Zamanımız mütefekkir, eğitimci ve yazarlarından. Peygamber efendimizin torunu hazret-i Hüseyin’in soyundan olup, seyyiddir. Babası Van gümrük müdürlüğünden emekli Abdülhakim Efendi, annesi Cevahir hanımdır. Dedeleri, Van’ın Müküs (Bahçesaray) kasabasına bağlı Arvas (Doğanyayla) köyündendir. 15 Şubat 1932 (H. 7 Şevval 1350)de Ağrı ilinin Doğubayezid kasabasında doğdu. 31 Aralık 1988 (H. 22 Cemaziyel evvel 1409) tarihinde İstanbul’da vefat etti.
Ahmed Arvasi yedi yaşına geldiği zaman, babası Van’a tayin edilince ilk tahsiline Van’da başladı, Doğubayezid’de bitirdi. Ortaokula Karaköse’de başladı, Erzurum’da bitirdi. İmkansızlıklar yüzünden liseye devam edemediği için, Erzurum Erkek Öğretmen Okulu’na (sonra Nene Hatun Kız Öğretmen Okulu oldu) kaydoldu ve 1952 senesinde bitirerek, öğretmen oldu. Önce Konya’da sonra Ağrı’nın Molla Şemdin köyüne tayin edildi. Ahmed Arvasi, yaratılışı icabı çok cömertti. Öğretmenlik yaptığı köyün halkı çok fakir olduğu için, çocukların çoğu, kalem-defter alamazdı. Aldığı maaşın çoğunu fakir çocuklara harcardı. Buradan askere gitti. Askerlik vazifesini bitirdikten sonra tekrar öğretmenliğe döndü. 1958 senesinde Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji bölümünü bitirdi. Eğitim Enstitüsünde okurken, Anadolu’dan gelen saf temiz gençlerin Enstitüdeki menfi propagandalarla dinlerini, imanlarını kaybettiklerine çok üzüldüğünü söylerdi. Bunun için ilk kitabı olan Kendini Arayan İnsan’ı yazdı.
Pedagoji bölümünü bitirdikten sonra, Erciş Öğretmen Okulu, sonra da Balıkesir Savaştepe Öğretmen Okuluna tayin edildi. İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz Estetiğimiz, Eğitim Sosyolojisi adlı eserlerini bu zamanda yazdı. Yorucu öğretmenlik hizmetleri yanında gençliğin kendi kültür ve medeniyetine sahip çıkmaları için devamlı eserler ortaya koydu. Konferanslar verdi, gazete ve dergilerde makaleler yazdı.
Balıkesir, Bursa, İstanbul Eğitim Enstitülerinde senelerce Türk Milli Eğitimine hizmet etti. Doğu Anadolu Gerçeği eserini yazdı ve 1979 yılında emekliye ayrıldı. Makaleleri; Türk İslam Ülküsü (üç cild) ve Size Sesleniyorum adlı kitabında toplandı.
Vefatından birkaç sene evvel kalp rahatsızlığına yakalandı. Çok yıpranmasına rağmen, konferans ve günlük yazılarına devam etti ve daima Türk-İslam Ülküsünü savundu.
Vaktinin çoğunu ibadet ve kitap okuyarak geçirirdi.
31 Aralık 1988 tarihinde, günlük makalesini yazarken, daktilosunun başında kalb krizinden vefat etti. 1 Ocak 1989 tarihinde, Fatih Camiinde kılınan cenaze namazından sonra, kendini sevenlerinin omuzunda kalabalık bir cemaat tarafından, İstanbul-Edirnekapı Kabristanlığına defnedildi.
Ahmed Arvasi, Türk Milli Eğitimine hizmet ederken vatan ve milletini seven çok değerli gençler yetiştirdi. Her şeyin faniliğini, dünyanın geçiciliğini, ebedi hayatın öldükten sonra başlayacağını, Allah ve Resulü’ne muhabbetin esas olduğunu gençlere ve tanıdıklarına hep söylerdi.
Kendisi görüşünü şöyle açıklar:
“Ben İslam, iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesud görmek isteyen ve böylece İslamı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna asla yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, isterse çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında şanlı Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz.” “Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir.” “Vatan sevgisi imandandır.” hadis-i şeriflerine bağlıyım. Yine şanlı Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); “İlim mü’minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın.” hadis-i şeriflerindeki mukaddes ölçüye bağlı olarak, hızla muasırlaşmak gereğine inanmaktayım. Bu, Türk-İslam kültür ve medeniyetinin yeniden doğuşu olacaktır.
Asla, unutmamak gerekir ki, yabancı ideolojiler, yabancı ve istilacı devletlerin fikir paravanaları olup, milletleri içten vuran sinsi tuzaklardır. Bunu bildiğim, buna inandığım içindir ki, Türk milletini parçalama oyunlarına ve tertiplerine karşı durmayı, büyük bir namus ve vicdan borcu bilmekteyim.”
Lügat, kelam, hadis ve Hanefi mezhebi fıkıh alimi. Gaziantep’te 1755 (H. 1169)te doğdu, 1820 (H. 1236)de İstanbul’da vefat etti. Antep Mahkemesi Başkatibi Cenani Efendinin oğlu olup, seyyidlerdendir.
Tahsiline Antep’te başladı. Abdullah Necib ve şair Kilisli Mustafa Ruhi gibi hocalardan Arapça, Farsça ve İslami ilimleri okudu. Antep mahkeme katipliğinde bir müddet çalıştı. Daha sonra 1789 yılında İstanbul’a geldi. Hayli para sıkıntısı çekti. Tercüme ettiği Burhan-ı Katı' lügat kitabını Padişah Üçüncü Selim’e takdim etti. Böylece Padişahın ihsanına kavuştu. Molla Gürani Medresesinde ders vermeye başladı. Tuhfe-i Asım adlı eseri yazdı ve İbrahim Halebi’nin Siyer-i Halebi adlı Arapça eserini Türkçeye tercüme ve şerh ederek padişaha takdim edip, hacca gitmek için izin aldı. 1802’de hacca gitti. Medine’de eski hocası Abdullah Necib Efendi ile karşılaşdı. Abdullah Necib Efendi kendisine büyük alim Firuzabadi’nin Kamus-ul-Muhit’ini tercüme etmesini teklif etti. İstanbul’a geldi. 1805’te Kamus’un tercümesine başladı. 1807’de Amir Efendi’nin yerine vak’anüvis oldu. Vak’anüvisliği esnasında Süleymaniye Medresesinde müderrislik yaptı. 1810 yılında Kamus tercümesini tamamlayarak Sultan İkinci Mahmud Hana takdim etti. Kamus’un bastırılması için Padişah emir verdi. Baskı 1814-1817 yılları arasında tamamladı. Ahmed Asım Efendi 1812 yılında Selanik kadılığına tayin edildi. Bu, onun son vazifesi oldu. 1820 senesinde Selanik’teki memuriyet müddeti biten Ahmed Asım Efendi, İstanbul’a döndükten kısa bir müddet sonra, Üsküdar'daki evinde vefat etti. Nuh Kuyusu Kabristanına defnedildi.
İlmi ile amel eden muhterem bir zat olan Seyyid Asım Efendi, mühim işlerde ehil kimselerle istişare (danışma) yapar, padişah ve devlet adamlarına uyarıcı nasihatlerde bulunurdu. Devlet işlerine ehliyetli kimselerin getirilmesini, ilim ve irfan sahiblerine gereken ilginin gösterilmesini sık sık anlatırdı. Müslümanların huzurunu bozan zorba ve eşkıyaya, rüşvetçi ve dalkavuklara fırsat verilmemesini, Avrupalılara ve gayri müslim vatandaşlara asla güvenilmemesini, hele örf ve adetlerde onlara benzemenin memleket için çok kötü neticelere yol açacağını bildirirdi.
Dinine bağlı, çok zeki ve çalışkan bir kimse olup, ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap yazmakla geçiren Ahmed Asım Efendinin şu eserleri vardır: Tıbyan-ı Nafi' der-Tercüme-i Burhan-ı Katı’ (Farisiden Türkçeye çevirdiği lügattır). El-Okyanus-ül-Basit fi Tercümet-il-Kamus-il-Muhit (Arabiden Türkçeye en büyük lügattır. Hala değerini muhafaza etmektedir). Muzhir-üt-Takdis bi Huruc-i Taifet-il-Fransis (Fransızların Mısır’ı işgali üzerine El-Ceberti’nin Arapça Tarihi’nin tercümesi). Merh-ül-Meali fi Şerhi Kasidet-il Emali (Emali kasidesinin Türkçe şerhi). Terceme-i Siyer-i Halebi (Peygamber efendimizin hayatını anlatan bir eser). Tuhfe-i Lügat-il Arab (Arabi gramer kitabı). Tarih-i Asım Vekayi-i Selimiyye (Tarihe dair).
On beşinci yüzyıl Türk alim, edib ve tasavvuf büyüklerinden. Gelibolu’ da yaşadı ve orada vefat etti.
Babası Salih, katiplik yaptığından, oğulları Muhammediyye kitabının yazarı Mehmed ve Ahmed Bican “Yazıcıoğlu” diye şöhret buldular.
Ahmed Bican, hocası Hacı Bayram-ı Veli'nin ”Bayramiye” yoluna mensub olup, dinine çok bağlı idi. Mensubu olduğu yolun icabı çok riyazet çekti. Vücudu çok zayıf olduğu için “Bican=cansız” lakabı takıldı.
En meşhur eseri, Envar’ül-Aşıkin'dir. Bu eseri, kardeşi Muhammed’in Arabi olarak yazdığı Megarib-üz-Zeman kitabının tercümesidir. Türklerin en çok okuduğu eserlerdendir. İstanbul’da, Kazan’da, Mısır’da ve daha birçok yerde tekrar tekrar basılmıştır.
Ravdat’ül-Ervah, adındaki Türkçe kitabı Peygamberlerin (aleyhimüsselam) hayatlarını anlatır. Dürr-i Meknun, Munteha’t-Taleb adında iki eseri daha vardır.
Ahmed Bican, kozmoğrafya ilmini de öğrenmiş olup, Acaib-ül-Mahlukat adında kıymetli bir eser yazdı.
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbeli mezhebinin kurucusu. Künyesi, Ebu Abdullah’tır. Babası Mervli olup, ismi Muhammed bin Hanbel’dir. Ahmed bin Hanbel, 780 (H. 164)de Bağdat’ta doğdu, 855 (H. 241)te aynı yerde vefat etti ve Bab-ı Harb Kabristanına defnedildi.
Ailesi Merv’den gelerek Bağdat’a yerleşen Ahmed bin Hanbel, küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başladı. Bu sırada önemli bir ilim merkezi olan Bağdat’ta birçok alimden lügat, hadis, fıkıh, tefsir ve kıraat ilimlerini tahsil etti. Eshab-ı kiram ve Tabiinden gelen rivayetleri öğrendi. 15-16 yaşlarındayken akranları arasında ciddiyeti, çalışkanlığı, haramlardan kaçması, sabrı ve güzel ahlakı ile üstün oldu. İmam-ı A'zam’ın talebesi Ebu Yusuf’tan fıkıh ve hadis ilimlerini öğrendi. Üç sene müddetle zamanın büyük alimlerinden Huşeym’in derslerine devam etti. Basra, Kufe, Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere, Şam ve el-Cezire’ye giderek çeşitli alimlerden hadis ilmini öğrendi. Hadis ravilerini bizzat görerek kendilerinden hadis-i şerif dinledi. Mekke-i mükerreme ve Bağdat’ta İmam-ı Şafii’den ilim öğrendi. Hac yapmak için beş defa Mekke-i mükerremeye gitti. Abdürrezzak bin Hemmam’dan hadis-i şerif öğrenmek için Yemen’in San’a şehrine gitti; iki sene müddetle orada kalıp Abdürrezzak bin Hemmam’dan hadis-i şerif dinledi. Yezid bin Harun, Cerir ibni Abdülhamid, Velid bin Müslim, Veki’, İbrahim bin Sa’d, Yahya bin Said Kattan, Süfyan bin Uyeyne gibi alimlerden de çeşitli ilimleri tahsil etti. Kırk yaşına geldiği zaman, ders okutmaya ve fetva vermeye başladı. Hadis ilminde ve fetvada baş vurulan kaynak oldu. Pekçok talebe yetiştirdi. Ondan ders alıp yetişen alimlerin sayısı 900 civarındadır. Hadis ilminde zamanının en büyük alimi olan Ahmed bin Hanbel, üç yüz bindan fazla hadis-i şerifi, rivayet edenlerle birlikte bilirdi.
En meşhur talebelerinden olan oğlu Salih bin Ahmed, babasının ictihadlarını, yazdığı mektuplarla yaydı. Diğer oğlu Abdullah bin Ahmed, babasının ictihadlarını nakletti. Böylece, Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden birisi olan Hanbeli mezhebi kurulmuş oldu.
Ahmed bin Hanbel’in ilmi ve ahlaki üstünlüğünü pekçok alim meth eylemiştir. Hocası İmam-ı Şafii; “Bağdat’tan ayrıldığım zaman, orada Ahmed bin Hanbel’den daha alim ve fakih, haramlardan ve şüphelilerden onun kadar kaçan bir kimse bırakmadım.” buyurmuştur. Ebu Davud Sicistani; “İki yüz meşhur alimle karşılaştım, Ahmed bin Hanbel gibisini görmedim. O, hiç bir zaman insanların daldığı dünya işlerine dalmazdı. Ancak ilimden bahis açılınca konuşurdu.” demiştir. Ebu Zür’a da; “İlmin her dalında Ahmed bin Hanbel’in bir benzerini görmedim. Onun ilimde ulaştığı dereceye kimse ulaşamamıştır.” Menha bin Yahya ise; “Ahmed bin Hanbel, her hayrı kendisinde toplamıştı. Çok alim gördüm, fakat, ilimde şüphelilerden sakınmada ve zühdde yani harama düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmekte onun gibi üstün birine rastlamadım.” demek suretiyle methetmiştir.
Yaşadığı devir, yazılan hadis-i şeriflerin toplandığı bir devir olduğu için, pekçok muhaddis (hadis alimi) ondan rivayette bulundu. Zamanındaki hadis alimlerinin en yükseklerinden olan Ahmed bin Hanbel, otuz bin hadis-i şerifi içine alan Müsned adlı eserini 700 bin hadis-i şerif içinden seçerek yazdı. Büyük bir müfessir (tefsir alimi) olan Ahmed bin Hanbel’in hazırladığı tefsiri yüz yirmi bin hadis-i şeriften meydana gelmiştir. Üstad-ül-Müfessirin (müfessirlerin hocası) unvanıyla anılan Ahmed bin Hanbel’in eserleri müfessirler için feyiz kaynağı olmuştur.
Bağdat’ta mu’tezile bozuk fırkasına mensub olanların; “Kur’an-ı kerim mahluktur.” sözüne karşı çıktığı için işkencelere maruz bırakıldı. Ehl-i sünnet itikadını bildirmekten bir an bile geri durmayan Ahmed bin Hanbel, Abbasi halifelerinden Mütevekkil zamanında işkencelerden kurtuldu. Yaptığı hizmetlerle zamanındaki ve sonraki asırlardaki insanlara rehber oldu.
Ahmed bin Hanbel’in vefatı yaklaşınca eliyle işaret etti ve diliyle de; “Hayır olmaz.” dedi. Oğlu; “Babacığım bu ne haldir?” diye sorunca: “Şimdi tehlikeli zamandır, cevab zamanıdır. Dua ile imdad eyle; yatağın sağında, solunda oturanlar da dua etsinler. İblis yani Şeytan, yanıma gelip; "Ey Ahmed! Benim elimde can ver.” diyor. Ben de; “Hayır olmaz! Hayır olmaz!” diyorum. Bir nefes kalıncaya kadar tehlike mevcuttur. Şeytanın aldatmasından emin olmak yoktur.” buyurdu. Vefat haberi bütün Bağdat halkını ağlattı. Cenaze namazında yüz bine yakın kişi bulundu. Cenaze namazı kılınınca, kuşlar tabutun üstünde uçuşup kendilerini tabuta vurdular. O gün bu hadiseyi gören putperest, Yahudi ve Hıristiyanların pekçoğu Müslüman oldu.
Mezhebi: Ehl-i sünnet itikadı üzere amelde dört hak mezhepten biri olan Hanbeli mezhebinin imamı Ahmed bin Hanbel, talebelerinin ve kendisine sual soranların müşkillerini hallederken, ortaya koyduğu ve takip ettiği usuller Hanbeli mezhebinin temel kaideleri olmuştur. Ahmed bin Hanbel, bir meselenin hükmünü önce Kitab (Kur’an-ı kerim) ve sünnette araştırır, Kitab ve Sünnet’te bulamadığı bir meseleyi Eshab-ı kiramın ve Tabiinin icmaında yani bir mesele hakkındaki sözbirliğinde araştırırdı. O işle ilgili icma da yoksa Sahabe kavline (sözüne ictihadına) bakardı. Sahabe kavli varsa kendi ictihadına göre hüküm vermezdi. Sahabenin sözüne göre hüküm verirdi. Tabiinin yani sahabileri görenlerin büyüklerinden olan müctehidlerin ictihadını kendi fetvasına tercih ederdi. Bir mesele hakkında Sahabe ve Tabiine ait bir ictihad bulamazsa, zayıf ve mürsel hadislerle hüküm verirdi. Hadis-i şeriflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak kendine has bir usulle ictihadda bulunurdu.
Hanbeli mezhebinde birçok alim yetişmiştir. Bu mezheb, Şam ve Bağdat taraflarında yayılmıştı. Şimdi azalmıştır.
Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki:
“İlim, insanlara, ekmek ve su kadar lazımdır. İlim, rivayet ve kuru bilgi çokluğu değildir. İlim; faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir.”
“Kulun kalbini ıslah etmesi yani kötülüklerden temizlemesi için iyilerle beraber olması kadar faydalı bir şey yoktur. Yine kulun fasıklarla yani açıkça günah işleyenlerle beraber olup, onların işlerine dikkat ve nazar etmesi kadar zararlı bir şey yoktur.”
“Sizde olmayan meziyetlerle sizi medh eden kimsenin, sizde olmayan kötülüklerle de bir gün kötüleyeceğini unutmayınız.”
“Tevekkül; her şeyi Allah’tan bilmek ve rızkı O’nun verdiğine inanmaktır.”
Zühd nedir dediklerinde; “Zühd üç türlüdür. Cahilin zühdü, haramları terk etmektir. Alimlerin zühdü, helal olanların fazlasından sakınmaktır. Ariflerin zühdü, Allahü tealayı unutturan şeyleri terk etmektir.” buyurdu.
Ahmed bin Hanbel’in rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
Kalbinde hardal tanesi kadar kibir (yani küfür) bulunanı Allahü teala yüz üstü Cehennem’e atar.
Faziletlerin en üstünü sana gelmeyene gitmen, vermeyene vermen ve kötülük edene iyilik etmendir.
İmanın en sağlam kulpu, Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.
Eserleri:
1) Müsned: Otuz bin hadis-i şerifi içine almıştır. 2) Kitab-üs-Sünne, 3) Kitab-üz-Zühd, 4) Kitab-üs-Salat, 5) Kitab-ül-Vera vel-İman, 6) Fedail-üs-Sahabe, 7) Et-Tefsir, 8) En-Nasih vel-Mensuh, 9) Et-Tarih, 10) Vücubat-ül-Kur’an, 11) Kitab-ür-Reddi ale’l-Cehmiyye vez-Zenadıka, 12) El-Cerhu vet-Ta’dil, 13) Kitab-ül-İlel ve Ma’rifet-ür-Rical.
İran’daki İlhanlı (Moğol) Devletinin üçüncü hükümdarı. Birinci İlhanlı hükümdarı Hülagu’nun oğludur. Annesi Konkırat Beyinin kızı Kutuy Hatundur. Asıl ismi, Teküder’dir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Daha çocuk yaşta iken müslüman oldu ve Ahmed adını aldı. Abaka Hanın hükümdarlığı zamanında, Nihavend ve Dinever taraflarında, emrine verilen yerleri idare etti. 1282 senesinde, Abaka Hanın Hemedan’da ölmesi üzerine, bir müddet karışıklıklar başgösterdi. Bu sırada hanedan temsilcileri toplanarak Ahmed Hanı İlhanlı tahtına geçirdiler. Abaka Hanın oğlu Argun Han, istemeyerek onun hükümdarlığını kabul etti.
Ahmed Han, İlhanlı hükümdarı olunca, müslüman bir hükümdar olduğunu, İslam devletleriyle iyi münasebetler kurmak istediğini, müslüman devletlerin hükümdarlarına gönderdiği mektuplarla ifade etti. Memluklere karşı Abaka Hanın siyasetini takib etmek istemiyordu. Bunun için zamanın büyük alimlerinden Şirazlı Kutbüddin, Rudekli Behaüddin ve Şeyh Abdurrahman’ı, Memluk Sultanına elçi gönderdi. Müslümanların huzur içinde yaşamalarını temin etmek için elinden geleni yapacağını bildirdi.
Bu sırada Anadolu’yu idare eden Ahmed Hanın kardeşi Kongurtay, küfründe diretiyor, yağma ve zulme devam ediyordu. Bilhassa Karamanoğulları ve Eşrefoğulları topraklarındaki ormanları tahrib ettirip, pekçok Müslümanı öldürtmüş, binlerce kadın ve çocuğu esir alıp satmıştı. Bu arada Ahmed Hanın hükümdarlığını istemeyerek kabul eden ve tac giyme merasimine de katılmayan Abaka Hanın oğlu Argun, İlhanlı tahtının tek ve tabii mirasçısı olduğunu ileri sürerek Ahmed Hana baş kaldırdı. Ahmed Hanın yumuşaklık ve merhametinden istifade eden diğer putperest Moğol beyleri de Argun’u ona karşı tahrik ediyorlardı. Hatta Anadolu’nun idaresinden sorumlu olan Kongurtay bile Ahmed Hanı devirip yerine Argun’un geçmesini istiyordu. Kongurtay’ın bu kötü niyetini tesbit eden Ahmed Han, onu ve adamlarını öldürtmüş ve fitne ateşini durdurmak istemişti. Fakat Müslüman olan Ahmed Hanın hükümdarlığını kabul etmek istemiyen ve iman şerefiyle şereflenememiş olan diğer Moğol beyleri, Argun’u Ahmed Hana karşı kışkırtmaya devam ettiler. Argun da kendine yardımcı olacağını bildirenlerin teşvikiyle Ahmed Hana baş kaldırdı. Devletin devamını ve milletin huzurunu isteyen Ahmed Han, nihayet büyük bir ordu hazırlatarak, damadı Alinak’ın kumandasına verdi ve Horasan’da bulunan Argun üzerine gönderdi. Kendisi de orduyu takib ederek Horasan’a ulaştı. Şiddetli geçen savaşın başlarında vaziyete hakim olan Ahmed Han, Argun Hanı esir etti. Ancak askerlerinin yağmaya daldığı bir sırada toparlanan Argun Hanın kuvvetleri durumu lehlerine çevirdiler. Savaşın aleyhine döndüğünün farkına varan Ahmed Han, Horasan sınırından Erran (Karabağ) tarafına kaçtı. Gittiği bölgenin insanlarından topladığı askerlerle durumu kurtarmak istediyse de başaramadı. İşi yağmacılık olan Karauna tümeni, Ahmed Han üzerine gönderildi. Ahmed Han yakalanarak şehit edildi.
Samimi bir Müslüman olan Ahmed Han, yumuşak tabiatlı ve merhamet sahibi idi. İlhanlı ülkesi, onun tahta geçmesiyle parlak bir dönem yaşadı. O, bütün gayret ve himmetini, müslümanların işlerini düzene koymaya ve onların huzur ve güven içinde yaşamalarına sarf etti. Çevredeki İslam ülkeleriyle sulh içinde yaşamağa çalıştı. İlme ve alimlere saygısı sonsuz olan Ahmed Han, alimlerle sohbette bulunur ve onlardan istifade ederdi. Bilhassa tasavvufa da meyli olan Ahmed Han, zamanının büyük mutasavvıfı Şeyh Abdurrahman’ın sohbetlerine katılıp istifade etmiştir.
Türk dili araştırmacılarından. 17 Nisan 1899 yılında Azerbaycan'ın Gence şehrinde doğdu. Annesinin adı Güher, babasınınki ise İsmail'dir.
İlkokula Semerkant'ta başlayan Ahmed Caferoğlu, liseyi Gence'de bitirdi. Aynı yıl Kiew Yüksek Ticaret Okuluna kaydoldu. Üç sömestr devam ettikten sonra, 1917 yılı sonlarına doğru memleketine döndü. 1918 yılında Türkiye'den Nuri (Killigil) Paşa idaresinde Azerbaycan'a gelen İslam ordusuna gönüllü yazıldı ve topçu onbaşısı rütbesi ile görev yaptı.
1919 yılında Bakü Üniversitesi Türkoloji bölümüne bir sömestr devam etti. 27 Nisan 1920 yılında Rus ordularının Azerbaycan'ı işgali üzerine Türkiye'ye geldi ve İstanbulÜniversitesi Edebiyat Fakültesine kaydoldu. 1924'teEdebiyat Fakültesini bitirerek, aynı yıl İlahiyat Fakültesine memur oldu. 1925 yılında Alman hükumetinin verdiği bir bursla Berlin Üniversitesinde, bir sömestr W. Bang-Kaup, A. Von le Coq, Wasmer, Westermann'ın derslerine devam etti. Sonra Breslau Üniversitesinde okudu. 15 Mayıs 1929 yılında F. Giese'nin yönetiminde yaptığı 75 Azäbajğanische Lieder "Bajaty" in der Mundart von Gänğä nebst einer sprachlichen Erklärung" (Gence Ağzında 75 Azerbaycan "Bayatı" Türküsü. Bir dil açıklaması ile) - Bk. MSOS. XXXII (1929) s. 55-79; XXXIII (1930) s. 105-129; (Ayrı basım) 18 Januar 1930 50 s. adlı çalışması ile, "Dr. phil" ünvanını almıştır. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türk Dili Tarihi Müderris Muavini (Doçent) oldu. 1938 yılında Profesörlüğe yükseltildi. 1946 yılında M. Fuad Köprülü'den boşalan kürsü başkanlığına getirildi. Uzun seneler İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde Yeni Türk Filolojisi Kürsüsü Başkanı, Türkiyat Enstitüsü Müdürü olarak çalıştı; talebe ve ilim adamı yetiştirdi. Ahmed Caferoğlu, 1973 Temmuzunda emekliye ayrılmış, 6 Ocak 1975 günü ölmüştür.
Ahmed Caferoğlu'nun, 400'e yakın neşriyatı vardır. Bunlar arasında 8 ciltlik Eski Anadolu AğızlarıÜzerine Derlemeleri, 2 ciltlik Türk Dili Tarihi, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, Türk Kavimleri Türkolog Ahmed Caferoğlu'nun belli başlı eserleridir.
Horasan’da yetişen evliyanın büyüklerinden ve şeyhülislam. İsmi, Ahmed bin Ali Namıki Cami olup, künyesi Ebü’l - Hasan’dır. Eshab-ı kiramdan Cerir bin Abdullah’ın soyundandır. Horasan’ın Cam kasabasından olduğu için, Cami diye meşhur olmuştur. 1049 (H. 441)da doğdu, 1142 (H. 536)de vefat etti. Kabri, Meşhed ile Herat arasındaki yolun tam ortasında Türbe-i Cami bahçesindedir.
Ümmi yani okula gitmediği halde ilim sahibi olan Ahmed Namıki Cami, yirmi iki yaşında Allahü tealanın razı olduğu yola girdi. Tövbesini Sirac-üs-Sairin kitabında şöyle anlatır:
“Yirmi iki yaşındaydım. Allahü teala bana tövbe etmeyi nasib etti. Arkadaşlarla yiyip içerdik. Birgün içki getirmek sırası bendeydi. Kırk küp içkimiz vardı. Gittim, hiç birinde şarap yok. Şaşırdım kaldım. Sonra merkebi alıp şarap bulunan bağ tarafına gittim. Oradaki şarapları merkebe yükledim. Merkep yürümemekte inat ediyordu. Yürümesi için şiddetle dövüyordum ki, aniden bir ses işittim: “Ahmed niçin bu hayvanı incitirsin? Onu biz yürütmüyoruz. Arkadaşların özrünü kabul etmezse, biz kabul ederiz”. Hemen yere kapandım ve; “Ya Rabbi! Tövbe ettim. Bundan sonra asla şarap içmeyeceğim. Emreyle merkep yürüsün. O insanlara mahcup olmayayım” diye yalvardım. Merkep yürümeye başladı. Arkadaşların yanına varıp şarabı önlerine koyduğumda bana sen de iç dediler. Ben tövbe ettim, dedim. Yine de bana içirmek için ısrar ettiler. Aniden kulağıma yine bir ses geldi. “Ya Ahmed! Ellerinden al, iç ve içtiğin bardaktan onlara da içir.” Hemen alıp içtim. Şarap bal şerbeti olmuştu. Allahü tealanın kudreti ile şarap şerbete çevrilmişti. Orada bulunanlara tattırdım, hepsi tövbe ettiler ve dağıldılar. Dağa çıktım, uzun müddet insanlardan uzak durdum. İbadet ve nefs terbiyesi ile meşgul oldum. Nice seneler sonra bir gün kalbime; "Ahmed, Hak yolunda böyle mi giderler? Kavminden senin üzerinde hakları olan birçok insanı bıraktın.” düşüncesi geldi. İnsanların arasına döndüm ve onlara doğru yolu göstermeye başladım. Bu kitabı yazdığım ana kadar 80 bin kişi elimde tövbe etti.”
Ahmed Cami’nin oğullarından Zahiruddin İsa, babasının elinde 600 bin kişinin tövbe ederek doğru yolu bulduklarını bildirmiştir.
Kendisine sordular ki: “Biz geçmiş velilerin kitaplarını, kerametlerini okuyor ve alimlerden dinliyoruz. Ama sizde meydana gelen haller çok azında meydana gelmiştir. Bunun sebebi hikmeti nedir?” Buyurdu ki: “Velilerin çektiği bütün sıkıntıları çektik. Allahü teala onlara ayrı ayrı verdiği kerametleri, ihsan ederek, Ahmed’e hepsini verdi. Her dört yüz senede bir, Ahmed isminde biri gelir, kendisine böyle ihsanlarda bulunulur ve bu ihsanları da herkes görür.”
Nitekim Ahmed Cami’den dört yüz sene sonra gelen İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani Ahmed Faruki hazretlerine de Allahü teala böyle ikramlar hatta daha büyük makamlar ihsan eylemiştir. Bu, Allahü tealanın hususi bir ihsanıdır. Dilediğine nasib eder. O’nun ihsanı boldur.
Yüksek ilim ve fazilet sahibi olan Ahmed Namıki Cami, huzurunda okunan Kur’an-ı kerim ayetlerini üç-dört derece tefsir ederdi. Çok yüksek bir veli olup, pekçok kerametleri görüldü. Bütün mahlukata karşı çok merhametliydi. Çok cömert olup, herkese iyilik ederdi. Sıkıntısı olanlar ona müracaat ederlerdi. Uzun riyazetler (nefsin isteklerini yapmamak) ve mücahedelerden (nefsin istemediklerini yapmak) sonra insanlar arasına dönüp, bir taraftan onlara İslamiyeti anlatırken, diğer taraftan yüzlerce eser yazmıştı.
Ahmed Namıki Cami hazretleri buyurdu ki:
İyi arkadaş iki cihan için de büyük seadettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İyi arkadaşa sahib olunca çok hamd etmeli, hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyamette pişmanlık çekilmesin. İnsanlara ulaşan her felaket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Bir kimsenin iyi arkadaş mı kötü arkadaş mı olduğunu anlamakta dikkat edilecek ölçü şudur: Gördüğünüz, görüştüğünüz kimse, sizin Allahü tealayı hatırlamanızı, O’nu dil ve gönül ile anmanızı sağlıyor, kalbinizi uyanık tutuyorsa, işte o, iyi bir arkadaştır. Ama beraber olduğunuz kimse, size cenab-ı Hakk’ı ve O’nun zikrini unutturuyorsa, o kimse, kötü arkadaştır. Ondan sakınmak lazımdır.
Ehl-i sünnet vel-cemaatten olmanın şartları hakkında çok mes’eleler vardır. Bu mes’eleler, namazı, orucu, haccı ve zekatı bilmek gibi farzdır. Bunlar, itikad doğru olup da namazda, oruçda ve diğer ibadetlerde bir noksanlık olursa ve bu noksanlık kasden olmazsa affedilebilir. Fakat Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadında bir sarsıntı olursa, bid’at sahibi olunmuş olur ve bid’at sahibini Allahü teala affetmez, ibadetlerine ve iyiliklerine sevab verilmez.
Eserleri:
1) Üns-üt-Taibin, 2) Sirac-üs-Sairin, 3) Ravdat-ül-Müznibin ve Cennet-ül-Müştakin, 4) Bihar-ül-Hakika, 5) Es-Sırr-ül-Mektum, 6) Misbah-ül-Ervah, 7) Miftah-ün-Necat (Bu kitab, İhlas Vakfı tarafından neşr edilmiştir).
Osmanlıların son devrinde yetişen gazeteci ve yazar. İstanbul’un tanınmış tütün tüccarlarından Hacı Ahmed Efendinin oğludur. 1862’de İstanbul’da doğdu. İlk tahsilinden sonra Kaptanpaşa Rüşdiyesini bitirdi. Özel olarak Arapça, Farsça ve Fransızca dersler aldı. Bu arada Mülkiye ve Hukuk Mektebinden mezun oldu. Kendi gayretiyle Rumca ve Almanca öğrendi. Yirmi bir yaşındayken Tercüman-ı Hakikat Gazetesinde Mütercimlik yapmaya başladı. Aynı zamanda resmi gazete olan Takvim-i Vakayi’de yazılar yazdı ve bir müddet bu gazetenin yazı heyetinde bulundu. Daha sonra Tömbeki Rejisinde Osmanlı Bankasında çalıştı. Sabah, Tarik ve Saadet gazetelerinde baş yazılar yazdı. 1894 Temmuzunda İkdam Gazetesini yayınlamaya başladı. Bu gazeteyi uzun süre yayınlaması üzerine “İkdamcı Cevdet” diye meşhur oldu. Yayımcılıkla da uğraşan Ahmed Cevdet, İkdam Kütüphanesi adı altında birçok eser ve Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin ilk altı cildini neşretti.
İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra, İttihat ve Terakki Fırkasına muhalefette bulundu. 31 Mart Vak’asından sonra Avrupa’ya gitmek mecburiyetinde kaldı (1909). Cumhuriyetin ilanına kadar İsviçre’de yaşadı. Yayımını (neşriyatını) sürdüren İkdam’a buradan yazılar gönderdi. İstiklal Harbi yıllarında, gazetesi ile Milli Mücadeleyi destekledi. Bir ara gazetenin adı İktiham olarak değiştirildi ise de tekrar İkdam olarak yayın hayatına devam etti. Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’ye dönen Ahmed Cevdet, gazetede yayınlanan bir yazı yüzünden İstiklal Mahkemesine verildi ise de, beraat etti. Ömrünün sonuna kadar siyasetle uğraşmadı. İkdam 31 Aralık 1928’e kadar 11.384 sayı yayınlandı. Ahmed Cevdet Ankara’da yapılan Birinci Matbuat Kongresine katıldığı gün kalp krizi geçirdi ve 27 Mayıs 1935’te vefat etti.
Ahmed Cevdet, gazeteciliğimizin gelişmesinde önemli rol sahibidir. Yazılarında sade dil kullanmıştır. Türkçülüğü ve Türkçeciliği dilinde ve düşüncelerinde değişmeyen hareket çizgisi olmuştur. İkdam Gazetesi de aynı fikri paylaşan pekçok yazarın toplandığı bir merkez ve yayın organı olmuştur. Zengin iç ve dış haberleriyle; ciddi, seviyeli, ilgi çekici tefrika ve makaleleriyle kısa sürede gazeteyi okuyucularına sevdiren Ahmed Cevdet, İkdam’ı zamanın en çok satılan gazetesi haline getirmiştir. Ahmed Cevdet, İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra gazetesinde bazı yenilikler yapmış ve ilk defa rotatif baskı makinasını Türkiye’ye getirerek gazetesinin sayfalarını çoğaltmıştır. Böylece Türk gazeteciliğinde yeni ve faydalı taraflarıyla örnek olmuştur.
Osmanlı Devletinde on dokuzuncu asırda yetişen büyük devlet ve ilim adamı. 27 Mart 1822 (H. 1238)’de Tuna kıyısında bulunan Lofça kasabasında doğdu. Babası Lofça İdare Meclisi azasından İsmail Ağadır. İlk tahsilini Lofça’da yaptı. Yaradılıştan zeki ve kabiliyetli olduğu gibi, pek de çalışkandı. Dedesinin yardımı ile 1839 yılında İstanbul’a geldi. Medrese tahsiline başladı. Bu arada, matematik, astronomi, tarih ve coğrafya gibi ilimlerle de uğraşarak kültürünü artırdı. O zaman çok meşhur olan Murad Molla tekkesine tatil günleri giderek Farisi öğrendi ve Mevlana’nın Mesnevi’sini bitirdi. Divançe’sinde bulunan şiirlerin çoğunu bu tekkeye devam ettiği sırada yazdı.
1844’te 22 yaşındayken Çanat payesi ile Rumeli kaleminde kadı oldu. 1845 yılında müderris olarak İstanbul camilerinde ders vermek hakkını elde etti. 13 Ağustos 1850’de Meclis-i Maarif azalığı ile birlikte Dar-ül-Muallimin (Öğretmen okulu) müdürlüğüne getirildi. Bu mektebi kısa zamanda ıslah ederek, mektebe giriş ve imtihan usüllerini yönetmeliklerle tesbit etti. Encümen-i Daniş’e (Osmanlı Akademisi) 1851’de asli üye seçildi.
“Tarih-i Cevdet” namıyla şöhret bulan kıymetli eserinin üç cildini 1854 yılında bitirip Sultan Abdülmecid Hana sundu. Eseri çok beğenen Sultan, rütbesini yükseltti. Bir sene sonra da devletin resmi tarihçisi oldu.
Osmanlı Cihan Devletinin kanunlarını yapacak olan “Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye”ye 1861 yılında üye tayin edildi. 1866 yılında ilmiye sınıfından vezirliğe geçti. Halep vilayetine vali tayin edildi. Bir müddet orada kaldıktan sonra yeni kurulan “Divan-ı Ahkam-ı Adliye”ye başkan tayin edildi. Bu vazifede çok faydalı işler gördü; memleketin adliye ve hukuk sistemini devrin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalıştı.
Ali Paşa, Fransız medeni kanununun tercüme edilerek Osmanlı Devletinde tatbik edilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Buna karşı Ahmed Cevdet Paşa ve aynı düşüncede olanlar, İslam Hukukunun zengin ve tatbik edilmiş en kuvvetli dalı olan Hanefi fıkhının sistematik hale getirilerek kanunlaştırılması fikrini müdafaa ediyorlardı. Bu ikinci yani, Ahmed Cevdet Paşa ve arkadaşlarının fikirlerinin tatbiki için “Mecelle Cemiyeti” adıyla ilmi bir heyet toplandı. Memleketin en kıymetli hukuk alimlerinin iştirak ettiği bu meclis, Kur’an-ı kerimin hükümlerini kanun şekline sokup, bütün milletlerin kıymet verdiği Mecelle adındaki kitabı hazırlayarak, büyük hizmet etti.
Cevdet Paşa, 1879 yılında Maarif Nazırlığına tayin edildi. Sonra da, çeşitli valiliklerde, Adliye, Maarif, Dahiliye, Ticaret nazırlıklarında bulundu. Padişah’ın hususi encümenlerine iştirak etti. 26 Mart 1895’te vefat etti. Naşı, Fatih Camii bahçesine defnedildi.
Alim, fadıl, edib, tarihçi ve büyük devlet adamı Cevdet Paşa, muhtelif sahalarda pekçok eser vermiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Tarih-i Cevdet: 12 cilttir. Osmanlı Devletinin 1774-1825 seneleri arasındaki tarihini anlatır.
Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa: 12 kısımdır. Cevdet Paşanın en tanınmış eseridir. Hazret-i Adem’den itibaren bir çok peygamberin (aleyhimüsselam), İslam halifelerinin, İkinci Murad’a kadar Osmanlı padişahlarının tarihinden bahseder.
Tezakir-i Cevdet: Devrinin siyasi, içtimai, ahlaki cephesini anlatmıştır.
Ma’ruzat: Sultan İkinci Abdülhamid’e 1839-1876 yılları arasındaki tarihi ve siyasi hadiseleri takdim etmek için hazırlanmıştır.
Mecelle: Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir hey’et tarafından hazırlanmıştır. (Bkz. Mecelle).
Divançe-i Cevdet: Gençliğinde yazdığı şiirleri, Sultan İkinci Abdülhamid’in emriyle bu kitapta toplamıştır.
Kavaid-i Osmaniye: Fuad Paşayla birlikte yazdığı dil bilgisi kitabıdır.
Ayrıca Belagat-ı Osmaniye - Kavaid-i Türkiye, Takvim-ül Edvar-Miyar-ı Sedad, Adab-ı Sedat fi-İlm-il-Adab, Hülasatül Beyan fi-Te’lifi’l -Kur’an, Asar-ı Ahd-i Hamidi, Hilye-i Seadet, Ma’lumat-ı Nafia (Faideli Bilgiler adıyla İhlas Matbaacılık A.Ş. tarafından Latin harfleri ile bastırılmıştır.) adlı eserleri çeşitli mevzulardan bahsetmektedir.
Son devirde yetişen din adamlarından. Fakir bir çiftçi ailesinin çocuğudur. Babası Hasan Efendidir. 1912 senesinde Bulgaristan’ın Şumnu vilayetine bağlı Kalaycı köyünde doğdu. 1983’te İstanbul’da vefat etti.
İlk tahsilini doğduğu yerde, rüşdiye yani orta tahsilini köyüne yakın Ekizce köyünde bitirdi. Babası dini ilimlere ve alimlere son derece bağlı olduğundan onu orta tahsilinden sonra Şumnu’daki Nüvvab Mektebine gönderdi. Nüvvab Mektebinin dört senelik orta, beş senelik lise, üç senelik yüksek kısmını bitirdi. 1936 senesinde iki arkadaşı ile birlikte ihtisas için Mısır’a gitti. Orada beş sene kadar kalıp Ezher Üniversitesinin Şeriat Fakültesini (İslam Hukuku) bitirdi.
1942 senesinde Bulgaristan’a dönüp, Nüvvab Mektebinin lise ve yüksek kısımlarına öğretim üyesi olarak tayin edildi. 1944 senesinde Bulgaristan Ruslar tarafından işgal edilip, hükumet idaresi komünistlerin eline geçmesinden sonra, mektep müdürü istifa etti. Yerine Ahmed Davudoğlu tayin edildi. İki sene müddetle grevci talebelerle uğraşarak vazifesini sürdüren Davudoğlu, Şumnu Milis (yani komünist) kumandanı tarafından gizlice Türkiye casusluğu ile suçlandırılarak tutuklandı. Casus şebekesi kurmak ve işletmekle itham edilen Davudoğlu, yargılanmak üzere Sofya’daki Divan-ı Harbe gönderildi. Ağır ve işkenceli şartlar altında on yedi gün sorguya çekildikten sonra Sofya idaresine teslim edildi. İşkence ve yeni soruşturmalardan sonra, diğer tutuklularla birlikte Rosista Vadisindeki toplama kampına gönderildi. Bu kampta 4-5 ay kadar köleler gibi çalıştırılan Davudoğlu, hastalığı sebebiyle tahliye edildi ve Şumnu’daki Nüvvab Mektebi Müdürlüğü vazifesine iade edildi. Bir vesile ile müdürlükten istifa ederek, bir kaç sene öğretmenlik yaptı. Şumnu idaresinin baskısı ve güç şartlar altında vazifesini sürdüren Davudoğlu, Türk konsolosluğuna müracaat ederek iltica isteğinde bulundu. Aylarca uğraşıp bekledikten sonra 1949 senesi sonunda dört kişilik aile fertleriyle birlikte Türkiye’ye göç etmesine izin verildi.
Türkiye’ye göç ettikten sonra, ilk seneler bir hayli maddi sıkıntı çekti. Bilahare İstanbul Yedikule’deki Küçükefendi Camiine imam ve hatib tayin edildi. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığında gezici vaiz olarak vazife aldı. Bu vazifede sekiz ay kaldıktan sonra Bursa Orhangazi Müftülüğüne tayin edildi. Üç sene sonra kendi isteği üzerine İstanbul Fatih Camii Kütüphanesi memurluğuna, bir müddet sonra da kütüphane baş memurluğuna getirildi. Fatih Kütüphanesi Süleymaniye Kütüphanesine ilhak edilince, Davudoğlu oranın memuru oldu. Aynı zamanda İstanbul İmam-Hatib okulunda ders okuttu. 1959 senesinde İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünün açılması üzerine bu okula öğretim üyesi ve müdür yardımcısı olarak tayin edildi. On sene müddetle Arap Dil ve Edebiyatı öğretmenliği yaptı. Bir kaç sene müdür başyardımcılığı ve müdür olarak vazife yaptı, emekli oldu. 1967 senesinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Konya’da açılan İl Müftüleri Seminerinde laikliğe aykırı konuştu iddiası ile hakkında açılan dava neticesinde 1 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. 1983’te İstanbul’da vefat etti.
Zamanımızın ilim adamlarından olan Ahmed Davudoğlu, Bulgarca ve Arapça bilirdi. İslamiyeti içeriden yıkmaya yönelik, dinde reformculuk ve mezhepsizlik fitnesine karşıydı. Bu fikirleri ortaya atan Cemaleddin-i Efgani, Muhammed Abduh ve onların yolunda giden günümüz mezhepsizlerine ilmi cevaplar vermiştir. Böyle kimselerin yeterli dini tahsil görmediklerini, etrafın propagandalarına aldandıklarını yazılarında belirtmiştir.
Eserleri:
1) Selamet Yolları, 2) Ölüm Daha Güzeldi, 3) Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, 4) Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri, 5) İbn-i Abidin Tercümesi (Yarım kalmış olup, Mehmed Savaş ve Mazhar Taşkesenlioğlu tarafından tamamlanmıştır).
Anadolu’da yaşayan mutasavvıflardan. Hoca Ahmed Fakih ve Sultan Hoca Fakih isimleri ile de bilinir. Hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Doğum tarihi ve yeri bilinmemektedir. Horasan’dan gelerek, Konya’ya yerleşti ve Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası Bahaeddin Veled’den fıkıh ilmini öğrendi. Bir ders esnasında hocasının ilmine olan hayranlığından kendini kaybederek dağlara çıkmış, ancak hocasının vefatından sonra Konya’ya dönmüştür. Bir ara Hicaz’a giden Ahmed Fakih, geri dönüşünde Kudüs’te bir müddet kaldı. Konya’da vefatına kadar Dervaze-i Ahmed denilen zaviyesinde yaşamıştır. Ölümünden sonra talebelerinden Şeyh Aliman Abdal, Ahmed Fakih adına Konya’da bir mescid yaptırmıştır. Kabri de bu mesciddedir.
Ahmed Fakih’in bilinen eseri Çarhname’dir. Çarhname 100 beytlik kasidedir. Eserin bilinen nüshası Bayezid Devlet Kütüphanesinin 5782 numarada kayıtlı Eğridirli Hacı Kemal’in derlediği “Çarhname-i Ahmed Fakih der bi Vefai-i Ruzigar" başlığı altındadır. Fakat 83 beytten sonraki kısmı yoktur. Çarhname dünyanın faniliğinden, dünya zevklerine kapılmanın yanlışlığından, kabir azabı ve mahşer yerinden bahsederek ölümü hatırlatan, ahirete hazırlanmanın lazım olduğundan, bunun da kanaat ve alçak gönüllülük içerisinde yaşayıp ibadet etmekle ve güzel ahlakla olacağını açıklayan bir eserdir.
Çarhname’den bir bölüm:
.......
Vefa umma bu dünyadan i hanum
Anunla kılmagıl sen ahd ü peyman
Seni aldar bu dünya bi-habersin
Sözüm işit öğüdüm tut tab aldan
Ögüni dir kıyamet bil yakındur
Utan kim sana nazırdur yaradan
Hevaya uyma geç nefs arzusından
Bu nefs atınun ağzına ur uyan
Bu dünya bi vefadur bil hakikat
Seni göçürmedin ol sen göç ondan
.......
Açıklaması: Ey sultanım bu dünyadan vefa umma ve sen onunla kavilleşme (sözleşme). Sen habersizsin bu dünya seni aldatır. Sözümü dinle nasihatımın tamamını tut. Aklını topla, bil ki kıyamet yakındır. Utan, zira Allahü teala seni görücüdür. Nefsinin arzu ve isteklerinden vazgeç. Nefs atının ağzına gem vur. Bil ki bu dünya hakikaten vefasızdır. O seni göçürmeden sen ondan vazgeç.
(Bkz. İmam-ı Rabbani)
İslam alimlerin ve evliyanın büyüklerinden. Büyük İslam alimi İmam-ı Gazali hazretlerinin kardeşidir. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed et-Tusi’dir. Künyesi, Ebü’l-Feth veya Ebü’l-Fütuh; lakabı Mecdüddin’dir. Gazali nisbesiyle bilinir. Tus’ta doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1126 (H.520) senesinde Kazvin’de vefat etti.
İlk tahsilini memleketi olan Tus’ta yaptı. Zamanının alimlerinin pekçoğu ile görüşüp onların ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Şafii fıkhını tahsil etti. Birçok memleketler dolaşıp akli ve nakli ilimleri öğrendi. İlim ve fazilette üstün derecelere ulaştı. Irak’a gittiği zaman insanlar ilim ve fazileti sebebiyle ona aşık olup, vaz ve sohbetlerine koştular. Onun vaz ve nasihatlerini dinlemek için çok uzak yerlerden geldiler. Ahmed Gazali hazretlerinin vazları tesirli olup dinleyenlerin gönüllerini fethetti. Kendisi fıkıh ilmiyle meşgul olmasına rağmen, daha çok insanlara vaz ve nasihatleriyle faydalı olmaya çalıştı. Hafız Silefi onun için; “Hemedan’da onun vaz meclisinde bulundum. Aramızda dostluk ve muhabbet vardı. O, zamanındaki insanların en zekisi, en güzel ve metotlu konuşanı idi. O fıkıh ve diğer ilimlerde söz sahibiydi.” demek suretiyle ilim ve faziletteki üstünlüğünü taktir etmiştir. Ahmed Gazali, bir ara Bağdat’a giderek Nizamiye Medresesi müderrisliğini bırakıp, inzivaya çekilen ağabeyi İmam-ı Muhammed Gazali’nin yerine bu medresede dersler verdi. Ancak daha sonra tasavvufa karşı istek ve arzusu fazlalaştığından, o da inziva ve halvet yolunu seçti. Çeşitli yerleri gezip tasavvuf erbabının sohbetlerinde bulundu. Ebü’l-Kasım el-Cürcani’nin talebelerinden Ebu Bekr en-Nessac’ın sohbetlerine katıldı. Tasavvufda, İmam-ı Gazali’nin marifet, şer’i hükümler ve ahlaki kaidelere uyarak Allahü tealanın rızasına kavuşulacağı anlayışına ilave olarak aşk ve vecde önem veren bir anlayışı yaymaya çalıştı. Yazmış olduğuSevanih-ul Uşşak adlı Farsça eserinde bu anlayışı işledi. Hakim Senai, Ruzbehan-ı Bakli, Attar, Fahreddin-i Iraki gibi zatlar üzerinde tesirli oldu. 1126 (H.520) senesinde Kazvin’de vefat etti.
Ahmed Gazali hazretleri, ilim ve fazilet sahibi, güzel ahlaklı, güler yüzlü bir zat idi. Kerametler sahibi olup, va’zları gönülleri alıcı ve tesirliydi. Bir müşkille karşılaştığı zaman rüyasında Resulullah efendimizi görür, zor meseleyi arz eder, bu şekilde işin doğrusunu anlardı.
Buyurdu ki; “İlmin başka şeylere üstünlüğü iki şey sebebiyledir. Birincisi, ilmin bizzat kendisi tatlı ve lezzetlidir. İkincisi ve en önemlisi de, ilim insanı ahiret saadetine götürür ve Allahü tealaya yaklaştırır. İnsanlar için en önemli ve en kıymetli şey ahirette ebedi seadete kavuşabilmektir. En faziletli şey ise ahirette ebedi seadete ulaştıran şeydir. İlim insanı ahirette saadete ulaştırdığı için en hayırlı amel olmaktadır.”
“La ilahe illallah” kelimesi en büyük kal’adır. Allahü tealanın birliğini bildiren yüce bir sözdür. Kim onu kendisine kal’a edinirse ebedi seadeti ve nimetleri elde eder. Kim de bu mübarek kelimeyi kendisine kal’a edinmezse ebedi azaba düçar olur.”
Eserleri:
1. Lübab-ül-İhya; İmam-ı Gazali hazretlerinin İhya-ü-Ulumi’d-Din adlı eserinin özetidir.
2. Sevanih-ül-Uşşak; Konusu aşk olan bir eserdir.
3. Et-Tecrid fi Tercemet-it-Tevhid.
4. Ez-Zahire fi İlm-il-Basire.
5. Sırr-ul-Esrar ve Teşkil-ül-Envar.
6. Havass-üt-Tevhid.
Cumhuriyet devri Türk şairi. Türkistanlıdır. Doğum tarihi bilinmemektedir. Türkistan muharebelerinde bulunmuş ve burada yakınlarını kaybetmiş, uzun seyahatlerden sonra Konya'ya gelip yerleşmiştir. Her türlü gösterişten ve dünya mevkilerinden uzak durmuştur. Konuşmalarında daussıla (sıla hasreti) yani nostalji hissedilirdi. Çocukluğunun geçtiği maziye (geçmişe) hasret, Türkistan'ın istilasından dolayı nefret duyar ve memleketinin içine düştüğü kötü hali düşünürdü. Hafızası kuvvetli ve sağlamdı. Konuştuğu bir sözü icab etmedikçe tekrarlamazdı. Arap ve Fars edebiyatı ve lisanları ile Türkçenin bütün lehçelerine vakıftı. Anlaşılmayan beyitlerin anahtarı ondaydı. Bütün hurafeleri, batıl şeyleri rezil ederken, Fuzuli, Hafız-ı Şirazi ve Şa'd-i Şirazi'den sık sık şiirler okurdu.
Konya'nın Köprübaşı Mahallesinde Ovalıoğlu Camii bahçesinde hayatının son senelerini geçirmiş ve 1973'te vefat etmiştir. Kabri Üçler mezarlığındadır.
Hakıyem nar istemem,
Aldatıcı yar istemem.
Virane kalsın bu gönül,
Tamirine mimar istemem.
Türkiye Cumhuriyetinin üçüncü Diyanet İşleri Başkanı. İsmi, Ahmed Hamdi’dir. Antalya’nın Akseki ilçesi Sülles (Güzelsu) nahiyesi Camii İmamı Mahmud Efendinin oğludur. 1887 (H.1304) senesinde babasının imamlık yaptığı nahiyede doğdu. 1951 (H.1370) senesinde Ankara’da vefat etti. Kabri, Cebeci Asri Mezarlığındadır.
Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başladı. Beş-altı yaşlarındayken Kur’an-ı kerim okumayı öğrendi. İlk Arapça derslerini Güzelsu nahiyesindeki Mecidiye Medresesinde Abdurrahman Efendiden aldı. On dört yaşındayken Ödemiş’e giderek Karamanlı Süleyman Efendi Medresesine girdi. Orada, Gerçekli İsmail Hasib Efendi ve Aksekili Hacı Mustafa Efendiden Arapça, Farsça, akaid, tefsir ve hadis dersleri okudu. Bu sırada mühür kazıyarak geçimini sağladı. 1905 senesinde İstanbul’a gelerek, Fatih Dersiamlarından Bayındırlı Mehmed Şükrü Efendinin derslerine devam etti. 1914 senesinde icazet (diploma) aldı. Ayrıca, Tokatlı Hacı Şakir Efendi ile Aksekili Hacı Mustafa Hakkı Efendiden özel dersler gördü. Ayrıca Mehmed Akif ile tanışıp ondan Arap edebiyatı ile ilgili bazı metinler okudu. Bir taraftan medrese tahsilini sürdürürken diğer taraftan Darülfünun’un Ulum-i Aliyye-i Diniyye Şubesine girdi. Bu fakültenin lağv edilmesi (kaldırılması) üzerine Darü’l- Hilafeti’l-Aliyye Medresesinin yüksek kısmına nakledildi. Son sınıfı burada okuyarak diploma aldı. Daha sonra Medresetü’l-Mütehassısinin Felsefe, Kelam ve Hikmet-i İlahiyye Şubesine girdi. Ruus imtihanını kazanıp, otuz iki yaşındayken dersiam oldu. Sultan İkinci Abdülhamid Hana karşı kurulmuş olan İttihad ve Terakki Cemiyetinin Şehzadebaşı'ndaki kulübünün ilmi heyetine girdi. Temmuz 1912’de Sebilürreşad Mecmuası’nın muhabiri olarak Bulgaristan’a gitti.
Medresetü’l-Mütehassısinin son sınıfındayken Mart 1916’da Heybeliada’da bulunan Mekteb-i Bahriyye-i Şahaneye din ve ahlak dersleri hocası olarak tayin edildi. 1916-1918 senelerinde muhtelif zamanlarda Aksaray Pertevniyal Valide Sultan, Dolmabahçe, Üsküdar Mihrimah Sultan camileri kürsü vaizliklerinde bulundu. Ağustos 1919’da Medresetü’l- İrşadın Vaizin Şubesi tarih felsefesi müderrisliğine, Şubat 1921’de İbtida-i Dahil Medresesi psikoloji müderrisliğine tayin edildi. Aynı yıl Eylül ayında bu vazifesi sosyoloji müderrisliğine çevrildi.
Anadolu’da gelişen milli mücadele hareketini vaz ve konferanslarıyla destekleyen Ahmed Hamdi Akseki, Ankara Lisesi din dersleri muallimliği yaptı. Bu vazifeyi yürütürken Mart 1922’de Umur-i Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti Tedrisat Umum Müdürlüğüne tayin edildi. Şer’iyye Vekaletinin ilga edilmesi (kaldırılması) üzerine Darülfünun İlahiyat Fakültesi hadis ve hadis tarihi müderrisliğine getirildi. Nisan 1924’te Diyanet İşleri Reisliği heyet-i müşavere azalığına tayin edildi. Daha önce kurulan Tarikat-ı Salahiyye Cemiyetinin üyesi olduğu ve bu cemiyetin faaliyetlerine katıldığı iddiasıyla 1925 senesinde Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılandı. Suçsuz bulunarak beraat etti. 1939 senesinde Diyanet İşleri Reis Muavinliğine; M. Şerafettin Yaltkaya’nın ölümü üzerine 1947 senesinde Diyanet İşleri reisliğine getirildi. Bu vazifedeyken 9 Ocak 1951 senesinde Ankara’da vefat etti. Cebeci Asri Mezarlığına defnedildi.
Arapça, Farsça ve İngilizce bilen ve birçok ilimleri de tahsil etmiş olan Ahmed Hamdi Akseki, daha çok akılcı anlayışa ve felsefi düşünceye ilgi duymuştur. Bu sebeple meşhur mezhepsiz İbn-i Teymiyye’nin tesirinde kalmış; İslam alimlerinin büyüklüğünü anlıyamamış, aklı, dini konularda yanılmaz ölçü kabul eden, dinde reform (yenilik) yapılmasını isteyen ve din adamı perdesi altında İslamiyeti içeriden yıkmaya çalışan sicilli mason Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh gibi kimselerin reformist fikirlerinin tesiri altında kalmıştır. Muhammed Abduh’un yetiştirmelerinden Mısırlı Reşid Rıza’nın, mezheb taklidini reddeden ve mezhepsizliği teşvik eden Muhaverat adlı kitabını, Mezahibin Telfiki ve İslamın Bir Noktaya Cem’i adıyla Arapçadan Türkçeye tercüme etmiştir.
Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşamış olan Ahmed Hamdi Akseki, Müslüman-Türk toplumunun uğradığı siyasi, sosyal ve kültürel değişiklikleri yakından takib etmiştir. İktisadi, siyasi ve kültürel bakımdan geri kalmış olan İslam ülkelerini ilerletmek için Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler esas alınarak yeniden yorumlanmasını, reform yapılmasını savunmuştur. Her üç dönemde de kendisini destekleyen siyasi kadrolarla iyi geçinmeyi bilmiştir.
Eserleri:
1) İslam Dini: Dini bilgiler el kitabıdır. 2) Peygamberimizin Vecizeleri. 3) Mezahibin Telfiki ve İslamın Bir Noktaya Cem’i: Talebeliğinde Mısırlı Reşid Rıza’dan tercüme ettiği bu eser daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığınca sadeleştirilerek neşredilmiştir. 4) Dini Dersler, 5) Ahlak Dersleri, 6) Askere Din Kitabı, 7) Yavrularımıza Din Dersleri, 8) Köylüye Din Dersleri, 9) Yeni Hutbelerim, 10) Bir Misyonerle Müsahebe, 11) İslam Aleminin Gerileme Sebepleri.