Alm. Tanker (m), Fr. Bateau-citerne, İng. Tank-ship. Deniz yollarında petrol taşıyan gemiler. Enerji ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılayan petrol, belli ülkelerde çıkmaktadır. Petrolü olmayan devletlere nakli için büyük tankerlere ihtiyaç duyuldu. Bunun üzerine gemi sanayiinde ileri devletler birbirleri ile yarışırcasına dev tankerler imal ettiler. İlk zamanlar 5000 ton kapasiteli yapılan tankerlerin tonajları zamanla 500 bin tona çıkarıldı. Bugün ise bir milyon ton petrol taşıyabilen dev tankerlerin yapımına çalışılmaktadır. Petrol gemisi, sarnıç gemisi, tanker de denilen akaryakıt gemilerinin boyu 400, eni 60, su içindeki derinliği 30 metreyi bulur. Böyle bir gemi Ortadoğu petrol limanlarından doldurduğu akaryakıtı Güney Afrika’dan dolaşarak 15 günde Avrupa’ya taşıyabilmektedir.
Akaryakıt gemisi yapılırken, sür’at, güvenlik ve ucuza mal etme gibi hususlar gözönünde tutulur. Bu bakımdan geminin hemen hemen bütün hacmini büyük depolar kaplar. Bu depolar, geminin taşıdığı akaryakıt mikdarı ne olursa olsun dengeyi sağlayacak şekilde yerleştirilmiştir. Petrolü ve ateşi geçirmeyen enine bölmelerle “sarnıç” denilen daha küçük bölümlere ayrılmıştır. Yükleme ve boşaltma, merkez depodan başlayarak petrolün doğrudan doğruya depolara akıtılması şeklinde yapılır. Bir kompütör, petrolün geldiği boru şebekesinin vanalarına kumanda ederek, otomatik olarak dengeli biçimde dağılmasını sağlar.
Alm. Akazie (f.), Robinie (f), Fr. Acacia (m), İng. Wattle, Acacia. Familyası:Baklagiller (leguminosae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yalnız park ve bahçelerde yetiştirilir.
Kışın yaprağını döken ağaçlardan. Sıcak ve ılıman bölgelerin odunsu veya otsu bitkileridir. Çiçekleri başak veya salkım şeklinde bir araya toplanmışlardır. Yaprakları birleşik bir sap üzerindedir.
Çeşitleri ve kullanıldığı yerler:Memleketimizde yalancı akasya (Robinia pseudoacacia) bulunmaktadır. Çiçekleri salkım şeklinde olup kendine has bir kokusu vardır. Bunlardan elde edilen esans, parfümeride kullanılır. Yalancı akasyanın meyveleri yeşil fasülyeye benzer. Olgunlaşınca koyu kahverengi renk alır. Dalları dikenli, gövdesi boz esmer renktedir. Kerestesi pek fazla kullanılmaz. Yurdumuzda yol kenarlarında, park ve bahçelerde sık rastlanır.
Batı ve Orta Afrika’nın step bölgelerinde, Senegal’de, üst Nil Vadisinde, Habeşistan ve Tankanika’da yetişen diğer bir akasya türü de Senegal akasyasıdır (Acacia Senegal). 6 m kadar yükseklikte olan bu ağaçların gövde ve dallarından ara zamkı elde edilir. Bu zamkın meydana gelmesine sebeb bir bakteri faaliyetidir. Yağmur mevsiminden sonra kurak ve sıcak havalar gelince ağacın kabuğu yarılarak zamk dışarı çıkar ve katılaşır. Bunun bileşiminde arabin, jelatinsi madde, tanen ve şeker vardır. Zamk; merhem ve pastillerin yapımında, göğüs ve sindirim organları hastalıklarında kullanılır. Ayrıca, boya, matbaa, dokuma sanayiinde kullanılır. Önemli bir yapıştırıcı maddedir.
Diğer bir akasya cinsi kateşu akasyası (Acacia catechu) dır. Vatanı; Hindistan, Seylan, Sumatra, Java, Borneove, Batı Afrika’dır. Sarı çiçekli, dikenli, 10 metreye kadar yükselen ağaçtır. Ağacın gerçek odun kısımlarının suda kaynatılmasıyla elde edilen sıvıya ağaç özü denir. Elde edildiğinde acı olan ağaç özü sonra tatlılaşır. Diş tozlarının ve diş sularının yapımında kullanılır.
Tropik ve Akdeniz çevresi memleketlerinde yetişen diğer bir akasya da farnasian akasyası (Acacia farnasiana) dır. Vatanı Batı Hindistan olan bu ağacın boyları küçüktür. Çiçeklerinin bileşiminde uçucu yağ olduğu için parfümeride önemli bir yeri vardır. Akasya esansı olarak kullanılır.
Alm. Geier (m), Fr. Vautour (m), İng. Vulture. Familyası: Akbabagiller (Vulturidae) ve Yenidünya akbabasıgiller (Cathartidae). Yaşadığı yerler:Avrupa, Asya, Afrika ve Güney Amerika’nın Yüksek dağlık bölgeleri. Özellikleri:60-116 cm uzunlukta. İki kanat ucu arası 2,5 m, ağırlığı 7 kg’dır. Ömrü: 100-118 sene. Esaret hayatında 30 yıl kadar yaşar. Çeşitleri: En meşhurları; kara, kızıl, rahib, tepeli, leş akbabasıdır.
Başı ve boynu genellikle çıplak veya ince seyrek tüylerle örtülü, dağlık yerlerde yaşayan, iri, yırtıcı bir kuş. Gündüz avlanır ve çoğunlukla leş ile beslenir. Üst gagalarının ucu çengel gibi kıvrıktır. Gagada burun deliklerinin bulunduğu üst kısım ince bir deri ile örtülüdür. Ayak parmakları çok kuvvetli ve çengel tırnaklıdır. Büyük kanatlarıyla en yükseklere kadar uçarlar. Çoğunlukla 6500 metreye kadar çıktıkları olur. Erkekleri dişilerinden büyüktür. Yırtıcı kuşlar içinde akbabalardan daha büyüğü yoktur. Görme ve koku alma duyusu çok kuvvetlidir. Gözlerinde biri uzağı, diğeri yakını görmeğe yarayan ayrı iki odak noktası vardır. Bıkıp usanmadan çok yükseklerde süzülüp leş ararlar. Sırtlanlar gibi bunlar da tabiatın sıhhıye me’murlarıdır. Leşleri tüketerek salgın hastalıkları önlerler.
Akbabaları tam manasıyla yırtıcı saymak zordur. Leş ve kemik iliklerini canlı yiyeceklere tercih ederler. Pek azı canlı hayvanlara saldırır. Aşırı açlık zamanlarında hasta sığırlara saldırdıkları ve kuzuları kaptıkları görülmüştür. Zaman zaman bitkisel besinleri yiyenler de vardır. Palmiye akbabası, leş ve su yüzeyinde yüzen balıklarla beslenir. Yağ palmiyelerinin meyvalarına da düşkündür. Kuzu akbabaları, kemiklerin içindeki iliği yemek için kemikleri yükseklerden kayalara bırakarak kırarlar. Kara kaplumbağalarının kabuklarını da bu usülle kırarak etlerini yerler.
Bir-iki yumurta yumurtladıklarından çoğalmaları yavaştır. Akbabaların çoğunun gagaları o kadar zayıftır ki, et çürümemiş ise parçalayamazlar. Akbabaların her türü, ölü hayvanların belli bir kısmıyla beslenir. Dolayısıyla türlerin beraber yaşadığı bölgelerde bir leşin başına üşüştüklerinde, birbirleriyle yiyecek çekişmesi olmaz. Boyun ve başları kel olduğundan, leşleri didiklerken tüylerine kan ve pislik yapışmamış olur. Çıplak boyunlarına ve başlarına bulaşan mikroplar güneş ışınları tarafından öldürülür.
Akbabalar ürkek hayvanlardır. Diğer yırtıcı kuşlardan çekinirler. Leşin başında başka bir yırtıcı kuş veya çakal, sırtlan gibi bir hayvan varsa onun çekilmesini beklerler. Ancak o gittikten sonra leşin yanına sokulurlar.
Leşçil akbabalar eski Mısırlılar tarafından mukaddes sayılırdı. Bugün de Hindistan’da Zerdüşt inancındaki insanlar, akbabayı “göklerin kutsal kuşu” olarak kabul eder. Ölülerinin vücudunu günahlara bulaşmış kabul ettiklerinden, akbabaların yemesi için yüksek dağ doruklarına bırakırlar.
Yeni Dünya (Amerika) akbabaları (Cathartidae): Hepsi leş yiyici ve yağmacıdır. En yükseklerde uçan kara kuşlarıdır. 7000 metreden daha yükseklere çıkanları vardır. En önemli özellikleri yuva yapmamalarıdır. Yumurtalarını dağ ve kuru ağaç zirvelerindeki kovuklara bırakırlar. 1-2 yumurta yumurtlarlar. Tepeli akbabaya “kondor” da denir. Andrean kondoru (Vultur gryphus) ve Kaliforniya kondoru (Gymnogyps californianus) 7.500 metreden daha yükseklere çıkabilirler. Kanat açıklıkları 3 metre kadar olup vücut ağırlıkları 10 kg kadardır. İyi bir hedef olduğu için avcılar tarafından kolaylıkla avlanır. Bu bakımdan nesli hayli azaltılmıştır. Yediği leşlerden saatlerce ayrılmaz. O kadar çok yer ki, havalanması için koşması gerekir. Leş hayvanı olmalarına rağmen bazan kuzu ve süt danalarına da saldırdıkları olur.
Kral akbaba, kara akbaba, hindi akbaba en iyi bilinen Yeni Dünya türleridir.
Eski Dünya akbabaları (Vulturidae): Akbabagiller olarak da bilinirler.Yeni dünya akbabalarına benzer görünürlerse de anatomik olarak kartallarla akrabadırlar. Yeni dünya akbabalarından en önemli farkları yuva yapmalarıdır. Erkekler dişiden daha büyüktür. Kaz akbabası, leşçil akbaba, kuzu akbabası, rahip akbabası ve palmiye akbabası meşhur türleridir.
Sultan İkinci Murad Han ile Fatih Sultan Mehmed devrinde yaşayan evliyanın büyüklerinden. İsmi, Ahmed Şemseddin’dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1456 (H.860) senesinde Bursa’da vefat etti. Yaptırdığı dergahın yanındaki türbesine defnedildi.
Akbıyık Sultan, Hacı Bayram-ı Veli’nin talebelerinden idi. Mal ve mülk ile meşguliyeti sebebiyle, hocası bir gün ona; “Yavrum dünya fani (gelip geçici)dir. Mal, mülk elde kalmaz. Ne kadar mal olsa, murad alınmaz. Gafil olma, geri dönülmez. Baki (devamlı) olan işle meşgul olman lazımdır.” dedi. Akbıyık Sultan da; “Hocam! Dünya ahiretin tarlasıdır. Dünya malı ile meşgul olmak icab etmez mi?” deyince, hocası; “Evladım, mademki, dünyayı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terk et.” buyurdu. Akbıyık Sultan dışarıya çıkarken, sarığı kapıya ilişip başından düştü. Bunu, hocasının kerameti bilip, bir daha başına bir şey giymedi.
Akbıyık Sultan, gönlü Allahü tealanın sevgisi ile dolu olarak kendi halinde yaşadı. Mal ve mülk ile meşgul olmadığı halde, serveti gittikçe arttı. Bu arada Alaeddin Ali el-Arabi’nin derslerini dinledi ve ilim tahsiline devam etti.
Daha sonra, hocası Hacı Bayram-ı Veli tarafından tekrar talebeliğe kabul edildi. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Hacı Bayram-ı Veli’nin sekiz meşhur halifesinden biri oldu. Varna Seferine iştirak etti. İstanbul’un fethi sırasında, Akşemseddin ile beraber Sultan’ın yanında bulundu. Sultan İkinci Murad Han’ın 1437 senesinde kendisine verdiği köyün gelirleri sayesinde, malının hesabını bilmiyecek kadar zengin olan Akbıyık Sultan, bütün servetini sadaka olarak dağıttı. Bursa’da yaptırdığı imarette, fakirleri ve garipleri yedirir, muhtaç olanlara yardımda bulunurdu.
İstanbul’da bir, Bursa’da iki mahalle ve dergahı, Akbıyık adıyla anılan camisi bulunmaktadır.
Alm. Lunge (f), Fr. Pumon (p), İng. Lungs. İnsandaki solunum sisteminin en önemli organları. İnsandan başka birçok omurgalı hayvanlarda da akciğerler solunum organı olarak görev yaparlar. Soluk alındığında burun ve ağızdan giren hava, nefes borusu ve bronşlardan geçerek akciğerlere girer. Toplardamarlarla gelen karbondioksiti fazla olan kan (kirli kan) burada temizlenir.
Göğüs boşluğunda bulunan ve göğüs kafesi vasıtasıyla korunan akciğerler, gene koruyucu bir zar olan akciğer zarı (plevra) ile sarılmışlardır.Yeni doğan bir bebeğin akciğerleri, parlak pembe renktedir; daha sonra grileşmeye başlar ve yaş ilerledikçe koyulaşarak, sonunda hemen hemen bütünüyle siyah bir renk alır. Bu koyulaşmaya, solunumla alınan havadaki tozlar ve öteki maddeler yol açar. Şehirde yaşayan ve sigara içenlerin akciğerleri, kırlık yerlerde yaşayanların ve sigara içmeyenlerinkine göre daha siyahtır.
Akciğerlerin yapıları esnek ve süngerimsidir. Biri sağ, diğeri sol olmak üzere iki tanedir. Sağ akciğer lob denilen üç parçadan meydana gelmiştir. Sol akciğerin bir parçası eksiktir, yani iki lobtan yapılmıştır. Eksik parçanın yerine kalb (yürek) yerleşmiştir. Bunun için sağ akciğer sol akciğerden büyüktür. Yetişkin insanlarda sağ akciğer yaklaşık 700, sol akciğer de yaklaşık 600 gram civarındadır.
Akciğerlerin iç yüzlerindeki giriş yerlerinden (hiluslarından); bronşlar, atardamarlar, toplardamarlar ve akkan (lenf) damarları çıkar. Akciğerlere giren bronşlardan sağdaki üç, soldaki iki kola ayrıldıktan sonra loblara doğru yönelir. Bunlar da birçok dal ve dalcıklara ayrıldıktan sonra lobçuklara giderler.
Akciğerler ortalama 1 cm3 hacmindeki birçok parçacıklardan meydana gelmiştir. Altıgen biçiminde olan bu parçalara lobçuk (lobulus) denir. Sağ akciğerde yaklaşık 800, sol akciğerde de 700 kadar lopçuk vardır. Herbiri bir cm çapındadır. Lopçuğa gelen bronş dalcığı birçok bronşcuklara ayrılır. Bronş dalcıkları, üzüm salkımını andıran hava peteklerinde sona erer. Her petek, üzüm taneleri biçiminde “alveol” adı verilen keseciklerden meydana gelmiştir. Alveoller, havayla temas edebilen 55-100 m2lik bir yüzey meydana getirirler.
Nefes alıp vermede akciğerlerin görevlerine gelince: Nefes alındığı zaman, hava burundan ve ağızdan girer. Yutak, gırtlak, nefes borusu ve bronşlardan geçerek akciğer keseciklerine (alveollere) gider. Alveollerin görevi, vücutda metabolizmanın artık ürünü olarak açığa çıkan karbondioksiti atmakdır. Karbondioksit, dokulardan akciğere, alyuvarların üzerinde ve kanda erimiş olarak gelir. Alveollerde nefes alma sırasında, havaya karbondioksit geçer; temiz havadan da alyuvarlara oksijen geçer. Daha sonra nefes verme ile akciğerde karbondioksit miktarı artmış olan hava atılır ve yeni bir nefes ile temiz hava alınır. Oksijenlenmiş kan, bedenin öteki bölümlerine akar. Alyuvarlar, oksijeni dokularda bırakıp, karbondioksidi alarak toplardamar tarafına geçer. Bu geçiş, kılcal damarlar ağı "kapiller ağ" vasıtasıyla olur. Halk arasında yanlış bir tabir olmakla beraber oksijenlenmiş kana temiz kan; oksitli kana ise kirli kan demek alışkanlık haline gelmiştir.
Akciğerlerin hacmi kişiden kişiye değişirse de, bütünüyle şişmiş bir akciğerin hacmi, yetişkin bir kişide ortalama 6500 cm3tür. Bu hacimdeki havanın hepsi nefes vermeyle bir seferde atılamaz. Yetişkin bir kişide en derin nefes verme hareketi sırasında çıkarılan ortalama hacim 3500 cm3 civarındadır. Buna “soluk verme hacmi” denir. Normal bir nefeste ise ortalama 500 cm3 hava alınıp verilebilir.
Normal bir kimse dakikada 12-14 defa nefes alıp verebilir. Bu sürede de 6-7 litre hava teneffüs eder.
Solunum hareketleri, istek dışı olan otomatikleşmiş hareketlerdir. Ancak istekle de solunum durdurulup başlatılabilir. Nefes alma hareketi bir balonun şişirilmesi gibi aktiftir, yani enerji harcanarak yapılır. Nefes verme ise, aynı balonun sönmesi gibi pasiftir. Nefes alıp verme hareketlerinde kaburgalararası kaslar ve diyafram kası rol oynar. Diyafram kası en önemli solunum kası olup, göğüs boşluğunu karın boşluğundan ayıran yassı ve kubbe biçimi bir kastır. Diyafram kasıldığı zaman aşağı doğru iner, aynı anda kasılan kaburgalararası kaslar da göğüs kafesini yükseltir. Böylece göğüs kafesi genişler ve hava akciğerleri doldurur.
Akciğerlerin ve solunum yollarının çok çeşitli hastalıkları vardır (Bkz. Astım, Bronşit, Zatürre).
Alm. Lurchfische (m), Fr. Dipneustes, İng. Lungfishes. Familyası:Balçıkbalığıgiller (Lepidosirenidae), Boynuzdişligiller (Ceratodidae). Yaşadığı yerler:Avustralya, Güney ve Batı Afrika ile Güney Amerika’nın tatlı suları. Özellikleri:Hem solungaç hem de akciğer solunumu yapabilirler. Çeşitleri: Tropikal Afrika’da “Senegal balçık balığı”, “Nil balçık balığı”, Avustralya’nın Burnett ve Mary ırmağında “Akciğerli barramunda”, Güney Amerika’da “Karamaru” adındaki balıklar.
Solungaç solunumu yapmakla beraber ihtiyaç duyulduğunda hava solunumu da yapabilen tatlı sularda yaşayan ilgi çekici balıklar takımı. Vücutları uzunca yapılı ve yuvarlakçadır. Sırt ve anal yüzgeçleri bulunmaz. Göğüs ve karın yüzgeçleri zeminde sürünmeye yarayacak biçimdedir. Bazılarının vücudu büyük yuvarlak pullarla örtülüdür. Pulsuz gözükenlerinde de deri altında küçük yuvarlak pullar mevcuttur. İskeletleri yeşil renkli olup, kısmen kıkırdak, kısmen kemiklidir. İki metre boyunda ve 15 kilogramdan ağır olanları vardır.
Akciğerli balıkların burun delikleri ağız boşluğuna açılır. Solungaçlarından başka, kısa bir tüple yemek borusunun alt bölgesine bağlı bir veya ik adet akciğerleri vardır. Bunlar gerçek akciğer değildir. Etrafları bol miktarda kılcal damarlarla örülmüş hava keseleridir. İstenildiği zaman akciğer görevi yaparlar. Yaşadıkları çevrenin suyu kuruduğu zaman balçığa gömülerek akciğer solunumu sayesinde kurak mevsimi atlatırlar. Hem solungaç, hem de akciğer solunumu yaptıklarından “çift solunumlu” anlamına gelen “Dipnoi” ismiyle de anılırlar.
Çoğunun nesli tükenmiş olmasına rağmen; bugün Avustralya, Güney Amerika ile Güney ve Batı Afrika’nın tatlı sularında yaşayan akciğerli balıklar vardır. Gündüzleri çoğunlukla su diplerinde göğüs ve karın yüzgeçlerine dayanarak dinlenir veya yavaş yavaş sürünerek yer değiştirirler. Balık, kurbağa ve sümüklü böcek gibi su hayvanlarını avlayarak beslenirler. Zaman zaman su yüzeyine çıkarak hava solumak suretiyle oksijen ikmali yaparlar. Akciğerlerini hava ile doldururken, geceleri çok uzaktan duyulan horultulu sesler çıkarırlar. Kendilerine yaklaşılınca yılan gibi tıslar ve ısırırlar.
Kurak mevsimlerde sular çekilmeye başlayınca, akciğerli balıkların herbiri kendine balçık içinde bir tünel kazarak içine yerleşir. Tünelin üzerinde havanın girişine yarayan gözenekli bir kapak bulunur. Balık, çamurdan koza içinde mukuslu bir sıvı ifraz eder. Bunun sayesinde derisinin kuruması önlenmiş olur. Balık, kozasında derin bir uykuya dalar. Vücut fonksiyonlarını da yavaşlatır. Akciğerli balıklar gerekli oksijeni yuvanın üstündeki delikten almaya devam ederler. Yaz uykusu süresince gerekli enerji için kendi kas dokularının bir kısmını eriterek harcarlar. Bu suretle yağmurların tekrar başlayıp, akarsuların canlanmasına kadar hayatlarını sürdürürler. Kas dokusunun besin olarak harcanması sonucu bir mevsim içinde 3 santimlik bir boy kaybı olur. Bazan uzun süren kuraklık dönemlerinde vücutlarının yarısını eritirler. Afrika akciğer balıklarının, çamur kozalarında dört yıldan fazla yaşadığı tesbit edilmiştir.
Dişiler yumurtlamak için su dibinde bazan bir metreden daha derin delikler açarlar. Yumurtalarını buraya bırakırlar. Erkekleri yumurtalara bekçilik yapar ve onları yüzgeçleriyle yelpazeleyerek su akımı meydana getirmek suretiyle havalandırırlar. Yumurtalar 10 gün içinde açılarak yavrular çıkar.
Akciğerli balıkların eti lezzetlidir. Yerliler avlayıp yerler. Bilhassa yaz uykusunda iken kozalarını bularak onları rahatça yakalarlar. Bazan da toprağı kenarlardan oyarak kozayı toprak tabakayla beraber uzaklara naklederler. Koza içinde uyuyan balık bunun farkına varmaz.
Abiyogenez (Kendiliğinden oluş) fikrinin savunucularından olan Aristo, Cnidos yakınlarındaki bir gölde bulunan balıkların suların kurumasıyla kaybolduklarını (öldüklerini), aylar sonra yağmur sularıyla dolan gölde, tatlı su kefallerine benzer balıkların yüzdüğünü gördü. Bu balıklar yumurtalardan çıkmadığına göre, çamur ve kumlardan meydana gelmiştir dedi. Cansız maddelerde canlıyı meydana getiren aktif bir özün var olduğunu söyledi. Aristo ve taraftarlarının “Abiyogenez” fikirleri sonradan gelen fen adamları tarafından deneylerle çürütüldü. Pasteur, bu deneylerinden dolayı ödül kazandı.
Aristo’nun kuraklıktan sonra gölde gördüğü balıklar yukarıda bahsedilen çift solunumlu balıklardandı. Suların kurumasıyla balçığa gömülmüş ve akciğer solunumu yapmışlardı. Gölün yağmur sularıyla dolmasıyla balçıktan çıkarak solungaç solunumuna tekrar dönmüşlerdi.
Alm. Spitzahorn (n), Fr. Erable, İng. Maple. Familyası:Akçaağaçgiller (Aceraceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Karadeniz bölgesi.
Kışın yaprağını döken ağaçlardan. Yaprakları ele benzer, sapları uzundur. Akçaağaç yarı gölge ağacıdır. Filizden büyür ve en fazla 600 sene yaşayabilir. Gövdeleri silindir şeklinde, kabuğu yeşilimsi, üstü düz ve parlaktır.
Memleketimizde bu cinsin 10 türü yetişir. Dere kenarlarında, park ve yol kenarlarında yetiştirilir.
Kullanıldığı yerler:Kerestesi mobilya imalinde çok kullanılır. Dayanıklı ve parlak renkte olup serttir. Kerestesinde bulunan düğme biçimindeki urlar güzel ve süslüdür.
Osmanlı akıncı beyi. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir.
Akçakoca, Osman Gazinin yakın arkadaşı ve kumandanlarındandı. Sakarya çevresi ile İzmit taraflarına akınlar yaptı ve bir çok Bizans kalesini fethetti. Ermenipazarı ve Kandıra’yı aldı. Konur Alp ve Abdurrahman Gazi ile beraber Samandra ve Aydos kalelerini fethetti.
Osman Gazinin oğlu Orhan Beye şehzadeliğinde lalalık eden Akçakoca, İzmit üzerine akınlarda bulunurken 1328’de Kandıra yakınında vefat etti. Daha sonra İzmit fethedilince, Akçakoca’nın ismine nisbetle buraya Koca-ili denildi.
Akçakoca’nın oğlu Hacı İlyas ve torunu Gebze kadısı Fazlullah, Osmanlı Devletinde önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.
Alm. Asper (m), Fr. Aspre, İng. Small silver coin, Asper. Genel olarak gümüş (beyaz) parayı ifade eden para birimi. İlk defa Selçuklular tarafından kullanılmıştır. Osmanlılarda 1341 yılında Alaeddin Paşa tarafından Orhan Bey namına ilk gümüş Osmanlı parası, beyaz sikke anlamında “Akçe-i Osmani” adıyla bastırılmıştır. İlk basılan akçe altı kırat ağırlığında idi. Sonraki yıllarda aynı ağırlığı koruyamamıştır.
On beşinci asırdan sonra para karşılığı olarak kullanılan akçeye çeşitli adlar verilmiştir (lala yürgüç akçesi, avarız akçesi, geçer akçe ve kalp akçe). Ayrıca değer düşüşüne uğraması sonucu piyasada “züyuf akçe, kırpık akçe, kızıl akçe ve çil akçe” adları altında tedavül edilmiştir. “Çürük akçe” deyimi ile kullanılan para ise bakır sikkeyi ifade etmektedir (Bkz. Sikke).
Alm. Mittelmeer (m), Fr. Méditerranee, İng. Mediterranean sea. Kuzeyinde Avrupa, güneyinde Afrika, doğusunda Asya’nın yer aldığı dünyanın en büyük iç denizi. Çanakkale Boğazı ile Marmara Denizine buradan İstanbul Boğazı ile Karadeniz’e, Cebelitarık Boğazı ile Atlas Okyanusuna, Süveyş Kanalı ile Kızıldeniz’e, dolayısıyla Hind Okyanusuna bağlanır. Yüzölçümü 2.971.000 kilometrekaredir. Batıdan doğuya uzunluğu 3755 km, kuzeyden güneye genişliği 741 kilometredir. Düzgün bir derinliğe sahip olup, ortalama derinliği 1400 metredir. En derin yeri Mora Yarımadasının Matapan Burnu civarındaki bölgedir ve derinliği 4400 metredir. En dar yeri Sicilya ile Tunus arasındadır. Buradan itibaren Doğu ve Batı Akdeniz diye iki bölüme ayrılır.
Kıyı şekilleri, kuzeyde çok düzensiz olmasına rağmen güneyde düzenlidir. Kuzeyde bulunan önemli yarımada ve körfezler, İberik, İtalya, Mora ve Anadolu yarımadaları ile Tiren, Adriya, Ege denizi büyük körfezleridir. Güney kıyıları, Afrika’nın birçok yerindeki alçak platolar tarafından desteklenmiştir. Bu da düzenli olmasını temin eder.
Batı Akdeniz’de iki büyük ada olan Sardunya, Korsika, ayrıca Belear adaları, Tuscan ve Lipari takım adaları ve Elba küçük adaları bulunur. Bu bölgenin doğu kenarı dikkate değer volkanik hareketlere sahne olmaktadır. Bilhassa Vezüv, Etna ve Lipari adalarındaki Strompoli volkanları önemlidir.
Doğu bölgesi batı bölgesinden daha fazla adaya sahiptir. Bunlardan Girit, Kıbrıs, Malta, Rodos, Adriya denizinin doğu sahillerindeki Delmation adaları ve Ege denizindeki pekçok küçük adalardır.
Rüzgarlar genellikle kuzeyden eser. Fırtınaları şiddetli olmadığı gibi, dalga uzunlukları da fazla değildir. Med ve cezir olayları önemsiz derecededir. Yağışlar az ve sıcaklık sebebiyle buharlaşma fazla olduğundan, tuzluluk oranı yüksektir. Bu oran binde 37-39 arasında değişir. Akdeniz ile Karadeniz ve Atlas Okyanusu arasında mevcud olan akıntılarda tuzluluk oranının önemi büyüktür. Tuzlu olan Akdeniz suları Cebelitarık Boğazında alt akıntı ile Atlas Okyanusuna, Atlas Okyanusunun az tuzlu suları üst akıntı ile Akdeniz’e akar. Bu akıntılar sırasında Akdeniz’e saniyede 1.750.000 metreküp su girerken, 1.680.000 metreküp su çıkmaktadır. Karadeniz’in suları ise boğazlar üzerinden Akdeniz’e akar; çünkü Karadeniz’in suları daha bol ve az tuzludur. Akdeniz’den saniyede 6.100 metreküp su Karadeniz’e akarken, 12.600 metreküp su geri dönmektedir.
Akdeniz’e bir çok nehir dökülür. Bu nehirlerin en büyüğü Mısır’daki Nil Nehridir. Diğer önemli nehirler ise, İtalya’daki Po ve Tiber, Fransa’da Rhone (Ren), Yunanistan’da Vardar, Türkiye’de ise Büyük ve Küçük Menderes, Gediz, Göksu, Seyhan ve Ceyhan nehirleridir. Bu nehirlerin hemen hepsinin ağızlarında deltalar teşekkül etmiştir.
Akdeniz’e kıyısı olan ükleler: Güneyde Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır; kuzeyde Türkiye, Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya, İtalya, Fransa; kuzey-batıda İspanya; doğu’da Suriye, Lübnan ve İsrail’dir.
Yazları sıcak ve kurak, kışları da genellikle ılık ve yağışlıdır. Yıllık yağış mikdarı kuzey kıyılarında daha fazladır. Güney kıyılarında daha azdır. Rüzgarlarından karayel meşhurdur. Adriyatik ve Fransa sahillerinde alçak basınç yerleştiği zaman düzenli esen kuzey rüzgarları dikkate değer birçok mahalli rüzgarlar meydana getirir. Bunun bir benzeri memleketimizde esen meltem rüzgarlarıdır. Bazan Afrika’dan esen toz yüklü rüzgarlar Akdeniz’in iklimine tesir ederler.
Akdeniz’de yoğun bir şekilde balık avcılığı yapılmaktadır. Ton balığı, kırmızı mercan balığı avlanan önemli balık türleridir. Dünyada sünger avcılığının en çok yapıldığı denizlerden birisi Akdeniz’dir. Türkiye’de sünger avcılığı Bodrum çevresinde gelişmiştir. Bol tuz yatakları mevcuttur Tuz, ticaret malları arasında önemli bir yer tutmaktadır. Yurdumuzda da tuz üretiminin büyük bir kısmı İzmir Çamaltı tuz yataklarından sağlanır.
Akdeniz çok eski çağlardan beri çeşitli medeniyetlerin beşiği olmuştur. Dünya devletlerinin hemen hemen hepsi bütün deniz bölgesinde hakimiyetlerini sürdürmek, dünya deniz yollarına sahip olmak istemişlerdir. Eski çağlardan bugüne kadar bu uğurda mücadeleler devam etmiştir. Bilinen tarihi bilgilere göre bölgeye ilk hakim olan Fenikelilerdir. Daha sonraları Kartacalılar, Yunanlılar ve Romalılar hakim olmuşlardır. Yedinci yüzyılda müslümanlar Akdeniz’e tamamen yayıldılar. İspanya’da, Avrupa’nın en büyük kültür merkezini kurdular. Avrupa ilminin kaynağı, İspanya’da Müslümanların kurduğu Endülüs Devletidir.
Ortaçağ’da Akdeniz’de barbar korsanlar kol geziyordu. Siyah zemin üzerinde iki tane kafatası resmi bulunan bayrakları olan bu korsanlar, Akdeniz’de yolcu ve ticaret gemilerine, sahildeki şehirlere saldırırlardı. Güçsüz insanları insafsızca öldürüyorlar, sağ olarak ellerine geçenleri forsa yapıyorlar veya esir pazarlarında satıyorlardı. Bu azgın canilerin içerisinde Rodos Adasına yerleşmiş bulunan Saint Jean Şövalyeleri en insafsızlarıydı.
Osmanlıların İstanbul’u fethinden sonra, Barbaros Hayreddin Paşa, Turgut Reis gibi kıymetli kaptanı deryalar Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirerek Akdeniz'de huzur, sükun ve refahı temin ettiler. Böylece din, dil, ırk, milliyet farkı ne olursa olsun, insanlar Akdeniz’de rahatça dolaşabiliyorlar, ticaret yapabiliyorlardı. Osmanlıların buraları fethetmelerindeki gayeleri, Akdeniz’deki adalara yerleşen insanlara rahat vermeyen şövalye ve soyguncuları ortadan kaldırmak, İslamiyetin adaletini, insanlara verdiği huzuru bilmeyenlere öğretmekti. Bu huzur ve sükun, Osmanlı Devletinin zayıflayıp yıkılması ile son buldu. Bugün büyük devletler Akdeniz’de hakimiyet kurma gayreti içerisindedirler. Bu ise dünya milletlerini özellikle Akdeniz’e kıyısı olan milletleri son derece tedirgin etmektedir.
Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında toplumsal ve kültürel yakınlaşmayı sağlamak gayesiyle olimpiyat kuralları çerçevesinde çeşitli dallarda yapılan spor müsabakaları. Akdeniz oyunlarının düzenlenmesi fikri, ilk defa 1948’deki Londra Olimpiyatları sırasında Milletlerarası Olimpiyat Komitesi Asbaşkanı ile Mısır Olimpiyat Komitesi Başkanı Muhammed Tahir Paşanın; Türkiye, Yunanistan, İtalya, Fransa, Yugoslavya, İspanya, Lübnan ve Suriye Milli Olimpiyat Komitesi temsilcilerine yaptığı teklifle gündeme geldi. Teklifi görüşmek üzere Mısır’da bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda Türkiye’yi Burhan Felek temsil etti. Görüşmeler neticesinde 23 maddelik bir statü hazırlanarak Milletlerarası Akdeniz Oyunları Komitesi kuruldu. Merkezi Atina’da bulunan komite, oyunlarda uyulacak kuralları belirledi. Buna göre her dört senede bir Akdeniz ülkelerinin amatör sporcuları arasında, Akdeniz’e kıyısı olan bir şehirde yapılmakta ve 15 gün sürmektedir.
İlk Akdeniz oyunları Mısır’ın İskenderiye şehrinde 5-12 Ekim 1951’de yapıldı. Daha sonra sırasıyla İspanya (1955), Lübnan (1959), İtalya (1963), Tunus (1967), Türkiye (1971), Cezayir (1975), Yugoslavya (1979), Fas (1983), Suriye (1987) ve Yunanistan’da (1991) düzenlendi.
Oyunlarda günümüze kadar 27 dalda yarışmalar yapıldı. Bunlardan atletizm, futbol, basketbol, boks, jimnastik, eskrim, güreş, sutopu ve yüzme her oyunda yer alırken, bazı dallarda bir sefer yarışma yapıldı. 12. Akdeniz Oyunlarından itibaren okculuk ve rugby yarışma bıranşı olarak yer alacaktır.
Türkiye, 1951’den bu yana yapılan oyunların hepsine katıldı. Otuz dört sporcunun yer aldığı 2. Akdeniz Oyunlarında 10 altın, 3 gümüş ve 5 bronz olmak üzere toplam 18 madalya kazandı. 28 Haziran 13 Temmuz arasında Yunanistan’ın Atina şehrinde yapılan 11. Akdeniz Oyunlarına 18 ülke katıldı. Yirmi üç dalda yapılan müsabakalar sonunda İtalya 168, Fransa 139, Türkiye 46, İspanya 110, Yugoslavya 38, Yunanistan 60, Cezayir 17, Mısır 35, Fas 20, Suriye 11, Kıbrıs Rum kesimi 4, Lübnan 3, Tunus 6, Arnavutluk 8 madalya kazandı.
Akdeniz Oyunları
Yıl |
Şehir |
Ülker |
Katılan Ülke Sayısı |
1951 |
İskenderiye |
Mısır |
11 |
1955 |
Barselona |
İspanya |
10 |
1959 |
Beyrut |
Lübnan |
13 |
1963 |
Napoli |
İtalya |
13 |
1967 |
Tunus |
Tunus |
12 |
1971 |
İzmir |
Türkiye |
14 |
1975 |
Cezayir |
Cezayir |
15 |
1979 |
Split |
Yugoslavya |
15 |
1983 |
Kazablanka |
Fas |
16 |
1987 |
Lazkiye |
Suriye |
18 |
1991 |
Atina |
Yunanistan |
18 |
Akdeniz Oyunlarında Madalya Dağılımı (1991)
Ülke |
Altın |
Gümüş |
Bronz |
Toplam |
İtalya |
500 |
403 |
338 |
1.241 |
Fransa |
322 |
316 |
228 |
866 |
Yugoslavya |
198 |
172 |
163 |
533 |
İspanya |
143 |
209 |
272 |
624 |
Türkiye |
129 |
78 |
111 |
318 |
Mısır |
92 |
143 |
152 |
387 |
Yunanistan |
73 |
117 |
161 |
351 |
Fas |
28 |
31 |
50 |
109 |
Tunus |
27 |
34 |
46 |
107 |
Cezayir |
27 |
27 |
46 |
100 |
Suriye |
17 |
19 |
52 |
88 |
Lübnan |
10 |
23 |
40 |
73 |
Arnavutluk |
4 |
6 |
10 |
20 |
Kıbrıs R.K. |
3 |
2 |
1 |
6 |
Libya |
- |
1 |
6 |
7 |
San Marino |
- |
1 |
- |
1 |
Monako |
- |
- |
1 |
1 |
Malta |
- |
- |
- |
|
Alm. Gemeiner Kreuzdorn (m), Fr. Nerprun (m.) Alaterne, İng. Common Buckthorn.Familyası: Cehrigiller (Rhamnaceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Bolu, Trabzon civarı.
Mayıs-haziran aylarında, sarı-yeşil renkli, küçük çiçekler açan bodur bir ağaç. Orman ve koru kenarlarında bulunur. Dalları karşılıklı, uçları diken halindedir. Yaprakları karşılıklı ve saplıdır. Çiçekler küçük demetler halinde bir araya toplanmıştır. Küre şeklinde ve bezelye büyüklüğündeki meyvası evvela yeşil, olgunlukta morumsu-siyah renk alır.
Kullanıldığı yerler:Bitkinin kullanılan kısmı taze meyvalarıdır. Meyvelerinde yağ, renkli maddeler, şeker ve glikoz vardır. İyi bir müshildir. Şurubu yapılır. Müshil ilacı olarak kullanılır. Bunlardan başka meyvelerinen yeşil bir boya da hazırlanır. Memleketimizde yetişmekte olan bir Akdiken çeşidi de “Cehri” adıyla anılır. Bu cins sadece memleketimizde yetişir.
Beşinci yüzyılda Batı Türkistan ve Afganistan bölgelerinde devlet kuran bir Türk kavmi. Akhunlara Çinliler “Ye-ta”, Araplar “Haytal”, Bizanslılar ise “Eftalitler” demektedirler. Akhunların 5. yüzyıl başlarında Sibirya’daki Hun-Türk imparatorluğunun yıkılması neticesinde batıya göç ederek bu bölgeye yerleşen Hiungnuların bir kolundan oldukları tahmin edilmektedir. Buraya yerleştikten sonra İran’daki Sasaniler ile savaşarak topraklarını genişlettiler. Sasaniler, Akhun saldırılarına Behram Gur zamanında karşı koydular. Onun ölümünden sonra Akhunlar, İran’a baskılarını artırdılar. Akhun İmparatoru Aksungur Han, himayesine aldığı Firuz’u, Sasani tahtına çıkardı (459). Bu yardımına karşılık Telekan ve Tirmiz şehirlerini aldı. Kuzey Hindistan’a düzenlediği bir seferle Guptalar Devletini yıktı ve Pencab’ı ele geçirdi (470).
499 yılında İran’da Mejdek taraftarlarının çıkardığı isyanda tahtını kaybeden Sasani hükümdarı Kubad, Akhunlara sığındı. Akhun hükümdarı Toraman 30.000 kişilik bir kuvvet göndererek isyanı bastırdı ve Kubad’ın tekrar tahtına çıkmasını sağladı. Toraman ve oğlu Mihrikula dönemlerinde Akhunlar güçlerinin zirvesine ulaştılar. Kuzey Hindistan ile Orta Asya’da Karaşar ve Kandehar dolayları ülke topraklarına katıldı. 515’te Toraman’ın ölümü üzerine yerine geçen oğlu Mihrikula 530 yılına kadar sürdürdüğü akınlarla Pencap bölgesini tamamen ele geçirdi. Budizm inancına şiddetle karşı çıkan Mihrikula, Hunların bu inancı benimsememeleri için sıkı tedbirler aldı. Çok sayıda buda tapınağını yıktırdı.
Ancak Orta Asya’da Göktürklerin ve batıda Sasanilerin giderek güçlenmeleri, Akhunların hakimiyetlerini uzun müddet korumalarına imkan vermedi. Göktürkler, Sasanilerle birleşerek Pencap dışında bütün Akhun topraklarını aralarında pay ettiler (563-567). Akhunlar, küçük beylikler halinde uzun müddet varlıklarını devam ettirdiler. İslamiyetin yayılması esnasında Arablar, Toharistan bölgelerinde Akhunlara rastlamışlardır. Bunlar, Sasanilere karşı müslüman Arapların saflarında yer almışlardır. Afganistan’daki Dürraniler ile Kalaç Türkleri, Akhunların soyundandırlar.
Alm. Verstand (m.), Vernunft (f.), Fr. Raison (f.), Sagesse (f.), İng. Wisdom, Reason, Mind. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan kuvvet, ölçü aleti.
Akıl; insan, melek ve cinde bulunur. Diğer canlılarda akıl yoktur. İnsanı hayvandan ayıran en önemli fark akıldır. Hayvanlar sevk-i tabii (iç güdü) denilen bedenlerinin arzu ve isteklerine göre hareket ederler. Akılları olmadığı için faydalı ile zararlıyı birbirinden ayıramazlar. İnsan ise, aklı sayesinde, faydalı isteklerini yerine getirir, zararlı olanlardan sakınır.
Akıl, dünya işlerinde ve kullar arasındaki münasebetlerde iyiyi kötüden ayırmada, bir ölçü aletidir. Fakat çok kere yanıldığı da görülmektedir. Bu sebeple akla çok güvenmenin sonu pişmanlık olur. Bunun için, dinimiz işlerimizi yaparken, istişare etmeyi (ehline, bilene danışmayı) tavsiye etmiştir. Peygamber efendimiz; “İstişare eden pişman olmaz, iktisad eden darlık görmez.” buyurmuştur. Aklın dünya işlerinde isabetli, doğru karar vermesinde istişarenin faydası büyüktür. Geniş düşünmeye ve zihnin açılmasına yardımcı olur.
Dünya işlerinde bu durumda olan akıl, Allahü tealaya ve ahirete ait bilgilerde yalnız başına doğruyu bulamaz. Din bilgileri akıl ile bulunmaz. Akıl bunları anlamaya yardımcı olur. Yani bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akl lazımdır. İslamiyette aklın ermediği şey çoktur. Fakat aklın kabul etmediği hiç bir şey yoktur. Aklın erişemediği ve ulaşamadığı bu konularda inanmasından başka çare yoktur. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibi Allahü tealanın varlığını aklı sayesinde anlayabildi. Fakat O’na giden yolu bulamadı. Bu yol peygamberler ve onların getirdiği dinlerden öğrenilir. Ahiret bilgileri, Allahü tealanın beğenip, beğenmediği şeyler ve O’na ibadet şekilleri aklın çerçevesi dışında, insan dimağının üstündedir. Bunlar, akıl ile bilinebilselerdi, peygamberlerin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Peygamberlerin gönderilmesi ile, insanların bilmiyorduk diye özr ve bahane göstermeleri önlenmiştir.
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlıyamaz. Anlaması da kusursuz tam değildir. Çok şeyleri peygamberler bildirdikten sonra anlar. Akıl, peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet (delil) olmuştur. Yani o büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir. Akıl göz gibidir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Allahü teala gözümüzden faydalanabilmemiz için güneş ışığını yaratmıştır. Akıl da yalnız başına manevi şeyleri, faydalı ve zararlı şeyleri anlıyamayacağından, Allahü teala peygamberleri ve din ışığını yaratmıştır. Akıl nasıl hareket edeceğini, dünya ve ahiretde rahat etme ve huzura kavuşma yollarını bunlardan öğrenmiştir.
Akıl, anlayamadığı konularda zorlanırsa, yanılmaya mahkumdur. Nitekim eski Yunan felsefecilerinden sonra gelenler öncekilerin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir. Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan felsefecilerinin de yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyetin asırlarca geri kalmasına sebep olduklarını asrımızdaki fen adamları bildirmektedir (Bkz. Aristo). İbn-i Sina, Farabi gibi İslam filozofu denen kimseler de aklın eremeyeceği işlerde akıllarına güvenerek konuştukları için doğru yoldan ayrılmışlar, Ehl-i sünnet itikadının dışına çıkmışlardır. Yetmiş iki sapık fırkanın ortaya çıkması da akıllarına fazla güvenip yanılmaları sebebiyle olmuştur.
Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse felsefecidir. Eski Yunan felsefecileri akılları eren şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine, anlayamadıklarına inanmadılar. Aklın erdiği şeylerde ona güvenip, aklın ermeyeceği, yanılacağı şeylerde İslamiyetin bildirdiklerine uyan yüksek insanlara da “İslam alimi” denir. İslam alimleri akılları ile anlayabildiklerini anlattılar. Anlayamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. Dinimizin bildirdiklerini akıl ersin ermesin isbat ettiler. Bu bilgilere akıl ermediği için karşı gelmediler. Böylece kabir azabına, sırat köprüsüne, kıyametteki teraziye hemen inandılar. Akıl ermediği için olmaz demediler. Çünkü Kur’an-ı kerime ve hadis-i şerife uydular, aklı bu iki temel kaynağa bağladılar.
Aklın insan hayatında yeri büyüktür. İnsanlar işlerini akılları ile düşünüp karar vererek yaparlar. Yaptıkları işlerden dinen ve hukuken mesul (sorumlu) olmaları akıl sebebiyledir.
Akıl birkaç çeşittir.
Akl-ı mead:Ebedi rahata kavuşmak, Cennet’te ebedi kalmak ve Cehennem azabından kurtulmak için halini ıslah etmeyi, düzeltmeyi düşünen ileri görüşlü akıl. Dünyaya değil ahirete değer veren akıl. Akl-ı mead, peygamberlerde (aleyhimüssalevatü vetteslimat) ve evliyada bulunur. Ölümü düşünmek ahirette olacak şeyleri öğrenmek ve ahiret derdi ile şereflenmiş olanlarla birlikte bulunmak akl-ı meadı kuvvetlendirir. Bir kimsenin nefsi mutmainne olunca, yani bütün varlığı ile Rabbine dönüp İslamiyetin emirlerine baş kaldıramaz hale gelince, aklı da, akl-ı mead olur.
Akl-ı meaş:Yemek, içmek, evlenmek, helal, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin rahatını ve nefsin menfaatini düşünüp, ahireti düşünmeyen akıl; akl-ı meadın zıddı. Akl-ı meaş, dünyanın geçici lezzetlerine bakarak, (büyüklenmek, kıskanmak, kendini beğenmek, kin ve düşmanlık gibi) halleri kalp hastalığı saymaz. Akl-ı meaş kısa görüşlüdür. Akl-ı meaşı, mala düşkün ve dünyaya bağlı olanlar beğenir.
Akl-ı sakim (Sakim akıl):Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve pişmanlığa sebep olan akıl; hastalıklı, illetli, kısa görüşlü akıl. Akl-ı sakim, bazan doğruyu bulur, bazan yanılır. Yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, mütehassıs (uzman) olduğu dünya işlerinde bile çok hata eder. Bu sebeple din ve sonsuz olan ahiret işlerinde sakim akla güvenilmez. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye ve pişmanlığa, zarara, sıkıntıya sebep olur.
Akl-ı selim (Selim akıl):Hiç yanılmayan, hata etmeyen akıl. İşlerde huccet (delil) olan ve doğruyu gösteren bu akıldır. İslamiyetin hak ve doğru olduğu bu akıllar için pek meydanda, aşikar ve apaçıkdır. İsbat etmeğe lüzum olmadığı gibi, tenbih etmeğe, haber vermeğe de ihtiyaç yoktur. Selim akıl, pişman olacak, zarar görecek iş yapmaz. Her başladıkları işde muvaffak olurlar. Selim akıl, en üstün derecede peygamberlerde aleyhimüsselam bulunur. Onlardan sonra, Eshab-ı kiramda (Peygamberimizin arkadaşları), Tabiin (Eshab-ı kiramı gören büyükler), Tebe-i tabiin (Tabiini görenler) de peygamberlere yakın derecede bulunur.
Akıl ve zeka:İsviçreli Claparede, zekayı; “Yeni icab ve vaziyetlere zihnin en iyi şekilde uymasıdır.” diye tarif etmiştir. Amerikalı Terman ise; “Zeka, umumi fikirlerle düşünebilmektir.” demiştir. Alman psikolog ve pedagoglarından William Stern; “Zeka, problemleri çözebilme kuvvetidir.” diye tarif etmiştir. Bergson ise şöyle demiştir: “İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısımları; tabiata uymak, hayvanlar ve kendileri arasında ilişki kurmak için aletler yapmıştır. Bu aletler, zeka ile yapılmıştır.” Buradan anlaşılıyor ki, alet yapmak, teknikte ilerlemek akla değil, zekaya alamettir.
Görülüyor ki, zeka, düşünebilme kuvvetidir. Bu kuvvet yardımı ile insan bilinen şeylerden bilinmeyenleri çıkarır. Delilleri bir araya toplayarak aranılan şeyleri bulur. Bu melekeyi (zekayı, düşünebilme alışkanlığını) kazanmak için malum (bilinen) şeyler yardımı ile meçhul olan (bilinmeyen) şeyleri bulmağa çalışmak, matematik, geometri problemleri çözmek lazımdır. İnsanların zekaları birbirinden farklıdır. Zekanın en üstün derecesine (Deha) denir. Zeka, test usulü ile ölçülür. Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman, test usulü ile zeka ölçmesini ilk olarak Osmanlılar yaptı demektedir.
Düşünebilme kuvveti olan zeka, düşüncelerinde isabetli ve doğru olabilmesi için akıl lazımdır. Zeki insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için bir takım prensiplere muhtaçtır. Akıl bu prensipleri idare eder. O halde, her zeki insan akıllı değildir. Zeki bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllı insanlardan öğrendiklerini yeni harp şekillerine uydurarak büyük zaferler elde edebilir. Fakat aklı az ise, bir hata ile başarıları felakete dönebilir. Napolyon’un zeka fışkıran askeri planları, zaferleri herkes tarafından bilinir. Akılsız hareketlerinin sonucu olarak Suriye’den nasıl kaçtığı da tarihlerde yazılıdır. Avrupa’da bugünkü modern kimyanın babası denilen Fransız Lavoisier de öyle yanlış şeyler söyledi ki, mütehassısı (uzmanı) olduğu kimya ilmine yaptığı zarar, hizmetlerini aşmaktadır. (Bkz. Zeka)
Peygamber efendimiz akıl ile ilgili olarak buyurdular ki:
Akıllı insan, Allah’a itaat eden insandır.
Kişinin aklı tamam olmadıkça imanı tamam olmaz. Dini de müstakim (doğru) olamaz.
Her şeyin bir direği vardır. Mü’minin direği ise akıldır. Kişinin ibadeti aklı nispetindedir.
Aklı olmayan, güzel ahlaka sahib olamaz.
Allah indinde en sevimliniz, akılca en üstün olanınızdır.
Aklın alameti(işareti) nefse galib ve hakim olmak ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamakdır. Ahmaklık alameti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.
Akıllı ve ergenlik çağına giren, evlenecek yaşa gelmiş olan kimse. Akıl baliğe mükellef de denir. Çocuk, yedi ile on beş yaş arasında akıllı olur. Büluğa (ergenlik çağına) girmeleri daha sonradır. Erkek çocuklar on iki, on beş yaş arası balig (ergen) olurlar. Balig olduklarının alametleri, işaretleri vardır. Bunlardan en mühimi ihtilam olup (rüya görüp) meninin gelmesidir. Kız çocuklarının büluğa (ergenlik çağına) ermeleri, yani baliga olmaları dokuz ile on iki yaşları arasında olur. Baliga (ergen) olduklarının en açık işareti, en az üç gün devam eden kan görmeleridir. Buna "hayz kanı" denir. On beş yaşını tamamladıkları halde ergenlik alametlerinden birisini görmeyen erkek ve kız dinen büluğa ermiş, ergen olmuş sayılır. Böyle erkeğe mürahık; kıza mürahıka denir. Bunlara ait ayrıca hükümler vardır. Yedi veya on yaşında olan gösterişli kızlar ve on beş yaşını dolduran veya baliga (ergen) olan bütün kızlar, kadın hükmündedir (Bkz. Ergenlik).
Çocuğun işlerinden sorumlu olması ve dini vazifeleri yapmakla mükellef (yükümlü) olması büluğ çağına girmesi ile başlar. Ancak büluğ çağına girmeden önce çocuğa imanın, İslamın şartları, diğer lüzumlu bilgiler ve Kur’an-ı kerim öğretilmiş olmalıdır. Çünkü bir Müslüman çocuğu, küçükken anasına, babasına tabi (bağlı) olarak Müslümandır. Büluğ çağına girince, anasının babasının dinine tabi olması devam etmez. İslamiyeti bilmeden, ondan haberi olmadan büluğ çağına girerse, İslamiyetle ilgisi kalmaz. Bu hal üzere ölürse, ahirette sonsuz olarak Cehennem’de kalır. Anası-babası da çocuğuna dinini öğretmedikleri için ahirette hesaba çekilirler.
(Bkz. Elektrik Akımı)