AHMED YESEVİ

Orta Asya Türkleri arasında İslamiyeti yayan büyük alim ve veli. İsmi Ahmed bin Muhammed bin İbrahim bin İlyas olup, “Pir-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultan, Hace Ahmed, Kul Ahmed Hace” lakablarıyla da bilinir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Türkistan’ın Yesi şehrinde doğduğu için Yesevi diye meşhur olmuştur. 1194 (H. 590) senesinde Yesi’de vefat etti. Vefat tarihi hakkında başka rivayetler de vardır.

Küçük yaştan itibaren babasından feyz alan Ahmed Yesevi büyük alim Baba Arslan’ın talebesi oldu. Onun kalblere hayat ve huzur veren sohbetlerinde bulundu. Teveccühlerine kavuşarak kısa zamanda tasavvufdaki yüksek derecelere ulaştı. Küçük yaşta meşhur oldu. Baba Arslan hazretlerinin vefatından sonra onun manevi işaretiyle Buhara’ya giderek Ehl-i sünnet alimlerinin en büyüklerinden olan Yusuf-ı Hemedani’den manevi ilimleri tahsil etti. İcazet alıp talebe yetiştirmekle vazifelendirildi. Hocasının vefatından sonra bir müddet Buhara’da kalıp, talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Bir müddet sonra talebelerin terbiye ve yetiştirilmesini Yusuf-i Hemedani’nin en büyük talebesi olan Abdülhalık Gondüvani’ye havale edip, Yesi’ye döndü. Türklere İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya ve talebe yetiştirmeye burada devam etti. Talebeleri günden güne çoğaldı, büyüklüğü ve kıymeti kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehr, Horasan ve Harezm’e yayıldı. Zamanında bulunan alimlerin ve evliyanın en büyüklerinden, en üstünlerinden oldu. Dine olan bağlılığı sebebiyle, şaşırıp yoldan çıkmışlara sözleri kısa zamanda te’sirli oldu. Yetiştirdiği talebelerin her biri bir memlekete giderek, İslamiyeti doğru olarak öğretip yaydılar. Dergahı fakir, yetim ve çaresizler için sığınak yeri idi. Şöhretinin yayılması, pekçok kerametlerinin görülmesi, kendisini çekemeyenlerin dedikodularına sebep oldu.

Ahmed Yesevi hazretlerinin zamanında Türkistan’a ilk Türk-İslam devletlerinden Karahanlılar hakimdi. Bu devlet zamanında İslam dininin Seyhun Nehri boyları ile ahalisi göçebe olan Kazak-Kırgız, memleketlerinde kolayca yayılmasını sağladı. Sade bir Türkçe ile söyleyip yazdığı derin manalı “hikmet” denen sözleriyle  tekke edebiyatının ilk temsilcilerinden oldu ve nasihatlerde bulundu.

Çocukluğundan itibaren Resulullah efendimizin sünnetine uymakta hiç gevşeklik göstermeyen Ahmed Yesevi, 63 yaşına geldiği zaman, yer altında bir çilehane yaptırıp girdi ve burada vefatına kadar devamlı ibadet ve Allahü tealayı düşünmekle meşgul oldu. Kendisini vefat etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek Allah korkusu ile ibadetlerini yaptı. Burada evliyalık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi hazretleri, 1194 (H. 590) senesinde vefat etti. Türkistan’ın Yesi şehrinde, Seyhun Nehrinin sağ sahilinde defnedildi. Kabri üzerindeki muazzam türbeyi ve külliyesini Timur Han (1370-1405) inşa ettirmiştir.

Ahmed Yesevi hazretleri vakitlerinin çoğunu Allahü tealaya ibadet ve taat etmekle, talebelerine zahiri ve batıni ilimleri öğretmekle geçirirdi. Kendisini ve talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için sanatla uğraşır ve elinin emeği ile geçinirdi. Herkese iyilik eder, kimseye sıkıntı vermezdi. İnsanların saadet ve kurtuluşu için çalışırdı.

Ahmed Yesevi’nin sade bir Türkçe ile söyleyip, derin manalı veciz sözleri ve Hikmet adlı şiirleri Divan-ı Hikmet adlı eserinde toplandı. Sohbet tarzında ve sade Türkçe ile söylenen hikmetleri kısa zamanda doğuda Çin hudutlarından, batıda Akdeniz ve Marmara sahillerine kadar yayıldı. Divan-ı Hikmet aslında İslamiyeti ve İslam ahlakını öğreten bir ahlak ve din kitabıdır.

Ahmed Yesevi ayrıca Anadolu’daki Türk edebiyatının yeşerip, gelişmesine zemin hazırlamış ve Yunus Emre gibi şairlerin yetişmesine sebeb olmuştur.

Buyurdu ki: “Ey dostlar! Sakın ha cahil olanlarla dostluk kurmayınız.”

“Gönlünde Allahü tealanın aşkını taşıyanlar dünya ile tamamen alakalarını kesmişlerdir. Bunlar halk içinde Hak ile olurlar. Bir an Allahü tealayı unutmazlar.”

“Kafir bile olsa hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü tealayı incitmek demektir.”

“Gönlü kırık zavallı ve garib birini görürsen, yarasına merhem koy, yoldaşı ve yardımcısı ol.”

Gönül verme dünyaya

Sakın girme harama

Hakkı seven aşıklar

Hep helalden yemişler

 

Dünya benim diyenler

Cihan malın alanlar

Akbaba kuşu gibi

Haramlara dalmışlar

 

Hoca Ahmed bilmişsin

Hak yoluna girmişsin

Hak yoluna girenler

Cemalullah görmüşler 

AHMED ZİYA AKBULUT

Astronomi ve kozmoğrafya bilgini. 1869 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Rıza Beydir.

1887’de Harp Okulundan mezun olan Ahmed Ziya, Osman Nuri Paşa ve Hoca Ali Rıza beylerden resim dersi aldı. Gelişen sanat çalışmalarına paralel olarak müsbet ilimlere de merak sardı. Kısa zamanda matematik, astronomi ve menazir (perspektif) bilimi kollarında otorite olarak tanındı. Çeşitli okullarda matematik ve astronomi hocalığı yaptı. Bir müddet hazret-i Halid Camii muvakkitliğini yürüttü. 1927 yılında Baş muvakkit oldu. İnkılab Müzesi müdürlüğü ve Güzel Sanatlar Akademisi müdür muavinliği gibi görevlerde bulundu. 1938’de İstanbul’da vefat etti.

Eserleri:

1) Amel-i Menazir, 2) Ameliye-i Fenn-i Menazir, 3) Rub’u Dairenin Esami ve Usul-i Tersimi ve 1901 yılında başlayıp, ölümü olan 1938 yılına kadar neşrettiğiTakvim-i Ziya, 4) Rub’u Dairenin Suret-i İstimali.

AHMED-İ BEDEVİ

İslam alimlerinin ve evliyanın büyüklerinden. Babasının ismi Ali, annesinin ismi, Fatıma’dır. Kendisi, hem seyyid hem de şeriftir. Yani Peygamber efendimizin ((sallallahü aleyhi ve sellem) torunları Hasan ve Hüseyin’in (radıyallahü anhüma) soyundandır. Künyesi, Ebü’l-Fityan ve Ebü’l-Abbas olup, lakabı Şihabüddin'dir. Seyyid Bedevi diye tanınır. 1200 (H. 596) senesinde Fas’ta doğdu, 1276 (H. 675) senesinde Mısır’ın Tanta şehrinde vefat etti. Kabri orada olup, herkes tarafından ziyaret edilmektedir. Mısır’ın en büyük velilerindendir.

Dedeleri 692 (H. 73)de Arabistan’da çıkan kargaşalıklar üzerine Fas’a hicret ederek yerleşmiş olan Seyyid Ahmed-i Bedevi küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Kur’an-ı kerimi ezberledikten sonra, kıraat ilmini öğrendi. İlim öğrenmek için çeşitli beldeleri dolaştı. Pekçok alim ve evliyanın ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Şafii mezhebi fıkhında derin alim oldu. Ailesiyle birlikte 1206’da Fas’tan çıkıp 1210’da Mekke-i mükerremeye geldi. Babası orada vefat etti. Ahmed-i Bedevi kendini ilme ve ibadete verdi. Irak’a giderek Ahmed Rifai, Abdülkadir Geylani, Hallac-ı Mansur, Sırri-i Sekati, Ma’ruf-i Kerhi, Cüneyd-i Bağdadi gibi büyük velilerin kabirlerini ziyaret etti. 1236’da Mısır’ın Tanta şehrine gitti. Orada ders okutu, vaz ve nasihatta bulundu. Büyük alimler, büyüklüğünü anlayıp ona talebe oldular. Sultan Baybars da bu talebeler arasındaydı.

Zamanının alimleri tarafından; “Sahili görülmeyen bir hakikat ve irfan denizidir.” diye medh edilen, ömrünün sonuna kadar ilim öğreten, talebe yetiştiren ve halka vaz ve nasihatte bulunan Ahmed-i Bedevi, Mısır’ın Tanta şehrinde vefat etti. Kabrinin üzerine mükemmel bir türbe yapılıp, kendisini sevenler yakın ve uzak beldelerden ziyaretine gelmeye başladılar. Türbesinin bulunduğu camide her sene Rebiulevvel ayının birinci Cuma gecesi mevlid-i şerif okunması adet oldu. Bu gün mevlid-i şerifin okunması devam etmektedir. Bazıları bu uygulamaya son vermek istedilerse de, muvaffak olamadılar.

Yüzünü devamlı peçe ile örttüğü için bedevi denilen Ahmed Bedevi hazretleri, Kur’an-ı kerimi ezbere bilir, çok Kur’an-ı kerim okurdu. Ders ve sohbetleri haricindeki zamanlarda insanlardan ayrı olarak kendi halinde yaşar, uzun müddet oruç tutar, sadece bir zeytin ile iftar ve sahur ettiği çok olurdu. Kendisi uzun boylu, buğday benizli, kolları uzun, pazuları iri olup gayet heybetli idi. Sağ yanağında bir, sol yanağında iki beni vardı. Burnunun orta yeri hafif yüksekçe olup, yüzü büyükçe, gözleri sürmeli idi. Talebelerine teveccüh ederek, onların kalplerini temizler ve olgunlaştırırdı. Umumiyetle bir evin damında bulunur, ibadet ve taatle meşgul olurdu. Pekçok kerametleri görüldü. Birçoğu müstekil Menakıbname'lerde toplanmıştır. Bazı menkıbeleri şunlardır:

Bir gün gözlerinde bir şişkinlik hasıl oldu. Tedavi için oradaki bir çocuktan bir yumurta istedi. Çocuk; “Elinizdeki yeşil değneği verir misiniz?” deyince, Seyyid Ahmed Bedevi de verdi. Çocuk, annesine giderek; “Dışarıda bir bedevi var, gözü ağrıyor, tedavi için benden bir yumurta istedi ve bu değneği verdi.” dedi. Annesi; “Şimdi evimizde yumurta yoktur.” dedi. Çocuk gidip durumu Ahmed Bedevi’ye bildirdi. Ahmed Bedevi de; “Git falan yerde vardır.” dedi. Çocuk o yere gidince orasını yumurta ile dolu buldu. İçinden bir tek yumurta alıp getirdi. O günden sonra bu çocuk Ahmed Bedevi’ye talebe oldu, yanından ayrılmadı ve büyük evliyadan oldu.

Bir adam omuzunda süt dolu kap ile Ahmed Bedevi hazretlerinin yanından geçerken, Ahmed Bedevi parmağı ile kabı işaret eder etmez kap yere düşüp süt tamamen döküldü. Bu hale canı sıkılan adam, yere dökülen süte bakınca içinde şişmiş bir yılan gördü. Bunu görünce çok sevindi. Çünkü kendisi ve çocukları muhakkak bir ölümden kurtulmuşlardı. Bu lütfundan dolayı Allahü tealaya hamd ve Ahmed-i Bedevi hazretlerine teşekkür etti.

Sağlığında kerametleri görüldüğü gibi vefatından sonra da kerametleri görülmüştür.

Bir seferinde Hace Halebi adında birisi, yanında kumaş gibi mallar olduğu halde Ahmed Bedevi’nin türbesinin bulunduğu camide okunan mevlidde hazır bulunmak üzere yola çıktı. Yolda yedi atlı yolunu kesip mallarını almak istediler. Hace Halebi, o anda Seyyid Ahmed Bedevi hazretlerinin ruhaniyetinden yardım istedi. Sözü henüz bitmeden, beyaz bir ata binmiş ve gözlerinden başka bir yeri görünmeyen cesur bir zat geldi ve eşkiyayı kovaladı. Hace Halebi o gelen zatı tanıdığını ve onun Ahmed Bedevi olduğunu söylemiştir.

Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin Salevat, Vesaya, el-İhbar fi Elfaz-ı Gayet-ül-İhtisar ve başka eserleri vardır.

AHMED-İ DAİ

Şair, edib ve alim. On dördüncü asrın ikinci yarısı ile 15. asrın ilk yarısında yaşamıştır. Dua edici, duacı manasına gelen Dai mahlasını kullanmıştır. Eserlerinden anlaşıldığına göre, Germiyan Beyi İkinci Yakub ve Osmanlı sultanlarından Emir Süleyman, Mehmed Çelebi ve İkinci Murad Han devirlerinde yaşamıştır. İkinci Murad Hana hocalık etmiş ve Germiyan (Kütahya) kadılığında bulunmuştur. Sehi Bey, Heşt Behişt adlı tezkiresinde onun için; “Ehl-i ilimden, her fenden haberdar, kadılık yapmış bir kişidir.” diye bahsetmektedir.

On dördüncü asırda ilim ve sanat sahasında bir hayli ilerleyen Aydınoğulları muhitinde yetişen Ahmed-i Dai; pekçok devlet adamı, alim ve şair ile görüşmüştür. Yaşadığı devrin ilimlerine vakıf nazım ve nesir sahasında pekçok eser yazmış, bunların çoğunu tanıdığı şehzade ve emirlere ithaf etmiştir.

Eserleri:

1) Terceme-i Tefsir-i Ebü’l-Leys Semerkandi; adından da anlaşılacağı gibi kıymetli bir tefsirin tercümesidir.

2) Miftah-ül-Cenne; sekiz kısımdan müteşekkil bir akaid kitabı olup, Arapçadan Türkçeye tercüme etmiştir.

3) Terceme-i Tabirname; aslı Arapça olan bu eser rüya tabiri ile ilgilidir. Arapçadan Farsçaya tercüme olan eseri, Ahmed Dai, Farsçadan Türkçeye çevirmiştir.

4) Terceme-i si Fasl fi’t-Takvim vel-Eşkal; Nasır-ı Tusi adıyla bilinen eserin tercümesidir. Eserin aslı Nasıreddin Tusi’ye aittir.

5) Teressül: En eski inşa misallerini içine alan Türkçe bir eserdir. Mektuplaşma nümuneleri ve kompozisyon kaidelerine yer vermiştir.

6) Terceme-i Tezkiret-ül-Evliya, Feridüddin-i Attar’ın Farisi Tezkiret-ül-Evliya’sının Türkçeye tercümesidir.

7) Terceme-i Tıbb-ı Nebevi; Hastalıklardan bahsettiği gibi sağlığın korunması ile ilgili hadis-i şerifleri de ihtiva etmektedir. Eserin aslını Ebu Naim Hafız-ı İsfehani yazmıştır.

8) Vesilet-ül-Müluk fi Ehli’s-Süluk;Ayet-el-kürsi’nin tefsiridir. Ayrıca Esma-i hüsna’nın manasını ihtiva etmektedir.

9) Divan; Farsça olup, on kaside ve yirmi dört gazelden ve diğer bazı şiirlerinden meydana gelmiştir.

10) Ukud-ül-Cevahir; Farsça bir lügat olup, manzumdur. Arapça kelimelerin Farsça karşılıklarını veren bu lügat, altı yüz elli beytlik beş kısa şiirden meydana gelmiştir. Bu eseri ikinci Murad Hana hocalık yaptığı sırada yazmıştır. Batı Türkçesinde en eski lügattır.

11) Camasb-name; Nasirüddin Tusi’nin aynı adlı eserinin tercümesidir.

12) Türkçe Divan.

13) Mutayabat; kısa şiirlerini içine alan bir eseridir.

14) Çengname; tasavvufi bir eserdir.

AHMEDİ

Türk Divan Şiirinin kurucusu kabul edilen 14. yüzyıl şairi. Nerede ve ne zaman doğduğu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Kütahya’da 1334 yılında doğduğu tahmin edilmekte ise de aslen Sivas ve Amasyalı olduğu da zikredilmiştir. İbn-i Arabşah, şairin 1413 yılında Amasya’da vefat ettiğini haber vermektedir. Asıl adı Tacüddin olup, şiirlerinde Ahmedi mahlasını kullanmış ve bununla şöhret bulmuştur. İlk tahsiline Anadolu’da başlamış, daha sonra Mısır’a gitmiş, büyük alim Ekmelüddin Baberti ile yine orada birçok alimden okumuştur. Molla Fenari gibi meşhur alimlerle arkadaşlık yapmış, sonra Anadolu’ya dönerek Kütahya’ya yerleşmiştir. Yazdığı şiirleri Germiyanoğlu şehzadesi Süleyman’a takdim etmiş ve iltifatlarına kavuşmuştur. Ankara savaşından sonra Timur Hanın da yakın ilgisini görmüştür. Daha sonra Süleyman’ın emri ile yazmış olduğu Tervih-ül Ervah’ı Çelebi Sultan Mehmed Hana takdim etmiştir.

Sanatı: On dördüncü yüzyıl divan şiirinin asıl kurucusu ve üstadı sayılır. Gerek divan şiiri ve gerek mesnevi tarzında eserler veren şair, dini konuları işlediği şiirlerinde, tasavvufa geniş yer vermiştir. Günlük hayatın diğer taraflarını konu alan şiirleri de vardır. Gazel, kaside ve mesnevilerindeki sanat seviyesi ve söyleyişi asrının öteki şairlerinden üstündür. Bir diğer özelliği de, çok eser vermiş olmasıdır. Her konudaki çok geniş kültürü, şark mitolojisi ve İran edebiyatı üzerindeki bilgisi, Ahmedi’ye hem kolay, hem de çok yazmak imkanını vermiştir.

Eserleri:

İskendername adlı eserini, Emir Süleyman’a sunmak için kaleme aldı. Bu eserde Makedonyalı İskender’e ait tarihi rivayetleri toplamıştır. Ancak Emir Süleyman’ın ölümü üzerine, Yıldırım Bayezid’in oğullarından Süleyman Çelebi’ye takdim etmiş ve eserin sonuna, Dasitan-ı Tevarih-i Müluk-ı Al-i Osman adlı manzum bir Osmanlı Tarihi yazmıştır. Bu kısmın tarih ve edebiyat bakımından büyük bir önemi vardır (ilk Osmanlı Tarihi olması bakımından). Her iki kısımla birlikte eser 10.000 beyte yer vermektedir.

Cemşid-ü Hurşid, İran şairi Selman Saveci’nin aynı isimli eseri temel alınarak yazılmıştır. 5000 beyte yer veren eser, telif hükmündedir. Çünkü Selman’ın eseri 2700 beyit tutarındadır. Bu durumda şair eserin Farscasını asıl almakla birlikte, kendisinden de pek fazla ilavelerde bulunarak eseri genişletmiş ve tercüme kokusunu ortadan kaldırmıştır.

Tervih-ül Ervah, 4000 beytlik büyük bir mesnevidir.

Divan, Ahmedi şiirindeki asıl sanatını bu eseri ile göstermiştir. Altı nüshası bulunan eser, dokuz bin beyt civarındadır.

Hayrat-ül-Ükala, Kaside-i Sarsari şerhi, Mirkat-ül-Edeb, Mizan-ül-Edeb, Mi'yar-ül-Edeb isimli eserlerinden başka birçok şiirleri de vardır.

Hevayı gör ki, nice hoş hevadur

Cihan, kuşlar ününden pür nevadur

 

Nikab ile gelir gülzara gonca

İrahmet ona kim ehl-i hayadur

 

Başına urdu nerkis, tac-ı zerrin

Bugün kim, lale, yakuti kavadur

 

Çiçeklerle çemen öyle bezenmiş

Ki cennet dir isen ana revadur

 

Heva, müşk-i hıta oldu, eğer sen

Mey-i gülrengi terk etsen hatadur

 

Gülü bülbül arasında işit kim

Gece, subha değin ne maceradur 

AHMEDİYYE

(Bkz. Kadıyanilik)

AHNEF BİN KAYS

Tabiinin (Peygamber efendimizin arkadaşlarını görenlerin) büyüklerinden ve Horasan'ın fatihi ve hadis alimi. İsmi, Dehhak bin Husayn et-Tamimi es-Sa'di'dir.Künyesi Ebu Bahr, lakabı Ahnef'tir. Ayağı eğik veya ayaklarının arkası üzerine basarak yürümesinden dolayı Ahnef denilmiş ve bu lakabı ile şöhret bulmuştur. Bazı kaynaklarda isminin Sahr olduğu kayıtlıdır. Annesi, bir rivayete göre Amr bin Sa'lebe'nin kızıdır. Basra'da doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir.

Ahnef bin Kays, Resulullah efendimiz zamanında müslüman olduğu halde, mübarek yüzlerini görüp, sahabe olamadı. Kavminin önde geleni ve çok hilim sahibiydi.

Resulullah efendimizin davetçisi gelip, İslamiyete davet edince, O; "En güzel, en iyi bir şeye, güzel huylara çağırıyorsun, kötü huylardan uzaklaştırıyorsun. Bunları hiç duymamıştım." deyip Müslüman oldu. Kabilesi arasında tutulan, ilim, irfan sahibi, zeki bir kimse olduğu için, tavsiyesi üzerine kabile mensupları da müslümanlığı kabul ettiler. Bu haberi Resulullah efendimiz duyunca; "Allah'ım! Ahnef'i bağışla." buyurdu.

Ahnef bin Kays, halife hazret-i Ömer'i Medine'de, Basra halkından bazı kimselerle birlikte ziyaret etti. Halife herkesin halini hatırını sordu. O sırada Ahnef bin Kays, bir köşede abasına sarınmış bir halde konuşmadan duruyordu. Hazret-i Ömer ona; "Senin bir ihtiyacın yok mu?" diye sorduğunda o da beldelerinin verimsizliğini anlattı ve yardım diledi. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Basra halkının çocuklarına beytülmaldan maaş bağladı. Vali Ebu Musa el-Eş'ari'ye, Basra'ya kanalla su getirtmesi için mektup yazdı. Hazret-i Ömer, ona karşı olan sevgi ve muhabbetinden dolayı, bir süre yanında kalmasını istedi. Ahnef bin Kays bu istek üzerine bir sene Medine-i münevverede kaldı. Sonra izin alıp Basra'ya döndü. Hazret-i Ömer, Ebu Musa el-Eş'ari'ye yazdığı mektubunda; "Ahnef bin Kays'ı kendine yakın yap. İşlerinde ona da danış. Onun sözlerine kulak ver" buyurmuştu.

İran imparatoru Yezdicürd, topraklarının büyük kısmı Müslümanların eline geçince, Merv şehrine gidip yerleşmişti. Yezdicürd buradan İran şehirlerine mektup yazarak, halkı isyan ettirdi ve antlaşmayı bozdurdu. Bunun üzerine Ömer bin Hattab, Ahnef bin Kays'a Horasan üzerine sefer düzenlemesi için emir verdi. Bir orduyla yola çıkan Ahnef bin Kays, İran şehirlerindeki isyanı bastırdı ve Horasan'a yürüdü. Önce Herat'ı fethetti. Buradan Merv eş-Şehcan'a yürüdü. Yezdicürd, Merv er-Ruz'a kaçtı. İslam ordusu Merv er-Ruz'a doğru yürüyünce, Yezdicürd Belh'e gitti. Burada da Yezdicürd'ün askerleri ile İslam mücahidleri arasında şiddetli bir muharebe oldu. Yezdicürdün ordusu yenilerek kaçtı. Allahü teala Müslümanlara Belh'in fethini ihsan etti. İslam mücahidleri Belh'in hemen akabinde Nişabur ve Toharistan'ı da aldılar. Ahnef bin Kays, bu fetihleri mektupla hazret-i Ömer'e bildirdi.

Daha sonra hazret-i Ömer, Ahnef bin Kays'a, Ceyhun Nehrini geçmemesini bildiren bir mektup gönderdi. Bu sırada Yezdicürd, Türk hakanından aldığı yardımla geri döndü. Ahnef bin Kays, Yezdicürd'ün aldığı yardım kuvvetiyle üzerine geldiğini öğrenince, askerin sırtını dağa dayayıp, nehri düşmanla arasına aldı. İslam ordusunun sayısı yirmi bin kadardı. Türk askerlerinden birisi meydana çıkıp er istedi. Derhal Ahnef bin Kays ortaya çıktı, onunla çarpıştı. Türk süvarisi öldü. Bunun üzerine arkasından sırayla iki asker daha çıktı. Ahnef bin Kays bunları da öldürdü. Türkler, o zaman savaş adeti olarak, üç süvari çıkıp karşı taraftan üç kişiyle çarpışıncaya kadar yerlerinden ayrılmazlar, ordu hücuma geçmezdi. Üç süvarileri de öldürülünce, durumu hakanlarına bildirdiler. O da bu durum hayra alamet değil deyip, ordusunu geri çekti.

Türk hakanını Müslümanlarla karşı karşıya bırakan Yezdicürd, fırsattan istifade ile, Müslümanların elinde bulunan Merv eş-Şehcan'a gitti. Orada bulunan Harise binNu'man komutasındaki küçük mücahid birliği, kalabalık düşman askerinden korunmak ve vakit kazanmak için, kaleye kapandı. Merv eş-Şehcan yakınlarında bir mağarada sakladığı hazinesini çıkartan Yezdicürd, Türk hakanının yanına dönerken, İranlılar hazinelerine el koydular. Yezdicürd de, Türk hakanının yanına gitti ve Türk illerinde ikamet etti. İranlılar hazineleri Ahnef bin Kays'a getirip teslim ettiler. Onunla antlaşma yaptılar. Kendi ülkelerinde mallarına sahib olarak Müslümanların idaresinde, kisralar döneminden daha rahat bir şekilde yaşadılar. Ahnef bin Kays kazanılan ganimetleri bir mektupla birlikte hazret-i Ömer'e bildirdi.

Hazret-i Ömer'in şehadetinden sonra, mecusiler, Yezdicürd'ün kışkırtmasıyla yaptıkları antlaşmayı bozdular. Halife Osman bin Affan bunun üzerine, Horasan bölgesine İbn-i Amir komutasında bir ordu gönderdi. İbn-i Amir, bölgeyi tanıdığı için Ahnef bin Kays'ı öncü birliklerin komutanı yaptı. İslam ordusu kısa zamanda isyanı bastırdı ve fethedilmeyen diğer yerleri de ele geçirdi.

Ahnef bin Kays, 686 (H.67) senesinde Kufe'de vefat etti. Cenaze namazını Mus'ab bin Zübeyr kıldırdı. Kufe sırtlarında Seviyye denilen semtte, Ziyad bin Ebih'in kabri yanında defnedildi.

Ahnef bin Kays buyurdu ki: "Ben şu hususlara dikkat ederim. Bunları istifade edeceklere söylerim. Başkasına değil. Birincisi, beni aralarına almak istemiyenlerin aralarına girmem. İkincisi, beni çağırmayan makam ve mevki sahiplerinin kapısına gitmem. İnsanların muhtac oldukları şeyi bana bağışlamalarını uygun görmem."

"Çok gülmek heybeti, çok şaka vakarı (ağırbaşlılığı) ve şahsiyeti giderir. İnsan, ne ile beraberse, onunla bilinir. Mesela çok güler ve çok şaka yaparsa hafif olarak bilinir."

"Kardeşlik çok ince bir şeydir. Onu korumazsan zarar gelebilir. Daima kızgınlığın zamanında kendine sahib olarak onu koru ki, sana haksızlık eden gelip senden özür dilesin. Olan ile yetin, fazlasını arama. Arkadaşının kusuruna bakma."

AHTAPOT (Octopus)

Alm. Krake (f), Fr. Pieuvre (f), İng. Octopus. Familyası: Ahtapotgiller (Octopodidae) Özellikleri: 2-3 cm ile 10 m arasında değişik büyüklükte olanları vardır. Yaşadığı yerler: Bütün denizler. Çeşitleri: Elliden fazla türü mevcuttur.

Kafadanbacaklılar sınıfından bir yumuşakça. Vücutları kısa ve yuvarlak yapıdadır. Bir çift gelişmiş gözleri vardır. Başının çevresinden 8 adet kol çıkar. Uzunlukları aynı olup, dipte kısa bir zarla birbirlerine bağlıdır. Her kolda iki sıra vantuz (yapışıcı safiha) bulunur. Yalnız “Eledone” cinsi ahtapotlarının kollarında tek sıra mevcuttur. Ahtapotlar gözleri ve beyinleri iyi gelişmiş, kabuksuz omurgasız hayvanlardır. Manto boşluklarında bulunan solungaçlarıyla solunum yaparlar.

Derin denizlerde kayalıklar arasındaki yarıklarda gizlenerek yaşarlar. Bütün denizlerde bulunmakla beraber, ılık sularda daha yaygındırlar. Boyları 2-3 santimetreden 10 metreye kadar değişik büyüklükte türleri vardır. Alaska’da yakalanan bir Pasifik ahtapotunun kol uzunluğu 10 metreye yaklaşmakta, ağırlığı 300 kg, gövdesinin çapı 46 cm gelmekteydi. Kol uzunluğu 3 m, çapı 22 cm olan bir ahtapotun ağırlığı 20 kg kadardır.

Ahtapotlar korkunç şöhretlerinin aksine çekingen ve ürkek canlılardır. İri hayvan veya insanların yaklaşmasıyla, en yakın kayaların yarıklarına kaçarak gizlenirler. Zeminde emici kolları üzerinde sürünerek hareket eder veya emdiği suyu sifonundan basınçla püskürterek jet sistemiyle hızla geri giderler. Bu şöyle olur: Manto boşluğuna alınan suyun, ağzı öne doğru olan karın kısmındaki huni şeklindeki sifondan dışarı atılmasıyla bir su akımı meydana gelir. Hayvan etki-tepki sistemine göre su akışının tersine olarak geri geri uzaklaşır. Sifonunu çevirerek öne ve arkaya doğru hareket ederek avlarını kovalar ve düşmanlarından kaçar. Düşmanlarını şaşırtmak için suya mürekkep fışkırtanlar da vardır. Mürekkep kesesi, hareketi sağlayan sifona açılır. Suya mürekkebin salınmasıyla etraf bulanır, bu arada ahtapot jet sistemiyle oradan hızla kaçar. Hareket halinde kollarını da kürek şeklinde kullanarak hızını arttırır. Tehlikesiz zamanlarda, kolları arasındaki perdemsi kısmı çırparak suda süzülerek de yüzebilir. Ahtapotların üstün bir renk değiştirme kabiliyetleri de vardır. Bunun sayesinde her çevrede rahatça gizlenirler ve renk değiştirme özelliklerinden dolayı “Deniz bukalemunları” olarak anılırlar. Florida yakınlarında yaşayan bir tür, bir kaç saniye içinde vücudunu kırmızı, yeşil, mavi, hatta beyaza bile çevirebilir.

Ahtapotlar, dipte kaya yarıkları arasına girerek gizlenir, yakından geçecek avları gözlerler. Yengeç, ıstakoz, midye ve istiridye gibi canlılarla beslenirler. Hızla üzerlerine atılarak yakalayıcı-emici kollarıyla yengeç ve ıstakozları yakalarlar. Sıkıp kabuklarını kırdıktan sonra keskin gaga biçimli bir çift nasırlı çene ve dişli dilleri (radula) ile avlarını parçalayıp yerler. Midye ve istiridyelerin kabuklarını açıp, tekrar kapanmalarına mani olmak için kabukların arasına taş sıkıştırıp, içlerini yerler. Bazan sahile kaçan yengeçleri avlamak için karaya çıkarak kolları üzerinde yürüdükleri de görülmüştür. Fakat nemli vücutlarıyla karada fazla kalamayıp, kısa sürede suya dönerler.

Ahtapotların tükürüğü zehirlidir. Bazıları avlarını tükürük bezlerinin zehiriyle felce uğrattıktan sonra yerler. Zehiri kullanırken, yengeç ve ıstakozun solungaçlarından içeriye akıtırlar. Daha çok hareket eden canlılara saldırdıkları müşahade edilmiştir.

Ahtapotlar, kaya oyuklarında kanca ile avlanabildiği gibi çarpma ve zıpkınla da avlanırlar. Fakat ahtapot ısırığı tehlikeli olduğundan dikkatle sakınmak lazımdır. Uyuşukluk ve halsizlik ile başlayan zehirlenme, soluk alma güçlüğü ve ölümle sonuçlanabilir. Akdeniz memleketleri halkı ve Çinliler ahtapot etini yerler. Yurdumuzda en çok Ayvalık kıyılarında avlanırlar.

Ahtapot ve mürekkep balıklarının gelişmiş bir beyni vardır. Fakat yapabildikleri işler sınırlıdır. Ahtapot, üzerinde çok inceleme yapılan bir hayvandır. Labirentleri aşmayı, değişik biçim ve ölçülerdeki hedefleri bulmayı, renkli örgü ve düğümleri çözmeyi başarabilmişlerdir. Bunun yanında ise, en lezzetli yiyecekleri olan bir yengeci, ağzı açık bir kavanozdan çıkarmayı akıl edememişlerdir.

Kemiksiz olduklarından vücut ve kollarını son derece inceltip çok dar aralıklardan geçebilirler. Yakalanmış ahtapotlar bu özellikleri sayesinde kafeslerinden sık sık kaçabilmektedir.

Ahtapotların yumurtasının her biri bir kapsülle muhafaza edilir. Yumurtaların 8-20 kadarı suda salkım şeklinde bir küme meydana getirir. Her kapsülün bir ucu taşa veya başka bir zemine bağlanır. Dişi ahtapot yumurtaların üzerine kuluçkaya yatar. Açlıktan ölme pahasına yumurtaları terk etmez. Yumurta kapsülünden doğrudan doğruya erginlere benzeyen yavrular çıkar.

Dünya denizlerinde çeşitli büyüklük ve özellikte 50’den fazla ahtapot çeşidi vardır.

AHTERİ

Osmanlı devri alim ve lügatçısı. Asıl adı Muslihiddin Mustafa bin Şemseddin’dir. Afyonkarahisar’da doğdu. Bu yüzden Karahisari nisbesi ile de tanınır. Ahteri mahlasıdır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Babası devrin meşhur hattatlarından Şemseddin Ahmed Çelebi’dir. Ahteri’nin çocukluğu ve hangi hocalardan tahsil gördüğüne dair kaynaklarda bir bilgi yoktur. Tahsilini tamamladıktan sonra Kütahya Haliliye Medresesine 15 akçe yevmiye ile müderris oldu ve ömrünün sonuna kadar müderrisliğe devam etti. Müderrislik hayatında büyük bir başarı göstermiş, ilmi, iktidarı ve cerbezesi ile kısa zamanda tanınmış ve Kanuni Sultan Süleyman devrinin sayılı alimlerinden olmuştur. 1560 senesinde Kütahya’da vefat etti. Kabri oradadır.

Ahteri; siyer, fıkıh, Arab edebiyatı ve lugat alanlarında çalışmalar yapmış ve çeşitli eserler yazmıştır. Başlıca eserleri şunlardır:

1) Ahteri: Ahteri- i Kebirolarak da bilinen Arapça-Türkçe bir lügat olup, en meşhur eseridir. On altıncı yüzyıldan beri Osmanlı medreselerinde okutulmuştur. Eser, yaklaşık 40.000 kelime ihtiva eder. Arapça kelimeler alfabetik olarak verilmiş; karşılıkları o devirde yaşayan Türkçe kelimeler yanında müteradifleri (eş anlamlıları) ile gösterilmiştir. Şevahid olarak (metindeki geçtiği şekliyle) maddebaşı alınan kelimenin geçtiği Arapça metne de yazılmıştır. Eserin birçok yazma nüshası vardır. 2) Cami-ül-Mesail: Bazı fıkıh meselelerini ihtiva eder. Ümm-ül-Feteva diye de bilinir. Eserin Süleymaniye Kütüphanesinin bazı bölümlerinde yazma nüshaları vardır. 3) Tarih-i Ahteri: Peygamberlerin ve bazı İslam alimlerinin hayatlarına ait olan eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi, Fatih kısmı 4211/1 numaradadır. 4) Hamil-ül- Muhadarat, 5) Şerh-i ale’r-Risalet-il-Kefevi fi’l-Edeb.

AHUDUDU (Rubus idaeus)

Alm. Himbeere (f), Fr. Framboise Common, İng. Rasberry bush. Familyası: Gülgiller (Rosaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Ege, Marmara, Karadeniz bölgeleri.

Ağaç çileği ve sultan böğürtleni olarak tanınır. Haziran-temmuz ayları arasında beyazımtrak renkli çiçekler açan, 30-150 cm boyunda, çok senelik, dikenli, çalı görünüşünde bir bitkidir. Dağlık mıntıkaların orman ve korularında tesadüf edilir. Gövdesi dallı, dikenli ve yatıktır. Yaprakları 3-5 parçalı, sivri uçlu, yaprak sapı kıvrık dikenlidir. Çiçekler ekseriya dalların ucunda 5-10 çiçekli salkım halindedirler. Meyvesi etli ve birçok eriksi tipli meyvelerin biraraya gelmesi ile meydana gelmiş, küre biçiminde, kırmızı renkli ve güzel kokuludur. Meyveleri temmuz ve ağustos aylarında olgunlaşır. Çoğu çeşitleri bahçelerde yetiştirilir. Umumiyetle sonbaharda 1-1,5 m aralık bırakılmak suretiyle dikilir. Ahudutları her 6-7 senede bir yenilenmelidir.

Kullanıldığı yerler:Kullanılan kısmı, meyve, çiçek ve yapraklarıdır. Meyveler tamamen olgunlaştıkları zaman toplanır. Yapraklarında tanen, meyvelerinde ise organik asitler (malik asit, sitrik asit vs.) şeker, pektin, uçucu ve sabit yağlar bulunmaktadır. Yaprakları boğaz hastalıklarında gargara için kullanılır. Çiçeklerinden romatizma ve nikris (gut) hastalıklarında faydalanılır. Taze olarak, şeker ve böbrek hastalıklarında perhiz yiyeceği olarak istifade edilir. Halk arasında ishal ve ateşli hastalıklara karşı tavsiye edilir.

AIDS

Alm. Aids (n), Fr. Aids, İng. Aids. Zamanımızın henüz çare bulamadığı korkunç hastalık. Kazanılmış bağışıklık yetersizliği hastalığı manasına gelen kelimelerin baş harflerinden meydana gelmiş olup, HIV (İnsan immun yetmezlik virüsü) denilen bir virüsle meydana gelir. İlk meydana gelişi ve halen en mühim bulaşma şekli ve yolu homoseksüel ilişkiler olmakla beraber gayrimeşru bütün cinsi münasebetler de bu hastalık için aynı riski taşımaktadır. Uyuşturucu müptelalarında (iğneyle zerk yapanlarda), ortak enjektör kullananlarda, kan ve kan ürünlerinin naklinde (bilhassa faktör 8 alan hemofili hastaları için) daima hastalık riski olduğu iyi bilinmelidir. Ayrıca hasta olan anneden bebeğine gerek rahim içinde plasentayla, gerekse doğumdan sonra emzirmeyle hastalık geçmesi mümkündür.

Hastalık son on yıl içinde teşhis edilmeye başlanmış olup sür'atle sayısı çoğalmaktadır. Hastaların çoğunluğu Amerika’da olup, bütün dünyaya buradan yayılmaktadır. Müslüman memleketlere çok sonra girmiş ve daha zor yayılma imkanı bulabilmektedir.

Dünya Sağlık Teşkilatı WHO'nun resmi açıklamasına göre, son on yılda (1993) AIDS'ten ölenlerin sayısı 366.455 olup, bunların 217.729'u Amerikalı, 92.922'si Afrikalı, 51.914'ü Avrupalı ve 1080 kişisi Asyalıdır. ABD'de AIDS'ten ölenler, Vietnam Savaşında ölen ABDasker sayısından fazladır. Dünya Sağlık Teşkilatının tahminlerine göre, 10 yıl sonra AIDS'ten yılda on milyon kişinin ölmesi muhtemeldir (1993).

Oldukça öldürücü seyreden Aids hastalığına yakalananların % 80’i teşhis konulduktan sonraki iki yıl içinde eklenen çeşitli kanserlerden veya enfeksiyonlardan dolayı ölmektedir. Hastalığın kuluçka dönemi de çok uzundur. Bu durum teşhisin de çok geç konulabildiğini göstermektedir. Virüsün alınmasından hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasına kadar 2-5 yıl kadar bir süre geçmektedir. Hastalığın vücutta meydana getirdiği en mühim değişiklik, bağışıklık sisteminin gittikçe bozulmasıdır. Vücut, gerek mikrobik ajanlara, gerekse kanser hasıl olmasına karşı immun sistemini çalıştıramamakta yani müdafaa ve mukavemet edememektedir. Bunun sonucu menenjit, zatürre, dizanteri, beyin iltihabı (ansefalit), mantar enfeksiyonları ve çeşitli kanser türleri ortaya çıkarak tabloyu ağırlaştırmaktadır.

Hastalığın kendisine has şikayet ve bulguları yoktur. Enfeksiyon ve kanser türlerine göre değişik belirtiler olabilir.

Ateş yükselmesi, gece terlemesi (3 aydan uzun süreli), kilo kaybı, halsizlik ve aşırı yorgunluk, yaygın beze büyümeleri (kasıkta ve en az 2-3 değişik yerde), öksürük ile birlikte bütün kan hücrelerinde (akyuvarlar, alyuvarlar, trombosit) azalma ile kendini belli eder.

Hastalığın kendisine mahsus kan testleri olup, bunlarla (ELİSA testi ve elektron mikroskobu ile) HİV antijeni ve Aids virüsü tesbit edilerek kesin teşhis konulabilmektedir.

Henüz virüse etkili bir ilaç veya koruyucu bir aşısı bulunamamıştır. Tedavi, eklenen enfeksiyonlara ve tümörlere karşı olmakta, dolayısıyla şifa meydana gelmemektedir.

Hastalıktan korunma çok daha önemlidir. Bunun için;

1) Kan nakillerini tedaviyi aksatmamak şartıyla en aza indirmeli, gereksiz kan nakillerinden kaçınmalı, kan ve kan ürünleri ihtiyacını yurt içi kaynaklardan temin edip, virüsün çok daha yaygın olduğu -gayri meşru ve gayri ahlaki cinsi münasebetlerin çok olduğu- ülkelerden ithali durdurulmalıdır. Zaruri durumlarda ise bu ürünlerde Aids taraması mutlaka yapılmalıdır.

2) Yurtdışından yeni gelmiş ve geldikleri ülkelerde uzun süre kalmış olanlar da (özellikle hastalık riski çok yüksek olan Amerika, Avrupa ve Afrika ülkelerinden gelenlerde) Aids  taraması yapılmalıdır.

3) Zerk yoluyla yapılan tedavilerde disposıbıl (yani bir defalık kullanıma mahsus olan) enjektör, iğne ve diğer malzemelerin kullanımını mecburi hale getirip bu husus iyi denetilmelidir.

4) Uyuşturucu maddelerin takibi iyi yapılmalı; bu gibi kimseler ve bunlarla teması olanlardan kan almaktan kaçınmalıdır.

5) Keza homoseksüeller, fahişeler ile mesleği, adı ve ünü ne olursa olsun gayri meşru ve gayri ahlaki bir hayat düzeni olma ihtimali olan zümrelerden de kan almamalıdır. Bunun için kan alınacak (donör) kimselerin (özellikle gönüllülerin) daha önceki yaşayışları iyi tetkik edilmelidir.

6) Ahlaksızlık yuvaları kapatılmalı, gizli olanları takib edilmelidir.

7) Halka meşru münasebetin (yani evliliğin) faydaları anlatılmalı ve uyuşturucu maddelerle ilgili dini ve tıbbi eğitim yapılmalıdır. Keza, Aids sebepleri dürüst bir şekilde tam olarak duyurulmalıdır. (Bkz. Zührevi Hastalıklar)

AIR CONDITIONING

Alm. Klimaanlage (f), Fr. Climatisation, İng. Air Conditioning. İnsana rahatlık vermek ve sanayi ürünlerinin imalatında müsait bir çevre sağlamak için hava şartlarının düzenlenmesi tekniği. Havanın sıcaklığını, nemini, sirkülasyon ve içindeki tozunu kontrol eden bir sistemdir. Bazı endüstriyel durumlarda, koku ve basınç gibi özellikler de kontrol edilir.

Havanın sıcaklık ve neminin çok veya ani değiştiği bölgelerde, evlerde air conditioning sistemi kullanılır. Dükkan, banka ve tiyatrolar; müşteri çekmek için havası düzenlenmiş kısımlara sahiptirler. Araçlarda da hava şartlarının düzenlenmesi önemlidir. Sanayide üretim sırasında yüksek kaliteli imalat için hava şartları kontrol edilir.

Tarihi: Ateşin ısıtma için kullanılması ile hava şartlarının değiştirilmeye başlaması bir tutulabilir. Bu, açık ocaklardan başlayarak, üretim için gerekli olan kapalı fırınların yapılması suretiyle geliştirilmiştir. Merkezi ısıtma sistemi ve kalorifer de bu çerçevede görülebilir. Yirminci yüzyılın başlarında kapalı hacimlerin tavanlarına rapdetilen düşük süratli pervaneler, daha önceleri çatılarda kullanılıp, havayı geçiren, fakat güneş ışığını geçirmeyen palmiye dallarının yerini almıştır. Daha sonra kuru çöl havasının ıslak kumaş yüzeylerden geçirildiğinde soğuduğu bulunmuştur. Buna buharlaştırmalı soğutma ismi verilmektedir. Hava şartlarının modern olarak düzenleyicisi olarak Willis H. Carrier (1876-1950) kabul edilir. Sistemin fiziksel bileşimleri çoktan beri bilinmekteydi. Carrier, hava ve buhar karışımındaki enerji münasebetini ortaya koyarak, bileşimlerin fonksiyonlarının daha iyi tahmin edilmelerini sağlayacak bazı basitleştirici adımlar ileri sürmüştür. Yaz hava şartlarının düzenlenmesine 1920’lerde başlandığı söylenebilir. Bu tarihlerde buzdolabı da yaygınlaşmaya başlamıştır. ABD İllionois Üniversitesinde, mesken soğutma sistemi 1930’ların başlangıcında incelenmiştir. Yaz ve kış hava şartlarının düzenlenmesi ABD’de geliştirilmiştir. Otomatik kontrol, otomatik ateşlenen ocaklar ve kaynatıcılar, kompresörler ve ısı izolasyon malzemelerindeki ilerlemeler, bu gelişmede önemli rol oynamıştır. Her ne kadar mesken soğutmasındaki teknik 1930’larda nisbeten gelişmiş olmasına rağmen, ekonomik durum uygulamaya geçişi önlemiştir. Ancak 1940’ların sonlarında talep ve üretim dengeli duruma gelmiştir. 1950 ve 1960’ta gelişmiş ülkelerde pekçok meskenin bu rahatlığa sahip olduğu görülmektedir.

Kışın sıcaklık kontrolü: Kışın kontrol sistemi, otomatik şekilde ısıtıcı sisteme kumanda vererek, hava sıcaklığını istenilen seviyede tutar. Odadaki termostat, sıcaklığı kontrol ederek düşüş ve yükselişlerle sistemi uyarır. Eğer termostat, ısı için sinyal verirse, fırındaki ısıtıcı çalışır ve fırın dışındaki havayı ısıtır. Hava sıcaklığı 48° C olunca üfleyici harekete geçer ve ısınan havayı odaya üfler. Bu sıcak hava odadaki soğuk havanın yerini alırken, oda sıcaklığı yükselir. Eğer termostatta istenilen sıcaklığa erişilirse, ısıtıcı durur ve fırın soğumaya geçer. Üfleyici üflemeye devam eder, ancak üflenen havanın sıcaklığı düşer. Dolayısıyla termostat tekrar harekete geçer. Bu işler her gün defalarca tekrarlanır. İyi izole edilmiş bir meskende iyi bir sistem, hava sıcaklığını 0,5 ° C toleransla sabit tutabilir. Sistem uzun yıllar en düşük seviyede bakıma ihtiyaç duyulacak şekilde yapılmıştır.

Yazın sıcaklık kontrolü:Merkezi soğutma sisteminde oda sıcaklığı, yine odadaki termostatla kontrol edilir. Sıcaklığın yükselmesiyle termostat bir kompresörü devreye sokar. Soğutucu bir sıvı, soğutma dilimleri içinde hareket eder. Paralel olarak bir pervane oda havasını bu dilimler arasında hareket ettirir.

Kış ve yaz nem kontrolü:Soğuk iklimlerde, uzun donmalar bina içinin nemini düşük seviyelere getirebilir. Ancak meskenlerdeki banyo, yemek pişirme ve çamaşır yıkama gibi işlemler nemi arttırır. Çok soğuk havalarda, iyi kapatılmamış meskenlerde izafi nem % 20’nin altına düşebilir.

Açık hava sıcaklığı 16° C’ye eriştiğinde izafi nem istenen % 30-40 seviyesine gelir. Eğer meskende fazla su buharı açığa çıkarsa, nem rahatsız edici olabilir. Bunun için pencere açıp, açık havanın içeri gelmesi tavsiye edilir. Ancak hava sıcaklığı 16-27°C arasında iken, bu çeşit hava değişimi çözüm getirmez. Çünkü açık hava nemi de artık yükselmiştir. Bu durumda nem kontrolü arzu edilir.

Kış ve yaz hava sirkülasyon kontrolü: Odaya, hava, belirli bir doğrultuda ve arzu edilen bir şekilde fazla basınç kaybı ve hava gürültüsü olmaksızın sevk edilir. Bütün yıl olacak kontrol için pencere altları tercih edilen bir yerdir. Buralardan yukarı doğru gönderilen hava, kışın soğuk pencere yüzeylerindeki hava ile karşılaşır. Yazın ise oda havasından daha soğuk hava tavana doğru püskürtülür. Bu hava daha sonra aşağı seviyelere doğru iner.

Yeni gelen şartları düzenlenmiş hava, bulunan havanın yerini alırken, eski hava ısıtma fırınına veya soğutma spiraline sevk edilmek için alınır. Bu alınış yeri, hava hareketine uygun olarak seçilmelidir.

Kış ve yaz toz ve yabancı maddelerin kontrolü: En çok kullanılan hava filtresi ağ şeklindeki liflerden teşekkül eder. Bu liflerdeki yapışkan malzeme toz parçalarını tutar. Başka bir sistemde girişte toz parçacıkları elektriksel yüklü duruma getirilir ve daha sonra zıt elektrik yüklü bir plakta toplanır. Ancak bunun sonucu olarak filitreden hava geçişi yavaşlar. Soğutucularda giren havanın azalması ile, soğutma spiralinin yüzeyi donma noktasının altına iner. Bunun sonucu olarak hava akımı daha da azalır. Bu durumda sistem durdurulmalı, buz eritildikten sonra, hava filtresi değiştirilmelidir. Isıtma sisteminde de yapılacak tek iş, hava filitresinin değiştirilmesidir.

Oda hava şartları düzenleyicisi:En ucuz soğutma sistemidir. Bina kısmı, hava filitresi, pervane ve soğutma spiralinden meydana gelir. Sıcak nemli oda havası filtreden çekilir ve pervane vasıtasıyla soğutma spiraline üflenir. Bu arada hava soğutulur, nemi alınır ve tekrar odaya verilir. Soğutma spiralindeki sıvı, sıvı halden gaz haline geçerken dolaşan havadan ısı alır. Bina dış kısmı ise; kompresör, pervane ve yoğunlaştırıcıdan ibarettir. Kompresör soğutma spiralinden gelen düşük sıcaklık ve basınçtaki soğutucu gazın sıcaklık ve basıncını artırır ve yoğunlaştırıcaya gönderir. Pervane; dışarıdan gelen havayı yoğunlaştırıcının üzerine üfler. Dışarıdan gelen soğuk hava, yoğunlaştırıcıdan geçerken sıcak gazdan ısı alır. Bu gazın sıvı hale geçmesine sebeb olur. Kullanılan soğutma sıvısı, soğutma spirali kompresör ve yoğunlaştırıcının meydana getirdiği kapalı bir devrede hareket eder. Yoğunlaştırıcıyı soğutan pervane nisbeten soğuk dış havayı emer, havayı yoğunlaştırıcıdan geçirerek sıcak havayı dışarı atar. Kompresör ve iki pervane elektrik motoru ile tahrik edilir. Bu çeşit cihazlar nisbeten değişen düşük oda sıcaklığı sağlarken, gürültü çıkarırlar. Bu yüzden mevcut sistemlerde bazı değişiklikler yapılarak daha pahalı merkezi soğutma sistemi elde edilir.

Kış ısıtma sistemi: Üç şekilde sınıflandırılabilir: Sıcak hava, kızgın hava, buharlı sistem. Sıcak havalı sistem, soğutma ile birleştirilerek beraberce tek bir sistem olarak sene boyunca hava şartlarının düzenlenmesi sağlanmış olur. Kızgın hava ve buharlı sistemin bütün sene sisteme uydurulması zordur. Bu durumda soğutma, genellikle, ayrı bir sistem olarak düzenlenir.

Merkezi soğutma sistemi:Genellikle iç ve dış olmak üzere iki kısma ayrılır. İç kısım filtre, pervane ve soğutma spiralinden teşekkül eder. Filtre ve pervane, ısıtma sisteminin parçasıdır. Sadece soğutma spirali ilave edilecektir. Bu sırada yoğunlaşan suyu toplamak ve dışarı atmak için kullanılan düzeni unutmamak gerekir.

Dış kısım, motor tahrikli kompresör, yoğunlaştırıcı için bir pervane ve yoğunlaştırıcıdan ibarettir.

Su soğutmalı yoğunlaştırıcılar yaygın olmakla beraber, çok ısı kullandıklarından sınırlandırılabilirler. Bu çeşit mesken soğutma sistemleri sınırlı nem kontrolü yaparlar. Nemin azalması, kompresörün çalışma süresine bağlıdır. Bu sınırlı kontrol, çoğu zaman kabul edilebilir.

Sınai ve ticari uygulaması: Hava şartlarının düzenlenmesi sanayide verimi artırmak ve kaliteyi yükseltmek için önemli olmaktadır. Bir matbaada kağıdın genişleme ve büzülmesinin kontrolü hakkındaki direnç kontrolü, tozsuz ortamda yapılan üretim bunlar arasındadır. Ayrıca çalışanların rahatlığının üretime etkisini de ilave etmek gerekir. Servis sunan müesseselerde de hava şartlarının düzenlenmesi, müşteri çekmesi yönünden çekici olmaktadır.

Gelecekte hava kirliliğinin çoğalması ile hava şartlarının düzenlenmesi daha önemli olacaktır. Bu suretle üretim de daha kontrollü yapılacaktır. Mesela çok renkli baskıda, nem kontrolü baskının üst üste yapılması yönünden önemlidir.

Bütün sene çalışan okullar, hava şartlarının kontrolünü gerektiren yerlerden biridir. Özel arabadan, toplu taşımacılığa kadar her türlü taşıma aracında bu düzenleme her geçen gün önem kazanmaktadır. Hastane ve bakım evlerinde ise hava şartlarının düzenlenmesi sağlık bakımından gereklidir.

Bilim adamlarının son zamanlarda yaptığı tespitler, ozon tabakasının incelmesinin mühim sebeplerinden birinin de klima cihazlarında kullanılan gazlar olduğunu ortaya çıkarmıştır. ABD hükumeti, halkı daha seyrek klima cihazı kullanmaya davet etmektedir. Mevcut metodlara ve kullanılan gazlara alternatif bulunamadığı takdirde, klima kullanımına ciddi tahdit (sınırlama) getirilmesi düşünülmektedir.

AİSOPOS (EZOP)

Eski Yunan fabl yazarı, masalcısı. Daha çok Ezop diye bilinir. Rivayetler arasında: M.Ö. 7 ve 6. yüzyıllarda yaşadığı; Mısır'da, Sisam Adasında veya Trakya'da doğduğu; Frigyalı zeki bir köle olduğu, azad edildikten sonra Doğu'ya yolculuk yaptığı yazılıdır.

Atinalıların "Aisopos masalı" diyerek söyleyegeldikleri milattan önceye ait masallar bu yazara dayandırılır. Bir başka görüş de, böyle bir kimsenin yaşamadığı yolundadır.

"Aisopos masalı" ile "fabl" eş anlamda kullanılır. Halk söyleyişi ve hayvan hikayecikleri olan bu fabllarla ibret ve ahlak dersi verilir. Önceleri bir edebi tür sayılmayan bu fabl (masal)lar, sonraki dönem şair ve yazarlarını, özellikle 17. yüzyıl Fransız şairi La Fontaine'i etkilemişitir.

Masallar, Türkçeye Ezop Masalları adıyla tercüme edilmiştir.