meydana
gelen
Hümayunname’
nin yazılış yeri ve tarihi kaynaklarda farklı gösterilmekte ise de,
Alaeddin Ali Çelebi eserini Atik Medresesinde iken yazmaya
başladığını ön sözünde bildirmektedir.
Kelile ve Dimne’
nin, Hüseyin Vaizi-i Kaşifi’nin
Envar-ı Süheyli
adıyla Farsçaya çevrilmiş şeklinin tercümesi olan
Hümayunname
edebi açıdan ve muhteviyat yönünden Farsça aslını çok aşmıştır.
Alaeddin Çelebi,
Envar-ı Süheyli’
yi üslup yönünden yeni baştan işlemiş, muhteviyatını (içindekileri)
tasviri tablolar, ayet ve hadisler, Arapça ve Farsça şiirler ve
manzum parçalarla zenginleştirmiştir. Türk nesir alanında eşi
görülmemiş ve daha sonra da seviyesine erişilemiyecek bir şaheser
olan
Hümayunname
asırlar boyu devam eden büyük bir ilgi ve takdir görmüştür.
Hümayunname,
yabancı müelliflerin de dikkatini çektiğinden bazı bölümlerini
eserlerine tercüme etmişlerdir. Türk dili ile ilgili kitap yazan ve
bu kitaba
Hümayunname
'den parçalar alan Arthur Cumley Davids, Ali Çelebi’nin bu eserinin
Türk edebiyatında nesirin en güzel örneği olduğunu, ince düşünce ve
üslup güzelliği ile işlenmiş masal ve hikayeler içinde bir ahlak
sistemi kurduğunu söylemektedir. Edebiyatımıza ahlaki, içtimai ve
siyasi terbiyeye dönük nasihat ve düşüncelerle doldurulmuş
olan
Hümayunname
çeşitli dillere çevrilmiştir.
Hümayunname,
sadece edebiyat alanında meşhur olmamış ayrıca minyatür sahasında
da kendini göstermiştir. Farsça Kelile ve Dimne’ler üzerinde
meydana gelen minyatür geleneğine karşı,
Hümayunname
etrafında Osmanlı üslubuna bağlı yeni bir minyatür sahası
doğmuştur. Eserin minyatürlü yazmasının Topkapı Sarayı Revan
Kütüphanesi 843 numarada kayıtlı olan nüshası 208 varaktır.
Hindistan’da yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Ali Ahmed Sabir
olup, lakabı Alaüddin’dir. Babası Şah Abdurrahim’dir. Feridüddin-i
Genc-i Şeker’in talebesi, yeğeni ve damadıdır. 1196 (H. 592)
senesinde Herat’ta doğdu. 1291 (H. 690) senesinde Hindistan’ın
Gwalyar şehrinde vefat etti.
Annesi asil bir aileye mensuptu. Babası Abdülkadir-i Geylani
neslindendi. Seyyid Alaeddin Ali Ahmed Sabir daha beş yaşında iken
babası vefat etti. Babasının vefatından sonra dayısı Feridüddin-i
Genc-i Şeker’in yanına verildi. Dayısı ilim öğretilmesi ve
yetiştirilmesi işini üzerine aldı. Alaeddin Ali Ahmed Sabir, üç
senede ilim tahsilini bitirdi. Çok oruç tutup, mücahede (nefsin
istemediklerini) yaparak nefsini terbiye ile meşgul oldu. Kendi
hücresine (odasına) çekilip, günlerce murakabe (nefsini kontrol
etme) halinde kaldı. Tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu. 1226
(H. 623)da Feridüddin-i Genc-i Şeker onu vekili olarak
vazifelendirdi. Hocasının emriyle 1252 (H. 650)de insanlara İslam
dininin emir ve yasaklarını anlatmak üzere Gwalyar’a gitti. Gwalyar
halkı ona karşı çıktılarsa da gördükleri kerametleri ve ilimdeki
üstünlüğü karşısında pişman olup büyüklüğünü anladılar. Karşı
çıkanlar da zelzele neticesinde helak oldular. Alaeddin Ali Ahmed
Sabir bir çok talebe yetiştirdi. Vefatına yakın Şemsüddin-i
Türki’yi yerine halife bıraktı.
Alaeddin Ali Ahmed Sabir’in zahiri ve batıni ilimlerde emsali
yoktu. Haramlardan, şüphelilerden, dünyaya düşkün olmaktan sakınır;
dünyaya düşkün olanlarla beraber olmaktan uzak dururdu. Ettiği dua
hemen kabul olurdu. Zamanında bulunan evliyanın baş tacı, hakikatı
arıyanların yol göstericisi idi. Keşf ve kerametleri çoktur.
Bunlar
Gülzar-ı Sabiri
adlı eserde toplanmıştır.
Buhara’da yetişen evliyanın büyüklerinden. Adı, Muhammed bin
Muhammed Buhari’dir. Silsile-i aliyye denilen büyük alim ve
velilerin on altıncısıdır. Şah-ı Nakşibend Buhari’nin hem talebesi,
hem damadıdır. Buhara’nın Çağanyan nahiyesinde 1400 (H. 802)de
vefat etti.
Babası, Buhara’nın zengin eşrafından olan Alaeddin-i Attar
çocukluğundan itibaren zenginliğine rağbet etmeyip, fakirler gibi
yaşamaya çalıştı. Küçük yaştan itibaren medrese tahsiline başladı.
Babasının vefatından sonra, Şah-ı Nakşibend Behaeddin-i Buhari’ye
talebe oldu ve onun kızıyla evlendi. Bu büyük zatın sohbetinde
yetişerek tam bir veli oldu. Hocasına teslimiyet ve bağlılıkla
hizmet etti. Hocasının emriyle nefsini terbiye etmek için odun
topladı ve pazarda elma sattı.
Şah-ı Nakşibend Buhari hazretleri henüz hayatta iken, bütün
talebesinin yetiştirilme işini Alaeddin-i Attar’a bıraktı ve
buyurdu ki: “Alaeddin, bizim yükümüzü çok hafifletti.” Çok talebe
yetiştirdi. Seyyid Şerif Cürcani, Muhammed Parisa, Yakub-i Çerhi
gibi alim ve veliler Alaeddin-i Attar’ın yetiştirdiği
talebelerdendi. Seyyid Şerif Cürcani diyor ki: “Alaeddin-i Attar
hazretlerinin sohbetine kavuşunca, Rabbimi tanıyabildim. O zamana
kadar cahildim.”
Buhara’da, Allahü tealanın Cennet’te zamansız ve mekansız olarak
görüleceğini isbat etti.
Hastalıkları esnasında talebelerine, birlik ve beraberliği,
Peygamber efendimizin yolundan ayrılmamayı ve sohbete devam etmeyi
tavsiye etti. Nakşibendi yolunun “Alaiyye” kolu onunla başlar.
Dünya malına meyletmezdi. Buyururdu ki:
“Hakikat, zenginliğin gösterişinden korkmak ve titremek gerektirir.
Zenginlik taslamamalı, Allahü tealanın verdiğine
şükretmelidir.”
“Bir alimi ve evliyayı ziyaret etmekten maksat, Allahü tealaya
yönelmektir. O büyüklerin ruh-ı şeriflerini tam bir yönelme ile
ziyaret etmek, cenab-ı Hakk’ın rızasına kavuşmaya vesiledir.
Nitekim görünüşte, halka tevazu, hakikatta Hakk’a tevazudur. Çünkü
insanlara tevazu göstermek, Allahü tealanın rızası için ise
makbuldür.”
“Evliya ile sohbet, aklın artmasına sebeptir.”
Son nefeslerinde buyurdular ki: “Dostlar ve azizler gitti. Kalanlar
da gider. Elbette o alem bu dünyadan aladır (üstündür).”
Eyyub aleyhisselamın sabrı ile alakalı bir eseri vardır.
Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazinin oğlu. Annesi Şeyh
Edebali’nin kızı Bala Hatundur. Doğum yeri ve tarihi kesin
bilinmemektedir. 1333 (H.733) tarihinden sonra vefat etti. Bursa’da
babası Osman Gazinin yanında medfundur.
Alaeddin Bey, dedesi Şeyh Edebali’nin terbiyesinde büyüdü. Daha
sonra Yenişehir’e babası Osman Gazinin yanına gidip cihad ve gaza
ile meşgul oldu.
Babasının vefatından sonra Orhan Bey, hükümdarlığı ağabeyi Alaeddin
Beye teklif etti. Fakat Alaeddin Bey; “Gel kardaş atamızın duası ve
himmeti senünledir. Anınçün kendi zamanında seni askere koşmuş idi.
Hem ulema dahi bunu kabul ettiler.” cevabıyla hakimiyeti daha layık
olan kardeşi Orhan Gaziye bıraktı.
Orhan Gazi, beyliğin idaresini eline alınca, Alaeddin Bey, onun en
büyük yardımcısı oldu. Nizam ve kanunlar ortaya koyup, deletin
sağlam temeller üzerine kurulmasına çalıştı. Çandarlı Kara Halil
Paşa ile birlikte "yaya" ve "müsellem" birliklerinin kurulmasını
temin etti. Aşıkpaşazade'nin yazdığına göre Orhan Gazinin vezirlik
teklifini kabul etmeyen Alaaddin Beye Bursa ile Mihalic arasında
bulunan Kete mıntıkasındaki Kotra arazisinin mülkiyetini verdi.
Ömrünün sonuna kadar münzevi bir hayat yaşadı.
Bursa’da bir cami yaptıran Alaeddin Bey, Kükürtlü’de bir tekke ve
Kaplıca civarında ikinci bir mescid bina ettirmiştir.
Bursa'da yaptırdığı Alaaddin Bey Camii, cami, fetihten sonra
yapılan ve şehirde Türk hakimiyetinin sembolü olan ilk eserdir.
Cami, kuzey tarafında üç bölümlü son cemaat yeriyle birlikte tek
kubbeli klasik biçime uyarken, Bursa’da kanatlı (zaviyeli) ters T
planlı camilerde yeni bir gelişmeye öncülük etmiştir. Bu plan
şeması, Selçuklu döneminin kubbeli medreselerine kadar uzanır.
Osmanlıların Bursa’da bu planda ilk bina ettiği cami Alaeddin
Camiidir.
Cami 8,20x8,20 metre ölçüsünde, kare planlı asıl ibadet alanı ile
kuzey yönünde buna ekli üç kemerli, üzeri kubbelerle örtülü bir son
cemaat yerinden meydana gelmektedir.
Konya’da Alaeddin tepesinde, 13. asırdan kalma Selçuklu Camii.
Caminin inşasına Sultan Birinci Mes’ud zamanında başlanmış ve
Sultan Alaeddin Keykubad devrinde 1220 (H. 617) senesinde son
şeklini almıştır. Bu sebeple Alaeddin Camii olarak
anılmaktadır.
Caminin kuzey cephesindeki kitabeler, yapının tarihçesi hakkında
pek çok bilgi vermektedir. Camide bulunan kitabelerden
anlaşıldığına göre, caminin mimarı, Dımaşklı Mehmed bin Havlan
olup, cami inşaatına nezaret etmekle ise, Emir Ayaz El-Atabeg
görevlendirilmiştir. Bu cephedeki kitabelerden birinde Kerimeddin
Erdişah ismine rastlanmaktadır. Bu ustanın kimliği hakkında bir
bilgi olmamasına rağmen, çiniden yapılmış bu kitabede ismi
zikredildiği için, camide kullanılan çinilerin ustası olması
muhtemeldir. Caminin içindeki ahşap minberin kitabesinden ve
Altunba vakfiyesindeki bilgilerden anlaşıldığına göre; daha önce
Sultan Birinci Mes’ud tarafından burada bir cami yaptırılmış ve
sonra bu cami Sultan Mes’ud’un oğlu İkinci Kılıçarslan tarafından
genişletilmiş ve Alaeddin Keykubad zamanında da son halini
almıştır.
Cami çeşitli devirlerde tamirler görmüştür. Arşiv kayıtlarında on
altıncı asırda yapılan tamirattan bahsedilmektedir. Yine bu
tamirattan bir tanesinin, doğu tarafında bulunan kapının üstündeki
kitabede 1889-1890 yıllarında Sultan İkinci Abdülhamid Hanın
fermanıyla yapıldığı yazılmaktadır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ve İkinci Dünya Savaşı sırasında cami,
depo olarak kullanılmak üzere ibadete kapatılmıştır. Daha sonra ise
bulunduğu tepenin toprağının kayması ve caminin çevresindeki yapı
örtüsünün ortadan kalkmasıyla duvarların çatlamasından ve yapının
tehlike arzetmesinden dolayı tekrar kapatılarak tamirata
alınmıştır.
Cami, mimari olarak düzensiz bir plana sahiptir. Aynı düzensizlik,
kullanılan malzemesinde de görülmektedir. Yapı malzemesinin
uzaklardan getirildiğini haber veren kaynaklar vardır. Hemen hemen
kendisinden önceki her devri içine alan malzemenin kullanılmış
olması göze çarpan bir özelliğidir.
Caminin genişliği 86 metre, boyu 57 metredir. Binanın üzeri eski
yapılardan alınmış 62 sütun üzerinde duran düz çatı ile
örtülüdür.
Alaeddin Camiinin en muhteşem yeri, Kuzey cephesidir. Kuzey
cephesinde irili ufaklı 21 küçük pencere bulunmaktadır. Kesme
taştan yapılmış olan portal, Selçuklu mimarisinin birçok
özelliklerini biraraya getirir. Girişin iki yanında sivri kemerli
iki hücre bulunur. Hücre alınlığını geometrik süslemeler kaplar.
Portal kemeri iki renkli mermerden olup, girift süslemeleri vardır.
Kapının iki yanından gelen şerit süslemeler de kemerin kilit taşı
üzerinde birleşir.
Kuzeyde, avlu içinde camiye bitişik iki türbeden dıştan ongen
planlı ve külahla örtülmüş olanı İkinci Kılıç Arslan tarafından
yaptırılmıştır. İçinde İkinci Kılıç Arslan, Birinci Keyhüsrev ve
Alaeddin Keykubad’ın mavi üzerine beyaz kabartmalı kitabeyle süslü
sandukaları vardır. Sonradan yapılmış sekizgen planlı diğer
türbenin üzeri açıktır ve tamamlanamamıştır. Mermerden yapılmış
sade ve güzel bir portali vardır.
Anadolu Selçuklu sultanı, Sultan Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in
oğlu. Doğum tarihi bilinmemektedir. Çok iyi bir tahsil ve terbiye
ile yetiştirildi. Türk-İslam an’anesine göre Emir Seyfeddin, Ay-Aba
ve Emir Bedreddin Gevhertaş kendisine atabek tayin edildi. Ana dili
olan Türkçenin yanında, Farsça, Rumca ve Arapça öğrendi. Ayrıca
yüksek İslami ilimleri ve astronomiyi öğrendi. 1205’te Tokat’ın
melikliğine (valiliğine) tayin edilerek devlet idaresini öğrendi ve
tecrübe sahibi oldu. Babasının vefatı üzerine Sultanlığa ağabeyi
birinci Keykavus seçildi. Bunu kabul etmeyip tahta geçmek isteyen
Keykubad, Erzurum meliki Tuğrul Şah ile anlaşarak Kayseri’deki
ağabeyinin üzerine yürüdü. Fakat taraftarları ağabeyi ile
birleşince Ankara Kalesine sığındı. Keykavus, Ankara Kalesini
kuşatarak Keykubad’ı ele geçirdi ve Malatya’daki Minşar Kalesine
hapsetti.
Keykavus’un ölümü üzerine 1220 yılında tahta çıktı. Onun genişleme
ve büyük devlet haline gelme siyasetine devam etti. Önce,
Ermenilerle Doğu Latinler arasındaki çatışmadan faydalanarak
Ermenilerin elindeki Kalonoros Kalesini aldı. Yeniden inşa edilen
ve sağlam surlarla çevrilen şehre Sultan’ın ismine izafeten Alaiye
(Alanya) ismi verildi.
Bu sırada Artuklulardan Diyarbekir hükümdarı olan Mes’ud’un
Keykubad adına okunan hutbeyi kaldırması üzerine buraya
Mubarezeddin Çavlı kumandasında bir ordu gönderdi. Bu ordu,
Mes’ud’un ordusunu yendi ve Çemişgezek gibi bazı kaleleri ele
geçirdi. Ayrıca, Eyyubi hükümdarı Melik Eşref’in yardımcı olarak
gönderdiği kuvvetleri de bozguna uğrattı. Bundan sonra, Eyyubilerle
iyi geçinmek isteyen Alaeddin Keykubad esir aldığı Eyyubi
kumandanlarını serbest bıraktı. Aynı şekilde Melik Mes’ud’u da bazı
hediyeler mukabili yerinde bıraktı.
Sultan Alaeddin, Trabzon-Rum İmparatorluğunun gücünü kırmak için
Sinop’ta bir donanma kurdu. Bu arada Selçuklu tüccarlarının
şikayetleri üzerine Kastamonu emiri Hüsameddin Çoban’ı Karadeniz
donanmasıyla Kırım Seferine memur etti. Emir Çoban önemli bir
ticaret şehri olan Sugdak’ı fethetti. Şehirde bir cami inşa ettirdi
ve askerlerini yerleştirdiği bir garnizon kurdu. Ruslar, Sugdak’ın
Selçuklu hakimiyeti altına girmesini tanımak zorunda
kaldılar.
Güneyden gelen ticaret yollarını tehdit eden küçük Ermenistan
krallığını cezalandırmak üzere Mübarezeddin Çavlı ve Mübarezeddin
Ertokuş kumandasında bir ordu göndererek İçel’i devletin toprakları
arasına kattı. 1226-28 tarihleri arasında Mengücüklerin başına
geçen Davud Şah bin Behramşah’ın Anadolu Selçukluları aleyhine
Tuğrul Şah, Harezmşah Celaleddin Mengüberdi ve İsmaili reisi
Alaeddin’le ittifak ettiğini duyan Alaeddin Keykubad, bunlara karşı
harekete geçerek Erzincan, Kemah ve Şebinkarahisar’ı devletine
kattı. Bu esnada Celaleddin Mengüberti Ahlat’a saldırdı. Bunun
sonucu Yassıçimen’de 1230’da vuku bulan savaşta Celaleddin’i büyük
bir yenilgiye uğrattı ve Erzurum’u kolayca ele geçirdi. Ancak Türk
ve Müslüman devletler arasında vuku bulan bu savaşlar, Anadolu'ya
doğru harekete geçen Moğolların işini kolaylaştırmaktan öte bir işe
yaramadı. Bilhassa Harezmşahların gücünün kırılması, Moğollar
önünde durabilecek önemli bir kuvvetin ortadan kalkmasına sebeb
oldu.
Nitekim Gergoman Noyan komutasındaki Moğollar Sivas’a kadar
gelerek, buraları yakıp yıktılar. Selçuklu kuvvetleri, Moğolları
Erzurum’a kadar takip ettiyse de yetişemedi. Bu Moğol akınının,
Gürcü kraliçesi Rosudan’ın tahrikiyle meydana geldiğinin
anlaşılması üzerine, Gürcistan’a sefer düzenlendi. Gürcülerle
yapılan savaşlarda, Gürcü kuvvetleri bozguna uğratıldı ve yapılan
anlaşmayla Gürcistan’da bazı kaleler, Anadolu Selçuklu Devletine
bırakıldı.
Moğol tehlikesini gören Alaeddin Keykubad, doğu sınırlarını
sağlamlaştırdı. Bu sağlamlaştırma esnasında Ahlat feth edildi.
Ancak bu fetih, Eyyubilerle arasının bozulmasına yol açtı.
Eyyubilerin gönderdikleri orduyu, Torosların güneyinde yenerek,
Harput ve Urfa’yı ele geçirdi. Vefatından önce gelen Moğol
elçilerini ustaca idare ederek, Anadolu’yu Moğol istilasından
kurtardı. 1237’de Kayseri’de vefat etti.
Alaeddin Keykubad, büyük bir siyasetçi ve asker olduğu kadar da
ilim adamıydı. Alimleri sarayında toplar, onları korurdu. Saltanatı
müddetince Anadolu’da geniş çapta imar hareketlerinde bulundu.
Yaptırdığı kervansaray, kale ve sarayların kalıntıları Anadolu’nun
muhtelif yerlerinde hala bulunmaktadır.
Alaiye’nin (Alanya), Anadolu Selçuklu Sultanı Birinci Alaeddin
Keykubat tarafından fethinden sonra, 1293-1471 yılları arasında
burada hakimiyet sürmüş olan beylere verilen ad. Alaiye beyleri,
önce Karamanoğullarına, sonra da Memluklere bağlı kaldıklarından,
beylik olarak kaydolunmamıştır.
Anadolu Selçuklularının son zamanlarında, Alaiye’yi Karamanoğulları
zaptettiler. 1293 senesinde Kıbrıs Kralı Alaiye’ye asker çıkardı.
Bunun üzerine Karamanoğlu Mecdüddin Mahmud Bey, Memluk Sultanı
Melik Eşref Selahaddin adına hutbe okutmak suretiyle tehlikeyi
atlattı. Alaiye, 1427 senesinde Karamanoğulları tarafından beş bin
altın mukabilinde Memluk Devletine satıldı. Bundan sonra Alaiye,
memluk sultanının yüksek hakimiyetini tanımak suretiyle Karamanoğlu
Mahmud Beyin torunları tarafından idare edildi.
İlk Alaiye beyi, Savcı bin Şemseddin Mehmed’dir. Emir Savcı’dan
sonra yerine oğlu Emir-i azam Karaman bin Savcı, Alaiye beyi oldu.
Bu da babası gibi Memluk sultanının himayesindeydi.
Lütfi Bey, kardeşi Emir Savcı’yı öldürüp Alaiye beyi oldu. Lütfi
Bey de Karamanoğulları tehlikesine karşı Memluk hakimiyetini
tanıdı.
Lütfi Bey, Karamanoğullarının sık sık devam eden taarruzlarından
bıkıp, Osmanlıların yardımını sağlamak için, kızkardeşini, vezir-i
azam Rum Mehmed Paşa ile evlendirdi.
Lütfi Bey, vefat edince, yerine kardeşi Ali Beyin oğlu Kılıç Aslan,
Alaiye Beyi oldu. Kılıç Aslan, Osmanlıların, Karamanoğullarının
topraklarını fethe başladıklarından, Karamanoğullarının
taarruzlarından kurtuldu. Fakat Gedik Ahmet Paşa tarafından Alaiye
muhasara edilince, Kılıç Aslan, şehri kendi isteği ile teslim etti.
Fatih Sultan Mehmed, Kılıç Aslan’a Gümülcine sancağını dirlik
olarak verdi. Böylece Alaiye Beyliği sona erdi 1471 (H.
876).
On dördüncü asırda Alaiye’de gemi yapan tezgahlar vardı. Kereste
ihracatı en önemli ticaret geliri idi. Güney Anadolu, Mısır, Rodos
ve diğer memleketlerle ticari münasebeti bulunan Alaiye,
Antalya’dan sonra en zengin ve en işlek bir pazar yeri idi. Bundan
dolayı Alaiye beyleri ve halkının mali durumları gayet iyi
idi.
Alm.
Flache (f.),
Fr.
Aire (f.),
İng.
Area.Matematikte; sınırlı, kapalı yüzeylerin ölçüsü.
Şekilleri farklı olan pek çok yüzeyin alanları (mesela) daire
şeklindeki bir yüzeyle, kare şeklindeki bir yüzeyin ölçüleri yani
alanları birbirine eşit olabilir.
Herhangi bir yüzeyin alanını hesaplamak; temel prensip olarak,
yüzeyi birim yüzey ölçüsüne (alanlara) ayırmak ve birim alanların
sayısını tespit etmekle olur. Bu işlemin tatbiki, çok zor hatta
bazı büyük arazi, küre yüzeyi gibi eğri yüzeyler için mümkün
olmayabilir veya yapılan işlem doğru netice vermeyebilir. Bu
sebepten dolayı bazı geometrik şekillerin alanlarının hesaplanması
için formüller geliştirilmiştir.
Birim alan, bir kenarı bir birim olan karedir ve buna bir birim
kare denir. Ölçü sembolünün üzerine 2 rakamı koymak suretiyle
(birim)
2ifade edilir. Alan biriminin askatları ve katları
sırasıyla yüzer yüzer küçülür ve büyür. 1 m
2nin askatları:
1m
2= 100 dm
2= 10000 cm
2= 1000000 mm
2dir.
1 m
2nin katları ise; 1 dam
2= 100 m
2, 1hm
2= 100 dam
2= 10000 m
2, 1km
2= 100 hm
2= 10000 dam
2= 1000000 m
2.
Yüzeylerin alanlarını hesaplamak için uygulanacak bir metod,
yüzeyi, alanlarının hesabı bilinen geometrik şekillere ayırmaktır.
Alanları bilinen geometrik şekillere ayrılmış yüzeyin alanı bu
alanların toplamıdır.
Herhangi bir yüzey, alanları hesaplanabilen geometrik şekillere
ayrılamıyorsa, bu durumda yüzeyin alanı, integral hesabı ile
bulunabilir.
f(x) eğrisi, x ekseni, x=a veya x=b doğruları ile sınırlı bölgenin
alanı.
f(x) ve g(x) eğrileri arasındaki alan ise:
Çeşitli geometrik şekillerin alan formülleri:
Üçgen : A= ah/2 (h: yükseklik, a: taban)
Dirkdörtgen: A=a.b (a: uzun kenar, b: kısa kenar)
Kare : A = a
2(a : kenar uzunluğu)
Paralelkenar : A = a.h (a: taban, h: yükseklik)
Daire: A =
pr
2(
p: pi sayısı, r: yarıçap)
Elips : A =
p.a.b (a: uzun yarıçap, b: kısa yarıçap)
Küre : A = 4
pr
2(
p: pi sayısı, r: yarıçap)
Silindir yan yüzeyi: A = 2
prh (
p: pi sayısı, r: yarıçap, h: yükseklik)
Alm.
Alarm (m),
Fr.
Alarme,
İng.
Alarm, alert.
Tehlikeli bir durumu bildirmek için verilen işaret. Alarm durumu:
Doğacak tehlikeli bir durumda tehlikeyi önlemek için devamlı hazır
vaziyette (teyakkuz) uyanık olmak. Bu hal ancak askeriye, itfaiye
ve zabıtada görülür. Alarm, çeşitli işaretlerle (siren, düdük, TRT
vs.) ile yapılır. Ayrıca otomatik olarak ev ve arabalara da tehlike
anında haber veren ışıklı ve sesli alarm cihazları yerleştirilir.
Bunlar belirli bir zaman içinde kendiliğinden, yaklaşma veya
dokunma anında tehlikeyi haber verirler.
Kuzey Amerika’da Asya’ya doğru uzanmış bir yarımada. ABD’nin 40. ve
en geniş eyaleti. Yüzölçümü 1.518.807 km2, nüfusu ise 521.000’in
üzerindedir. Başkenti Juneau (nüfusu 6000)dur.
Alaska’nın Kuzey-Batısı’nın dağlık, ikliminin çok sert ve ulaşımın
çok güç olması yüzünden insanların yaşamasına pek elverişli
değildir. Buna karşılık güney kısmının okyanusa açılması, yeraltı
zenginliklerinin ve petrolün bol olması, stratejik durumunun önemi
sayesinde Kuzey Kutbunun kalabalık ve çekici bölgeleri arasına
girmiştir.
Alaska, Danimarkalı Bering tarafından 1741 yılında keşfedildi.
1799’da ABD ve Rusya’nın ortaklaşa kurduğu bir şirket vasıtasıyla,
bu iki devletin sömürgesi haline geldi. Bu sömürgeciliğin kendisine
faydalı olmadığını anlayan Rus Çar’ı İkinci Aleksandır tarafından
1867 yılında ABD’ye satıldı.
Alaska, Büyük Okyanus kıyısında Alaska Körfezi, Batıda Aleut
adalarına ulaşır. Doğuda kıyı adaları ile sınırlanır. Kıyıları çok
girintili çıkıntılıdır. Toprakları yeraltı madenleri yönünden çok
zengindir. 400.000 kilometrekareyi aşan büyük bir kısmı
bataklıklarla kaplıdır. Buralar yaşayışa elverişli olmadığı gibi,
faydalanılması da mümkün değildir.
Alaska, Kuzey Amerika’nın kuzeyinde batıya doğru bir yarımada
şeklinde uzanır. Batıya doğru uzanan burnu ile Asya arasında Bering
Boğazı yer alır. Güneyi dağlık, Yukon ırmağının aktığı çukur ve
düzlüklerle kaplıdır. Kuzeyi ise tepelik ve yaylalıktır. Güneyde
kar ve buzullarla kaplı olan dağlar, genç ve sıradağlar halinde
uzanırlar. En yüksek noktası Mac Knley 6193 metredir. En kuzeyde
Brooke Dağları vardır. Bunların en yüksek noktası da Michelson
doruğu olup yüksekliği 2816 metredir.
Alaska Dağlarının Güney batı kısmına doğru Aleut Sıradağları
uzanır. Aleut Takımadaları da bu dağların bir devamı ve uzantısı
olarak bilinir. Aleut Sıradağlarında tesiri fazla volkanik
yanardağlar mevcuttur.
Göller ve akarsular bakımından zengindir. Bering Denizine dökülen
Yukon (uzunluğu 3300 m) Irmağı ile Kuskovin Nehri önemli
akarsularıdır. Yarımadanın hemen başlangıcında yer alan İllima ve
Clark gölleri de sayılı büyük göllerdendir.
İklim bakımından çeşitli özelliklere sahiptir. Güney ve
güneybatısında Büyük Okyanus iklimi, Kuzey kutup bölgesinde kutup
iklimi, ortasında ise kara iklimi hakimdir. Yağış mikdarı bölgelere
göre değişir.
Alaska’nın toprakları çok, nüfusu ise azdır. Kilometrekare başına
0,2 kişi düşer. Büyük şehirleri, Anchorge, Fairbonks ve
Spenart’tır. Nüfusunun yarıdan fazlasını beyazlar teşkil eder.
Bunun yanında Eskimo ve Kızılderililer, Çinli ve Filipinliler de
vardır. Eskimolar her geçen gün şehirlere gelip buralara
yerleşmektedirler. Kızılderililer, kabileler halinde olmayıp
köylerde yaşarlar. Halk Hıristiyan olup, protestan mezhebine
bağlıdır.
Doğal kaynakları bakımından çok zengindir. Önemli madenleri altın,
platin, kok kömürü ve kalaydır. Orman alanları oldukça geniştir.
ABD’nin ihtiyacını karşılayabilecek kapasiteye sahiptir. Ham petrol
üretiminde Texas’ın ardından ikinci sırada yer alır.
Balıkçılık, kömür işletmeciliği ve konservecilik son derece
gelişmiş olup, kürk ihracatında da çok ileridir.
Alaska’da ayı türleri, bizon, fok balığı ve evcil büyük baş
hayvanlar bulunur. Süt, önemli bir gelir kaynağıdır. Çiftlik
ürünlerinin yıllık değeri 5 ile 6 milyon dolar civarındadır.
Hayvani besin olarak yumurta ile sebzelerden patates ve kabak
önemli yer tutar.
Ulaşım bakımından geridir. Güney kısmında Seyvart ve Fairbonks
arasında tek bir demiryolu ile ABD ve Kanada’yı birbirine bağlayan
karayolu vardır. Ulaşım genellikle uçak ve deniz taşıtlarıyla
yapılır.
Alm.
Legierung (f),
Fr.
Alliage,
İng.
Alloy.Bileşik veya çözelti halinde iki yahut daha fazla
elementten meydana gelmiş metal niteliğinde madde. Alaşımların
bileşimine giren elementler ekseriya metaldir. Bunun yanında az
sayıdaki bir çok ametal alaşımın bileşiminde bulunur. Mesela
çeliğin en önemli elemanlarından biri olan karbon bir ametaldir.
Bundan başka alaşımların yapısında azot, oksijen ve kükürt gibi
ametaller de az miktarda yer alırlar. Alaşımlar metallere
iletkenlik, esneklik, dayanıklılık vs. gibi daha iyi özellikler
kazandırmak amacıyla yapılır.
Alaşımların hazırlanmasında en yaygın metod, alaşımı meydana
getiren elementlerin bir arada eritilip uygun şekilde
soğutulmasıdır. Alaşımların çok azı, metallerin cevherlerinden elde
edilmeleri esnasında hazırlanabilir (ferrokrom gibi). Sanayide
kullanılan maddelerin çoğu birer alaşımdır. Alaşımlar iki grupta
toplanır:
1. Demir alaşımları (Çelikler) :
Bu alaşımlar çok önemlidir. Çeliklerde % 2’den az karbon bulunur.
Pik ve işlenebilir demirlerde ağırlık olarak karbon oranı, % 2 ile
% 5 arasında değişir. Çeliklere, karbondan başka ihtiva ettiği
maddelere bağlı olarak özel isimler verilir. En çok kullanılan
paslanmaz çelikler % 18 krom, % 8 nikel ihtiva ederler (Bkz. Demir,
Çelik).
2. Demirsiz alaşımlar:
Bu alaşımların esasını bakır teşkil eder. Bakır oranı % 57 ile % 70
arasında değişir. Bronz, pirinç bu tür alaşımlardandır. Kalay,
kurşun ve alüminyum metallerinin alaşımları çok kullanılır.
Alüminyum alaşımları hafif olmaları sebebiyle uçak sanayiinde büyük
önem taşır. Altın, gümüş, platin gibi değerli metallerin meydana
getirdiği alaşımlar ise özel bir önem taşır.
Kolay eriyen alaşımlar deyimi, erime noktası kalayınkinden
(232°C'den) daha düşük olan alaşımlar için kullanılır. Bu tür
alaşımların çoğu, erime noktaları düşük olan kalay, kurşun ve
bizmut gibi metallerin karışımıdır. Kolay eriyen alaşımlar ateşin
sıcaklığı ile harekete geçip otomatik olarak su püskürten yangın
emniyet sistemlerinde ve metallerin lehimlenmesinde yaygın olarak
kullanılır.
Horasan’da yetişen evliyanın büyüklerinden ve tefsir, fıkıh, hadis,
kıraat ve tasavvuf alimi. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Ahmed bin
Muhammed el-Beyanbeki es-Semnani’dir. Ebü’l-Mekarim künyesi ve
Rükneddin, Alaüddin, Alaüddevle lakaplarıyla bilinir. Semnan
padişahının oğlu olduğu için, Alaüddevle Semnani diye meşhur
olmuştur. 1261 (H. 659) senesinde Horasan’ın Semnan vilayetine
bağlı Beyanbek Sufiabad köyünde doğdu. 1336 (H. 736) senesinde aynı
yerde vefat etti. Kabri Sufiabad’dadır.
Zengin ve kültürlü bir ailenin çocuğu olan Alaüddevle Semnani,
köklü bir aile terbiyesi aldı. Amcası İlhanlı sarayında vezir,
babası ise Bağdad valiliği yaptığı için on beş yaşından itibaren
İlhanlı sarayına girdi. İlhanlı hükümdar namzedi ve Horasan bölge
valisi olan Argun Hanın emrinde çalışıp onun yakın adamlarından
oldu. Yirmi beş yaşına geldiği zaman, dünya servetine ve dünya
makamlarına karşı nefret duymaya başladı. Tasavvuf büyüklerinin
hayatlarını okuyup, geçmiş günahlarına tövbe etti. Kendini dünya
lezzetlerinden alıkoyup, Rabbine ibadete verdi. Hastalığı sebebiyle
devlet vazifesinden ve İlhanlı başşehri Tebriz’den ayrılarak
memleketi olan Semnan’a döndü. Servetini fakirlere sadaka olarak
dağıttı. Sekkakiyye Dergahını tamir ettirerek Ahi Şerefüddin
Semnani’nin sohbetlerinde bulundu. Zamanın alimlerinden fıkıh,
kelam, hadis ve tefsir ilimlerini tahsil etti. Ehl-i sünnet
akaidini (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının itikadını) Ehl-i
sünnetin karşısında bulunan sapık fırkalar ile bazı felsefi
akımların fikir ve görüşlerini inceledi. Ehl-i sünnet düşmanlarına
cevap verdi. Hac ibadetini yerine getirmek üzere Mekke-i
mükerremeye gitti. Orada pek çok İslam alimiyle görüşüp
sohbetlerinde bulundu. Hac dönüşü Bağdat’a giderek büyük veli
Nureddin Abdurrahman İsferaini’nin talebesi oldu. Onun
sohbetlerinde kemale erip, tasavvuftaki Kübreviyye yolundan icazet
(diploma) aldı. Hocası tarafından talebe yetiştirmekle
vazifelendirildi. Memleketi olan Semnan’a dönerek insanlara Allahü
tealanın emirlerini anlatıp, yasaklarından sakındırmaya gayret
etti. Kısa zamanda şöhreti yayılıp, binlerce kimse gelerek onun
sohbetlerinden istifade etti. Pekçok alim ve evliya yetiştirdi. Bir
kaç defa daha hacca gitti. İlhanlı Hükümdarı Ebu Said Bahadır Han
ile Horasan emirleri arasındaki anlaşmazlığı gidermek için
arabuluculuk vazifesinde bulundu. İlhanlı hükümdarı Olcaytu ve Emir
Nevruz ile görüştü. Safiyyüddin Erdebili gibi büyük zatlarla
karşılaşıp sohbetlerinde bulundu. Bir çok seçkin talebe, zengin bir
kütüphane ve bir dergah bırakarak, 1336 (H. 736) yılında Semnan
vilayetinin Sufiabad kasabasında vefat etti. Sufiabad’daki Ahrar
haziresinde defnedildi.
İlim ve irfan sahibi bir zat olan Alaüddevle Semnani, Kur’an-ı
kerimi çok okurdu. Güzel ahlak sahibi, vakarlı ve heybetli idi.
Söylediği sözler insanlara tesir ederdi. İsar sahibi yani
başkalarını kendine tercih ederdi. Kazancını fakirlere
verirdi.
Buyurdu ki:
“Şimdiki aklım olsaydı, vaktiyle devlet işlerini ve memuriyeti terk
etmez, o makamda riyasızca ibadet eder, mazlumları himaye eder,
insanların hizmetinde bulunurdum.”
“İnsan vücudunda amellerin tohumu, yenilen lokmadır. Bir kimse bir
lokmayı gaflet içinde yerse, lokma helalden de olsa, ondan
insanların fayda görmesi mümkün değildir.”
“Tasavvuf; Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i
seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeyi ve fazla uykuyu
terk etmektir.”
“En büyük savaş, konuşurken ve yerken nefis ve şeytanla olan
harptir. Eğer onlara galib gelirsen kurtulursun.”
Eserleri:
Alaüddevle Semnani tasavvuf başta olmak üzere fıkıh, kelam, hadis,
tefsir ve ahlak ilimlerinde Arapça ve Farsça olarak üç yüz kadar
eser yazmıştır.
1) Adab-ül-Halvet, 2)Beyanüz Zikr-il-Hafi, 3)
Tefsir-ül-Kur’an-il-kerim
(13 cild),
4) Sırr-ul-Bal fi Etvar-i Süluk-i Ehl-il-Hal, 5) Şekaik-ud-Dekaik,
6) El-Urvet-ül-Vüska, 7) Füsus-ul-Usul vel-Felah, 8)
Fevaid-ül-Akaid, 9) Medaric-ül-Mearic, 10) El-Makalat fit-Tasavvuf,
11)El-Mükaşefat, 12) Mevarid-üş-Şevarid, 13) Behçet-üt-Tevhid, 14)
Tuhfet-üs-Salihin, 15) Feth-ul-Mübin, 16) Salvet-ül-Aşıkin, 17)
Meşairu Ebvab-il-Kuds
günümüze kadar gelen eserlerinden bazılarıdır.
Alm.
Festzug, Umzug, Regiment,
Fr.
Foule, Cortège, parade, bande, regiment, moguerie,
İng.
Procession, parade, crowd, regiment, mockery. Türkçede tören veya
gösteri gayesiyle bir araya gelen topluluğa; başında bir albayın
bulunduğu tabur ile tugay arasındaki askeri birliğe; Osmanlılarda
askeri ve mülki merasimin tertip ve düzenine verilen ad. Bir kişiyi
mizaha almak, küçümsemek manalarına da gelir.
Başında bir albayın bulunduğu, taktik ve kontrol için taburlar,
bölükler ve takımlara bölünerek teşilatlanan bir alay aynı sınıftan
olan ve aynı silahları kullanan en büyük birliktir. Her alayın bir
sancağı vardır.
Sultan İkinci Mahmud Han tarafından 1826 senesinde kurulan Asakir-i
Mansure-i Muhammediyyenin 12.000 kişilik kuvvetinin tamamı,
İstanbul’da bulunan sekiz tertibe bölünmüştü. Daha sonra
imparatorluğun başka bölgelerinde de tertipler kuruldu. 1828
senesinde “tertip” terimi “alay”a çevrildi. Her alay üç taburdan
meydana geliyor, komutanlığını miralay (albay) rütbesinde bir subay
yapıyor, ayrıca yardımcı bir kaymakam (yarbay) bulunuyordu. 1831’de
bir alayın dört taburdan kurulması ve dördüncü taburun avcı taburu
olması kabul edildi. Arkasından iki alaydan meydana gelen livalar
(tugaylar) kuruldu.
Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, bulundukları bölgenin
güvenlik ve savunmasını yürütmek üzere Hamidiye Alayları teşkil
edildi. İkinci Meşrutiyetten sonra piyade alayları üç taburdan
meydana gelmeye başladı. Süvari alayları altı bölükten, topçu
alayları ise 12 bataryadan ibaretti. Cumhuriyet döneminde ise bir
piyade alayı üç piyade taburundan, bir tanksavar bölüğünden, bir
piyade hava bölüğünden, bir muhabere takımı ve piyade hafif koluyla
bir alay karargahından teşkil edildi. Bir topçu alayı ise iki veya
daha fazla topçu taburundan meydana geldi.
Alay kelimesinin başına ve sonuna getirilen eklerle bir hayli
tabir, terim ve deyim meydana gelmiştir. Alaylı, alay beyi, alay
emini, alay katibi, alay imamı, alay müftisi, alay çavuşu, alay-ı
hümayun, alay köşkü, alay kanunu, alay meydanı, alay meclisi, alay
erkanı, alay sancağı, alay bağlamak, alay göstermek, alaya binmek,
mevlid alayı, valide alayı, sürre alayı, kılıç alayı, selamlık
alayı, Hırka-i seadet alayı, baklava alayı, amin alayı, kadir
alayı, bayram alayı, mızraklı alayı, hassa alayı, düğün alayı,
bunların belli başlılarıdır.
İslamiyetten önce örf, adet ve geleneklerine düşkün olan Türkler,
müslüman olduktan sonra da İslamiyetin yasak etmediği adet ve
geleneklerini sürdürdüler. Müslüman olduktan sonra, dinin ışığında
pekçok güzel adet ve gelenekler ortaya koyarak İslamiyetin
emirlerini toplum olarak yaşamaya ve yaşatmaya gayret gösterdiler.
Osmanlılar zamanında, daha önceki müslüman-Türk devletlerinde
görülen bazı merasim ve gelenekler aynen devam ettirildiği gibi,
yeni ilaveler de yapıldı. Bu merasimlere umumi olarak
alay
adı verilirdi. Saray erkanı ile halkın kaynaşmasına vesile olan bu
alaylar, halktan büyük ilgi görür ve çok ihtişamlı olurdu.
Padişahın tahta çıktığı gün, sabahın erken saatlerinde Topkapı
Sarayı-Akağalar Kapısında biat merasimi yapılırdı. Padişah,
hazine-i hümayundan çıkarılan tahta oturur, teşrifata (protokole)
riayet olunarak, başta hanedan mensupları olmak üzere bütün rütbe
sahipleri, birliğin ve kuvvetin sembolü olan padişahı selamlayarak
yerlerini alırlardı. Bu merasim, büyük bir sessizlik içinde cereyan
eder, mızıka çalınmazdı.
Bayram gümlerinde de buna benzer bayram alayı veya muayede denilen
bayramlaşma merasimi yapılırdı. Bayramlaşma merasimini, Babıali
teşrifat kalemi idare ederdi. Herkes yerini aldıktan sonra,
padişah, mızıka-i hümayun efendilerinin; “Aleyke avnullah” ve;
“Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var.” sesleri arasında
tahta oturur ve bu esnada mehteran bölüğü tarafından hünkar marşı
çalınırdı. Teşrifata uygun olan bu merasim, son zamanlarda
umumiyetle Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonunda icra
edilirdi.
Bu merasimlerden başka şu alaylar yapılırdı:
Beşik alayı:
Haremde kus-i şadımani çalınınca, enderunlular doğum olduğunu
anlarlar, kurbanlar hazırlanırdı. Her koğuşun önünde kurban
kesilirdi. Padişah, Çinili Köşkün içinden altın serperdi. Mehter
takımı marşlar çalarak bu sevince iştirak eder, doğan şehzadenin
veya sultanın ismini öğrenen şairler tarih düşürmekte yarışırlardı.
Hazine kahyası darbhaneye giderken gümüş kabartmalı beşik
ısmarlardı. Kısa zamanda yapılan beşik, alayla saraya getirilir,
harem kapısında kızlarağasına verilirdi. Hazine kahyası ve
maiyetindekilere padişah tarafından ihsanda bulunulurdu.
Sürre alayı:
Osmanlılar zamanında hac mevsiminde Mekke ve Medine’ye saraydan ve
halktan gönderilecek hediyeleri yollamak üzere düzenlenen
merasimdir. (Bkz. Sürre Alayı).
Hırka-i saadet alayı:
Ramazan ayının on beşinde yapılırdı. Hazine kahyası vezirlere,
divan çavuşları vasıtasıyla davetiyeler gönderirdi. Ayrıca ilmiye
sınıfı mensuplarına mülki ve askeri erkana da haber giderdi.
Merasimden önceki gece padişah, süngerlerle Hırka-i saadetin
bulunduğu sandukayı ve dolapları silerdi. Padişah, sabah namazını
Hırka-i saadet dairesinde kılar, öğleden evvel hasodalılar, Hırka-i
saadetin gümüş yaldızlı sandukalarını altın anahtarla açarlar, yedi
kat ipek kadife üzerine som sırma ve incilerle işlenmiş bohçaların
şeritlerini çözerlerdi. İkinci mahfaza bundan sonra padişahın
yanında bulunan altın anahtarla açılırdı. Hırka-i saadet
sandukasının açılışında, silahdar, çuhadar, rikabdar, dülbentdar
ağa, anahtar ve peşgir ağaları, hasodalılar, saray imamları da
hazar bulunurlardı. Bu esnada güzel sesli müezzin ve çavuşağaları
Kur’an-ı kerim okuyarak ziyarette bulunanlara ayrı bir manevi haz
verirlerdi. Ziyareti evvela padişah, sonra sırayla diğerleri
yapardı.
Baklava alayı:
Ramazan-ı şerifin on beşinci günü gayet muhteşem bir surette
yapılan Hırka-i saadet alayından sonra yeniçeri ocağı neferlerine
baklava verilirdi. Bu uygulama ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman
Han zamanında, harplerden zaferle dönen orduya pilav, zerde ve
yahni gibi yemeklerle ziyafet verilmekle başlandı. Askeri, gazaya
teşvik etmek maksadıyla çekilen bu ziyafetler sonraki padişahlar
zamanında da devam etti. Ramazan-ı şerifin on beşinci günü
İstanbul’da bulunan askerlerin her on neferine bir tepsi baklava
ikramı adet oldu.
Bu alay yapılırken yeniçeri ortaları, saka, usta ve
karakullukçuları ile diğer zabitler sarayın orta kapısının iki
tarafındaki divan yeri sofasından ilerideki mutfaklar önünde futa
denilen ipekli peştemallara bağlı olarak hazır bulunan baklava
tepsileri hizasında yer alırlar. Bu sırada ortakapı açılıp
babüsseadede bekleyen silahdarağa, sağ koltuğunda anahtar ağası,
sol koltuğunda başlala ile akağalar kapısından çıkar. Kilerci
baltacısıyla, palüdeci ağadan başkasını kapının önünde terk ederek
bu iki kişiyle baklava tepsileri hizasına yanaşırdı. Kilercibaşı
baltacısıyla palüdeci, padişah için hazırlanan bir tepsi baklavayı
alır silahdara verirdi. Bunu müteakib askerden ikişer nefer sarılı
baklava tepsilerini yeşil yollu sırıklara geçirirlerdi. Hazır
oldukları orta kapıya işaret olununca kapı açılırdı. Her bölüğün
usta, saka, mütevelli, odabaşı, karakullukçu ve bayrakdarı
bölüklerinin önüne düşerek baklavacılar da arkadan gelerek alay ile
kışlalarına giderlerdi. Ertesi gün ise tepsi ve futalar, saray
mutfağına (matbah-ı amireye) gönderilirdi.
Adalet ve ihsanla altı yüz sene hüküm sürmüş ve insanlığın kurtuluş
ve refahı için gayret göstermiş olan Osmanlıların askere ihsan ve
bahşişinin küçük bir bölümü olan baklava alayı, yeniçeri ocağının
kaldırılmasına kadar devam etti. 1826’daki son baklava alayı
sırasında yeniçerilerin İstanbul halkını inciten taşkınlıkları,
ocağın halk nazarında itibarını büsbütün kaybettiren son
sebeplerden biri olmuştur.
Kadir gecesi alayı:
Ramazan ayının son günlerinde bulunan Kadir gecesinde Hırka-i
saadet dairesinden Ayasofya Camiine kadar bütün yol boyları
meşalelerle aydınlatılırdı. Alayın önünde yirmi kadar meşale ve
onun arkasında kırmızı-yeşil kırk kadar fenerle hasekiler yürür ve
böylece Ayasofya Camiine gidilir ve padişahın imamı namaz
kıldırırdı. Son padişahlar zamanında Kadir gecesi alayı saltanat
kayıklarıyla gidilerek Tophane’deki Nusretiye Camiinde
yapıldı.
Yılbaşı tebriki alayı:
Hicri yılbaşı olan Muharrem ayının ilk günü, padişah Çinili Köşke
gelir, saray ağalarına Muharremiye adıyla bahşiş ve ihsanda
bulunurdu. Ayrıca helvahanede yapılan ve kaselere konulan kırmızı
renkli şekerlemeler ikram edilirdi. Muharrem ayının üçüncü günü
umumiyetle Çırağan Sarayına rikab (özengi) ısmarlanır, sadrazam ve
şeyhülislam, padişah tarafından huzura alınarak tebrikler kabul
edilirdi.
Mevlid alayı:
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyaya teşrif
ettiği gün olan Rebi-ul-evvel ayının on ikinci gecesinde Balıkhane
köşkünde, ertesi gün de Sultan Ahmed Camiinde mevlid
okunurdu.
Kılıç alayı:
Yıldırım Bayezid Han zamanında ilk defa Niğbolu Zaferinden sonra
yapılmaya başlanan bu alayda, devrin ileri gelen alimi tarafından
padişaha kılıç kuşatılırdı. Kılıç alayı usul olarak padişahın
cülusunu takib eden günlerde taç giyme merasimine benzer ve halkta
büyük bir çoşkunluğa sebeb olurdu. Talebeler yollara dizilir,
Edirnekapı’da muhteşem bir çadır kurulur, yabancı devlet
temsilcileri geçenleri buradan seyrederlerdi. Padişah onları
arabadan selamlardı. Padişahın arabasını başta sadrazam olmak üzere
bütün nazırlar (bakanlar), meclis reisleri ve saray erkanının
arabaları takib ederdi. Alay, Eyyub Sultan’a varınca arabalardan
inilir ve yürüyerek Eyyub Sultan’ın (radıyallahü anh) türbesine
gidilirdi. Burada yeni padişaha kılıç kuşatılır ve dua
edilirdi.
Alay-ı Hümayun:
Padişah sefere giderken, seferden dönerken, sefere gideni
uğurlarken, seferden dönen orduyu karşılarken saraydan Davutpaşa’ya
kadar tertib edilen alaylardı. Osmanlıların haşmet devirlerinde bu
alaylar büyük bir ihtişamla yapılırdı.
Sadaret alayı:
Sadrazamlara, sadaret mührü vermek için tertiplenen alaydır.
Tanzimata gelinceye kadar sadaret mührü Hırka-i saadette verilirdi.
Bu münasebetle sadrazama has odabaşı vasıtasıyla yeniden samur kürk
giydirilirdi.
Sadaret alayı, merasimi Beşiktaş’ta başlar, denizden Sirkeci’ye
gelinirdi. Önde mabeyn başkatibi, onu takiben yaverler ve en arkada
sadrazam ata binmiş olarak halkın önünden geçerek Babıali’de divan
odasına gelirlerdi. Başkatib, sadaret mektupçusuna atlasa sarılı
nameyi öperek verir, o da gür bir sesle okurdu. Daha sonraki
devirlerde bu merasim arabalarla yapıldı.
Selamlık alayı:
Padişahın Cuma namazı için camiye gitmesi anında tertiplenen
alaydır. Sultan İkinci Abdülhamid Han, Cuma selamlığını Yıldız
Camiinde yaptırırdı. Ermeniler böyle bir selamlık esnasında suikast
tertibinde bulunmuşlardı.
Valide alayı:
İlk defa dördüncü Murad Hanın annesi için tertiplenen bu alay daha
sonraki devirlerde an’ane haline geldi. Tahta çıkan padişah,
annesini eski saraydan yeni saraya getirtirdi. Sultan ikinci Mahmud
Hanın annesine yapılan alay pek gösterişli olmuştu. Valide Sultanı
yeni sarayda önce saray mensupları, sonra padişah karşılar ve
tebrik ederdi.
Amin alayı:
Osmanlı Devletinde ana okuluna başlayan çocuklar için yapılan
merasim (Bkz. Amin Alayı).
Alayla alakalı terim ve deyimler de şunlardır:
Alay arabası:
Alaylarda padişahların bindikleri arabaya verilen addır. Buna
saltanat arabası da denilirdi. Muhteşem olan bu arabayı ihtişamı
bir kat daha arttıran atlar çekerdi. Seyislerin elbiseleri de
sırmalıydı.
Alaya binmek:
Resmi sıfatı haiz olanların bayramlarda ve resmi günlerde yapılan
alaylara iştirak etmeleri demektir. Vaktiyle alaylara atla
katıldıkları için bu tabir kullanılırdı.
Alay bağlamak:
Ordunun düşman karşısında harekete geçmek üzere, emir ve kumandayı
beklemesi veya merasimde alayın tamamen tertip ve tanzim edilmiş
olması demektir.
Alay elbisesi:
Alaylarda ve diğer merasimlerde giyilen resmi elbiseye verilen
ad.
Alay kanunu:
Alaylarda ve seferlerde padişahın huzurunda tertiplenen ve büyük
geçit törenlerinde ve hükümetçe tesbit edilmiş olan diğer merasim
ve alaylarda; vezirler, alimler, devlet ricali ile askeri erkanın
tertip (porotokol) ve kıyafetlerine dair kanundur.
Alay meydanı:
Topkapı Sarayında ortakapı ile babüsseade arasındaki sahaya verilen
ad. Ayrıca bir bayrağın veya büyük bir resmi binanın önünde askeri
geçit yapmaya ve merasim için toplanmaya mahsus geniş saha ve
meydana da bu ad verilirdi.
Askeri teşkilat birimi olan alayla ilgili terim ve deyimler de
şöyledir:
Alay beyi:
Vaktiyle miralay yani albay rütbesinde olan vilayet merkezlerindeki
jandarma kumandanlarına verilen addı. 1908’de İkinci meşrutiyetin
ilanından sonra bu tabir terk edilerek yerine alay kumandanı tabiri
kullanıldı.
Alay çavuşu:
İki manada kullanılırdı: Birincisi; padişahların bir yere gidişinde
geçit resimlerinde önden gidip yol açan divan-ı hümayun
çavuşlarıydı. İkincisi; birlikteki yazılı ve sözlü emirleri
askerlere bildiren çavuşlardı. Bunlar, tellal gibi yüksek sesle
bağırarak verilen emirleri tebliğ ederlerdi.
Alay emini:
Yüzbaşıdan büyük binbaşıdan küçük, askeri katip sınıfından bir
vazifelinin ünvanıydı. Alay katipliğinden terfi ederek alay emini
olanlar, alayın idari ve hesap işleriyle meşguldüler. Diğer
askerler gibi resmi elbise giyerlerdi. Ancak bunların elbiselerinin
şerit ve yıldızları diğer askerlerin elbiseleri gibi sarı olmayıp
beyazdı. Alay eminleri binbaşılığa terfi ettikten sonra diğer
askerler gibi yükselirlerdi. 1908’de bu ünvan teşkilattan
kaldırıldı.
Alay erkanı:
Başta miralay (albay) olmak üzere alayı teşkil eden taburların
binbaşılarıyla alay müftileri ve alay katipleri gibi yüksek
rütbeliler hakkında kullanılan bir terimdi.
Alay imamı:
Alayın birinci taburunun imamına verilen addı. Teşrifatta
(protokolde) yüzbaşıdan önce gelirdi.
Alay katibi:
Alayın yazı ve hesap işlerini gören askerin adıydı. Tabur katipleri
terfi ederek alay katibi olurlar, alay katipliğinden de alay
eminliğine terfi edilirdi.
Alay meclisi:
Alay işleri hakkında icab eden kararları vermeye yetkili meclise
verilen addı. Miralayın başkanlığında alayı teşkil eden taburların
binbaşılarıyla alay müftisinden ve alay katibinden teşekkül
ederdi.
Alay müftisi:
Alay imamının üstü olan rütbe sahibi, sarıklı askere verilen addı.
Teşrifatta (protokolde) binbaşıdan önce gelirdi. Askerlere dini
vazifeleri öğretmek ve onların suallerine cevap vermek için
taburlarda tabur imamı, alaylarda ise alay müftisi bulunurdu. Bu
vazife Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etmiştir.
Alay sancağı:
İki manaya gelirdi: Birincisi, bir alaya mahsus olan sancak
demekti. İkincisi, resmi günlerde gemileri donatmak için asılan
rengarenk bayraklar hakkında kullanılan bir tabirdi.
Alaylı:
Vaktiyle mektep mezunu olmayıp erlikten yetişen askerler hakkında
kullanılırdı. Bir mektep bitirmeden meslek içinde yetişen diğer
devlet memurları için de bu tabir mecazi olarak
kullanılmıştır.
(Bkz. Alay)
integralinin hesaplanması ile bulunur.
integralinin hesaplanmasıyla bulunabilir.
ALARM
ALASKA
ALAŞIM
ALAÜDDEVLE SEMNANİ
ALAY
ALAY BEYİ