AHD-İ ATİK

Alm. Altes Testament (n), Fr. Ancien Testament, İng. Old Testament. Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen ve Kitab-ı mukaddesin ilk bölümünü teşkil eden Tevrat’tan alındığı bildirilen parçalar ile bazı Beni İsrail peygamberlerine isnad edilen hikayeler kısmı.

Kitab-ı mukaddes tek kitap değildir. Ahd-i Atik ismindeki kısmı Tevrat’tan alınan parçaları ihtiva eder. Ahd-i Cedid denilen ikinci kısmı ise, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın yazdığı İncil kitaplarını ve Luka’nın Resullerin İşleri kitabı ve Havariler ile Pavlos’un yazdıkları mektupları ihtiva etmektedir. Ahd-i Atik üç kısımdan meydana gelmiştir. Birinci kısım; Musa aleyhisselama indirilen Tevrat zannedilen beş kitab olup, Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye’dir. İkinci kısım; Neviim yani peygamberlerdir. Bu kısım da, ilk peygamberler ve son peygamberler olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar; Yeşu’, Hakimler, Samuel, Melikler, İşaya, Yeremya, Hezekiel, Hoşea, Yoel, Amos, Obadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya, Hafgay, Zekeriyya ve Malaki’dir. Üçüncü kısım Ketuvim yani kitaplar, yazılardır. Bunlar; Davud aleyhisselam tarafından yazıldığı zannedilen Mezmurlar ile Süleyman’ın meselleri, Neşideler neşidesi, Vaiz, Rut, Ester, Eyub, Yeremyan mersiyeleri, Daniel, Ezra, Nehemya ve Tarihler gibi kitaplardır.

Günümüzde Tevrat’ın üç nüshası mevcud olup, Yahudiler ve protestanlarca kabul edilen İbranice nüsha, katolik ve ortodoksların kabul ettikleri Yunanca nüsha ve Samirilerce kabul edilen Samiri dilinde yazılmış nüsha. Bunlar Ahd-i Atik’in en eski ve en itimatlı nüshaları olarak bilinmelerine rağmen gerek aynı nüshanın içinde ve gerekse nüshalar arasında çok konularda tezatlar (çelişkiler) vardır. Hiç bir ilahi dinde bulunmayan, insanlara zulüm telkinleri, peygamberlerden bazılarına karşı çok çirkin ve şanlarına yakışmayacak isnatlar bulunmaktadır. Bu durum Tevrat ile İncil’in tahrif edilmiş oldukları hususundaki Kur’an-ı kerimin hükmünü teyit etmektedir. Allahü teala buyurdu ki:

Yahudiler içinde okuma-yazma bilmeyenler vardır ki, Tevrat’ı anlamaz cahillerdir. Ancak bir takım kuruntu yığını uydurmalar düzer, sadece şüphe ve zanda bulunurlar. Artık büyük azab o kimseleredir ki, Tevrat’ı kendi elleriyle yazarlar da sonra biraz para almak için; “Bu Allah tarafındandır” derler. Ellerinin yazdıkları yüzünden büyük azap onlara. Kazanmakta oldukları günah yüzünden yazıklar olsun onlara (Bakara suresi : 78-79).

AHD-İ CEDİD

Alm. Neues Testament (n), Fr. Nouveau Testament, İng. The New Testament. Kitab-ı mukaddes’in sadece hıristiyanlara ait olan ikinci kısmı yani Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın yazdığı İncil kitapları ve Luka’nın Resullerin işleri kitabı ile Havariler ve Pavlos’un yazdıkları Mektuplar'dan meydana gelen kısımlar.

Ahd-i Cedid’i teşkil eden kitaplar aynı zamanda ortaya çıkmış ve aynı tarihte yazılmış olmayıp, Ahd-i Atik’te olduğu gibi uzun süre şifahi (sözlü) olarak nakledilmiş, daha sonra yazıya geçirilmişlerdir.

Bugünkü Kitab-ı mukaddes’in Ahd-i Cedid kısmında bulunan dört İncil; Matta, Yuhanna, Luka ve Markos tarafından yazılmışlardır. Bunlardan yalnız İsa aleyhisselamın teyzesinin oğlu Yuhanna, İsa aleyhisselamı görmüş fakat İncil’ini onun semaya (göğe) kaldırılmasından sonra Samos’ta yazmıştır. Luka ve Markos ise, İsa aleyhisselamı hiç görmemişlerdir. Bunlardan Markos, Petrus’un tercümanı idi. Petrus’tan işittiklerini Roma’da Yunanca yazmış, bu yazılarına Markos İncili denilmiştir. Luka ise Antakyalı bir papaz olup, İsa aleyhisselamı hiç görmemiş. İsa aleyhisselam göğe çıkarıldıktan sonra yahudi dönmesi olan Bolüs (Pavlos) tarafından İseviliğe alınmıştı. Bolüs’ün zehirli fikirleri ile aşılanarak Luka İncili adıyla elde bulunan dört İncil’den en yanlışını yazdı. Matta da havarilerden değildi. Yazdığı İncil’e Bolüs’ün fikirlerini karıştırdı. Yalnız Matta İncili’nin değil, Yuhanna İncili’nin de başkası tarafından yazıldığı veya değiştirildiği iddia edilmektedir. Kısaca bu dört İncil, hakkında birbirlerinden farklı bir çok rivayetler vardır. Bütün dünyanın birleştiği bir husus, bu dört İncil aynı hadiseleri başka anlatan ve insan eliyle yazılmış hikayelerden ibaret olduğudur.

İsa aleyhisselam hakkında Kur’an-ı kerimde bildirilen şeyle, İncil’lerin muhtevası arasında çelişkiler bulunmaktadır. Nitekim Kur’an-ı kerim’de hazret-i İsa’nın tevhid akidesini (Allahü tealanın birliğini) tebliğ ettiği ve kendisinin Allah tarafından İsrailoğullarına gönderilmiş bir peygamber olduğu bildirilmektedir. Nitekim mealen; “Bir vakit Meryem’in oğlu İsa şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları! Ben size (gönderilen) Tevrat’ın tasdikçisi ve benden sonra gelecek bir peygamberin müjdecisi olarak geldim ki, o peygamberin ismi Ahmed’dir.” Sonra İsa onlara mucizelerle gelince; “Bu apaçık bir sihirdir" dediler" buyrulmaktadır (Saf suresi: 6). Halbuki Ahd-i cedid (İnciller) onu (İsa aleyhisselamı) ilah  olarak bildirmektedir. Kur’an-ı kerimde hazret-i İsa’nın öldürülmediği, çarmıha gerilmediği bildirilirken, İnciller onun çarmıha gerilişini tasvir etmektedir. Ancak Barnabas İncili'ni İnciller arasında mühim bir yeri vardır. Hıristiyanların reddetmeye çalıştıkları bu kitap asıl İncil'e en yakın olanıdır. Bunda hazret-i İsa’nın durumu Kur’an-ı kerimin haber verdiği şekilde anlatılmakta teslis fikri yer almamakta ve hazret-i Muhammed’in geleceği müjdelenmektedir (Bkz. Barnabas İncili).

Diğer taraftan İsa aleyhisselama gönderilen hakiki İncil’de, Muhammed aleyhisselamın geleceği ve isminin Ahmed olacağı yazılı iken, bugünkü İncillerde bu bilgi mevcut değildir. Zira Yahudiler gibi, Hıristiyanlar da kendilerine Allahü teala tarafından gönderilen ilahi kitabı gönderildiği şekliyle muhafaza etmemiş, onu tahrif etmişlerdir. Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid, Allahü tealanın kelamı değildir.

AHIRKAPI FENERİ

İstanbul Boğazının batı ağzında Marmara’ya bakan büyük deniz feneri. Limandan ayrılıp Marmara’ya doğru dönünce, yüksek ve beyaz yapısı ile hemen görünür. Fener, Sultan Üçüncü Osman tarafından 1755 yılında kale burçlarından biri üzerine yaptırılmıştır. Pekçok tamir görerek günümüze kadar gelmiştir. Ahırkapı Fenerinin yüksekliği 40 metredir. Açık havada, her altı saniyede yanıp sönen ışığı 29 kilometreden görülür. Gece karanlığında gemilerin yollarını bulmalarında, karaya oturmamalarında büyük faydaları vardır. Herhangi bir sebeple arızalandığında, radyo haberleriyle denizcilere, yanmadığı duyurulur. Böylece muhtemel kazaların önüne geçilmiş olur.

Sultan Üçüncü Osman zamanında ticaret için Mısır’a gitmek üzere yola çıkan Hacı Kaptan yönetimindeki gemi, kötü hava şartlarından dolayı karaya oturdu. Bunu haber alan Sultan, Sadrazam Said Paşa ile beraber karaya oturan geminin yanına geldi. Padişah, kurtarma faaliyetlerine bizzat nezaret etti. Gemi mürettebatı salimen kurtarıldı. Gemicilerden biri Sultan’a, burada bir fener yapılırsa, kazalardan korunmanın mümkün olabileceğini söyledi. Sultan bu teklifi uygun bulup, derhal bir fener yapılmasını ferman buyurdu ve kaptan-ı derya Süleyman Paşayı bu işe memur etti (vazifelendirdi). Böylece 1755 yılında fener yapılmış oldu.

AHISKALI ALİ HAYDAR EFENDİ

Son devir din adamlarından. İsmi Ali Haydar, babasının ismi Şerif Efendidir. 1870 (H. 1288) senesinde Batum'un Ahıska kazasında doğdu. 1960 (H. 1380) senesinde İstanbul'da vefat etti.

İlk tahsilini memleketinde yapan Ali Haydar Efendi, bilahare Erzurum'a gelerek oradaki Bakırcı Medresesine devam etti. Daha sonra İstanbul'a gelerek Fatih Camiinde derslere devam etti ve tahsilini tamamladı. Bayezid dersiamlarından Çarşambalı Hoca Ahmed Efendiden icazet (diploma) aldı. Hocasının derslerine devam ederken kadı yetiştiren Medrese-i Kuzat'a girerek oradan da diploma aldı. Açılan imtihanları kazanarak Fatih Camiinde ders okutmaya başladı. Böylece Fatih dersiamları arasına girdi. 1909 senesinde Fetvahane'de vazife aldı. Fetva yazma vazifesini yürüttü. 1914 senesinde Sahn-ı Seman (Fatih) Medresesi fıkıh müderrisliğine tayin edildi. Bu arada Fatih Çarşamba'da Cebecibaşı Mahallesindeki Halidi dergahı şeyhi Ali Rıza Bezaz'ın sohbet ve derslerine devam etti. Ali Rıza Efendinin 1914 senesinde vefat etmesi üzerine Şeyh İsmet Efendi Dergahı postnişinliğine, vakıf şartı gereğince ve Ali Rıza Efendinin talebelerinin seçimiyle Ahıskalı Ali Haydar Efendi getirildi. Ancak iktidarda bulunan ittihadcılar onun bu hakkını gasb edip başkasına verdiler. Usulsüz yapılan bu tayin dergah mensupları arasında huzursuzluğa sebep oldu. Müridandan, Hafız Halil Sami Efendi tarafından yazılan bir dilekçe ile durum saraya intikal ettirildi. Nihayet 1919 senesinde, Ali Haydar Efendinin postnişinliği padişah tarafından tasdik edilerek vazifesi kendisine iade edildi. 1915 senesinde şeyhülislamlıkda yeni kurulan "Te'lif-i Mesail Hey'eti" reisliğine tayin edildi. 1916 senesinde Huzur dersleri başmuhataplığına getirildi. Bu dersler 1923 senesine kadar devam etti. Padişahlığın ve Şeyhülislamlığın kaldırılmasıyla açıkta kaldı ve dersiam maaşı ile iktifa etti.

Dini ve tasavvufi dersler vererek talebe yetiştirdi. Kur'an-ı kerimi çok okurdu. Nefse güvenmemeyi telkin ederdi. Ömrünün sonuna kadar talebelerine ders verdi ve insanlara nasihatte bulundu. 1 Ağustos 1960 (H. 1380) senesinde İstanbul'da vefat etti.

AHİ AHMED ÇELEBİ

Osmanlılar devrinde yetişen ünlü tıb bilgini. İsmi, Muhammed bin Kemal’dir. Babası, Tebrizli Mevlana Kemal hekim idi. Ahi Çelebi diye meşhur olmuştur. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. 1523 (H. 930) senesinde Mısır’da vefat etti.

Babası tarafından yetiştirilerek iyi bir tahsil gören Ahi Ahmed Çelebi, yirmi sekiz yaşındayken babası ile İstanbul’a geldi. Babası, Fatih Sultan Mehmed Hanın hekimleri arasında yer aldı. Babasının vefatından sonra Hekim Kutbüddin ve Altuncuzade’nin derslerine devam etti. Bir çok araştırmalar yaparak daha önceki doktorların bilmedikleri ilaçları keşfetti. Fatih Sultan Mehmed Hanın yaptırdığı Darüşşifanın başhekimliğine tayin edildi. İkinci Bayezid, Hassa Emini olarak tayin edip, saraya aldı ve özel tabiplik makamına getirdi. Kendisini çekemeyenlerin uydurduğu bazı yalanlar üzerine vazifeden alındı. Fakat doğruyu öğrenen Sultan, onu vazifesine iade etti. Reisületibba yani doktorların başı olarak vazifelendirildi. Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Sultan Süleyman Han zamanlarında da önemli vazifelerde bulundu. 1523 (H. 930) senesinde hacdan dönerken doksan yaşını aşkın olarak Mısır’da vefat etti. İmam-ı Şafii hazretlerinin kabri yakınına defnedildi.

Bilhassa üroloji (idrar yolları) üzerinde çalışmış olan Ahi Ahmed Çelebi, böbrek ve idrar torbasında meydana gelen taşlarla ilgili Risale-i Hasat-ül-Kilye vel-Mesane adlı eserini yazdı. Eserinde özellikle tabii ilaçları ve şifalı sularla banyo yapmayı tavsiye etti. Ayrıca İbn-i Nefis’in Arapça El-Mucez adlı bir tıp kitabını da Türkçeye tercüme etti. Tabipliği yanında cömert ve hayır sahibi bir kimse olan Ahi Ahmed Çelebi, İstanbul’da Yemiş İskelesi yakınlarında bir cami, Edirne’de bir medrese, mektep ve kendi adıyla anılan meşhur hamamı yaptırdı. Çorlu’ya bağlı üç, Hayrabolu’ya bağlı üç, Çelebi Çiftliği diye meşhur olan yirmi üç ve Anadolu’daki Şibli kazasına bağlı on bir köyün kendisine ait olan gelirini yaptırdığı eserlere vakfeyledi. Vakfnamesinde arazilerinden elde edilen mahsullerin fazlasının Medine-i münevvere fukarasının ihtiyaçlarını temin etmek üzere gönderilmesini şart koştu.

AHİ EVREN

Anadolu’da Ahilik adlı esnaf teşkilatının kurucusu olan alim ve veli. İsmi, Mahmud bin Ahmed el-Hoyi, künyesi Ebü’l-Hakayık, lakabı Nasirüddin’dir. 1171 (H. 567) senesinde İran’ın batı Azerbaycan taraflarında bulunan Hoy kasabasında doğdu. 1262 (H. 660)de Kırşehir’de şehid edildi.

Zamanın en büyük alimlerinden olan Fahreddin-i Razi’nin derslerine devam ederek akli (fen) ve nakli (din) ilimleri öğrendi. Ahmed Yesevi hazretlerinin talebelerinin sohbetlerine devam ederek tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Şihabüddin-i Sühreverdi hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Bir hac yolculuğu esnasında evliyadan Evhadüddin Hamid Kirmani ile tanışıp, onun talebeleri arasına katıldı ve vefatına kadar yanından ayrılmadı. Böylece tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tıp ilimlerinde derin alim, tasavvuf yolunda yüksek makam sahibi bir veli oldu.

Sadreddin-i Konevi hazretlerinin babası Mecdüddin İshak’ın daveti üzerine, insanlara dinlerini öğretmek, kardeşlik ve beraberliği aşılamak için Muhyiddin ibni Arabi ve hocası Evhadüddin’le birlikte Anadolu’ya gelen Ahi Evren, hocasının kızı Fatıma Bacı ile evlendi. Hocası ve kayınpederi Evhadüddin’le birlikte çeşitli Anadolu şehirlerini dolaştı. Vazlarında özellikle esnafa İslamiyet’i anlatarak dünya ve ahiret işlerini düzenli hale getirmeleri için nasihatlerde bulundu. Yaklaşan Moğol tehlikesine karşı Müslümanların kuvvetlendirilip teşkilatlandırılması için çalıştı. Hocasının vefatından sonra yerine geçti ve vekili oldu. Kayseri’ye yerleşti. Debbağlık yaparak (deri dabağlayarak)  geçimini temin ettiği gibi Müslümanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını da anlattı. Bilhassa sanat sahibi kimseler arasında çok sevildi. Bugünkü manada esnaf teşkilatı diyebileceğimiz Ahilik (kardeşlik) müessesesini kurarak bir çok şehir ve kasabada teşkilatlanmasını sağladı. Hanımı Fatıma Bacı da kadınlar arasında bu faaliyetleri yapmış ve “Baciyan-ı Rum” adıyla meşhur olmuştur. Ahilik mensuplarının toplanıp sohbet edebilecekleri, birbirlerinin ilimlerinden faydalanacakları, gelen misafirleri ağırlayabilecekleri dergahlar kuruldu.

Ahi Evren’in yetiştirdiği talebeler gittikleri yerlerde zaviyeler inşa ederek, bilhassa esnafı bir çatı altında toplayıp teşkilatlandırdılar ve dışarıdan gelen misafirleri ağırladılar. Moğol tehlikesine karşı halkı uyandırmaya çalışarak, istilacıların önünden kaçıp gelen kimsesizleri barındırmak için ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Moğollarla mücadelede devlet güçlerinin yetersiz kaldığı yerlerde esnaftan milis kuvvetleri teşkil edip “Vatan sevgisi imandandır.” hadis-i şerifinde bildirildiği gibi vatanlarını, din ve namuslarını müdafaa için çalıştılar.

Anadolu Selçuklu Devletine karşı meydana gelen bir hadise bahanesiyle onun nüfuzundan rahatsız olan bazı kimselerin şikayeti üzerine Ahi Evren tutuklanıp hapsedildi. Beş sene hapiste kaldı. Bu sırada Moğollar Kayseri’yi muhasara ettiler. Ahi Evren’in teşkilatlandırdığı Ahiler, şehri kahramanca müdafaa etti. Ancak sürüler halinde gelen Moğollar bu müdafaayı kırıp bir çoklarını şehit, bir kısmını da esir edip şehre girdiler. Ahi Evren’in hanımı Fatıma Bacı da esirler arasındaydı. Ahi Evren beş yıllık tutukluluk süresini bitirdikten sonra Denizli’ye gitti. Bir müddet sonra Sadreddin-i Konevi hazretlerinin isteği üzerine Konya’ya gelip Müslümanlara İslamiyeti anlatmakla meşgul oldu. Şems-i Tebrizi’nin şehid edilmesinden sonra Kırşehir’e (Gülşehir’e) yerleşti. Vazlarındaki sadelik, herkesin anlayabileceği şekilde meseleleri izah ederek yazdığı kitaplar, kendisinde görülen kerametler, ahlakının güzelliği, dünya malına ehemmiyet vermeyip, yalnız Allahü tealanın rızası için çalışması, insanların sevgisini kazanmasına vesile oldu. Çevresine pekçok kimse toplandı. Herkesin korkarak kaçıştığı Evran ismindeki büyükçe bir yılanın kendisine itaat etmesi, herkesin gözü önünde bu kerameti göstermesi sebebiyle “Ahi Evran (yılanın kardeşi)” ve İslamiyete yaptığı hizmetlerinden dolayı “Nasirüddin” lakabı verildi. Moğollar, Ahi Evren’in nüfuzundan ve sevenlerinin çokluğundan korkuyor, ne pahasına olursa olsun öldürülmesini istiyorlar, bunun için Kırşehir emirine baskı yapıyorlardı. Nihayet Ahi Evren 1262 (H. 660) yılında Kırşehir’de şehit edildi. Şehit olduğu tarih hususunda farklı rivayetler vardır.

Talebeleri onun yolunu devam ettirdiler. İslam dininin yayılmasını tek gaye edinmiş olan Ahiler, Söğüt civarında, Bizans hududunda gelişmeye başlayan Osmanlı beyliği emrine koşuştular. Uçlara yerleşip tekkeler ve zaviyeler kurdular. İnsanlara Allahü tealanın dinini anlatıp, örnek ahlaklarıyla gayri müslimlerin Müslüman olmalarına vesile oldular. Osman Gazinin kayınpederi olan Şeyh Edebali bir Ahi şeyhiydi. Ahi Evren’in yolunda olan Ahiler, Allahü tealanın rızası ve O’nun dinini yaymak aşkıyla cihat eden Alperenleri ve gazileri yetiştirdiler.

Eserleri:

Allahü tealanın kullarına hizmet ve onlara din bilgilerini öğretmek için gayret eden Ahi Evren, yazdığı kıymetli eserlerle, insanlara nasihatlerinin devamlı olmasına gayret etti. Bu eserlerinden bazıları şunlardır: 1) Metali-ul-İman, 2) Tebsırat-ül Mübtedi ve Tezkiret-ül Müntehi, 3) Et-Teveccüh-ül-Etemm, 4) Menahic-i Seyfi, 5) Medh-i Fakr ve Zemm-i Dünya, 6) Ağazi Encam, 7) Mükatebat, 8) Yezdan-Şinaht, 9) Tercüme-i Elvah-ı Imadi, 10) Mürşid-ül-Kifaye.

AHİD

(Bkz. Ahde Vefa)

AHİDNAME

Kuvvet, kudret sahibi bir hükümdar tarafından diğer kabile, devlet veya devletlere bazı haklar tanımak ve karşılıklı hakları garanti altına almak için tek taraflı hazırlanan belge.

İslamiyetin ilk zamanlarında Müslümanlar Medine-i münevvereye hakim olunca, Resulullah sallalahü aleyhi ve sellem kabilelere ahidnameler verdiler. Resulullah efendimizin Hıristiyan ve Yahudilere verdikleri ahidnameler meşhurdur. Hazret-i Ebu Bekr ve hazret-i Ömer de ahidnameler vermişlerdir. Hazret-i Ebu Bekr kumandanlarından Halid bin Velid'e gönderdiği ahidnamesinde; "Ey Halid! Gizli ve açık her işinde Allahü tealadan kork. O'nun emirlerini yerine getirmekte büyük gayret göster. Allahü tealadan vazgeçip, O'ndan başkasına yönelenlerle ve İslamdan dalalete, cehalete ve şeytanın isteklerine dönenlerle cihat et. Hangi ırktan olursa olsun, İslamiyeti kabul edenin bu icabetini kabul et. Gerek iyilikle gerekse kılıçla, İslama davet olunan kimseye adaletle muamelede bulun. Allahü tealaya imana davet olunan kimse bu daveti kabul ederse ona asla zarar verme." buyurmuştur. Yine hazret-i Ömer, Kudüs ahalisine yazdığı ahidanesinde; varlıkları, hayatları, kilise, havra ve manastırları hakkında onlara teminat vermiştir. Daha sonra kurulan İslam devletlerinde de ahidnameler verildiği ve ahdedilen şeye, her türlü kötü şartlara rağmen, riayet edildiği görülmektedir.

Osmanlı sultanları da devletin kuruluşunun hemen başlarından itibaren çeşitli devlet ve topluluklara ahidnameler vermişlerdir. Osmanlı sultanları, ahidnamelerini iki nüsha olarak yazdırırlardı. Nüshaların biri Türkçe diğeri de taraf devletin dili ile olurdu. Osmanlı ahidnameleri umumiyetle ferman ve name-i hümayunlarda olduğu gibi, dokuz bölümden meydana gelirdi:

1)Tuğra. 2) Unvan, padişahın unvanını bildiren cümleler. Umumiyetle bu cümleler "nişan-ı alişan" veya "nişan-ı hümayun-i alişan..." ifadeleri ile başlardı. 3) Elkab; ahidname gönderilen kimsenin lakabı. 4)Dua; muhataba dua cümlesi. 5) Nakil ve iblağ, söz konusu olan meselenin evveliyatı ve yeni durumu ile ilgili ve bildirilmek istenen hususların izah edildiği cümleler. 6)Emir ve hüküm; karşı tarafa netice olarak bildirilen ilgili hükümler. 7) Tekid; hükümlerin yemin ile karşı tarafa bildirilmesi. 8)Hatime; bitirme cümleleri. 9) Tarih ve yer; ahidnamenin yazıldığı yer ve tarih kaydını bildiren son cümleler. Ahidnamelerin tekid kısmında yemin bulunuyorsa da bu şartlı yemin şeklindedir. Yani karşı tarafa gönderilen şartlara uyulduğu müddetçe hiçbir müdahale görmeyecek, aksi taktirde (ahdi bozduğunda) verilen söz yerine getirilmeyecek ve gerektiği zaman müdahale edilecektir.

Ahidnameler Amedi Kaleminde hazırlanarak tuğra çektirilirdi. Bir nüshası  elde, diğeri ise karşı devlet nezdinde bulundurulur, resmi sicillerle tescil olunarak ayrıca, bir sureti ahidname defterlerine yazılarak, muhafaza olunurdu.

Herhangi bir sefer yani harp dolayısıyla veziriazam serdar-ı ekremlik (baş kumandanlık) vazifesiyle cepheye  hareket ederken, adet olduğu üzere, bütün ilgili ahidnameler beraberinde götürülür ve lüzumu halinde bunlara bizzat müracaat olunarak; askeri, siyasi veya iki devleti ilgilendiren ve ahidnamelerle tesbit olunan konular ışığında hareket edilerek meseleler çözüme bağlanırdı.

1768 senesinde açılan seferde, sadrazamın reisülküttaba yazdığı bir emir gereğince, ahidnamelerin birer sureti adet olmadığı halde, ilk defa yazdırılıp İstanbul'da bırakıldı ve asıl ahidnamenin bulunduğu defterler ordu ile beraber götürüldü.

Ahidnamelerde devletlerarası ticari, siyasi, askeri ve harb hukuku ile ilgili mühim meseleler ile başta diplomatik kaideler, diplomasi hukuku ve devletlerarası hukuk sahalarında misli görülmemiş medeni davranışların parlak ve pek şanlı misalleri ortaya konulmuştur. Ahdnameler, Osmanlı adaletinin bütün insanlığa medeniyet ve hukuk sahasındaki başarılarının eşsiz nümuneleri olarak ışık tutmaktadır. Ahidnameler, milli arşivlerimizde ve bazı Avrupa arşivlerinde muhafaza edilmekte ve ilmi tedkiklere açık tutulmaktadır. Bir kısmı ise matbu veya el yazması halindeki Münşeat, Mücahedat ve Mukavelat mecmualarında bulunmaktadır.

AHİLİK

Selçuklu Türklerinde dini ve milli birliğin muhafazasında, Osmanlı Devletinin kuruluşunda ve Osmanlı insanının yetişmesi ve terbiyesinde büyük hizmetler gören içtimai bir teşkilat. Arapça "kardeşim" manasına gelen ahi ile Türkçe "cömert, eli açık" manasında olan “akı” kelimeleri ile yakınlık göstermekte ise de hangisinden geldiği belli değildir. Her iki kelimeden de gelmesi ihtimal dahilindedir. Ahilik, 13. yüzyılda Anadolu'da yaşayan Türklerin esnaf ve sanatkarlarının birliğini, çalışma esas ve usullerini teşkil eden sosyo-ekonomik bir Türk kurumudur.

Ahilik, ihtiva ettiği hizmetler bakımından cömertlik, mertlik ve mürüvvet manalarına gelen fütüvvet teşkilatının daha da gelişmiş bir şekli olarak görülmektedir. Sonraları esnaf ve sanatkarlar birliğine unvan olarak verilmiştir. On birinci asrın ikinci yarısından itibaren Anadolu’ya girmeye başlayan Müslüman Türkler (Selçuklular), Türkistan’da ticaret ve sanayi merkezlerinde yaygın fütüvvet ilkelerini de beraberlerinde getirdiler. Bu ilkeler arasında bilhassa; Müslüman kardeşinin işini görmek, onun yardımında bulunmak, hata ve kusurlarını affedip, hüsumet ve düşmanlık beslememek, ayıp ve kusurlarını örtmek, kendisini başkasından üstün görmemek, musibete uğrayan düşman bile olsa sevinmemek başta gelmektedir.

Diğer taraftan Horasan ve Maveraünnehr’deyken Fahreddin Razi, Ahmed Yesevi ve Şihabüddin Sühreverdi gibi büyük alimlerden ders alan Ahi Evren (1171-1262) daha sonra Anadolu’ya gelerek, Kayseri’de yerleşmiş ve halkı irşad vazifesine başlamıştı. Kayseri’de debbağlık yapıp, elinin emeği ile geçinen Ahi Evren, Türkistan’dan gelen bilhassa esnaf teşekküllerini bir çatı altında toplayıp teşkilatlandırdı. Fütüvvetnamelerden faydalanarak teşkilatın bir nevi yönetmeliğini yazdı. İslam ahlakını esas alan bu yönetmeliği esnaf ve sanatkar arasında tatbik etti. Onlar arasında İslam ahlakına dayalı bir birlik ve kardeşlik kurdu. Böylece “ahilik teşkilatı” ortaya çıktı. Diğer taraftan hocası Evhadüddin Kirmani’nin kızı olan hanımı Fatma Bacı da kadınları yetiştirip “Baciyan” grubunu teşkil etti.

Ahilik teşkilatı sayesinde Anadolu’da Rumlar ile Ermenilerin elinde olan sanat ve ticaret hayatına zamanla Türkler de katılıp, söz sahibi olmaya başladılar. Ayrıca ahiler, yaptıkları zaviyelerde Müslüman tüccar ve esnafın ahlaki terbiyesi ile de uğraştılar. Ahi zaviyeleri zamanla memleketin her tarafına yayıldı.

Ahiler, içtimai hayattaki bu hizmetleri yanında ihtiyaç halinde gazalara ve memleket müdafasına da katıldılar. On üçüncü asrın ilk yıllarında Çin’in kuzey-batısında katliamlara başlayan, kısa bir müddet içerisinde dünyanın siyasi haritasını alt üst eden ve Anadolu’ya doğru yaklaşan Moğol tehlikesine karşı tedbir aldılar. Moğolların önlerinden kaçıp gelenlere kucak açarak Anadolu insanını, Moğollara karşı gaza aşkı ile doldurarak; cihad yolunda Allahü tealanın rızasından başka bir şey düşünmeyen kimseler olarak yetiştirmeye çalıştılar ve bu insafsız düşman karşısında kahramanca mücadele ettiler.

Nihayet Moğollar, 1243 yılında Kayseri’yi muhasara edip, çetin bir muharebe sonunda şehri ele geçirince, binlerce ahiyi şehid ettiler. Anadolu’nun karışıklıklar içerisinde olduğu bu sırada, Ahi Evren’i de Kırşehir’de öldürdüler.

Kısaca sulhte muallim, muharebede asker olan ve Anadolu’nun her tarafına yayılmış bulunan ahiler, gerek Moğol zulmü ve gerekse başka karışıklıklarla sıkılan ve bunalan insanlara maddi ve manevi güç ve moral vererek Osmanlı Devletinin kuruluşuna kadar Anadolu’yu dini ve milli birlik içinde tutmaya muvaffak oldular.

Bu sırada Söğüt civarında gelişmekte olan Osmanlı Beyliğinin emrine koşan ahilerin bir kısmı, uçlara yerleşip zaviyeler kurdular. Doğudan bu mıntıkaya gelen Türkmenlerin erkeklerini ahi erkekleri, kadınlarını da Fatıma Bacının yetiştirdiği bacıyan grubu terbiye etti. Böylece üç kıtada altı asır at koşturacak olan istikbaldeki Osmanlı neslinin temelini attılar.

Bu esnada itibarlı bir ahi olan Şeyh Edebali, Osman Gazi ile yakın münasebetler kurup kızını ona verdi. Orhan Gazi ve Murad-ı Hüdavendigar ahilerden olup, vezirleri Alaeddin ve Çandarlı Kara Halil de ahi idiler. Böylece ahilerden bir kısmı alim, kadı olarak ilim sahasında, bir kısmı vali ve komutan olarak idari ve askeri alanda, bir kısmı da ticaret ve sanat alanında hizmet vermeye başladılar. Ahilerin İslamın emri olan, zamanın kıymetini bilmek, disiplinli bir hayata sahib olmak, istişare etmek, adil olmak ve adalet esaslarını aşıladıkları küçücük bir aşiret, kısa zamanda büyük bir devlet olmaya başladı.

Zaman zaman devletin yükünü hafifletici hizmetlerde de bulunan ahiler, Bursa’yı Düzmece Mustafa’nın hücumundan korudukları gibi, 1360 yılında idareleri altındaki Ankara’yı Sultan Birinci Murad’a teslim ettiler.

Bu hizmetlerine karşılık Osmanlılar, ahilere yardımcı olup hürmet göstererek halkı yetiştirmeleri için teşvikde bulundular. Bu yüzden daha sonra Birinci Murad’ın ahilerin başı olduğu ve kendisinden Ahi Murad diye bahsedildiği de bilinmektedir. Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hakim olduktan sonra, ahiler daha ziyade hayırsever bir cemiyet, bir esnaf teşkilatı şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler.

Ahiler arasında sanatın okumakla değil, ahinin yetişmesi için, üstattan öğrenmesi şartı getirilip; yamaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık, yiğitbaşılık, ahi babalık ve kethüdalık safhalarından geçmesi şartı vardı. Gündüz işinde çalışan ahiler, akşamları kendilerine mahsus binalarda sohbetlere katılırlardı. Böylece ahilerin ahlaki terbiyesi ihmal edilmezdi.

Ahilerin kendilerine mahsus kıyafetleri vardı. On dördüncü asır seyyahlarından İbn-i Battuta, üstlerine hırka, başlarına sarık sarılı beyaz yünden bir külah ve ayaklarına mest gibi ayakkabı giydiklerini bildirmektedir. Ahiliğe kabul edilen namzede, şeyh tarafından şedd-i bend denilen ve ahiliğin nişanı kabul edilen bir kuşak kuşatılırdı. Ahiler kuşaklarında, büyükçe bir bıçak taşırlardı.

Ahilik teşkilatında şu mertebeler bulunurdu:

1) Teşkilata yeni giren yiğitler, 2) Ahi bölükleri (Altı bölük olup ilk üç bölüğe “eshab-ı tarik”, diğer üçüne de “nakib” denirdi), 3) Halife, 4) Şeyh, 5) Şeyh-ül-meşayıh.

Ahilerin idare heyeti, her sanat kolunda, kendi azaları arasından seçilmiş beş kişiden meydana geliyordu. Kendilerine kadı tarafından seçimden sonra resmi vesika, icazet verilip, icraatları ve neticeleri büyük meclise bildirilirdi. Birlik idare heyeti her ay üç gün toplanırdı. İdare heyeti, birliğin hazinesi mahiyetinde olan orta sandığını idare ederdi.

Ahilerin kendilerine has merasimleri vardı. Bunlardan bazıları şöyledir:

1. An’anevi Ahi Evren merasimleri: Senelik olup, Ahi Evren’in türbesinin bulunduğu Kırşehir’de yapılırdı.

2. Yol atası ve yol kardeşliği merasimi: Ahiliğe girmek talebinde bulunan gençlerin birliğe kabul edilmesi mahiyetindeki bir merasim olup, zamanla çırak kabul etme merasimi halini aldı.

3. Yol sahibi olma merasimi: Çıraklık müddetini tamamlayanların kalfalığa yükseltilmesi için yapılan merasimdi.

Ahilerin yönetmeliğine göre, ahinin üç şeyi açık olmalıydı: Eli açık, yani cömert olmalı; kapısı açık, yani misafirperver olmalı; sofrası açık, yani aç geleni tok göndermeli. Üç şeyi de kapalı olmalıydı: Gözü kapalı olmalı, yani kimseye kötü nazarla bakmamalı; kimsenin ayıbını görmemeli; dili bağlı olmalı, yani kimseye kötü söz söylememeli; beli bağlı olmalı, yani kimsenin namusuna ve şerefine göz dikmemeli.

Ahilik mensuplarının, takdir edilmelerinin yanında cezalandırıldıkları da olurdu. Fütüvvetnamelerde şu on sekiz şeyin ahiyi ahilikten çıkarma sebebi olduğu ayrıca Cehennemlik yapacağı yazılıdır:

1) Şarap içmek, 2) Zina yapmak, 3) Livata yapmak, 4) Dedikodu ve iftira etmek, 5) Münafıklık etmek 6) Gururlanıp kibirlenmek, 7) Sert ve merhametsiz olmak, 8) Hased etmek, kıskanmak, 9) Kin tutmak, affetmemek, 10) Sözünde durmamak, 11) Kadınlara şehvetle bakmak, 12) Yalan söylemek, 13) Hıyanet etmek, 14) Emanete riayet etmemek, 15) İnsanların aybını örtmeyip, açığa vurmak, 16) Cimrilik etmek, 17) Koğuculuk ve gıybet etmek, 18) Hırsızlık etmek.

Yine ahi yönetmeliği olan fütüvvetnamelere göre; ahi, helalinden kazanmalıdır. Hepsinin bir sanatı olmalıdır. Yoksul ve düşkünlere yardım etmeli, cömert olmalıdır. Alimleri sevmeli, hoş tutmalıdır. Fakirleri sevmeli, alçak gönüllü olmalıdır. Temiz, iyi kimselerle sohbet etmeli, namazını kazaya bırakmamalı, haya sahibi olup, nefsine hakim olmalı, dünyaya düşkün olanlarla beraber düşüp kalkmamalıdır. Bunlar asırlarca Osmanlı insanının ahlakının temel taşı olan hasletler haline geldi.

Osmanlı Devletinin bünyesinde bu hizmetleri hakkıyla yapmış sanat ve ticaret hayatını Osmanlının maddi ve manevi yapısına göre düzenlemiş olan ahilik teşkilatı diğer kıymetli müesseseler gibi bilhassa İngilizlerin desteklediği Mustafa Reşid Paşanın hazırladığı Tanzimat Fermanı’ndan sonra, büyük bir sarsıntı geçirmiş ve eski fonksiyonunu kaybetmiştir.

AHİRET

İnsanın ölümü ile başlayıp, kıyametin kopması, ölülerin tekrar diriltilmesi, Mahşer’de hesaba çekilerek işlerine ve ibadetlerine göre Cennet’e veya Cehennem’e gönderilmesi ile devam eden ebedi (sonsuz) hayat. Öteki dünya. İslamiyette iman edilmesi lazım olan altı esastan beşincisidir.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem;  “İnsan ölünce kıyameti kopmuş olur.” buyurmaktadır. Ölü, kabre konunca onun ahiret hayatı başlar. Kabir hayatına “berzah alemi" de denir. Ölü orada bilinmeyen bir hayat ile rahat içinde olacak veya azab görecektir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin mezara gelip sual soracaklarını hadis-i şerifler açıkça bildirmektedir. (Bkz. Münker ve Nekir).

Kabirde, iman edenlere ve ibadetlerinde kusuru olmayanlara mükafat, iyilik ve nimetler verileceği gibi; kafirler ile günah işleyip tövbe etmeden ölen Müslümanlara da azab yapılacaktır.

Peygamber efendimiz buyurdu ki:

Kabir, ahiret konaklarının birincisidir. Ondan kurtulana sonraki konaklardan geçmek kolay olur. Kabirden kurtulamayana ondan sonraki konaklar daha zor olup, azabları da şiddetlidir.

Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur. (Bkz. Kabir)

Kıyametin ne zaman kopacağı bildirilmedi. Ancak Peygamber efendimiz birçok alametlerini haber verdi (Bkz. Kıyamet). İnsanlar ve bütün canlılar öldükten sonra tekrar dirilecektir. Kemikler, etler, çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra hepsi yine bir araya gelecek, ruhlar bedenlerine girip herkes mezardan kalkacaktır.

Bitkiler, havadan karbondioksit gazını ve topraktan su ile tuzları yani toprak maddelerini alıp bunları birleştiriyorlar. Organik cisimleri organlarımızın yapı taşlarını meydana getiriyorlar. Katalizör adı verilen maddeler ile, binlerce sene sürecek olan kimya reaksiyonları, bir kaç saniyelik zamanlarda yapılmaktadır. İnsanlar binlerce senelik işi bir kaç saniyede yapabildiklerine göre ve Allahü tealanın toprak maddelerini, birkaç senede et, kemik maddelerine çevirdiği bugün bilindiğine göre, bu işi bir anda da yapabileceği fen yolu ile kolayca anlaşılabilir. İşte bunun gibi, Allahü teala, mezarda; su, karbondioksit ve toprak maddelerini birleştirerek organik maddeleri ve canlı uzuvları bir anda yaratacaktır. Öldükten sonra dirileceğimizi, Kur’an-ı kerim ve bütün peygamberler bildirmişlerdir. Bu bakımdan öldükten sonra dirilmeyi inkar etmek mümkün değildir. Kıyamet gününü inkar edenler için hazret-i Ali buyurdu ki: “Müslümanlar ahirete inanıyor. Kitapsız kafirler inkar ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayan bir şey kazanmaz, Müslümanlar zarar etmezdi. Fakat kafirlerin dediği olmayınca onlar sonsuz azab çekeceklerdir.”

Bütün canlılar diriltilip, kabirlerinden kalktıktan sonra Mahşer yerinde toplanacaktır. Her insanın amel defterleri uçarak sahibine gelecektir. Bunları her şeyin sahibi olan Allahü teala yapacaktır. Salihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından; fasıkların, kötülerin arka ve sol tarafından verilecektir.

Herkesin amelleri, ahirete mahsus ve Mizan adındaki ölçü aletinde tartılacaktır. Herkes dünyadayken yaptıklarından hesaba çekilecektir. Allahü teala adaleti ile bazı küçük günahlar için de azap yapacak, dilediği müminlerin büyük ve küçük bütün günahlarını, lütuf ve ihsanı ile affedecektir. Kafirleri hiç affetmeyecektir. Şefaat haktır. Tövbesiz ölen müminlerin küçük ve büyük günahlarının affedilmesi için, peygamberler, veliler, salihler, şehitler, melekler ve Allahü tealanın izin verdiği kimseler şefaat edecek ve şefaatleri kabul edilecektir.

Ahirette, Peygamber efendimize mahsus olan Kevser havuzu vardır. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir.

Allahü tealanın emri ile Cehennem üzerine Sırat köprüsü kurulacak ve herkese bu köprüden geçmesi emrolunacaktır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçecek, Cennet’e gidecektir. Cehennemlikler ise, Sırat’dan geçerken ateş içine düşeceklerdir. Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Sekiz Cennet ve yedi Cehennem vardır (Bkz. Sırat Köprüsü).

AHİRET KARDEŞLİĞİ

Alm. Glaubensbruder, Fr. Confrérie des fréres de foi, İng. Brother in faith, co-religions. İki Müslüman arasında Allah rızası için, dünyada ve ahirette biribirlerine yardım etmek ve dua etmek üzere kurulan kardeşlik, dostluk. Buna Anadolu’da “ahiretlik” adı da verilmektedir.

İslamiyete göre ahiret kardeşliği iki erkek veya iki kadın arasında olur. Bir erkeğin yabancı kadınla ahiret kardeşi olması dinen caiz ise de ahiret kardeşi kendi kardeşi gibi mahrem olmaz. Yani nikah, evlenme ve konuşup görüşme hususunda yabancılar gibidir.

Peygamber efendimiz ahiret kardeşliği hususunda; “Allah için ahiret kardeşliği yapan kimse ahiret gününde ana-baba bir kardeşinden daha faydalı yardımları ahiret kardeşinden görür. Bir kimse ahiret kardeşini ne kadar çok severse Allahü teala da o kimseyi o kadar çok sever.” buyurdu.

Ahiret kardeşi olan kimseler birbirlerine hediye verirler. Sevinçli ve üzüntülü zamanlarında birbirlerinin yanında yer alırlar. Birbirlerine hayrı tavsiye eder, kötülüklerden sakındırırlar. Kötü ve tehlikeli yollara düşmekten korurlar. Hayattayken birbirlerine yardımcı olan ahiret kardeşlerinden birisi öldüğü zaman, sağ olan vefat edenin ruhu için hayır ve hasenat yapar, ailesine ve çocuklarına yardımcı olur. Onların sıkıntılarını gidermeye çalışır. Ahiret kardeşi olan kimselerin aileleri de aynı münasebetleri devam ettirmeye çalışırlar.

Eski Türklerde büyük önem verilen “Tuz ekmek hakkı” anlayışının devamı olarak uygulanan ve dinimizin bildirdiği ahiret kardeşliği adıyla kurulan kardeşlik ve dostluk Anadolu’da “ahiretlik” veya “ahretlik” adıyla devam ettirilmiştir. Bilhassa genç kızlar ve kadınlar arasında görülen bu kardeşlik ahlak, kişilik ve huy benzerliği olan kişiler arasında kurulmuştur. Genç kızlar arasındaki ahiretlik anlaşması, genç kıza hayat boyu yalnız olmadığı anlayışını kazandırırdı. Günümüzde bu gelenek yok denecek kadar azalmıştır.

AHKAM-I ŞER'İYYE

Alm. Bestimmungen von Shariat (f), Fr. Ordonnances religieuses, İng. The rules of Shariat. Bir işin yapılması veya yapılmaması gerektiğini bildiren ilahi hükümler. İnsanların dünya ve ahirette mes’ud olmaları için Allahü tealanın, peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği emir ve yasakların bütünü.

Bütün insanlara her şeyden önce lazım olan; itikadı (imanı) düzeltmektir. Yani doğru bir iman sahibi olmaktır. İnanılacak şeylerle ilgili hükümlere “ahkam-ı itikadiyye” denir. Bunlar; ahkam-ı şer’iyyenin temelini teşkil eder. Ahkam-ı şer’iyyeye “ahkam-ı İslamiyye” de denir. Ahkam-ı şer’iyye, kişinin vazifelerini belirtmesi bakımından “ahkam-ı teklifiyye” veya "ef'al-i mükellefin" adını da alır. Bunlar sekizdir: Farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh, müfsid. Beden, ahkam-ı şer’iyyeyi yapmakla süslenince; nefis, dünya kötülüklerinden ve zararlarından kurtulur.

İslam dininde iman, muma benzer; ahkam-ı şer’iyye, mum etrafındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslamiyettir. Fenersiz mum çabuk söner. İmansız İslam olmaz. İslam olmayınca iman da yoktur.

Ahkam-ı şer’iyyeyi bildiren ilme “fıkıh ilmi” denir. Fıkıh ilmi dört ana bölüme ayrılır:

İbadat: İbadetler olup, bu da beşe ayrılır: Namaz, oruç, hac, zekat ve cihad.

Münakehat olup evlenme, boşanma, nafaka ve bir çok dalları vardır.

Muamelat olup, alış-veriş, kira, şirketler, faiz, miras gibi bir çok dalları vardır.

Ukubat, yani had cezaları denilen grup olup, başlıca altı kısma ayrılır: Kısas, sarhoşluk, sirkat (hırsızlık), zina, kazf (iftira), mürted olmak (dinden çıkmak) cezalarıdır.

Ahkam-ı İslamiyyenin (fıkıh bilgilerinin) ibadat kısmını her Müslümanın öğrenmesi ve diğerlerini de başına geldiği zaman okuyup öğrenmesi şarttır. Bunlar zaruriyat-ı diniyye denilen, alim ve cahil herkesin bilmesi lazım gelen bilgilerdir.

Ahkam-ı İslamiyyenin kaynakları dörttür: Kur’an-ı kerim; Peygamber efendimizin mübarek sözleri, halleri ve işleri demek olan “sünnet”; alimlerin bir meseledeki ittifakları olan “icma” ve müctehid alimlerin dini delillerden hüküm çıkarması demek olan “kıyas”tır.

Haram işlememek ve bütün ahkam-ı şer’iyyeyi yerine getirmek kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Nitekim bir çok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır hastalara ise güçtür.

Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir komisyon tarafından, Ahkam-ı İslamiyyenin, fıkıh bilgilerinin muamelat kısmı kanun şekline sokularak Mecelle adındaki kitab hazırlandı. Mecelle; Osmanlı Devletinde ve başta İsrail olmak üzere bazı Ortadoğu ülkesinde uzun zaman uygulanmıştır.

AHLAK

Alm. Moral, Sitten, Fr. éthique, morale, İng. Morality, ethics. İstemeden, kendini zorlamadan insanda meydana gelen meleke, yani yerleşmiş huy, seciye, tabiat. İnsanın sözleri, hareketleri ve davranışları ahlakına bağlı olarak meydana gelir. Kötü huylardan kurtulup, iyi huylu olma yollarından bahseden ilme, Ahlak ilmi denir. Ahlak ilmi, İslamiyette sekiz yüksek dini ilimden biridir.

İnsanlar, iyiliğe, güzelliğe ve yükselmeye elverişli olarak doğarlar. Hiç kimsenin huyu yaradılışındaki gibi kalmaz. İyi veya kötü yönde değişir. Böyle olmasaydı, peygamberlerin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Halbuki onlar insanları hep iyiye, doğruya çağırmışlardır. Peygamber efendimiz, “Ahlakınızı iyileştiriniz.” buyurmuştur. İlim adamları çocuklarını terbiye etmişlerdir.

İyi ve güzel ahlakın temeli, ilahi vahye dayanan dindir. Ancak dine dayanan ahlak müessesesi insanların ruhlarını tatmin eder, huzura kavuşturur ve maddi-manevi yükselmelerini sağlar. Filozofların bir kısmı, ahlak müesseselerini hazza, zevke, nefse, maddi bir menfaate dayandırmak istemişlerdir. Halbuki bunların hiç biri ahlak için kafi bir dayanak ve insana huzur kaynağı olmamaktadır.

Adem aleyhisselamdan itibaren Allahü teala peygamberleri vasıtasıyla kullarına emirlerini ve yasaklarını ve beğendiği işleri bildirdi. İnsanlar, peygamberlere tabi olup, emirlere uydukları müddetçe, huzurlu ve rahat bir hayat yaşadılar, birbirlerini sevip saydılar. Emirlere uymadıkları vakit, huzursuz oldular, rahatları bozuldu, ahlaksızlık ve haksızlık, cemiyeti sardı. İnançsızlığın ve ahlaksızlığın umumi bir hal alması, cemiyetlerin yıkılmasına ve helakine sebep oldu. Nuh ve Lut kavimlerinin ve daha pekçok milletlerin helaki bu yüzden oldu.

İnsanlığın doğru yolu bulması, ahlaken yükselmesi, dolayısıyle dünyada ve ahirette huzura kavuşmaları için son peygamber olarak Muhammed aleyhisselam gönderildi. “İyi huyları tamamlamak, yerleştirmek için gönderildim.” buyurdu. Böylece İslamiyet insanlığa temelinde Allah sevgisi, Allah korkusu ve her yaptığını, kimseden dünyevi bir menfaat beklemeden ihlas, yalnız Allah için yapma, nefsi kontrol etme ve ona hakim olma esasları bulunan en yüksek ahlak kaidelerini (kurallarını) sundu. Et-ta’zimü liemrillah veş-şefekatü ala halkıllah, yani Allahü tealanın emrine hürmet, saygı ve yarattıklarına merhamet, bu kaidelerin en önemlilerinden biridir. Müslümanların ahlak üzerindeki titizliği, İslam dininin kısa zamanda süratle yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanlar her gittikleri yere adalet ve güzel ahlakı da götürmüşlerdir. İslam dini baştan başa ahlak ve fazilet dinidir.

İslam ahlakına göre huylar, güzel ve çirkin olmak üzere iki kısma ayrılır. Güzel huylara “ahlak-ı hasene” veya “ahlak-ı hamide”, kötü huylara da “ahlak-ı kabiha” veya “ahlak-ı zemime” denir. Edep, haya, cömertlik, tevazu (alçak gönüllü olmak), ikram gibi huylar güzel; kibir, haset (kıskançlık), kin, düşmanlık, cimrilik, sefihlik gibi huylar da çirkindir.

İslam alimleri, güzel ahlakı; “Güler yüzlü olmak, insanların kalbini kırmamak, kimseyle münakaşa etmemek, müslümanlara su-i zan (kötü zan)da bulunmamak, cömert olmak ve dine hizmet” diye tarif etmişlerdir. Güzel ahlaka sahip olmak için, kötü huyları teşhis etmek lazımdır. Bir kimse, bu teşhisi ya kendi yapar, yahud bir alimin, rehberin bildirmesi ile anlar. İnsan kendi kusurlarını zor anlar. Güvendiği arkadaşına sorarak kusurunu öğrenir. Sadık olan dost, onu tehlikelerden koruyan kimsedir.

Düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimeler de, insana ayıplarını tanıtmaya yarar. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. Arkadaşlar ise, insanın ayıplarını pek görmezler. Birisi İbrahim Edhem hazretlerine, ayıbını, kusurunu bildirmesi için yalvarınca; “Seni dost edindim. Her halin, hareketlerin bana güzel görünüyor. Ayıbını başkalarına sor.” dedi. Başkasında bir ayıp görünce, bunu kendinde aramak, kendinde bulursa, bundan kurtulmaya çalışmak lazımdır. “Mü’min mü’minin aynasıdır.” hadis-i şerifinin manası budur. Yani, başkasının ayıplarında, kendi ayıplarını görür. İsa aleyhisselama, bu güzel ahlakını kimden öğrendin dediklerinde; “Bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmeyen şeylerden sakındım ve beğendiklerimi yaptım.” buyurdu. Hazret-i Lokman Hakim’e; “Edebi kimden öğrendin?” dediklerinde; “Edebsizden!” dedi. Selef-i salihinin, Eshab-ı kiramın ve velilerin hayat hikayelerini okumak da iyi ahlaklı olmaya sebep olur.

Kendinde kötü huy bulunan kimse, buna yakalanmasının sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeğe, zıddını yapmağa çalışmalıdır. Kötü huydan kurtulmak, bunun zıddını yapmak için çok uğraşmak lazımdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması güçtür. Kötü şeyler nefse tatlı gelir.

İnsanın kötü şey yapınca, peşinden, nefse güç gelen şey yapmayı adet edinmesi de faydalı ilaçtır. Mesela, bir kötülük yaparsam, şu kadar sadaka vereceğim veya oruç tutacağım diye yemin etmelidir. Nefis bunları yapmamak için, onlara sebep olan kötü adeti yapmaz. Kötü huyların zararını okumak ve dinlemek, kötü kimselerden uzak durup, iyi kimselerle arkadaşlık etmek de çok faydalıdır.

Ahlak ile ilgili hadis-i şeriflerde Peygamber efendimiz buyurdu ki:

Allahü teala indinde kulların en sevgilisi, ahlakça en güzel olanıdır.

Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hataları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy da hasenatı (iyilikleri) mahv eder, giderir.

İyi huylu olan, dünya ve ahiret seadetlerine kavuşur.

Bir kulun ibadetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem’e götürür.

Allah katında kötü huydan büyük günah yoktur. (Çünkü kötü huyun sahibi, bunda günah olduğunu bilmez. Tövbe etmez. İşledikçe, günahı kat kat artar.)

Güzel ahlak; senden kesilen akrabanı ziyaret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir.

İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır.

Bir kimse tövbe ederse, tövbesini Allahü teala kabul eder. Kötü ahlaklı kimsenin tövbesi ise makbul olmaz. Zira bir günahtan tövbe ederse, kötü ahlakı sebebiyle, daha büyük bir günah işler.

İslam alimleri ahlak ilmine çok önem vermişlerdir. Ahlak ilmi, İslami ilimler arasında başlıbaşına bir ilimdir. Kur’an-ı kerimde, hadis-i şeriflerde ve İslam alimleri yazdıkları eserlerinde, insanların Allahü tealaya karşı, birbirlerine hatta hayvanlara ve cansızlara karşı nasıl davranacaklarını geniş olarak bildirmişlerdir. İslam alimleri ahlaka dair çeşitli kitaplar yazmışlardır. Haris el-Muhasibi’nin Er-Riaye li Hukukillah’ı, Ebu Talib-i Mekki’nin Kut-ul-Kulub’u, Maverdi’nin Edeb-üd-Dünya ved-Din’i, İmam-ı Gazali’nin İhya’sı, Celaleddin-i Devani’nin Ahlak-ı Celali’si, Hüseyin Vaiz-i Kaşifi’nin Ahlak-ı Muhsini’si, Kınalızade Ali Efendinin Ahlak-ı Alai’si bunlardandır. İslam alimlerinin ahlak kitaplarını inceleyen Avrupalılar ve diğer milletler hayran kalmışlar, bunları tercüme ederek, kendi milletlerinin de faydalanmalarını temin etmişlerdir.

AHLATŞAHLAR

(Bkz. Sökmenliler)

AHMED ABDÜLHAK RADULEVİ

Hindistan’da yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi, Ahmed olup, “Abdülhak, Nurulhak ve Kıdvet-ül-Evliya” lakabları ile de bilinir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Radul şehrinde doğdu. 1433 (H. 837) senesinde Radul’de vefat etti.

Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başlayan Ahmed Abdülhak Radulevi on iki yaşındayken Delhi’ye gitti. İlim öğrenmekle meşgul olan ağabeyi Takıyyüddin’in talebesi olup, ilim öğrendi. Tasavvufa karşı ilgi duyup, Pani-püt şehrine giderek, Çeştiyye yolu büyüklerinden Celaleddin Pani-Püti’nin hizmetinde ve sohbetinde bulundu. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Çeştiyye yolunun Sabiri kolu onunla devam etti. Evdeh şehrine giderek Şeyh Fethullah Evdehi ile görüşüp sohbet etti. Kendisine bir kabir kazdı. Ölmeden önce ölümü yaşamak ve nefsin arzularını kırmak için bir müddet orada kaldı.

Namaz vakti girmeden önce camiye giden Ahmed Abdülhak Radulevi, caminin içini süpürür ve temizliğini yapardı. Allahü tealanın anıldığı yerlerde  bulunmaktan çok hoşlanır, bundan manevi haz duyardı. Talebeleri, Allahü tealanın “Hak” ismi şerifini çok söylerler ve bu mübarek ismi söyleyerek can verirlerdi. Ahmed Abdülhak hazretlerinin hayatı ve halleri, İmam-ı Rabbani hazretlerinin babasının hocası olan Kutb-i Alem Abdülkuddüs tarafından yazılan Nur-ül-Ayn adlı eserde toplanmıştır.

Buyurdu ki: “Hallac-ı Mansur çocuktu. Dayanamadı ve sırları açığa vurdu. Öyleleri vardır ki, nehirleri yutarlar da bundan rahatsız olmazlar.”