Alm. Strömungstransformatör (m), Fr. Transformateur de courant, İng. Current transformer. Ölçü aletini yüksek voltaj hattına bağlayabilmek ve ölçme alanını genişletmek için kullanılan alet. İyi bir izolasyonla korunmuş olan akım transformatoru yüksek voltaj hattından geçen akımı belli bir orana düşürerek ölçer. Umumiyetle akım transformator sekonderleri 5 amperliktir. Bu duruma göre 2000 amperlik akım transformatoru akımı 400 defa küçülterek alete verir. Yani çevirme oranı 400/1’dir.
Bu durum aynı zamanda 5 amperlik ampermetre ile 2000 Amper ölçülmesi demektir.
Akım transformatoru normal bir transformator gibi primer (birinci taraf), sekonder (ikinci taraf) sargılardan meydana gelir.
Primer sargı, birkaç turluk kalın bakır tel veya bara (dikdörtgen kesitli iletken) olup, yüksek voltaj hattı ile seri bağlanır. Sekonder ince bakır telden olup transformator oranına göre çok turdan meydana gelir.
Alm. Pionnier (m), Fr. Pionnier, İng. Pioneer. Osmanlı Devleti askeri teşkilatında sınır bölgelerinde, düşman memleketlerine ani baskınlar tertipleyerek yıpratma harekatında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim. Akıncılar, bazılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve hayatlarını talanla kazanan askeri bir birlik değildi. Akıncıların vazifeleri, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esasa bağlayan kanunları vardı. Akıncılık, babadan oğula geçerdi ve yalnızca Türklere has askeri bir sınıftı. Bunlar, şimdiki askeri teşkilattaki komando birliklerine benzetilebilir.
Akıncılar harp zamanında keşif kolu hizmetini görürlerdi. Düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları ani ve süratli hareketleri ile bozarlardı. Bundan başka ordunun yolu üzerindeki hububatı muhafaza, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasındaydı. Akıncılar genellikle asıl ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve yukarıda yazılan vazifeleri yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve sür’atli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarlarken yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atlarını konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.
Akıncı birlikleri şu şekilde tanzim edilmişlerdi: On akıncıya “onbaşı”, yüz akıncıya “subaşı”, bin akıncıya da “binbaşı” kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan “Akıncı Beyi” tamamlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesinde olan akıncı beyleri, fevkalade selahiyetlere sahip olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı.
Bir harekatın akın ismini alabilmesi için o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi; aksi takdirde bu harekata akın denmezdi.
Akıncılar, merkezi bir tarzda idare olunmayıp, serhat boylarında ocaklar halinde teşkilatlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensub oldukları kumandanların sülale isimleriyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunların bulundukları mıntıkalar da şunlardı: Malkoçoğlu Silistre’de; Turhanlı Mora’da; Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerindeydi. Osmanlı Devletinde ilk akıncı beyi Evranos Beydir. Saydığımız akıncı aileleri ise daha sonraki akınlarda meşhur olmuşlardır.
Akıncıların devlet tarafından isimleri, eşkalleri ve içlerinde timara sahib olanların listelerini havi defterler tutulurdu. Defterler iki nüsha olarak tanzim edilir; biri merkezdeki Defterhane’de diğeri ise akıncıların bulundukları eyalet veya sancak kadılıklarında muhafaza edilir, bu yolla herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akını müteakip, şehid ve malul olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirlerdi. Akıncı kanunu üzere öncelikle babası akıncı olanlar tercih edilirdi. Ayrıca akıncı kaydedilenlerin kefil göstermeleri mecburiydi.
Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu; elde ettikleri ganimetin 1/5’ini (Pençik resmi olarak) verdikten sonra, kalanla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise timarları vardı (Bkz. Timar). Sefere çıkarlarken düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla temin ederlerdi. Akıncılar arasında “Timarlı” ve “Tavcılar” grubu bulunurdu ki, bunlar kıdemli ve seferde yararlılık gösteren kimselerdi. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Sefer emri bunlara gelir; bu kişiler de emri altında olanları toplayıp akına katılırlardı.
Osmanlı Devletindeki akıncıların sayısı kat’i olarak ortaya konulmamakla beraber, 15. asır ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu tarih kitapları yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşında akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır. 1559’daki bir yoklamaya göre ise, Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civarında görülüyor. Kanuni Sultan Süleyman Hanın Budin ve Avusturya seferlerinde Mihalli akıncılarının sayısı devrin tarih kitaplarına 50.000 olarak geçmiştir.
Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olan akıncılar, 1595 senesindeki Sadrazam Sinan Paşanın Eflak seferindeki mağlubiyetine kadar güçlerini korumuşlardır. Bu sefer dönüşünde akıncılar, Tuna üzerindeki uzun bir köprüyü geçmekte iken, Eflak Voyvodasının yoğun top ateşi açtırması ile, tahta köprünün çökmesi üzerine Tuna sularına gömüldüler. Karşıya geçemeyen bir kaç bin akıncı ise düşman kılıçları altında şehid oldular. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamayacağı büyük bir darbe yedi. Nitekim bu seferden sonraki kayıtlara göre akıncıların sayısı 3000’e inmiştir. Vaziyet bu duruma gelince, hükümet yeni tedbirler almak mecburiyetinde kalmış ve kalelerdeki “Serhat Kulu” teşkilatı takviye edilerek hudutların korunması bu teşkilata verilmiş, diğer taraftan da Kırım Hanlarının atlılarından faydalanma yoluna gidilmiştir.
Akıncı kanununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehir fethederse buradaki gayrimenkuller padişaha (devlete) ait olur; beylere de bu bölgenin köyleri timar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle Akıncı beyleri de timarlardan elde ettikleri gelirleri hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.
Akıncıların kullandıkları silahlar da, süratle hareket etmelerine mani olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silahlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Akıncıların zırh kullananlarının sayısı oldukça azdı.
Alm. Flussigkeiten (e), Flüssing, Fr. Fluide, liguide, İng. The fluid. Belli bir şekilleri olmayıp, içinde bulundukları kabın şeklini alan sıvı ve gaz halindeki maddelere verilen isim.
Bu maddelerin hareketlerini ve özelliklerini inceleyen bilim dalına “Akışkanlar mekaniği” adı verilir. İslam alimlerinden Hazini (1118-1155) sıvı ve gazların fiziki özellikleri üzerinde yapmış olduğu araştırmalar sebebiyle “Akışkanlar Mekaniği” ilminin kurucularındandır.
On dokuzuncu asır Osmanlı Devlet adamı ve şairi. 1787 senesinde Yozgat’ta doğdu. Devrin kadılarından Ayıntabizade Mehmed Efendinin oğludur. Altı yaşında iken babası ile hacca gitti. Hac dönüşü ilk tahsiline Yozgat’ta başladı. Tahsilini tamamladıktan sonra Yozgat ayanı Cabbarzade Süleyman Beyin divan katipliğinde bulundu. Süleyman Beyin vefatı üzerine İstanbul’a gitti. Amcası Reis-ül-küttab Mustafa Mazhar Efendinin yardımı ile Divan-ı Hümayun kalemine katip oldu (1814). Başarılı çalışmalarndan dolayı kısa zamanda arka arkaya terfi etti. 1825’de amedci, 1827’de beylikçi, 1832’de de Reis-ül-küttab oldu. Üç sene sonra efendi ünvanı ve vezirlik rütbesiyle Hariciye nazırlığına getirildi. 1836 senesinde hastalığı sebebiyle vazifeden alındı. Bir sene sonra kendisine daima rakip gördüğü Pertev Paşanın azli ile boşalan Mülkiye nazırlığına getirildi. Bir sene kadar bu görevde kaldıktan sonra hastalığı sebebiyle tekrar nazırlıktan alındı ve Kocaeli mutasarrıflığına tayin edildi. Halkın şikayeti üzerine 1840 senesinde azledilerek, önce Edirne’de daha sonra da Bursa’da ikamete mecbur edildi.
Şehzade Abdülhamid Hanın doğumu münasebeti ile sultana sunduğu bir tarih üzerine İstanbul’a dönmesine izin verildi. Süleymaniye’deki konağında ve Boyacıköy’deki yalısında ikamet etti. 1844 senesinde hac farizasını yerine getirmek için Hicaz’a gitti. Hac dönüşü İskenderiyye’de hastalanarak 1845’te vefat etti.
Kindar, kavgacı, ıkbalperest ve geçimsiz gibi sıfatlarla değerlendirilen Akif Paşa, zamanında batı te’sirine tamamen açık olan bürokratların hışmına uğradı. Çevresinde meydana gelen hadiseler sürekli azil ve sürgünler onu çeşitli tepkilere sevketti. Akif Paşanın geçinemediği ve sevmediği en önemli rakibi Pertev Paşa idi. Aralarında geçen çekişmeleri anlatmak ve kendisini temize çıkarmak için Tabsıra adlı eserini yazdı. Ancak, Pertev Paşanın, kendisine düşmanlık beslemediği ve zaman zaman yardım ettiği anlaşılmaktadır. Tabsıra’da öne sürülen suçlamalar, Pertev Paşanın haksız yere öldürülmesine sebeb olmuştur.
Akif Paşanın, devlet adamlığı yanında şairliği ve edebiyatçılığı da meşhurdur. Onun Avrupai Türk edebiyatı ile hiç bir münasebeti yoktur. O, Tanzimat devri edebiyat alemine; ilmini, bir iki değişik şiirini ve özellikle nesirdeki üslub sadeliğini kabul ettirmiştir. Bu durumu, Türk edebiyatının kendi içinde sadeleşip, duygu ve düşüncelerini Türk diline mahsus yerli üslublarla ifade etme hadisesinin bir devamıdır. Buna rağmen hadise, tanzimatçılarca Avrupai bir yenilik gibi görülmüştür. Akif Paşa, torununun vefatı sebebiyle on birli hece vezniyle söylediği lirik mersiyenin, Avrupa şiir tarzı ile hiç alakası yoktur. Bu mersiye bütünüyle aşık tarzında 6+5 veya 4+4+3 duraklı milli hece üslubuyla, halk dörtlükleriyle ve yine halk şiirinin an’anevi yarım kafiyeleriyle söylenmiştir.
Tamamiyle beşeri bir duyguyu dile getirdiği için, sevilen bu mersiyenin Türk halk şiirinde benzerleri vardır. Bu şiir, Fransızca ve İngilizceye tercüme edilmiştir. Bu mersiyenin dışındaki şiirlerini divan şiiri tarzında yazmıştır. Bunlar arasında Adem Kasidesi mühim yer tutar. Paşa bu kasidede; varlıktan nefret eder ve ondan kurtulmaya çalışır. Kasidenin adından da anlaşılacağı üzere onun yokluğa dönüşü mevcudatın yokluktan yaratılma inancına dayanır. Eserin yazılmasında imparatorluğun o günkü hali ve Paşanın başına gelen felaketler de rol oynamıştır. Bütün bunların yol açtığı bedbinlikler eski şiirin mücerred ve süslü ifadesi ile ortaya konmuştur.
Adem Kasidesi: Psikolojik, metafizik ve estetik olmak üzere üç cephe gösterir. Hayattan bıkmış, muzdarip, kötümser görüşlü ve ümidsiz bir ruh halini ortaya koyduğu kaside, zamanında konu yönünden yenilik kabul edilmiştir. Akif Paşanın bu şiirde kullandığı tema daha sonra Hamid ile Recaizade Ekrem ve Servet-i Fünuncular tarafından da işlenmiş, böylelikle Akif Paşa bir yol gösterici olmuştur.
Nesir sahasında, Tabsıra’sında ve Şeyh Müştak’a yazdığı mektubun dilindeki sadelik ve akıcılıkla tanınan Akif Paşa’ya yeni nesrin öncüsü gözüyle bakılmıştır.
Akif Paşanın küçük bir Divan'ı vardır. Bu divan, Münşeat’ı ile birlikte 1843’te İstanbul’da ve 1845’te Mısır’da Münşeat-ı el-Hac Akif Efendi ve Divançeadı altında basılmıştır. Eserin yazma nüshası, Üniversite Kütüphanesi 2597 numarada kayıtlıdır.
Diğer eserleri şunlardır: Tabsıra, Eser-i Akif Paşa (Muhtelif mektupları), Muharrerat-ı Hususiyye-i Akif Paşa, Risalet-ül-Firasiyye ves-Siyasiyye.
Japonya imparatoru. 23 Aralık 1933’te doğdu. Japon imparatoru Hirohito’nun büyük oğludur.
18 Eylül 1988’de Japon imparatoru Hirohito’nun ağır hasta olduğu ilan edilince, kabinenin isteği üzerine 22 Eylül 1988 günü imparator ilan edildi.
Akihito, 1944’te Japon veliaht prenslerinin orduya katıldığı yaşa gelince, babası izin vermediği için bu geleneğe uymadı. İkinci Dünya Savaşından sonra Japonya, ABD kuvvetleri tarafından işgal halinde iken Gakuşuin Lisesine devam etti. Bir yandan da ABD’li bir kadından dersler aldı. Tenis ve at sporlarının yanında, ileride makaleler yazacağı deniz biyolojisine çalıştı.
1952’de veliaht prens ilan edildi. Siyasal bilimler öğrenimi görmek için Tokyo’daki Gakuşuin Üniversitesine girdi. 1953’te ilk defa yurt dışına çıkarak Londra’da Kraliçe İkinci Elizabeth’in taç giyme törenine katıldı.
1959’da halktan biri olan Şoda Hiçiko ile evlenerek 1500 yıllık Japon geleneğini yıktı. Şoda Hiçiko, katolik öğrenimi görmüştü. Akihito ise Şinto idi. Hiro ve Aya adlı iki oğlu ile Nori adlı bir kızı oldu. Tahta çıktıktan sonra da imparatorluk geleneklerinde köklü değişiklikler yapacağını açıkladı.
Alm. Achat (m), Fr. Agate, İng. Agate, carnelian. Değerli bir taş. Her rengi bulunan bu kıymetli taş Yemen’de çıkar. Akik-i Yemani diye meşhurdur. Bir deyişe göre, güneş ışınlarının dik vurduğu yerde kıymetli taş meydana gelir.
Akiklere daha çok volkanik arazilerde rastlanır. Bizde Yementaşı adı verilen kırmızı taşların bir kısmı da akik çeşididir. Kimyasal bileşimi: SiO2 olup sertliği 7’dir. Büyüklerinden, tabak, fincan, kase, hokka, kol düğmeleri ve çok muteber olan tesbihler yapılır. Küçükleri ise yüzük taşları yapımında kullanılır. Osmanlılar zamanında İstanbul’da bu sanat dalı ile uğraşan ustalar vardı. Bunların yaptıkları kase, fincan ve tabaklar, haddeli tesbihler çok makbul sayılırdı. Koyu al ve eflatun renkli tesbihler, lacivert fincanlar en çok aranan cinslerdi. Akiklerin, İsviçre’de daha ince bir tarzda yapılmış olanları pek makbul sayılmazlardı. Türkiye’de yapılanlar, iptidai aletlerle oyularak yapıldıkları halde, değerli sayılıp daha çok tutulurlardı.
Yeni doğan çocuk nimetine karşılık Allahü tealaya şükretmek niyetiyle kesilen hayvan.
Akika hayvanı kurbanlık hayvan gibidir. Kurban için caiz olmayan koyun, akika için de kesilmez. Akika her zaman kesilebilir. Kurban bayramında da kesilebilir. Yeni doğan çocuğa yedinci gün isim koymak, saçlarını kesip saçlarının ağırlığı kadar altın veya gümüş sadaka vermek, kız çocukları için bir, erkek çocukları için iki koyun kesmek çok sevabtır. Saçları kesilmeden tahmini ağırlığı kadar altın ve gümüş sadaka verilebilir. Akika, çocukların kazalardan, belalardan, hastalıklardan korunmasına sebep olur.
Peygamber efendimiz nübüvvetten yani peygamber olduğu bildirildikten sonra kendisi için akika kesti. Hicretin sekizinci senesinde de oğlu İbrahim dünyaya gelince, yedinci günü, saçlarının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve iki koç kesti.
Alm.Vertrag (m.), Fr. Contrat (m.), İng. Contract. İki veya daha çok kişinin karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanlarıyla meydana gelen ve taraflara yani akde katılan kimselere karşılıklı haklar sağlayan ve borçlar yükleyen bir anlaşma.
Akitler, çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir.
Hukuki sahalara göre: Borç akitleri (borçlanma münasebeti doğuran akitler), alım-satım, kira, emanet akitleri.
Şekillerine göre;
1. Adi akitler: Herhangi bir şekle bağlı kalmaksızın teşekkül eden akitler. Ödünç verme, ısmarlama ve kira akitleri.
2. Şekle bağlı akitler: Tamamlanması belli bir şekil şartının varlığına bağlanmış akitler. Gayrimenkul malların satışı ve evlenme akitleri gibi. Akitler, kanunun istisnaları dışında şekle bağlı değildir.
Akit çeşitleri sınırlı değildir. Kanunda aranılan şartlara riayet edilerek istenilen çeşitte akit yapılabilir. Akdin konusu üzerinde taraflara geniş bir serbestlik tanınmış olmakla birlikte, akitler, kanunun emrettiği hukuki kaidelere, ahlaka, amme (kamu) düzenine, şahsiyet haklarına aykırı ve yerine getirilmesi imkansız olamaz.
Akitten doğan borçların yerine getirilmesi gerekir. Çünkü akit, tarafları bağlayıcı kuvvettir. Akitten doğan borcunu yerine getirmeyen tarafa karşı hukuk mahkemelerinde dava açılabilir. İcra yoluna başvurulabilir.
İslam hukuku:İslam hukukunda da akit, taraflara borçlar yükleyen ve haklar sağlayan bir anlaşmadır. Mecelle’de akit; “İki tarafın bir hususu icab ve kabul yoluyla kabul etmeleri, sözleşmeleri.” diye tarif edilmiştir. İcab, taraflardan birinin bir şeyi teklifi; kabul, karşısındakinin onu ayrılmadan önce kabul etmesidir. Yani akit, icabla başlar, kabul ile biter. Buna göre akit tek taraflı olmaz. Akitin yapılabilmesi için, icab ve kabul denilen beyandan başka, tarafların akıllı ve mümeyyiz (iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı birbirinden ayırabilen) olması ve akde konu olan şeyin belli ve mütekavvim yani kullanılması mubah (dinen serbest) ve mümkin olması lazımdır. Akitler, şahıslar bakımından bazı sonuçlar doğurur. Mesela alış-veriş akdinde satanın malı, satın alanın da bedeli teslim etmesi borçları doğar. Buna karşılık, satan bedele, satın alan da mala sahib olma hakkını kazanır. İslam hukukunda akitler, bir tarafa veya daha çok iki tarafa borç yükler. Hibe, ariyet gibi akitlerde, taraftlardan biri borç altına girer. Öbür tarafa alacaklıdır. Kira, alış-veriş gibi akitler ise, her iki tarafa borç yükler.
İslam hukukunda değişik bahisler içerisinde yer alan akdin çeşitli kısımları vardır. Bunlar, fıkıh ve diğer İslam hukuku kaynaklarında geniş olarak anlatılmıştır.
İslam hukukunda akitler genellikle şekli şartlara bağlı değildir. Çoğunluğunu Avrupalı hukukçuların teşkil ettiği, bazı hukukçuların aleyhde iddialarına karşılık, İslam hukukunda geniş bir akit yapma hürriyeti vardır. Yalnız nassların (ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin), kıyas ve icmaın yasakladığı akitler yapılamaz. Mesela, ağaçta belirmemiş meyveyi satmak, akıllı olmayan küçük çocuğun alış-verişi, koyun üstündeki yünü ve canlı koyunun derisini satmak, denizdeki balığı yakalamadan önce satmak batıldır, haramdır.
Alm. Akkader, Fr. Akkadien, İng. Akkad, Accad. Milattan önceki üçüncü bin yılda, Mezopotamya’da yaşamış Sami asıllı bir kavim. Bu kavmin asıl yurdu Arap Yarımadasıdır. Sümerlerden tip bakımından ayrılırlar. Ele geçen resimlerde uzun sakallı, kısa entarili oldukları göze çarpmaktadır. Akkadlar, Mezopotamya’nın kuzeyinde, sonradan Akkad adı verilen bölgeye yerleşmişlerdir. Sümerler ve Elamlar ile birlikte Akkadların Mezopotamya’da on bir siteleri vardı. Akkadların en kalabalık oldukları bölge, Fırat’ın Dicle’ye dirsek yaptığı bölgedeki Siparra şehriydi. Akkadlar, burada çoğalarak Sümerlerin savaş usüllerini öğrenmiş, sonra Sümerlerin sitelerine saldırıp memleketin bir kısmını ele geçirmişlerdir. Akkadlar, Sümer kralı Lugalza tarafından yeniden Sümerlerin hakimiyetleri altına alınmışlar ise de bu esaretleri uzun sürmemiş, Sargon’un liderliğinde ayaklanıp Sümerleri yıkmışlardır. Sargon, bundan sonra Anadolu’nun doğusunu, Akdeniz’e kadar uzanan bölgeleri alarak, Asur ve Elam krallıklarına da son vererek ilk çağların büyük komutanları arasına girmiştir. Sargon’un soyundan gelen komutanlar da bu başarıları devam ettirmişlerdir. Akkadlar iyi teşkilatlanamadıkları için yer yer kargaşalıklar çıkmış, ordu zayıflamış, nihayet M.Ö. 2300 yılında Sümerler tarafından ortadan kaldırılmışlardır.
Akkadlar, Sümer kültürünü kabul etmişler ve geliştirmişlerdir. Akkad kralları kendilerini tanrı kabul ediyor ve halkın kendilerine tapınmasını istiyorlardı. Akkadlardan kalan eserler arasında Aram-Sin’in Diyarbakır taraflarında bulunan, bugün arkeoloji müzesinde muhafaza edilen stelesi çok önemlidir. Akkadların sanat eserlerinden çok azı ele geçmiş durumdadır. Dil ve yazı olarak da Sümer yazı ve dilini kullanmışlardır.
(Bkz. Lamba)
Bir Türk oymağının İran ve Doğu Anadolu’da kurduğu devlet. Akkoyunluların ne zaman ve hangi yolla Anadolu’ya geldikleri bilinmemektedir. Bazı tarihçilere göre on ikinci asırda Maveraünnehr veya Azerbaycan’dan Doğu Anadolu’ya gelip, Urfa, Mardin ve Bayburt bölgelerine yerleştiler. Akkoyunluların soyu, Oğuz Hana kadar uzanmaktadır. Eski Oğuzların Bayındır boyunun bir oymağı oldukları da söylenmektedir. Bundan dolayı da Akkoyunlu Hanedanı “Bayındır” veya “Bayındırıyye” adları ile anılır. Bayraklarında koyun ambleminin olması, Karakoyunlular gibi, bunların da Orta Asya’da mühim roller oynayan Kon (Koyun) ilinden geldikleri ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Akkoyunlular, hanedanlığının asıl kurucusu olarak görülen Tur Ali Bey zamanında tarih sahnesine çıktılar. Moğollar arasında başgösteren saltanat kavgasının, devletin siyasi kudretini yok etme durumuna getirmesinden faydalanan Türkmen beylerinden Tur Ali Bey, Anadolu, Irak ve Suriye hududlarına akınlarda bulundu. Tur Ali Bey zamanında Akkoyunlulara bu beyin şöhretinden dolayı Tur Alililer de denildi. Tur Ali Bey, müttefik Türkmen beyleri ile Trabzon’a akınlar düzenledi. Bu akınları durdurmak isteyen Trabzon hükümdarı üçüncü Alexios, kız kardeşi Maria Despina’yı Ali Beyin oğlu Kutluğ Beye vererek, Akkoyunlular ile akrabalık kurdu. Bu suretle Akkoyunlu akınlarından imparatorluğunu koruyabildi.
Anadolu’da Moğol hakimiyetinin kalkmasından sonra Sotay, Çoban ve Celayir hanedanları nüfuz mücadelesine başladılar. Bu mücadele sırasında Akkoyunlular, Musul ve Diyarbakır taraflarında hakimiyet kuran Sotayoğullarının hizmetine girdiler. Bu hanedanın zayıflamasından sonra Artukoğulları ile işbirliği yaparak bölgedeki bazı kale ve şehirleri zapt ettiler. 1362’de Ali Beyin ölümü ile başa geçen Kutlu Bey zamanında Akkoyunlu oymağı gitgide kuvvetlendi. Türkmen boy ve aşiretlerinin katılmasıyla Horasan, Fırat, Kafkas Dağlarından Umman Denizine kadar uzanan büyük bir devlet haline geldiler.
Kutlu Bey, Erzincan emiri Mutahharten’i Eratnaoğullarının saldırılarından korudu. Fakat araları bozulunca Mutahharten, Akkoyunluların devamlı mücadele içinde bulundukları Karakoyunlular ile birleşerek, Akkoyunluları mağlup etti. Bu mağlubiyet üzerine Kutlu Bey, Kadı Burhaneddin’e sığınmak mecburiyetinde kaldı.
1389’da Fahreddin Kutlu Beyin ölümünden sonra Akkoyunlu tahtına Ahmed Bey geçti. Ahmed Bey zamanında Erzincan emiri Mutahharten ile Akkoyunlular arasındaki mücadele devam etti. İki hükümdar arasında yapılan muharebede başlangıçta Mutahharten ağır bir yenilgi aldı ise de bir süre sonra Karakoyunlu Kara Mehmed Bey ile ittifak kurarak Akkoyunlulara tekrar saldırdı ve ağır bir yenilgiye uğrattı. Ahmed Bey, Kadı Burhaneddin’e sığındı. Ahmed Bey kısa zamanda tekrar eski gücüne ulaştı. Bir müddet sonra Akkoyunlu tahtını ele geçiren Kara Yülük Osman Bey ile Kadı Burhaneddin’in arası açıldı. Yapılan bir savaşta Osman Bey, Kadı Burhaneddin’i esir alarak öldürttü. Osman Bey, Kadı Burhaneddin hakimiyetindeki Sivas’ı zaptetmek istedi ise de şehir halkının Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid’den yardım istemesi sonucu şehzade Süleyman Çelebi’nin ordusuyla gelmesi üzerine muvaffak olamadı.
Anadolu’da istediği gibi bir beylik kuramayan Kara Yülük Osman Bey, Mısır meliki Berkuk’un hizmetine girdi. Ancak Melik’in ölümü ve Anadolu’da Memluklere ait bazı yerlerin Yıldırım Bayezid tarafından feth edilmesi üzerine Osman Bey, Timur Hana sığındı. Timurluların Anadolu’ya yaptığı seferlere katıldı. Ankara Savaşında Timur Hanın yanında yer aldı. Timur Han, Anadolu’dan çekilirken, Kara Osman Beye Diyarbakır ve havalisi bırakıldı. Bundan sonra Osman Bey, bütün gücüyle Akkoyunluları toplamaya çalıştı ve bunda muvaffak olarak 1403’te Akkoyunlu Devletini kurdu. Ömrü mücadele ile geçen Osman Bey, 1435’te Karakoyunlularla yaptığı savaşta iki oğlu ve bazı torunları ile birlikte öldürüldü.
Osman Beyden sonra başa geçen Ali Bey, kısa bir süre sonra tahtı Hamza Beye bırakmak mecburiyetinde kaldı. Uzun süre Karakoyunlularla uğraşan Hamza Beyin 1444’te ölümünden sonra Akkoyunlu Devletinde iktidar kavgaları başladı. Bu kavgaların neticesinde Uzun Hasan, Akkoyunlu tahtını ele geçirdi. Uzun Hasan’ın iktidara gelişinden sonra Akkoyunlular fevkalade önem kazandılar. Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah, Maveraünnehr hükümdarı Ebu Said Miranşah ve Horasan Hükümdarı Hüseyin Baykara’yı yenerek topraklarını ele geçiren Uzun Hasan bu suretle Fırat havalisinden Maveraünnehr’e kadar uzanan büyük ve kuvvetli bir devlet kurmuş oldu. Bundan sonra kendine rakip olarak Osmanlıları gören Uzun Hasan, bu devletin düşmanları ile işbirliğine başladı. Bir taraftan batılılarla ve bilhassa Venediklilerle antlaşmalar yaparken, diğer taraftan Karamanoğullarını destekleme gayesiyle Osmanlı topraklarına akınlarda bulundu. Bu olaylar üzerine iki devlet arasında 1473’te yapılan Otlukbeli Muharebesinde Fatih Sultan Mehmed Hana mağlub olarak kaçtı. Bu mağlubiyet üzerine devletin merkezini Tebriz’e nakletti.
Uzun Hasan’ın ölümünden sonra iç karışıklıklar iyice alevlendi. Bu karışıklıklar, devletin yıkılmasına kadar devam etti. Uzun Hasan’ın torunları Elvend Mehmed Bey ve Murad Bey arasındaki taht kavgası ve herbirinin bir yerde hükümdarlıklarını ilan etmeleri, Akkoyunlu Devletinin parçalanmasını hızlandırdı. Doğuda kuvvetlenmeye başlayan Şah İsmail, sistemli olarak Akkoyunlulara hücum ederek, bu devletin 1508’de yıkılmasında en büyük amil oldu.
Akkoyunlu beyliğinin esas teşkilatı, kendinden önceki Türk ve İslam devletlerinin aynıdır. Devlet, hanedan üyelerinin ortak mülkü sayılırdı. Hanedana mensub şehzadelerden biri diğerlerinin başı olur ve ona “Ulu Bey” veya “Han” denirdi. Diğer şehzadeler ona bağlı olarak ülkenin herhangi bir yerinde geniş selahiyetlere sahib olarak hüküm sürerlerdi. Hükümdar ölünce vasiyyet edilen şehzade başa geçerdi. Belirli bir veraset usulünün olmaması, devleti her zaman karışıklığa götürebiliyordu.
Akkoyunluların devlet teşkilatı, Selçuklu ve İlhanlılar taklit edilerek teşkil edilmişti. En yüksek idari mercii “Büyük divan” idi. Büyük divana, Sahib-i Divan başkanlık ederdi. Divanda ayrıca “Sahib” adını taşıyan vezirler ile büyük divana bağlı her biri bir bakanlık düzeyindeki divanları cezai ve askeri işlere bakan adl ve arz veya arizi divanlarının nazırları, kazasker ve pervaneci bulunurdu. Şehzadeler ve büyük boyların beyleri de bu divanın üyesiydiler. Bu beylerin en büyüğü hükümdarın katılmadığı seferlere “Emir-i a’zam” ismiyle kumanda ederdi. Büyük beylerin herbiri bir şehzadeye “Atabek” olurdu.
Uzun Hasan zamanına kadar, Akkoyunlu ordusu, hükümdarın maiyyet kuvvetiyle diğer boy beylerinin kuvvetlerinden ibaret olup, atlı idi. Uzun Hasan Osmanlı Devleti’nin teşkilatını taklid ederek, yeni bir ordu kurdu. Ordu, Hassa Nökerleri ismiyle 30.000 kişilik bir kuvvetten kurulmuştu. Orduda bu hassa kısmından başka, azaplar, dirlik sipahileri, çeriler (Türkmen kuvvetleri), deveci, yamacı, ra’d endaz gibi gruplar da vardı. Hassa askerleri devamlı ve aylıklı idi. Diğer gruplar ise harp zamanı orduya katılırlardı. Akkoyunluların bayrağı beyaz renkteydi.
Devamlı mücadeleler yüzünden Akkoyunlularda medeniyet ve kültür bakımından kayda değer bir ilerleme görülmedi. Bununla birlikte, Tebriz’de Uzun Hasan Camii, Mardin’de Kasım, Hamza ve Cihangir mirzaların yaptırdığı zaviye, mescid ve medreseleri ile Bayındır Beyin Ahlat’ta yaptırdığı medrese, cami ve hamam Akkoyunlulardan günümüze intikal eden belli başlı eserlerdir.
Akoyunlu Hükümdarları
Hükümdarlar |
Tahta Çıkışı |
Ölümü ve Hal'i |
Tur Ali Bey |
(?) |
1362 |
Fahreddin Kutlu |
(?) |
1389 |
Ahmet Bey |
(?) |
(?) |
Kara Yülük Osman |
1403 |
1435 |
Sultan Hamza |
1435 |
1444 |
Sultan Cihangir |
1444 |
1453 |
Uzun Hasan |
1453 |
1478 |
Sultan Halil |
1478 |
1478 |
Sultan Yakub |
1478 |
1490 |
Sultan Baysungur |
1490 |
1493 |
Sultan Rüstem |
1493 |
1497 |
Ahmed Gövde |
1497 |
1497 |
Sultan Murad |
1497 |
1498 |
Elvend Mehmed Bey |
1498 |
1498 |
Muhammed Mirza |
1498 |
1502 |
Sultan Murad (tekrar) |
1502 |
1508 |
Karamanoğullarından Alaeddin oğlu Mehmed’in kardeşi Ali Bey tarafından 1409 yılında Niğde’de yaptırılan medrese. Yapımında kullanılan beyaz kalker taşlarından ve taç yapısındaki mermerden dolayı bu isimle anılmaktadır.
Topkapı Sarayı Kütüphanesindeki vakfiyesinden anlaşıldığına göre; Hanefi ve Şafii mezheplerine göre tedrisat yapmak için inşa edilerek vakfedilmiştir. Ayrıca yine bu vakfiyeden anlaşıldığına göre, medreseye gelir temini için bu vakfa Niğde Bedesteni, yanıbaşında bir han, bir çifte hamam, çok sayıda dükkan, arazi, değirmen, bağ ve daha başka gelir kaynakları vakfedilmiştir.
İki katlı medreselerin en güzel örneklerinden olup, dış çizgileri, bilhassa ön cephesinin değişik manzarası ile tanınmıştır. Dört köşeli bir planı vardır. Medresenin üst örtüsü taş döşenerek düz dam şeklinde dışarıdan görülmektedir. Giriş katının her köşesinde bir büyük oda bulunmaktadır. Girişin karşısında iki kat yüksekliğinde ve avlu genişliğinde ana eyvan vardır. Avluyu çevreleyen iki katlı revakların ardında sekizer medrese odası bulunur. Ön cephede kapının her iki tarafında, alt kattan merdivenlerle çıkılan birer loca bulunur. Bu locaların önü, içinde birer çift kemerciği ve sütunu bulunan, iki kemerle açılmaktadır. Bu durum, kapının üst kısmına güzel bir manzara kazandırdı. Bu localardan sadece bir tanesi günümüze kadar gelmiştir. Kapının üstündeki yazıların bulunduğu kısım mermerden yapılmıştır.
Yapı, günümüze kadar sağlam olarak gelmesine rağmen, zaman zaman tamirat da görmüştür. Geç devirlerde yapılan tamirat sırasında cepheye güzel görünüm kazandıran ikiz pencereler bozulmuş ve yerlerine sade, kemersiz pencereler yapılmıştır. Ama son yıllarda yapılan restorasyon sırasında bu pencereler tekrar eski şekline çevrilmiştir.
Tamamen Karamanoğullarının mimari tarzını temsil eden yapı, bugün Niğde Müzesi olarak kullanılmaktadır.
Alm. Verwandte (p.), Fr. Parenté, İng. Relative. Kan ve evlilik yoluyla olan hısımlık. Kan yoluyla meydana gelen akrabalıkta; anne, baba, kardeşler en önce gelenlerdir. Kardeşler kız ve erkek olabilir. Bunların büyüğüne, kız ve oğlan olmasına göre “abla”, “ağabey” denir. Babanın ve annenin annelerine “nine” veya “anneanne, babaanne”, babalarına ise “dede” denir. Annenin kız kardeşine “teyze”, erkek kardeşine “dayı”, babanın erkek kardeşine “amca”, kız kardeşine ise “hala” ismi verilir. Bunların çocukları ise, teyzeoğlu, dayıoğlu amcaoğlu, halaoğlu diye anılır.
Evlenmeden meydana gelen akrabalık ise, biraz daha karışıktır. Bu akrabalığın esasını karı - koca teşkil eder. Bunlar iki ayrı aileden gelmişlerdir. Kızın annesi, babası erkeğe “damat”, erkeğin annesi ve babası da kadına “gelin” derler. Kocanın kız kardeşi gelin için “görümce”, erkek kardeşi de “kayın” olur. Kızın, kız kardeşi erkek için "baldız," erkek kardeşi de "kayınbirader" olur. Kadın kocasının, koca da karısının anne ve babasına kayınpeder, kayınvalide derler. Buradaki kayın, kaim yani “yerine geçen” manasına kullanılmaktadır.
İki kız kardeşle evlenen erkekler birbirlerine “bacanak” derler. Kardeşlerin hanımları ise birbirlerinin “eltisi”, eşlerin anne ve babaları birbirlerinin “dünürü” olur. Çocuklar; dayı, amca ve erkek kardeşlerin eşlerine “yenge” der.
Türk-İslam aile yapısında bir de süt kardeşliği vardır. Bu aynı anneden süt emenler arasında olan yakınlık ve akrabalıktır (Bkz. Süt Kardeşlik).
İslam dininde, akraba ziyaretine “sıla-i rahm” adı verilmiştir. Akrabaya yardım ve iyiliğin çok sevab olduğu da Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Allahü teala mealen buyurdu ki:
Akrabana, yolcuya, düşküne, hakkını ver. Elindekini israf etme. (İsra suresi: 26)
Onlar, Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten (akrabalık bağlarını koparmayıp onlara iyilik eden), Rablerinden sakınan ve hesabın kötü olmasından korkan kimselerdir. (Ra’d suresi: 21)
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
Allahü tealadan korkun, akrabanızı ziyaret edin, onlara yardım edin. Çünkü sıla-i rahm eden, yani akrabayı ziyaret ve onlara yardım sizin için dünyada bereket, ahirette ise günahlara mağfirettir.
Ey ümmetim! Beni peygamber olarak gönderen Allahü tealaya yemin ederim ki, fakir akrabası varken, başkalarına verilen zekatı Allahü teala kabul etmez.
Ömrünün uzun olmasını ve rahat yaşamayı seven sıla-i rahm yapsın.
Sıla-i rahm; ailede muhabbetin, malda servetin artmasına ve ömrün uzamasına sebeptir.
Sıla-i rahm yapan demek, dostlarından ve akrabasından gördüğü iyiliğe karşı ona iyilik yapan değil, kendisinden kesilen akrabasını arayıp, ziyaret ve iyilik edendir.
Bu sebeple, İslam dininde akraba ziyareti Müslümanın en önemli vazifeleri arasındadır. Hiç olmazsa selam göndererek, tatlı mektup yazarak gönüllerinin alınması gerekmektedir. Selamın ve mektubun ve sözle ve para ile olan yardımın mikdarı ve zamanı bildirilmemiştir.
Akraba ziyaretine devam edenlerin kavuşacağı faydalar şunlardır: 1) Allahü teala razı olur. 2)Melekler sevinir. 3)Şeytanlar üzülür. 4)Ömrü ve rızkı artar. 5) Ölmüşleri sevinir. 6)Vefatından sonra da ziyaret ettiği kimseler buna hayır dua ederler.
Alm. Akkreditiv (n), Fr. Accréditif, İng. Letter of credit (L/C).Bir bankanın, belirli bir para tutarı için, üçüncü bir şahıs lehine, kefaleti altında, muhabiri nezdinde açtırdığı itibar hesabı.
Bankalar genellikle yurt dışından mal getirtmek isteyen ithalatçılara, yurt dışından malı gönderen ihracatçının parasını alacağı muhabir bankası nezdinde kredi açar. Bu işlem için genellikle, ithalatçının bankası (Türkiye’deki banka), muhabir bankaya bir akreditif mektubu (letter of credit) yazar. Müşterinin de, bankaya bir taahhütname niteliğinde mektup tevdi etmesi gerekir.
Akreditifte, kredi emrini alan muhabir bankaya “creditant”, krediyi açan muhabir bankaya “crediteur”, krediyi alan şirkete “crédité” adı verilir.
Başlıca akreditif türleri; gayrikabili rücu akreditif, kabili rücu akreditif, teyit edilmiş ve teyit edilmemiş akreditif olmak üzere dörttür.
Alm. Skorpion, Fr. Scorpion, İng. Scorpion.Familyası: Akrepgiller (Scorpionidae). Yaşadığı yerler: Sıcak ve nemli bölgeler. Özellikleri: Boyları 13 milimetreden 22 santimetreye kadar değişir. Ömrü: 5 yıldan fazla. Çeşitleri: 600’den fazla türü vardır.
Genellikle sıcak ve nemli bölgelerde yaşayan, vücutları sert kitin bir tabaka ile örtülü, kıvrık ve kalkık kuyruğunda zehir iğnesi bulunan eklembacaklıların genel adı. Taşların altında, duvar yarıklarında, kurumuş ağaç kabukları altında veya yer altında kazdıkları dehlizlerde rastlamak mümkündür. Karlı bölgeler hariç hemen hemen her yerde yaşarlar. Yalnız yaşamayı severler. Yassı halkalardan teşekkül eden vücut; başla kaynaşmış bir gövde, karın ve kuyruk (telson) olmak üzere üç bölümden meydana gelir. Gövdede önden arkaya doğru büyüklükleri artan, uçları çift çengelli dört çift yürüme bacağı bulunur. Gövdeye bağlı karın kısmı ise 7 geniş halkadan meydana gelmiş, alt yüzeyinde birinci halkada kapaklı bir adet cinsiyet açıklığı, ikinci halkada dokunum ve iz bulma görevi yapan bir çift tarak organı, 3, 4, 5 ve 6. halkalarda “kitap trakeleri” adını alan solunum organına ait birer çift olmak üzere toplam dört çift solunum deliği (stigma) vardır. Karın kısmından sonra 6 adet dar ve yuvarlaksı halkalardan meydana gelen ve bir yay gibi sırta doğru bükülebilen akrebin kuyruğu, eğrilmiş bir zehir iğnesi veya mızrağını taşıyan şişkin halka ile biter. Akrep, yürüdüğünde kuyruğunu kaldırır. Düz ve kaygan yüzeylere tırmanamaz. Halk arasında vücudunun son bölümü her ne kadar akrebin kuyruğu olarak biliniyorsa da, gerçekte karın kısmının daralan uzantısıdır. Çünkü içinden barsak geçmekte olan telsonun sondan bir önceki halkasında dışkılık son bulmaktadır.
Akrepler çok eski devirlerden beri görülmektedir. 400 milyon yıllık taşlarda akrep fosillerine rastlanmaktadır. Güneşte kurudukları için gün boyunca çatlaklarda gizlenip, gece örümcek ve böcek avlamaya çıkarlar. Başlarının üst tarafında iki büyük orta göz ve ön kenarında 2-5 çift yan göz bulunmasına rağmen, gececi olduklarından gözlerinde görüntü net olarak meydana gelmez. Daha ziyade dokunum ve duyu organı olan bir çift taraklarını hassas bir radar gibi kullanıp, avlarının titreşimlerini hissederek, yerlerini tesbit ederler. Ayrıca başlarının her iki yanında avlarını yakalayıp ağza getirmede kullandıkları, uçları pensli bir çift kıskaçları vardır. Kıskaçlarının üzeri duyu kılları ile kaplanmış olup, bu kıllardan bazıları ses titreşimlerine, bazıları dokunma veya hava akımlarına hassastır. Avlanmada taraklar gibi, bunların da önemli rolü olduğu muhakkaktır. Kıskaçların şekli ve büyüklüğü akrep türlerine göre değişir. Ağızlarının önünde pensli bir çift de küçük kelisere (zehir çengeline) sahiptir. Bunlar, besini çiğnemeye ve parçalamaya yararlar.
Akrep avını güçlü kıskaçlarının makası ile yakalayarak sıkar ve hemen başının üzerine kaldırarak kuyruğundaki zehir iğnesi ile sokar. Ölen avını ezip parçalayarak vücut sıvılarını kuruyuncaya kadar emer. Akrepler, uzun süre (1 sene kadar) açlığa ve susuzluğa dayanabildiği gibi, kopan organlarını yenileyebilmekte ve radyasyon ışınlarına aşırı derecede dayanabilmektedir. Üç hafta süreyle bir buz kalıbında dondurulan akrep, buz eritildiğinde hiçbir şey olmamışçasına yürüyüp normal hayatına dönmüştür.
Çiftleşme sonucu dişi akrep, erkeğini yer. Erkeklerden daha büyük olan dişiler, "ovovivipar"dır, yani yumurtlamayıp doğururlar. Yumurtaları yumurtalıklarında gelişerek açılır ve yavrular canlı olarak doğarlar. Dişi akrep; 60 kadar yavru doğurur. Yeni doğan yavruların ayaklarında tırnak olmayıp vantuz vardır. Bunun sayesinde annelerinin sırtına tırmanıp rahatlıkla tutunurlar. İlk deri değişimine kadar (15-20 gün) hiçbir şey yemeyerek annelerinin sırtında barınırlar. Vücutlarındaki enerji ile geçinirler. Deri değişiminden sonra annelerini terk ederler. Akrepler, ömürleri boyunca yedi kere deri değiştirirler. Çoğu doğduktan 1 yıl kadar sonra, bazıları ise 5 yılda erginleşirler.
Bugün dünyada boyları 13 milimetreden 22 santimetreye kadar değişen 600 kadar akrep türü bulunmaktadır. Akrepler aç gözlü hayvanlardır. Tropik bölgelere gidildikçe boyları ve zehirlerinin tesirliliği artar. Dış iskelet görevi yapan dış kabukları genellikle koyu renklidir.
Bir çift salgı bezinde üretilen zehir, güçlü kasların kasılmasıyla iğnenin açtığı yaraya hızla boşaltılır. Zehiri iğnesinden 10 cm uzağa fışkırtabilir. Akrep zehirleri “Hiyosiyanik” ve “Karbilamin” den meydana gelmiş olup tatsız, kokusuz ve asidiktir. Tesiri hayvanların çeşidine göre değişir. Kuşlar, akrep zehirine karşı dayanıksızdır. Güvercin ve serçeler hemen ölür. Kurbağa ve balıklar oldukça dayanıklıdır. Mürekkep balıklarına zehirleri etki etmez. İnsanı öldürebilecek kadar zehirleri kuvvetli olanları vardır. Türkiye’de akrepten ölüm nadir görülür. Ölenler daha çok zayıf ve hastalıklı insanlardır.
İnsanı akrep sokunca sokulan yer kızarır ve şişer. Ateş yükselir, kalb atışı yavaşlar, terleme ve sayıklama, solunum darlığı, çarpıntı ve kusma görülür. Akrep sokmasında ilk tedbir, sokulan yeri her iki tarafından sıkıca bağlamak ve yarayı çizerek emip tükürmektir. Yarayı her emişten sonra ağzı süt veya zeytinyağı ile yıkamalıdır. Emen kimsenin ağzında diş çürüğü, çatlak veya yara bulunmamalıdır. Aksi takdirde zehir buradan kana geçer. Sokulan yere amonyaklı bez koymalı ve acilen serum yaptırmalıdır (Bkz. Akrep ve Yılan Sokması).
Dünyanın bazı bölgelerinde, özellikle Siyam’da akrepler insanlar tarafından kızartılarak yenmektedir. Maymunlar, akrebin zehirli kuyruğunu kopardıktan sonra büyük bir iştahla yerler.
Alm. Skorpion und. Schalangenbiss (m), Fr. Morsure de scorpion ou de serpent, İng. Scorpion and snake bitting. Her iki hayvanın zehirlerini, sokarak veya ısırarak vücuda bırakmaları. Zehir akıtılan bölgede ileri derecede ağrı ve kaşıntı ortaya çıkar. Şiddetli vak'alarda başağrısı, kusma, solunum ve dolaşım güçlüğü, kalb durması nihayet ölüm meydana gelebilir. Böyle bir durumda belirtiler ne olursa olsun insan ilk tedavisini yapabildiği kadar hemen kendi yapmalıdır. Sokulan yer, aleve tutulmuş veya ispirtoya batırılmış jilet veya bıçak ile hafifçe yarılıp, emilir ve tükürülür. Ancak emen kimsenin dudaklarında ve ağzında yara olmamalıdır. Burası hemen, çok sulu (yüzde on) çamaşır suyu veya (yüzde bir) permanganat ile yıkanmalıdır. Sokulan yerin yukarısı bir şey ile sarılıp sıkılır. Böylece zehirin kan yoluyla kalbe ve vücudun diğer bölgelerine gitmesi önlenmiş olur. Yalnız yarım saatten fazla sıkılmaz. Isırılan yere kızgın maddelerin sürülmesinin hiçbir faydası yoktur. Sokulan veya ısırılan uzuv hareket ettirilmemelidir.
Akrep serumu, yılan serumu deriye veya adaleye şırınga edilir. Serumun cinsi, yılana, hastanın ağırlığına ve aradan geçen zamana göre değişir. Isıran yılan belli ise bu yılan zehirine; yılan tipi belli değilse, o bölge yılanlarının zehirlerine karşı hazırlanmış karma antidot serumların bulunmasına çalışılmalıdır. Yalnız bu antidotların da istenmeyen etkilere yol açabileceğinden, gelişi güzel kullanılmamaları gerektiği bilinmelidir. Akrep ve yılan sokana afyonlu ilaçlar verilmez. Antibiyotik ve ağrı kesici ilaçlar verilir.
Alm. Acrylic-Zusammensetzungen, Fr. Composées acrylique, İng. Acrylic compounds. Sentez yoluyla elde edilen plastik, reçine ve yağların genel adı. Kullanılan akrilik, bileşiğin türüne ve prosesin şartlarına bağlı olarak, sert ve saydam, yumuşak ve esnek katılar veya yapışkan, koyu kıvamlı sıvı ürünler elde edilebilir. Kalıplanmış yapı malzemeleri, optik gereçler, mücevherat, yapıştırıcılar, kaplama malzemeleri ve dokuma elyafı gibi çeşitli bileşiklerin hammaddesi akrilik bileşiklerdir. Mesela orlon ve akrilan, akrilik ipliklerin, pleksiglas da cam benzeri akrilik maddelerin ticari adıdır. (Bkz. Polimer, Reçineler)
Poliakrilik adıyla bilinen polimerler ailesinin temel üyeleri akrilik ve metakrilik asitlerdir. Bu asitlerin metil esterleri, peroksit katalizörler eşliğinde kolayca polimerleşir.
Akrilik asit: CH2= CH COOH formülü ile gösterilen organik bir asit olup propenoik asit de denir. Sanayide, asetilen ve karbon monoksitle suyun nikel katalizör eşliğinde tepkimesi veya akrilonitril bileşiklerinin hidrolizi ile elde edilir. Polimerlerin üretiminde başlangıç maddesidir.
Akrilik Boya: Akrilik reçinesinden elde edilen sentetik boyadır. Akrilik çabuk kuruyabilen ve boya maddelerine kolay karışabilen bir maddedir. Hem suluboyanın saydam parlaklığını, hem de yağlı boyanın kıvamını verir. Isı ve diğer bozucu etkilere karşı yağlıboyadan daha dayanıklıdır.
Alm. Akrobatik (f), Fr. Acrobatie, İng. Acrobaties. Belli bir süre üzerinde çalışılarak kazanılan canbazlık haraketleri.
Akrobat, tehlikeyi umursamayan, halkı eğlendirmek ve seyircilere imkansız gibi görünen bir çok hareketleri başarmak için çok defa hayatını tehlikeye atan bir sirk sanatçısıdır. Gerçi akrobatların başına bir kaza geldiği pek seyrek görülür. Bunun sebebini, antrenman yapmış ve numaralarını büyük bir titizlikle hazırlamış olmalarında aramak gerekir.
Sirklerde veya müzikhollerde yapılan akrobatik numaralar, hüner, esneklik, cesaret ve soğukkanlılık ister. Akrobatlar mesleklerine pek genç yaşta başlıyarak hazırlanırlar. İlk başarılarını boş bir salonda veya boş bir sirkte elde ederler. Altlarına gerilmiş bir ağ veya gövdelerine takılı bir ip, yüksekte bulundukları sırada düşecek olurlarsa bu düşüşü yumuşak bir inişe çevirir ve tıpkı dağcıların tırmanışı süresince olduğu gibi onların güvenliğini sağlar. Filimlerde düblörlük yapan otomobil cambazları da tehlikeyi azaltmak gayesiyle bazı tedbirlere başvurmaktadırlar.
Hava akrobasisi :Hafif savaş uçakları tarafından çeşitli maksatlarla normal uçuş durumları dışında daha çok hava savaşlarında sık sık başvurulan ustaca manevralardır. Çeşitli şekilleri vardır. Bunların başlıcaları:
Laping (Clooping) : Bu hareket uçağın tırmanabileceği yeterli sür’ati kazandıktan sonra yalnız irtifa dümeninin kullanılması ile düşey bir daire çizerek uçmaktır.
Düşey 8 (Kübün 8):Birbiri arkasına yukarı ve aşağıya doğru luping yapılarak düşey 8 meydana getirilir.
Tono (Tonneau): Bir uçağın yatay olarak uçarker uzunluk (boy) ekseni etrafında sağa veya sola doğru devir yapması. Birbiri arkası sıra bir kaç kere (tur) olabilir. İrtifa ve istikamet dümenlerinin uygun şekilde kullanılmasıyla yapılan tonoda uçak istikametinden çok az ayrılır.
Ters uçuş :Uçağın üstü aşağıya gelmek üzere yatay olarak uçuş yapması.
Immelman : Hareket yarım bir lupinge benzer. Lupinge başlar gibi başlanır, dairenin yukarı kısmında tepede terste iken uçak döndürülüp düz duruma getirilir.
Burgu (Vrille) :Uçağın ağırlık merkezi yakınından geçen düşey bir eksen etrafında dönerek düşmesi.
Rötörman : Uçak düşük süratlerde düz uçuştayken ters uçuş durumuna getirilir ve uçak burnu daldırılır ve irtifa dümeni ile burun aşağıya çekilerek aksi tarafından çıkılır.
Şandel : Bu hareket hem uçağı 180° geriye döndürmek, hem de irtifa almak için kullanılır.
Pike : Uçağın burnu aşağıda olarak dalış şeklidir. Daha çok havadan yerdeki hedeflere bomba atmak için kullanılır.
Bu manevraların hepsi uçağın sahib olduğu enerjiye bağlı olarak yapılan manevralardır. Yani, uçağın süratine ve irtifasına bağlı olan manevralardır. Eğer sürat düşük, irtifa fazla ise burnu aşağıya verip irtifa kaybederek, pike durumunda sürat artırılır ve manevralar için uygun sürat kazanılır.
Akrobasi hareketleri, özellikle harp pilotları tarafından hava muharebelerinde, düşman uçağına en kısa yoldan yaklaşıp uygun silahı ateşleyip düşürebilmek için kullanılır. Ayrıca bu hareketler pilotun uçağa hakimiyetini artırır. Bunun için bütün pilotlar tarafından bilinmek zorundadır.
Akrobasi hareketleri havacılık bayramlarında ve gösteri uçuşlarında gösteri maksadıyla duman bırakan birçok uçaklar tarafından yapılmaktadır. İlk akrobasi hareketleri 1913 yılında Fransız pilotu Pegout tarafından yapılmıştır. Milletlerarası ilk akrobasi yarışması, 1934 yılında Paris’te yapılmış ve Alman pilotu Fieselen birinci olmuştur.