AİLE

Alm. Familie (f), Fr. Famille (f), İng. Family. Nikahlanıp, evlenerek bir araya gelen erkek, kadın ve çocuklardan meydana gelen en küçük topluluk. Genel olarak büyük baba, nine, torunlar ve hizmetçiler ve evde bakılıp beslenilen kimseler de aile ferdlerinden sayılır. Kan, süt ve evlilikten doğan akrabalıklar katılınca, aile çevresi genişler. Erkeğin anası, babası ve kardeşleri ile kadının anası, babası ve kardeşleri en yakın akrabalardır.

İnsanlar cemiyet halinde yaşamak mecburiyetindedirler. Bu cemiyetin en küçük birimi ailedir. Bu bakımdan aile, toplumun temel taşıdır. Aile, insanların doğup büyüdüğü, yetişip geliştiği ve terbiye gördüğü topluluktur. Bu, topluluğun küçük - büyük fertlerinin olgunlaştığı, bir hayat okuludur. Aile içerisinde her ferd birbirinin bilgi ve tecrübesinden faydalanır. Bu faydalanma bir ömür boyu devam eder.

İnsanlık aile ile başlar. Yüce kitabımız Kur’an-ı kerimde bildirildiği gibi, bu aile, bir erkek ile bir kadından ibaretdir. Hucurat suresi on üçüncü ayet-i kerimesinde mealen: “Ey insanlar! Biz sizleri bir erkek ile bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık.” buyrulmaktadır. Bugün yeryüzünde rastladığımız farklı renklere, kültürlere, milletlere ve gruplara rağmen, insanlar temelde bir tek ailenin çocuklarıdır. İlmin kesin olarak ortaya koyabildiği husus, farklı ırklara, renklere, kan gruplarına ve iskelet yapılarına rağmen bütün insanların bir ana-babadan çoğaldıklarıdır. Bu sebeple ilk insan ve ilk peygamber hazret-i Adem ile eşi hazret-i Havva yeryüzünde bulunan ve ilahi vahiy ile terbiye edilmiş olan ilk ailedir. İnsan nesli (soyu) onlardan çoğalmıştır. Buna göre, insanlık, ne Th. Habbes’in dediği gibi vahşi ve egoist bir canavar olan fertler ve ne de E. Durkheim'in dediği gibi özel hayata ve şahsiyete imkan ve fırsat tanımayan insan sürüleri demek olan klan ile başlamıştır. Bu görüşlerin bugün ilmi bir değeri kalmamıştır. Eski ve köklü bir müessese olan aile, değişik yer ve zamanlarda değişik görünüşler kazanmasına rağmen daima var olmuştur.

Aile, çeşitli dinlerde ve topluluklarda devirlere, bölgelere göre farklılık arz eder. Baba hakimiyetine dayanan aileler (ataerkil-pederşahi) yanında, ana hakimiyetine dayanan (anaerkil - maderşahi) aileler olduğu gibi, tek evli aile (monogami) ve çok evli aileler (poligami) de görülmüştür. İslamdan önceki topluluklarda genel olarak aile şöyledir:

Yahudilikte aile,  baba hakimiyetine dayanırdı (ataerkildi). Hem sosyal hem de dini bir müessese olup, kadının miras hakkı yoktu. Çok evlilik vardı. İsrailoğullarının dışında biriyle evlenmemek esastı. Boşanma normal görülürdü. Bu sebeple boşanma çok olurdu.

Hıristiyanlıkta aile sadece dini bir müessese idi. Kocanın hakimiyeti esastı. Evlenen kadın ile erkek artık birbirinden ayrılamaz, boşanıp başkasıyla evlenen eş zina etmiş sayılırdı. Çok evlilik olmakla beraber, aileler daha çok tek evliliğe dayanırdı.

Romalılarda aile, sosyal ve dini bir kuruluştu. Ataerkil bir aile tipi hakimdi. Baba, ailenin reisi ve rahibi idi. İlk devirlerde, çocuklarını öldürme yetkisine bile sahipti. Evlatlık müessesesi vardı. Tek evlilik esas olup, çok evlilik yoktu.

Araplarda, Peygamber efendimizden önceki Cahiliye devrinde aile ataerkildi. Kadın ve çocukların değeri yoktu. Baba kız çocuklarını öldürme hakkına sahipti. Nitekim kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi.

İslamiyetten önce Türklerde: Aile yapısı ataerkildi; yalnız Roma’da olduğu gibi değildi. Fazla yaygın olmamakla beraber çok evliliğe rastlanırdı.

Bugünkü medeni hukukta aile: Koca, ailenin reisidir. Tek evliliğe izin verilir. Kadın da kocası gibi boşanma hakkına sahiptir.

İslam hukukuna gelince: İslam dini toplumun huzuru ve insan neslinin sağlıklı bir şekilde devamı için, ailenin gerekli olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple nikahı helal kılarak, zinayı ve zinaya yol açan serbest ilişkileri yasaklamıştır. Kadına hiç bir dinin, hiç bir sistemin vermediği değeri vermiştir. Peygamber efendimizin Veda hutbesindeki nasihatlerinden biri: “Kadınlarınıza eziyyet etmeyiniz! Onlar, Allahü tealanın sizlere emanetidir. Onlara yumuşak davranınız, iyilik ediniz.” olmuştur. Başka bir hadis-i şeriflerinde de; “Cennet anaların ayakları altındadır.” buyurarak, kadını korumada eşsiz bir hassasiyet göstermiştir. Ancak erkekler “ailenin reisi” olmak bakımından kadınlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye sahiptirler. Bununla beraber, erkeklerin meşru surette kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Ailenin mutluluğu ve sosyal hayatın huzuru, aileyi meydana getiren kadın ve erkeğin, vazife ve sorumluluklarını bilip, uygulamasına bağlıdır.

Aile içinde kadın ve erkeğin birbirlerini anlayıp hoşgörü sahibi olmaları, aile saadeti için şarttır. Karşılıklı saygı ve vazifelerin ne olduğunun bilinmesi, yuvanın huzurlu olması için önemli hususlardır. Ailede disiplini baba sağlar. Baba adaletli davranırsa, ailede huzur olur. Akıllı kadın ve erkek birbirlerini üzmezler. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek aile seadetinin bozulmasına sebeptir. Zalim, huysuz kimse, hayat arkadaşını devamlı üzerek asabını bozar. Sinirler bozulunca, çeşitli hastalıklar meydana gelir. Hayat arkadaşı hasta olan bir eş, mahv olmuştur. Saadeti sona ermiştir. Eşinin hizmetlerinden, yardımlarından mahrum kalmıştır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle, ona doktor aramakla, ona alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer. Bütün bu felaketlere, bitmeyen sıkıntılara kadın veya erkeğin huysuzluğu sebep olmuştur. Bunlardan uzak, seadetli bir yuvanın esası, karşılıklı güler yüz, hep tatlı söz, anlayış ve hoşgörüdür. Bunları ise dinimiz emretmektedir. Bunlara uyan dünya ve ahirette rahat eder.

Ana-baba ve çocuklar:Aileden gaye, neslin devamını sağlayan çocuktur. İnsanın öldükten sonra iyilikle anılması için; topluma faydalı bir eser, veya faydalı bir ilim yahut hayırlı evlat bırakması gerekir. Her şey bitip unutulduğu halde, bunlar unutulmaz ve ölen insanın hayırlı işinin devamını temin eder. O halde çocuğun örnek şekilde yetiştirilmesi, anne ve babanın ortak vazifesidir. Anne çocuğunu bizzat emzirip büyüttüğü, devamlı iyi ahlakı anlattığı gibi, bunların ev, yiyecek, giyecek ile manevi ve maddi ihtiyaçlarını karşılamak da önce babanın vazifesidir.

İslamiyet, ahlak ve ilme en büyük kıymeti verip, cahilliği ve ahlaksızlığı reddeder. Onun için her anne ve baba, çocuğuna ilmi, ahlaki ve dini görevlerini öğretmelidir. Öğretmezlerse mes’ul olurlar. Çünkü, her çocuk sevmeyi, sevilmeyi, saygıyı burada öğrenir. Disiplin ve düzenli hayata burada alışır. Allahü tealaya inanmayı, Peygamber sevgisini, vatan-millet aşkını, gelenek ve göreneklerine saygıyı hep burada öğrenir. Çocuklar altı yaşlarına kadar kişilik özelliklerini aileden alırlar. Bu sebeple ailenin düzenli olması çok önemlidir. Aile hayatının düzenli olması, çocukların şahsiyetli ve güzel karakterli olarak yetişmesini sağlar. Terbiye etmek için anne - baba gerektiğinde evladına sertlik gösterebilir. Yalnız bu, masum yavrunun körpe vicdanında derin yaralar açan dayak şeklinde olmamalıdır. Fazla sertlik göstermek pekçok çocukta yalancılık, hile ve hareketlerinde dengesizlikler meydana getirir. Anne ve baba, kız ve erkek çocuklarını devamlı gözetmeli, bilhassa onları kötü arkadaştan korumak için çok gayret göstermelidir. Kötü arkadaş, çocuğun en büyük düşmanıdır.

Çocuklar küçük olsun, büyük olsun anne ve babalarına itaat ve hürmette kusur etmemelidir. Hayatın çeşitli zorlukları içinde onları büyütüp, her sıkıntıya katlanan anne ve babalar, her bakımdan hürmet ve itaate layıktırlar. Kur’an-ı kerimde mealen; “Allahü tealaya ibadet ediniz.” buyrulduktan sonra, “Anne-babaya iyilik ediniz.” (Bakara suresi : 83) diye emredilmiştir. Yine onlara “Öf!" demek bile (İsra suresi: 23) yasaklanmıştır.

Aile, ne kadar sağlam olursa, toplum o derece güçlü temeller üzerine kurulmuş olur. Bir milleti yıkmak isteyen iç ve dış düşmanlar, ilk tahribatlarına aileden başlarlar.

Alkol, uyuşturucu, kumar ve fuhşun en büyük tahribatı (yıkımı) aile ve nesiller üzerindedir. Toplumun temeli aile, ailenin temeli ise sadakat, iffet, haya, karşılıklı sevgi ve anlayış gibi manevi değerlerdir. Ailenin zayıfladığı, zedelendiği, vazifelerini yapamadığı zamanlarda gayri meşru serbest münasebetler artmakda, beden ve ruh sağlığı bozuk nesiller toplumu işgal etmektedir. Bu sebeple, TC Anayasası, ailenin, annenin ve çocuğun korunmasında devleti vazifeli kılmıştır.

Benliğinden, milli ve ahlaki faziletlerinden, örf ve an’anelerinden uzaklaşarak, ruhsuz, köksüz ve inançsız yetişen nesiller, aşağılık kompleksi içinde sapık fikir ve yabancı ideolojilerin esiri olmaya mahkumdurlar. Köklü, sağlam, milli ve manevi değerlerle teçhiz edilen (donatılan) ailelere dayanan milletler, her türlü felaketlere karşı göğüs gererler. Sağlam temellere dayanmayan aileler ve topluluklar, en küçük bir zorlama karşısında dağılırlar. Türk milletinin tarihi boyunca her sahada kazandığı zafer ve başarılarda, Türk ailesinin çok büyük payı vardır. Türk aile yapısı, her türlü kötülük ve tuzaklardan korunmalı, milli ve manevi yapısı kuvvetlendirilerek sağlıklı bir şekilde devamı sağlanmalıdır.

AİŞE-İ SIDDİKA

Resulullah efendimizin mübarek hanımlarından. Hazret-i Ebu Bekr’in kızıdır. Annesi, Ümmü Ruman binti Amir’dir. Sıddika lakabıyla meşhurdur. Ümm-ül-Mü’minin ve Ümmü Abdullah künyeleriyle de bilinir. Hicretten sekiz sene önce 614’te Mekke-i mükerremede doğdu. Doğum tarihi için başka tarihler de bildirilmiştir. 677 (H. 57)de Medine-i münevverede vefat etti. Vasiyyeti üzerine Cennetü’l-Baki Kabristanına defnedildi.

Küçük yaştayken okuma-yazma öğrenmiş olan Aişe-i Sıddika radıyallahü anha çok zeki ve kabiliyetliydi. Öğrendiği ve ezberlediği bir hususu katiyyen unutmazdı. Bu sebeple Eshab-ı kiram birçok şeyleri ondan sorup öğrenirlerdi.

Resulullah efendimiz hazret-i Hadice’nin vefatından sonra Aişe-i Sıddika radıyallahü anha ile evlendi. Nikahı, Allahü tealanın emri ile yapıldı. Resulullah efendimiz vefat edinceye kadar sekiz sene onunla yaşadı. Hazret-i Aişe’nin çocuğu olmadı. Resulullah tarafından çok sevilir ve öğülürdü. Mescid-i Nebi inşa edilirken, yanına hazret-i Aişe için de bir oda yapıldı. Peygamber efendimiz, Aişe-i Sıddika’nın odasında vefat etmiş, oraya defnedilmiştir.

Medine-i münevverede Resulullah’ın gazalarına katılmış, diğer sahabi kadınları gibi yaralıların tedavisi ve onların bakımıyla meşgul olmuştur. Resulullah’tan en çok hadis-i şerif rivayet edenlerin ilk altısı içine girmektedir. Fıkıh ilminin kurucularındandır. Kadınlara ait dini hükümlerin çoğunu o bildirmiştir. “Fıkıh ilminin üçte birini o kurmuştur” sözü meşhurdur. O, devrin belli başlı alimlerinden ve fukaha-i seb’adan (yedi fıkıh aliminden) biridir.

Resulullah efendimizin vefatından sonra da Eshab-ı kiram, hazret-i Aişe validemize Ümm-ül-Mü’minin, yani müminlerin annesi olarak çok hürmet gösterdiler.

Hazret-i Ebu Bekr’in ve hazret-i Ömer’in halifeliği zamanında Müslümanlara nasihate devam eden hazret-i Aişe, hazret-i Ömer’e Resulullah’ın kabr-i şerifi yanında kendisi için ayırmış olduğu yeri verdi. Hazret-i Ömer vefat edince buraya defnedildi. Hazret-i Osman’ın isyancılar tarafından şehid edilmesinden sonra halifeliğe seçilen hazret-i Ali zamanında, Abdullah ibni Sebe’ ve adamlarının kışkırtmaları neticesinde meydana gelen Cemel (Deve) Vak’asından sonra hazret-i Ali, hazret-i Aişe’ye izzet ve ikramda bulundu ve kendisini Medine-i münevvereye gönderdi. Hazret-i Aişe’nin Deve Vak’asına çıkması harb etmek için olmayıp, ıslah etmek, fitneyi bastırmak içindi.

Ehl-i Sünnet alimleri ilimde ve ictihadda hazret-i Aişe’nin, hazret-i Fatıma ve diğerlerinden üstün olduğunu bildirmişlerdir. Abdülkadir-i Geylani kuddise sirruh, Aişe radıyallahü anha daha üstündür buyuruyor. İmam-ı Rabbani kuddise sirruh ise; “İlimde ve ictihadda Aişe, zühd ve dünyadan kesilmekte Fatıma daha ileridir.” buyurmuştur.

Bazı doğru yoldan ayrılanlar kendisine iftira etmektedirler. Hazret-i Ali’yi sevmezdi diyorlar. Halbuki; “Ali’yi sevmek imandandır.” hadis-i şerifini, hazret-i Aişe haber vermiştir. Böylece onu sevdiğini ve herkesin de sevmesi lazım geldiğini bildirmiştir.

Hazret-i Aişe validemiz bütün İslam ilimlerine vakıf müctehid, edib, zühd ve vera sahibiydi. Resul-i ekrem efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) 2210 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Kendisinden de Eshab-ı kiram ve Tabiin’den bir çokları hadis-i şerif nakletmişlerdir.

Hazret-i Aişe’nin üstünlüğünü ve faziletini bildiren pekçok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazıları:

Aişe, Cennet’te de benim zevcemdir.

Resulullah’a en çok kimi seviyorsunuz? diye sorulunca; “Aişe’yi!” buyurdu. Erkeklerden kimi seviyorsun? denilince; “Aişe’nin babasını.” buyurdu.

Ya Aişe! Allahü teala sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim.

Hazret-i Aişe’nin, Peygamberimizden rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:

Ey Aişe! Allahü teala kullarına lutf ile muamele edicidir. Her işte yumuşak davranılmasını sever.

Ey Aişe! Yumuşak ol; zira Allahü teala bir ev halkına iyilik murad ederse, onlara yumuşaklık kapısını gösterir.

Ey Aişe! Sana birisi istemeden bir şey verirse, kabul et, çünkü o, Allahü tealanın sana gönderdiği bir rızıktır.

Ey Aişe! Hiç hayasız söz söylediğimi işittin mi? Kıyamet gününde Allah katında en kötü insan, kötülüğünden kaçarak insanların terk ettiği kimsedir.

AJAN

Alm. Spion (m), Vertreter (m), Agent (m), Fr. Espion (m), représentateur, agent, İng. Spy, Representative, Agent. Siyasette ve milletlerarası münasebetlerde bir partinin veya siyasi grubun mensubu veya bir ülkenin vatandaşı iken, karşı tarafa veya düşmana hizmet eden kimse. Ticari ilişkilerde alıcının veya satıcının işlerini takib ve menfaatlerini muhafaza maksadıyla faaliyet gösteren kişi veya firma. (Bkz. Acente). Ayrıca, ülkelerin kendi elemanlarından istihbarat veya bozgunculuk için karşı ülkelere gönderdikleri kişilere, Beden Terbiyesi bölgelerinde bir spor dalının resmi üyelerine, Deniz Müsadere Mahkemesinde devleti temsil edenlere ve bir kurumun diğer kurum nezdindeki temsilcilerinin hepsine de ajan denir.

Bir güvenlik örgütünün bazı şeyleri ortaya çıkarmak veya yıkıcı bir örgütün karşı taraf örgütlerinin içine soktuğu ve onları bazı eylem ve beyanlar için teşvik eden, kışkırtan ajanlarına da ajan provokatör denir.

Milletlerarası uyuşmazlıkları barışçı yollarla halletme sözleşmesi statüsünün 62. maddesi ile Milletlerarası Daimi Adalet Divanı statüsünün 42. maddesi, tarafların divan önünde ajan ile temsil edileceğini hükme bağlamaktadır.

Ajanlar, hükumetleri adına dava açmak, savunma yapmak ve yaptırmak, her türlü bildirimlerde bulunmak ve mahkemede hükumeti adına yapılan her türlü bildirimi kabul etmeye yetkilidirler.

AJANS

Alm. Nachrichtendienst (m), Fr. Agence d’informations, İng. News agency. Dünya ve ülke çapında cereyan eden siyasi, ekonomik, ticari vs. hadiseleri gazete, basın yayın organları yanında, öteki müşterilerine ulaştırmak için haber toplama işlemlerini yerine getiren ve her türlü masraflarını abonelerine haber satarak karşılayan özel veya yarı resmi kuruluşlar.

İlk haber ajansı “Charles Havas” tarafından Paris’te “Agence Havas” adıyla kurulmuştur.

Dünyanın önemli ajansları:

Amerika’da, Associated Press (AP) ve United Press İnternational (UPI).

Fransa’da, Agence France Press (AFP).

İngiltere’de, Press Association (Press Ass.), BBS, Reuter.

Rusya’da, Telegrafnoe Agenstvo Soyuza Soyetov (TASS).

İsviçre’de, Agence Telegrafique Suisse.

Türkiye’de, Anadolu Ajansı (AA).

Türkiye’deki önemli haber ajanslarından bazıları:

Anadolu Ajansı: Osmanlıların son zamanlarında kurulan “Osmanlı Telgraf Ajansı” ve Birinci Dünya Savaşının ilk yıllarında kurulan Milli Ajansın kapanmasından sonra 6 Nisan 1920’de kurulmuştur. Gayesi, o zamanki kurtuluş mücadelemizi ve davamızı bütün dünyaya anlatmaktı. Bugün ise yurt dışındaki ajanslarla ilgi kurarak aldığı haberleri basın ve radyolara dağıtmakla görevlidir.

Ajans terimi geniş manada değişik girdilerin te’mini veya belli işlerin yürütülmesinde aracılık yapan ticari birimleri ifade etmek için de kullanılır. Bunlardan en meşhuru reklam ajanslarıdır. Bunlar reklam verenin her türlü reklam işlerini üstlendikleri gibi sadece hazır reklamların yayın organlarına ulaştırılmasında da aracılık yapabilirler,

Ankara Ajansı:  Kısaca “Anka” olarak bilinir. 3 Mart 1972’de kurulmuştur. 1977’de anonim şirket haline dönüşmüştür. Yurt içi ve yurt dışında büroları, temsilcilikleri vardır.

Ulusal Basın Ajansı: Kısaca “UBA” olarak tanınır. 11 Şubat 1980’de kuruldu. Yurtdışında bazı kuruluşların Türkiye temsilciliğini yapmaktadır.

Ajans ismiyle tanınan başka büyük kuruluşlara örnek olarak Atom Enerjisi Ajansı, Uzay Ajansı, Teknoloji Ajansı. Bazı basın ve yayın organları da kendi adlarına ajans kurarak faaliyet gösterirler. Bunlar belli konularda bilgiler toplayan birer haberleşme merkezidirler.

AKA GÜNDÜZ

Son devir hikaye ve romancısı; şair ve gazeteci. 1886 yılında Selanik’e bağlı Katerina ile Alasonya kasabaları arasındaki bir dağ köyünde doğdu. Asıl adı Enis Avni’dir. Önceleri Enis Avni, sonraları ise, Aka Gündüz adıyla eserler verdi. İlk tahsilini Serez’de İncili Mektebde ve Selanik’deki Şemsi Hoca Mektebinde tamamladı. Bir müddet Selanik Askeri Rüşdiyesine devam ettiyse de 1896 Yunan Harbi esnasında Eğrikapı Rüşdiyesine nakledildi. Daha sonra İstanbul’a gelerek Mekteb-i Sultanisinin idadi kısmı, Edirne Askeri İdadisi ve Kuleli Askeri İdadisinde okudu. Hastalığı sebebiyle Harbiyenin ikinci sınıfından ayrıldı. Paris’e giderek bir müddet Güzel Sanatlar Okulu ve Hukuk Fakültesine devam etti. Ancak hiç birini bitiremeden üç yıl sonra geri döndü. 1910 yılında Selanik’e sürgün edildi. Adana’daki Ermeni olayları üzerine oraya tayin olunan Bahriye Nazırı Cemal Paşanın maiyetinde on dört ay Vilayet Meclisi İdare Başkatibi olarak çalıştı. Aka Gündüz, 31 Mart Vak’ası üzerine gönüllü yazıldığı Hareket Ordusuyla İstanbul’a geldi. İşgal kuvvetleri tarafından Malta’ya sürüldü. Ankara Hükumetinin teşebbüsüyle yurda döndü. Cumhuriyetten sonra 1932 - 46 yılları arasında milletvekili oldu ve Kasım 1958’de Ankara’da öldü.

1920 yılında Alay Dergisini çıkardı. Çocuk Bahçesi ve Genç Kalemler dergilerinde çıkan yazılarıyla dikkati çekti. Sade dil görüşüne bağlı olup Milli Edebiyat akımı içinde yer almıştır.

Eserlerinde millet sevgisinin neticesi olarak geniş halk zümreleri ile bunların ızdırabları işlenmiştir. Cümleleri ateşli ve kısadır. Eserleri hayat tecrübesini verir. Yetmişe yakın eseri vardır.

Eserleri:

Türk Kalbi (hikaye, 1911), Türk’ün Kitabı (hikaye, 1911), Kurbağacık (hikaye, 1919), Dikmen Yıldızı (roman, 1927), Odun Kokusu (roman, 1928),Tank-Tango ( roman, 1928), Hayattan Hikayeler (hikaye, 1928), İki Süngü Arasında (roman, 1929), Yaldız (roman, 1930), Çapkın Kız (roman, 1930), Aysel (roman, 1932), Ben Öldürmedim (roman, 1933), Onların Romanı (roman, 1933), Kokain (roman, 1935), Üvey Ana (roman, 1935), Üç Kızın Hikayesi (roman, 1933), Aşkın Temizi (roman, 1937),  Çapraz Delikanlı (roman, 1938), Zekeriya Sofrası (roman 1938), Mezar Kazıcılar (roman, 1939), Giderayak (roman, 1939), Yayla Kızı (roman, 1940), Bebek (roman, 1941), Bir Şoförün Gizli Defteri (roman, 1943), Eğer Aşk... (roman, 1946), Sansaros (roman, 1946), Bir Kızın Masalı (roman, 1954), eserlerinin belli başlılarıdır.

AKABE BİATLARI

Medineli ilk Müslümanların, Peygamber efendimiz ile yaptığı itaat ve bağlılık sözleşmeleri. Peygamberimize ilk vahyin gelmesinin on birinci senesinde, birer sene ara ile Mekke ile Medine arasında yer alan Akabe mevkıinde yapıldı.

Birinci Akabe Biatı:Peygamberliğin bildirilmesinin on birinci senesinde Medine’den Mekke’ye Kabe’yi ziyarete gelen Hazrec kabilesinden altı kişi Peygamber efendimizin daveti üzerine müslüman oldu. Peygamber efendimizle görüşüp müslüman olan Hazrecli altı kişi bir sene sonra hac mevsiminde tekrar Mekke’ye geldiler.

O sene, müşrikler, Müslümanlara daha çok eziyet ettiler. Peygamber efendimizi, takip edip, O’nunla konuşan, iman eden herkese işkence yaptılar. Bu hali öğrenen Medineliler, Peygamber efendimizle haberleştiler ve gece buluşmaya karar verdiler. Gece olunca, buluştular. İtaat ve bağlılıklarını Peygamberimize arz edip, bütün emir ve isteklerine teslim olacaklarına söz verdiler. Bu sözün ardından da biat ettiler. Bu biata katılanların onu Hazrec, ikisi de Evs kabilesinden idi. Bu biat, İslam tarihine “Birinci Akabe Biatı” olarak geçti. Yapılan biatta, her iki kabileden orada bulunanlar; “Allahü tealaya ortak koşmayacaklarına, ayıplanmak ve rızık korkusuyla çocuklarını öldürmeyeceklerine, zina yapmayacaklarına, hırsızlık etmeyeceklerine, iftiradan kaçınacaklarına ve daha başka hususlara dair söz verip, taahhütte bulundular. Biat eden bu topluluğun reisi Es’ad bin Zürare radıyallahü anh idi. Sevgili Peygamberimiz, bu on iki kişiyi kabilelerine temsilci yaptı. Bunlar, kabilelerine İslamiyeti anlatıp, onlar adına Peygamberimize karşı mesul ve kefil olacaklardı. Es’ad bin Zürare radıyallahü anh da, bütün kabileler ve kabile reislerine, reis tayin edildi. Mus’ab bin Umeyr radıyallahü anh da onlara dini öğretmek üzere vazifelendirildi. Böylece Medine’ye döndüler. Artık orada gece-gündüz İslamiyeti yaymak için gayret gösterdiler. İslamiyet Medine’de sür’atle yayılmaya başladı. Evs ve Hazrec kabileleri müslüman oldu. Putlar kırıldı, her eve İslamiyet girdi. O seneye (M. 621) Sevinç Yılı manasında “Senetü’s-Sürur” denildi.

İkinci Akabe Biatı: Mekkeli müşriklerin Müslümanlara zulmü son haddine vararak, dayanılmaz bir hal almıştı. Mekke’de hal böyleyken Medine’de, Es’ad bin Zürare ile Mus’ab bin Umeyr’in gayretli çalışmaları sayesinde, Evs ve Hazrecliler, Müslümanlara kucak açarak, onları bağırlarına basıp, bu uğurda her türlü fedakarlığı yapacak haldeydiler ve Resulullah efendimizin de bir an önce Medine’ye teşriflerini arzuluyor, O’nun uğrunda, mallarını ve canlarını esirgemeyeceklerine dair söz veriyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, peygamberlik vazifesini tebliğ edeli 13 sene olmuştu. Hac mevsimi gelmişti. Mus’ab bin Umeyr ile beraber, Medineli 73 erkek ile 2 Müslüman kadın Mekke’ye geldiler. Hacdan sonra hepsi birinci biatta olduğu gibi, Peygamberimizle Akabe’de buluştular. Burada yapılan görüşmeler sırasında Medine’den gelen Müslümanlara Peygamber efendimiz İslamiyeti anlattı ve; "Allahü tealaya ibadet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamanız; kendim ve Eshabım için olan şartım, bizi barındırmanız, bana ve Eshabıma yardımcı olmanız, kendinizi savunduğunuz, koruduğunuz şeylerden bizleri de korumanızdır." buyurdu.

Yapılan konuşmalardan sonra, biat için gelenler arasından Bera bin Ma’rur; “Seni hak din ve kitap ile peygamber gönderen Allahü tealaya and olsun ki, çoluk çocuğumuzu koruyup, savunduğumuz gibi, seni de koruyacağız. Biz, ahde vefa ve sadakat göstermek, önünde, canlarımızı feda etmek arzusundayız. Bizimle biatlaş ya Resulallah!” dedi.

Bundan sonra biat edecek olanlar hep bir ağızdan; “Biz Peygamberimizden, mallarımız ziyan olsa da, yakınlarımız öldürülse de vazgeçmeyiz. O’ndan hiçbir zaman ayrılmayız. Bu yolda ölmek var, dönmek yok!” dediler. Sonra da sevgili Peygamberimize dönerek; “Ya Resulallah! Biz bu ahdimizi yerine getirirsek, bize ne vardır?” diye sual ettiler. Peygamber efendimiz o zaman;  "Allahü tealanın razı olması ve Cennet var!" buyurdular. Orada bulunan her kavmin temsilcileri, kavimleri adına söz verdiler. İlk önce hazret-i Es’ad bin Zürare; “Ben, Allahü tealaya ve O’nun Resulüne verdiğim sözü yerine getirmek, canımla ve malımla O’na yardım hususundaki vadimi gerçekleştirmek üzere biat ediyorum.” diyerek, Peygamberimizle müsafeha etti. Arkasından her biri, biatı bu şekilde tamamlayıp; “Allahü tealanın ve Resulünün davetini dinleyip, boyun eğerek kabul ettik.” diyerek, sevinçlerini ve teslimiyetlerini arz ettiler. Böylece, Resulullah’ın uğrunda canlarını ve mallarını büyük bir teslimiyetle ve bağlılıkla ortaya koydular. Burada kadınlar ile yapılan biat sadece söz ile yapılmıştı.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Allahü tealaya hiç bir şeyi ortak koşmamak, iftira, hırsızlık ve zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yalan söylememek, hayırlı işlere muhalefette bulunmamak...” hususlarında onlardan söz aldılar. Bu biatlardan sonra Medine’ye hicret yapıldı (Bkz. Hicret).

AKADEMİ

Alm. Akademie (f.), Fr. Académie (f), İng. Academy. Fikir veya bilim adamlarının toplanmasıyla meydana gelmiş topluluk veya kuruluş. Akedom bahçesi adı verilen, Atina yakınlarındaki ağaçlık bir yerde, Eflatun, talebelerine ders verirdi. Eflatun’un okuluna bu sebepten Akademia adı verildi. M.Ö. ve M.S. 4. yüzyıla kadar geçen sekiz yıl boyunca, Eflatun’un görüşlerine bağlı olan kurumun adı Akademi olarak bilindi. Bizans İmparatoru Jüstinyen, M.S. 529 yılında bazı putperest okullarla birlikte burayı da kapatmıştır.

Yaklaşık 900 yıl sonra İtalya’daki Rönesans hareketi çerçevesinde, Cosimo de Medici 1442’de Florens’de Platon Akademisini tekrar canlandırdı. Sadece yarım asır sürmesine rağmen bu okul sonraları gelecek toplumlar için bir örnek teşkil etmiştir. 1582’de ise Florens’de İtalyanca bir lügat hazırlamak için Academia della Crusca kurulmuştur. Ayrıca 1636’da Kardinal Rişliyö tarafından Paris’te önemli bir edebiyat akademisi olan Academie Française kurulmuştur.

İlmi konularla meşgul olan akademilere bir örnek de 1603’te Roma’da kurulan ve Galileo’nun da ilk üyelerinden olduğu Academia des Linceidir. Paris’te de 1666’da kimyacı, fizikçi, anatomist, astronom ve matematikçiler “Academie des Sciences”i kurmuşlardır. Laboratuvar ve gözlem yeri olarak kraliyet kütüphanesinin odalarını kullanmışlardır. Buna paralel olarak İngiltere’de 1662’de benzer bir akademi kurulmuştur.

Güzel sanatlarla ilgili kurulan ve önde gelen bir diğer akademi ise, Roma’da 1593’te kurulan Saint Luke Akademisidir. Bu, daha sonra 1648’de kurulan Fransız kraliyet ve İngiliz kraliyet akademilerinin bir örneği olmuştur. 1768’de Londra’da bazı sanatkarlar tarafından İngiliz Kraliyet Akademisi kurulmuştur. Bu sanatkarların sayısı 40 olup, ressam, heykeltraş ve mimarlardan meydana gelmekteydi. Ayrıca bunların, önceleri 20, daha sonra 30 yardımcıları bulunmaktaydı. Bunların arasından yeni asil üyeler seçilmekteydi. Akademinin ilk başkanı, buranın tanınmasında büyük gayret gösteren Sir Joshua Reynolds’dur. Akademinin yıllık sergilerinde pekçok meşhur tablosunu sergilemiş ve akademiye bağlı okullar kurmuştur. Bunlarda da yine ilk dersi veren 1769’da kendisi olmuştur. Bu akademide yaz sergilerine ilaveten belirli bir ressamın veya bir okulun resimlerinin sergilendiği kış sergileri ihdas edilmiştir (1965’te Goya Sergisi).

Türkiye’de akademi:Yurdumuzda da akademi kelimesi son dönemlerde yüksek okullardan bazılarında isim olarak yer verilmişse de bugün kullanılmamaktadır.

Akademilerin en eskisi 1848’de Mekteb-i Fünun-ı Harbiye-i Şahane ismi ile kurulan Harp Akademileridir. 1877 yılında Mearif Nazırı Raif Paşanın teşebbüsüyle sanayi-i nefise öğretimi için bir okul açılması kararlaştırıldı. Fakat bu okulun açılıp açılmadığı, ne kadar devam ettiği kesin olarak bilinmemektedir. 1882 yılında şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi (Sanayi-i Nefise Mektebi) Hamdi Bey tarafından kuruldu. Öğretime 1884 Mart’ında başlandı. Okul, önceleri Ticaret Nezaretine bağlıyken, 1887’de oradan ayrılarak Mearif Nezaretine bağlandı. Bu okul, sanatçı yetiştirmek maksadı ile açılmıştı. İlk talebeleri çok az olup hemen hemen hepsini Rum ve Ermeniler teşkil ediyordu. Şimdiki Eti Müzesi binasında öğretime devam eden bu okulun müdürlüğüne Hamdi Bey, ölünce de (1910) kardeşi Halil Edhem Bey tayin edildi. Okul zamanla genişletilerek programları ve yönetmelikleri hazırlandı. Zamanla bulundukları binalar dar geldiğinden çeşitli yerlere taşındı. Son olarak Fındıklı Sultan Sarayı ve daha sonra Mebusan Meclisi olarak bilinen binaya geçilmiştir. Buraya ilave atölyeleri yapılmış ve okulun adı Güzel Sanatlar Akademisi olan bu okulda; mimarlık, resim, dekoratif sanatlar ve heykel bölümleri yer almıştır.

12 Eylül 1980’den sonra Türkiye’deki akademi ve yüksek okullar, 30.3.1983 tarihli ve 2803 sayılı kanunla üniversite bünyesinde toplandılar. Günümüzde akademi adı taşıyan yüksek öğretim ve eğitim kurumları; Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Harp Akademileri ile Polis Akademileridir. Bunlar 2803 sayılı kanunun dışında kalarak eğitim ve öğretimine eski şekilde, Akademi olarak devam etmektedirler.

AKAİD

Alm. Glaube (n.), Fr. Croyance (f.), İng Belief, creed. İnanılacak şeyler, iman bilgileri.İbadeti değil, itikadı esas alan İslami kaideler. Akide kelimesinin çoğuludur. Akide kelimesinin kökü akd, yani düğümlemek demek olup gönül bağlamak anlamında kullanılır.

Allahü tealanın bildirdiği her din iki kısımdan meydana gelmiştir: 1) İtikadi (inanç) esaslar, 2) Ameli esaslar (emir ve yasaklar).

İtikadi esaslardan bahseden ilme, "akaid ilmi" denir. Bu ilme önceleri “fıkh-ı ekber”, "ilm-i tevhid" daha sonra “ilm-i kelam” denmiştir (Bkz. Kelam). Kelime-i şehadet ve Kelime-i tevhid ile bunlara bağlı olan  ve “Amentü” denilen imanın altı şartı, imanla ilgili bilgilerdir. Allahü tealanın zatı ve sıfatları, melekler, peygamberler, mukaddes kitaplar, ahiret, kabir, haşir ve neşir, Cennet ve Cehennem... hepsi bu ilmin konusudur.

Akaid ilminde söz sahibi olan alimlerin naklettikleri inanç esaslarına "itikadda mezheb" denir. İtikadda doğru yolu gösteren mezheb tektir. Buna da “Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi” denir. Diğerleri bozuk fırkalar olup, bunlara"Bid'at ehli" veya  “fırak-ı dalle” yani sapık fırkalar adı verilmektedir. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim itikadda yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; birisi kurtulup Cennet’e gidecek, diğerleri Cehenneme gideceklerdir. Kurtulan fırka, benim ve Eshabımın yolunda olan fırkadır.

Ehl-i sünnet ve cemaat mezhebini bildiren itikad imamları ikidir. Bunlar; İmam-ı Ebu Mansur Maturidi ile İmam-ı Ebü’l-Hasen Eş’ari’dir. Bu ikisinin bildirdiği iman esasları aynıdır.

Eş’ari ve Maturidi, Selef-i  salihinin (daha önce gelen büyük İslam alimlerinin) bildirdikleri itikad ve iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, insanların anlayabileceği şekilde açıklayıp, yazmışlardır. Bunların itikadları, inanışları; Eshab-ı kiramın ve Tabiinin ve sonraki alimlerin inanışlarıdır. (Bkz. Ehl-i Sünnet).

Akaid konusunda ilk eser yazan İmam-ı Azam Ebu Hanife’dir. Eserin ismi El-Fıkh-ül-Ekber’dir. En meşhur akaid kitaplarından biridir. Yazılan meşhur akaid kitaplarından bazıları şunlardır: El-Fıkh-ul-Ekber, Akaid-i Nesefiyye, Akaid-i Adudiyye, Beyan-u Ehl-is-Sünneti vel-Cemaa, Usul-üd-Din, Emali Kasidesi, El-Akidetüt-Tahaviyye vb.

AKALAR

M.Ö. ikinci bin yılında Mezopotamya’da yaşayan en eski  kavimlerden. Homeros’un destanlarında Akaların ismi Akhariler olarak geçmektedir. Akalar, en çok M.Ö. 1600 yılından sonra siyasi ve medeni alanlarda bir varlık gösterebilmişlerdir. Tepelere yaptıkları surlu şatolarda kral ve beyler otururlardı. En mühim yerleşim merkezleri Peleponnesos’daki Agrolis’te olup bunlardan özellikle Mykenai meşhurdur. Akaların M.Ö. 1400 yıllarında çok kuvvetlendikleri görülmüştür. Bu zamanda Girit, Sisam, Rodos, Kıbrıs ve Anadolu’ya kadar gelmişler, Çanakkale Boğazı’na sefer yaparak Troya’yı yıkmışlardır. Akalar’ın kurduğu devletler M.Ö. 1180 tarihine doğru başlayan Dorlar göçü ile son bulmuştur.

Mykenai kültürü denen Akaların kültürü, M.Ö. 1600 yılından sonra etkili olmuştur. Önceleri Girit kültürü etkisi altında kalan bu kültürün en önemli karakteristik yönü, kuyu ve kubbe mezarlarıdır. Yine aynı şekilde Girit kültürü etkisi altında kalan bir yazı sistemleri de vardır; ancak, bu yazı henüz okunamamıştır. Akalar, M.Ö. 1400’de Girit’i aldıktan sonra, kendi memleketleri olan Hellas’ı kültür merkezi haline getirdiler. Akalar’ın kültürü Ege’ye de yayılmış, fakat Dorlar göçünden sonra tamamen kaybolmuştur.

AKAMBER (Ambra grisea)

Alm. Ambra, Amber (n), Fr. Ambre gris (m.), İng. Ambergris. Kaşalot veya İspermeçet balinasından elde edilen bir madde. Bu bileşiğin teşekkülü hakkında çeşitli düşünceler vardır. Bunların kaşalot balığının gıdasını teşkil eden sefalopodların (kafadan ayaklıların) iyi hazmedilmemiş bakiyeleri oldukları düşüncesi kuvvetlidir. Zira, akamberin içinde ekseriya mürekkep balığı gibi sefalopodların sırt kısımlarına ait parçalar bulunur.

Akamber, Çin ve Japon denizleri ile Madagaskar, Bengal, Java ve Sumatra gibi tropik memleketlerin sahillerinde toplanır. Sudan hafif olduğundan denizin üstünde yüzer ve sahile atılır.

Akamber iç içe teşekkül etmiş, kül renginde, balmumu kıvamında bir maddedir. İçinde sarımsı lekeler görülür. Yoğunluğu 0.9 g/cm3 civarındadır. Tam bir erime derecesine sahip değildir. Kokusu hafiftir. Tadı aromatik ve yakıcıdır. Suda erimez. Yanarken özel bir koku neşreder ve bol bir kül bırakır.

Kullanıldığı yerler:Kalp kuvvetlendirici, kramp çözücü, iştah açıcı ve hazmı kolaylaştırıcı olarak eskiden beri kullanılmıştır. Parfümeri sahasında koku verici olarak kullanılır.

AKAN YILDIZ

Alm. Meteor (m.), Fr. Météore (m.), İng. Meteor. Atmosfere giren meteor taşlarına verilen ad. Yıldızların soluk ışıklarıyla birer kandil gibi parladığı bulutsuz bir gecede gökyüzüne bakıldığı zaman, ansızın bir yıldızın yerinden koparak şimşek hızıyla gittiği ve kısa süre sonra kaybolduğu görülür. Bunlara akan yıldız adı verilir. Halk arasında yıldız kayması diye de isimlendirilen bu olayın esası, meteor denilen gök taşlarıdır.

İşte bu yıldız akması hadisesi, güneşin çekim kuvvetinin tesiriyle belirli yörüngelerde seyreden meteorların dünya atmosferine girmesiyle ortaya çıkar. Hepsi öyle sanıldığı gibi koca bir kamyon büyüklüğünde değildir. Büyük çoğunluğunun kütlesi birkaç miligramdan birkaç kilograma kadar değişmektedir. Uzayda büyük bir hızla seyrederken (yaklaşık olarak saniyede 12-72 km) dünya atmosferine girdikleri zaman atmosferi meydana getiren gaz molekülleriyle yaptıkları sürtünme sebebiyle akkor oluncaya kadar ısınırlar. Bu ısı yaklaşık olarak 2000°C’ye kadar yükselir ve cisim yanmaya başlar. Bu yanma meticesinde akan yıldız kısmen veya tamamen gaz haline gelir. Bu sırada bazıları çok daha küçük parçalara bölünür ve hatta toz haline gelerek ortalığa dağılırlar.

Bu parçalanma esnasında büyük gürültü çıkaran ve çok uzak mesafelerden bile duyulabilen patlamalar da meydana gelebilir. Birkaç gramlık bir akan yıldızın parlaklığının çıplak gözle seçilmesi imkansızken, 10-100 kg arasındaki akan yıldızların bıraktığı izler ayınkine benzer parlaklıkta görülmektedir. Dev akan yıldızlar güneşe benzer parlaklıkta ışıklar yayarlar ve yeryüzünde düştükleri bölgeleri gün gibi aydınlatırlar.

Akan yıldızların nereden geldikleri veya başka bir deyişle nereden koptukları hakkında çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Son zamanlarda yapılan araştırmalardan elde edilen bilgilerde, bunların, dağılmış kuyruklu yıldızların parçaları oldukları kabul edilmektedir. Güneş sistemine de ait oldukları kabul edilir, çünkü hiçbirinin yeryüzünde Güneşten kurtulma hızı olan 26 mil/sn’den daha büyük bir hızla hareket ettiği gözlenmemiştir. Kanadalı gözlemciler, 10.000’den fazla akan yıldızın hızlarını, iyonlaşmış izlerden geri gönderilen radar şualarının akisleri yoluyla kaydetmişlerdir. Bu kayıtlarda kritik değeri (kritik değer veya kaçma hızı da denir 26 mil/sn’dir) aşacak hızın olduğu tek bir ana rastlamamışlardır.

Birçok meteor akışları, güneş etrafında kendilerini meydana getiren kuyruklu yıldızların yörüngelerinde dönme şeklinde olmaktadır. Meteorların yörüngeleri hakkında ilk kesin bilgi 1936 yılında elde edildi. Amerikalı astronom F.L. Whipple ve Harvord, iki istasyondan aynı anda meteor izlerinin fotoğrafına ait bir program hazırladılar. Zamanlamayı kolaylaştırmak için düzenli aralıklarla izlerin izdüşümlerini kesen, dönen kafesleri bulunan kameralar kullandılar. Her bir poz, meteorun güneş etrafındaki yörüngesinin hesabı için yeterli malumatı verdi. Binlerce meteor yörüngesi, bu metodla belirlenmiştir. Bu araştırmalarda bunların kuyruklu yıldız veya asteroid parçası oldukları iyice anlaşılmıştır. Meteorlar genel olarak demir ve nikel madenleri muhteviyatlıdır. Bazıları camlaşmış, garip şekildedir. Akan yıldızların büyük bir bölümü silislerin meydana getirdiği taş meteorlardır.

Meteor sağanağı, dünyanın yörüngesinin bir meteor yörüngesi ile çakıştığı noktaya vardığı belirli zamanlarda vuku bulur. Tıpkı paralel demiryolu hatlarının belli bir mesafedeki bir noktadan sonra ayrılıyormuş gibi görünmesine benzer biçimde birbirine paralel olarak yol alan meteorlar bir sağanak esnasında gökyüzünde bir noktadan çıkıyormuş gibi görülür. “Radyan noktası”denen bu noktanın yeri, dünyanın dönmesiyle sağanak süresince değişir. Bir sağanak veya onu meydana getiren bir akış, sağanak yüksekliğindeki takım yıldızların(burçların) arasına parlaklığın yerleşmesinden sonra adlandırılır. Mesela yıllık meteor sağanakları olarak, Perseus takım yıldızındaki parlaklıklarıyla, Perseidler ve Oriondaki parlaklığıyla Orionidler gösterilebilir.

Güneşin etrafında bir dönüşünü 33 yılda tamamlayan Leonidlerinkiler daha nadir sağanaklar arasında sayılırlar. 1799, 1833 ve 1866-67’de Leonidler, modern çağların en çok görülmeye değer sağanaklarına sebeb oldular. Dönme periyodu 6,5 yıl olan Jüpiter ailesinin Giacobini Zinner kuyruklu yıldızı üyesi ile birlikte olarak Draconid meteorları yirminci asrın en fazla yıldız yağmuru gösterilerini sunmuşlardır. Draconidler ile birlikte birçok gündüz sağanakları İngiltere’de Manchester Üniversitesinin büyük radyo teleskopu sayesinde tesbit edilmiştir. Meteor yağmurları daha çok Ağustos ve Kasım aylarında görülmektedir. 1839'da 20 Ağustos gecesi Napoli’de dört saat içinde binden fazla göktaşının düştüğü sayılmıştır.

Akan yıldızların ateşküresi adı verilen daha büyüklerinin düşüşü önce hafif bir parlaklıkla başlamakta, sonra bu parlaklık yıldırım veya top gürültüsünü andıran bir sesle infilak etmektedir. Bu patlama 100 km uzaklıktan bile işitilebilmektedir. 7 Ocak 1914’te doğudan batıya bütün Fransa’yı geçen ve Atlas Okyanusu’na düşen ateş küresi, üç defa patlamış ve gürültüsü patlama noktasından 200 km uzaklıktan bile işitilmiştir. Tarihte bilinen en büyük meteor (akan yıldız) 1908 yılı 30 Haziranında Sibirya’nın Tunguska bölgesinde ormanlar içine düştü ve yüzlerce km2 genişliğinde dev bir çukur açtı. Bu göktaşının patlaması 900 km uzaklıktan duyuldu ve meydana getirdiği yer sarsıntısı 5000 kilometrelik bir sahaya yayılmıştır. Atmosfere dağılan toz parçacıkları bulutlar meydana getirmiş, geceleri ay ışığında çok güzel beyaz geceler birbirini takip etmiştir.

Büyük meteorların yeryüzüne düşmesi neticesinde “Meteor kraterleri” meydana gelir. Yirminci asırda bu şekilde iki düşüş belirli bir mesafeden takib edilmiş ve krater yerleri daha sonra bulunmuştur. Bunlardan birisi Sibirya’ya düşen meteordur. İkinci düşme 12 Şubat 1947’de güney-doğu Sibirya’ya oldu. Bu meteor taşı atmosferde birçok parçacıklara ayrılmıştı. Krater sahası, 100 ton nikel-demir karışımı parçacıklar tarafından açılmıştır. Daha büyük parçaların ilk düşüşte olmaması meteor taşının dünya atmosferi ile çarpışıp, bu yüzden daha fazla yoğunlukta ısındığı fikrini verir.

Sibirya’ya düşen bu büyük göktaşı boş bir bölgeye düşmüştü. Meskun bölgelere düşseydi, korkunç bir facia meydana gelebilirdi. O zaman bilginler; “Böyle dev bir göktaşı, Londra’ya düşmüş olsaydı, bu şehirden hiç bir iz kalmazdı.” demişlerdir. Tıpkı yüzlerce kiloton bir atom bombasının infilakı gibi te’siri olurdu. Göktaşının kendisi bir tarafa bırakılırsa, hızının yapacağı rüzgar bile herşeyi alt-üst etmeye yeterlidir. Dünyaya her yıl irili ufaklı iki milyon tona yakın göktaşı düşmesine rağmen bugüne kadar büyük bir facianın vuku bulmaması gerçekten çok düşündürücüdür. Yıldız kaymasını seyretmek göze zarar verdiğinden bu hususta dikkatli olmalıdır.

AKARSULAR

Alm. Fluss (m), Strom (m), Fr. Eau courante, İng. Stream. Yağmur, kar, kaynak, buz sularının belli bir yatakta toplanması ile yeryüzünün eğimi boyunca akan su.

Akarsular; yağmur, kar, kaynak ve göl ayaklarından beslenirler. Bütün akarsular meyil ve yerçekimi sebebiyle devamlı iniş aşağı akarlar. Akarsuların hızı; taşıdığı suya, yatağın eğimine, daralıp genişlemesine göre farklıdır. Yatak daraldıkça su çoğalır ve hız artar. Hız, kıyılarda ve suyun dibine yakın yerlerde daha az; yatağın yüzüne doğru olan kısımda ise daha fazladır. Akarsular ilk başlangıç yerlerinde hızlı akarlar. Denize, koya ve göle döküldükleri yerlerde ise hızları yavaşlar.

Akarsuların beslenen havzalarına yakın olan yerlerine akarsu yukarı yatağı denir. Bu bölgelerde suyun az, hızın fazla, derinliğine oyma çok olduğundan büyük kazanlar, çavlanlar, çağlayanlar meydana gelir.

Akarsuların, ortalarında kalan yerlerine orta yatak ismi verilir. Bu bölümün şekli tekneye ve U harfine benzer. Yeni karışan su kollarıyla bu alanda su fazlalaşır, meyl azalır. Bunun için de suyun hızı buralarda düşer. Tortulaşma başlar. Suların en hızlı aktığı noktaların birleştirilmesiyle ortaya çıkan çizgiye akarsu hız çizgisi denir. Hız çizgisi akarsuyun ortasında olduğu gibi bazan sağa ve sola saptığı da görülür. Bu durum suyun orta yatağında meydana gelir, nehir ağızlarında birikir ve deltalar meydana gelir. Akarsuların hızı ve aşındırması bu yatakta azaldığı için, sular sert bölgelere rastlayınca, akım yönünü değiştirirler ve yumuşak bölgelere doğru akarak kıvrımlar ve dirsekler meydana getirirler. Bu dirsek ve kıvrımlara Menderes adı verilir. Menderesler, akarsuların uzamasına ve yatakların genişlemesine sebep olur. Bazan iki menderes arasında kalan kısımlar aşınarak birleşirler ve akarsuların ortasında adacıklar meydana gelir.

Akarsuların döküldükleri deniz ve göllere yakın olan yerlere Aşağı yatak denir. Bu kısımlarda su fazla, hız az, yığın biriktirme oldukça kuvvetli, taşıma ve aşındırma ise azdır. Yukarı yataktan gelen çakıl, kum ve alüvyonlar burada çökelirler. Bu sebepten akarsuların aşağı yatakları yükselir, yollarını değiştirirler. Akarsuların döküldükleri denizler sakinse, sürükledikleri, kum, çakıl, alüvyon gibi maddeler nehir ağızlarında birikir ve deltalar meydana gelir. Suların döküldüğü denizler hareketli ise, sürüklenen maddeler birikmez ve gitgide akarsuyun ağzı oyulur. Bu oyulmalara haliç denir.

Bir akarsuyun herhangi bir noktasından bir saniyede geçen suyun miktarına (m3 olarak) o akarsuyun debisi; debinin bir yıl içindeki sürekli değişmelerine de akarsu rejimi denir.

En küçük akarsuya dere, derelerin birleşmesiyle çay, çayların ve derelerin birleşmesiyle ırmaklar, nehirlermeydana gelir. Bu ırmak ve nehirlerin bir çoğu okyanuslara ve onların kolu olan denizlere dökülerek kaybolup giderler. Bazıları da okyanus ve denizlere değil, göllere dökülerek yok olurlar.

Akarsularda erimiş çeşitli madensel tuzlar ve karbonatlar vardır. Suların hayat kaynağı olması sebebiyle, Adem (aleyhisselam) zamanından beri insanlar akarsulardan istifade etmişlerdir.

Bugün olduğu gibi o zamanlarda da büyük yerleşim merkezleri akarsu boylarında veya deniz kıyılarında kurulmuştur. İnsan hayatı için su çok büyük önem taşır. İçme suyundan ayrı olarak ve çevre temizlikleri, zirai ve sanayi üretimi, taşımacılık, spor, dinlenme yerleri için suya ihtiyaç vardır. İnsanların medeniyet seviyeleri yükseldikçe suya olan ihtiyaçları da artmaktadır.

Kıyı akarsuları en kısa yoldan denize dökülürler. Step ve çöl gibi kurak yerlerdeki akarsular çoğu zaman sızma ve buharlaşma ile sularını kaybederek denize ulaşırlar. Bazıları ise buharlaşmalar ile veya suyu emen yatak içinde sızmalarla sularını kaybederler veyahutta yeraltına dalarak bir zaman orada akarlar.

Bütün akarsuların akımı; yağışlara, sızma ve buharlaşmaya, kar ve buzların erimesine göre değişir. Bu değişme iklimle sıkı sıkıya ilgilidir. Akarsuyun havzasındaki suyun çok bulunmasına akarsuyun kabarık hali, az bulunmasına ise çekik hali denir. Akarsuyun aktığı yere yatak, kenarlarına akarsu kıyısı, akarsuyun sularının toplandığı alana da akarsu beslenme havzası (çevriği)adı verilir. Yurdumuzdaki akarsular, yapısı itibariyle çok sık yön değiştirirler ve kesin dirsekler meydana getirirler.

Sınırlarımızda denizlere dökülen akarsularımız:

Karadeniz’e dökülen akarsularımız; Çoruh, Yeşilırmak, Kızılırmak, Sakarya nehridir.

Ege Denizine dökülenler: Meriç, Gediz, Büyük ve Küçük Menderesler.

Akdeniz’e dökülenler; Dalaman, Aksu ve Köprü çayları, Göksu, Asi, Seyhan ve Ceyhan ırmaklarıdır.

Marmara Denizine dökülen, Susurluk’tur.

Sınırlarımızın dışındaki denizlere dökülen nehirlerimiz: Fırat, Dicle Basra Körfezine; Aras ve Kuru nehirleri de Hazar Gölüne dökülür.

Akarsularımızın Uzunlukları

Aras.......................................1059 km

Asi...........................................380 km

B.Menderes................................584 km

Ceyhan.....................................509 km

Dicle.......................................1900 km

Fırat.......................................2800 km

Gediz........................................401 km

Kızılırmak..................................1355 km

Meriç........................................490 km

Sakarya....................................824 km

Seyhan.....................................560 km

Yeşilırmak..................................519 km 

Yeryüzünde Bellibaşlı Büyük Akarsuların İsim ve Uzunlukları 

Mississippi (Missouri ile beraber)..........6730 km

Nil.................................................6660 km

Amazon..........................................6480 km

Obi................................................5200 km

Yenisey..........................................5200 km

Kongo............................................4640 km

Volga.............................................3690 km

Tuna..............................................2860 km 

Yurdumuzda akarsuların aktıkları havzalarda genellikle orman yoktur. Ormanlara sahib olunmaması ve devamlı tahribi bugünkü duruma düşmenin başlıca sebeplerindendir. Yurdumuzda ormanları geliştirmek; derelerimizi ve çaylarımızı bulanık akmaktan kurtaracak, sel ve taşkınlar azalarak insan ve hayvan kayıplarının önüne geçecektir.