AĞRI

Doğu Anadolu'da yer alan, tarih, efsane ve folklor diyarı bir ilimiz. Tarihi ve tabii zenginlikleri çok olan ve adı efsanelere, masallara karışan ve Türkiye'nin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı bu vilayetimizdedir.

Yüksek Doğu Anadolu yaylalarının bir parçası olan bu bölge, tarih boyunca göç ve istila yollarının üzerinde yer almıştır. Türkiye'nin tepesi veya "dam"ı olan Ağrı, aynı zamanda kışı en şiddetli geçen illerden birisidir.

Van, Bitlis, Muş, Erzurum, Kars illeri ile çevrilidir. 39°05' ve 40°17' kuzey enlemleri ile, 42°20' ve 44°30' doğu boylamları arasında yer alır. Trafik kod numarası (04)'tür.

İsminin Menşei

Ağrı ilinin ismi, Ağrı Dağından gelir. Bu bölgeye yerleşen Selçuklu Türkleri “Ararat Dağı”na “Eğri Dağ” ismini verdiler. Selçuk ve Osmanlı Türkleri, yerleştikleri her bölgeye Türkçe isimler verirlerdi. Sonradan gelen Türk boyları Eğri Dağa “Ağır Dağ” ismini takmışlardır. Zamanla Ağır Dağ, halk arasında “Ağrı Dağı” olarak benimsenmiştir.

Tarihi

Ağrı’nın bilinen tarihi M.Ö. 15. asra dayanır. M.Ö. 15. asırda, Hurri Mitana Krallığı bu bölgede bulunuyordu. Hititler ve Urartulardan sonra, Kafkasya’dan atlı göçebe olarak gelen Kimmenler M.Ö. 8. asırda bu bölgeye yerleştiler. M.Ö. 7. asırda Sakalar, 6. asırda Persler, 4. asırda Makedonya Kralı İskender, M.S. 6. asırda Hazer Türkleri, M.S. 642’de Müslüman Araplar, İlhanlılar, Karakoyunlular, Akkoyunlular, İranlı Türk Safevilerin eline geçmiş, Celaleddin-i Harzemşah ve Moğolların istilasına uğramış, zaman zaman da, Bizans ve Persler arasında el değiştirmiştir. 1515’te Ağrı, Yavuz Sultan Selim Han Çaldıran’da Şah İsmail’i yenince, Osmanlılara geçmiştir. Yavuz Sultan Selim’in tayin ettiği Tuğ Beyinin çocukları halen bu bölgede “Tugan”, “Doğan” ve “Toğanoğlu” soyadı ile anılmaktadır.

Yavuz, Sultan Selim’in İstanbul’a dönüşünden bir müddet sonra İranlı Safeviler burasını geri almışlar, 1578’de Kanuni Sultan Süleyman Han bu bölgeyi tekrar Osmanlı Devletinin sınırlarına katarak merkezi Bayezid olan Van beylerbeyliğine bağladı. Tanzimattan sonra Bayezid sancağı olarak Erzurum vilayetine bağlandı. Cumhuriyetin ilanında il merkezi Doğu Bayezid idi. 1926’da Karaköse il merkezi, Doğu Bayezid ise ilçe oldu. 1938’de Karaköse ismi Ağrı olarak değiştirildi.

93 Harbinde (1877-1878) ve Birinci Dünya Harbinde Türkiye-Rusya ve İran arasında bölünmüş olan Ağrı, 1920 Kars, 1921 Moskova ve 1923 İran-Türk antlaşmaları neticesinde bütünüyle yeniden hukuki sahipleri olan Türklerin eline geçti. Ağrı, bin senelik bir Türk toprağıdır.

Fiziki Yapı

Ağrı ili, Kars, Erzurum, Muş, Bitlis, Van ve İran sınırı arasındadır. Ağrı, Türkiye’nin en engebeli illerinden biridir. 1000 m yükseklikten daha aşağı yerler çok azdır. Ortalama yükseklik 1000-1500 metredir. Erzurum-Kars Yaylasını Murat Havzasından ayıran Karasu-Aras’ın doğu ucunda kartal yuvası gibi dik duran Büyük ve Küçük Ağrı Dağları, Ağrı ilinin sembolü gibidir.

Dağlar: Geniş bir yay çizen dağ silsilesinin ucunda Ağrı Dağı (5137 m); Küçük Ağrı (3896 m), Aşağı Dağ (3274 m), Kara Dağ (3243 m), Tizli Dağı (3200 m) bulunur. Ayrıca Tendürek (3343 m), Aladağ (3250 m) ile Süphan Dağı, Kanlı Dağ ve Ziyaret Dağı başlıca dağlardır. Dağların büyük çoğunluğu üç bin metreyi aşar. Ağrı, Türkiye’nin en engebeli, en yüksek ve volkanik bölgelerindendir. Deniz seviyesinden yüksekliği 1640 metredir.

Ovalar: Bu bölge volkanik bir arazidir. Çöküntü neticesinde; Doğu Bayezid, Diyadin ve Eleşkirt ovaları meydana gelmiştir. Murad Vadisi, Karaköse ve Eleşkird Suyu Vadileri başlıca düzlüklerdir. Ağrı; Karasu ve Aras Nehirleri ile Tendürek ve Süphan Dağları ile çevrilidir.

Akarsular: Fırat Irmağının en uzun ve önemli kolu olan Murad Suyunun (Doğu Fırat) kaynakları Aladağ ile Çakmak dağıdır. Bu iki kol Karaköse’nin güneyinde birleşir ve Muş’a girer. Karasu, Aras, Murad suyu, Eleşkirt Çayı, Sarısu ve Balık Çayı başlıca akarsulardır.

Göller: Balık Gölü 25 kilometrekaredir. Şeyh ve Danilkel gölleri, yazın bataklık, kışın göldür.

İklimi ve Bitki Örtüsü

Arazinin volkanik oluşu, yağışların az, ısının çok düşük olması sebebiyle dağlar ve ovalar çıplaktır. Arazinin % 20’si mer’a ve otlak olup % 80’i ekime elverişli değildir. Su kenarlarında, söğüt ve kavak ağaçlarına rastlanır.

Kara ikliminin özelliklerini gösterir. Kışlar çok sert geçer, Türkiye’de en soğuk gün Ağrı’da 13 Ocak 1940’ta -43,2° olmuştur. Yazları sıcaktır, +39,9° olduğu olmuştur. İlk ve sonbahar kısa sürer. Türkiye’nin en soğuk ve en uzun kışı Ağrı’da geçer. Senenin 115-125 günü karla kaplıdır. Yağmur azdır, daha çok kar yağar. Yıllık ortalama yağış, 328-545 mm’dir.

Ekonomi

Tarım: Halkın başlıca geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Tarım ürünleri buğday, arpa ve şeker pancarıdır. Murad Suyu bataklığında pamuk, kendir, pirinç, mısır ve çavdar yetişir. Bataklıklarda kamış fazladır. Su bakımından zengin olduğu halde ancak 23.522 hektar arazi sulanmaktadır. Doğu Bayezid, Patnos ve Tutak ovalarının sulanması için proje çalışmaları yapılmaktadır.

Hayvancılık: Ağrı ilinin en önemli gelir kaynağı hayvan ve hayvan ürünleridir. Koyun yetiştiriciliği başta gelir. Kırsal bölgelerde göçebeler çoğunluktadır. Geniş mer’a ve otlaklarda, yaylalarda koyun, keçi, sığır, manda beslenmektedir.

İlde, ata rağbet azalmıştır. Ağrı dağlarında yabani keçi, boz ve beyaz ayı, sansar, tilki, kurt ve tavşan; Köse Dağında büyük ve bol sayıda yılan vardır. Ağrı Dağında ise engerek yılanı çoktur. Yazın Tendürk Dağında göç eden av hayvanları kışın Ağrı dağının Kozlu bölgesine gelirler. Kozlu bölgesi devamlı güneş gördüğünden burada kar azdır.

Madenler: Ağrı ilinde asbest, kükürt, ponzataşı, tuz, maden suyu, sıcak su kaplıcaları, çimento taşı, kireç, tuğla ve kiremit hammaddesi ve Eleşkirt’te Linyit yatakları vardır. Ayrıca az mikdarda mermer yataklarına da rastlanmaktadır.

Sanayi: Yeni yeni gelişmektedir. Başlıca sanayii, 1984 yılında faaliyete geçen şeker fabrikası, Doğu Bayezid Yem Fabrikası, Ağrı Tuğla Fabrikası, Et-Balık Kurumu Kombinası, Peynir-Tereyağ Fabrikası, Un Fabrikası, halı-kilim ve hızar atölyeleridir.

Tiftik işi başlık, eldiven ve atkıları ile meşhurdur. Geometrik desenlerle süslü kilim, halı ve heybeler en çok Doğu Bayezid, Karaköse ve Tahiki köyünde yapılır ve çok meşhurdur. Diyadin hidroelektrik santralı ile Patnos ve Şekerovası barajları için ön çalışmalar yapılmaktadır.

Ulaşım: En önemli ulaşım yolu, Trabzon-Erzurum-Tebriz yoludur. Ağrı, İran transit yolu üzerindedir. Asya’ya açılan bir kapıdır. Gürbulak sınır kapısı ile İran’a girilir.

İkinci derece yolları, Doğu Bayezid-Iğdır-Kars yolu ile Ağrı-Patnos-Van ve Muş yollarıdır. Kışın bazı yerlerde ulaşım kızaklarla yapılır.

Nüfus ve Sosyal Hayat

Ağrı ilinin toplam nüfusu 1990 sayımına göre 437.093 olup, bunun 158.758'i şehirlerde, 278.335'i köylerde yaşamaktadır. Yüzölçümü 11.376 kilometrekare olup, kilometrekareye 38 kişi düşer. Nüfusun temelini 93 Harbi denen (1877-1878) Osmanlı-Rus Harbinde Kars’tan göç edenlerle, Rusya’dan göç eden “Karapapaklar” ve İran’dan göç eden “Azeri Türkleri” teşkil eder.

Eğitim: İlde, 30 anaokulu, 663 ilkokul, 4 bölge yatılı okulu, 8 lise, 26 ortaokul, 7 Mesleki ve teknik ortaokulu, 4 Endüstri meslek lisesi, 4 İmam hatip lisesi, 1 Spor meslek lisesi, bir kız meslek lisesi, bir ticaret lisesi vardır. Ağrı, Hamur, Patnos ve Eleşkirt’te birer kütüphane bulunmaktadır. Okuma-yazma oranı % 60’tır.

Örf ve adetleri: Erkek ve kızları oldukça genç yaşta evlenirler. Erkek evlenme arzusunu sofrada çanak veya bardak kırarak belirtir. Düğünler çok gösterişli ve şaşaalı olur. Kız isteme, nişan, sini dönmesi, çeyiz açma, kına gecesi, düğün ve nikah muhakkak mahalli örf ve adetlere göre yapılır.

Kendine has zengin bir folklöre sahiptir. Oyunlar, davul ve zurna eşliğinde oynanır. Türküleri dokunaklı, içli ve ağırdır. Davul, zurnadan başka ney, tulum, dilli kaval, dilsiz kaval, el defi ve bağlama kullanılır. Halay ve bar oyunu meşhurdur. Ayrıca üçayak, çimeni çiçek, meyriko, gelin gel barı, hassiko, papbure, köylü kızı, basso, laççi, papuri, atabarı ve Ağrı sallaması belli başlı oyunlarıdır.

Abdigör, bölgenin en meşhur yemeğidir.

İlçeleri

Ağrı'nın biri merkez olmak üzere 8 ilçesi vardır.

Merkez: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 103.797 olup, 58.038'i ilçe merkezinde, 45.759'u köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 50, Cumaçay bucağına bağlı 24, Muratlı bucağına bağlı 24 köyü vardır. Yüzölçümü 1481 km2 olup, nüfus yoğunluğu 70'tir.

İlçe toprakları genelde dağlıktır. Başlıca akarsuları Taşlıçay ve Murat nehridir. Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. En çok küçük baş hayvan beslenir. Tarıma elverişli arazi çok azdır.

İlçe merkezi Erzurum-İran transit yolu ile Kağızman-Cumaçay-Kars yollarının kesiştiği noktada Taşlıçay ile Körçay arasında kurulmuştur. İl merkezi olmasına rağmen gelişmemiştir. Osmanlı Devleti zamanında Doğu Bayezid sancağına bağlı ilçe olup, ismi Karaköse idi. 1926'da Karaköse il merkezi oldu. 1938'de Karaköse ismi Ağrı olarak değiştirildi.

Diyadin: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 38.413 olup, 9.569'u ilçe merkezinde, 28.844'ü köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 54 köyü vardır. Yüzölçümü 1274 km2 olup, nüfus yoğunluğu 30'dur.

İlçe toprakları genelde dağlıktır. Güneyinde Aladağ, kuzeyinde Arı dağı yer alır. Bu iki dağ arası yüksek platolarla kaplıdır. Başlıca akarsuları Murat ırmağı ve kollarıdır. Bir çöküntü ovası olan Diyadin Ovası çok verimlidir.

Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. En çok yaylacılık yöntemiyle küçükbaş hayvan beslenir. Ovada şekerpancarı ve tahıl yetiştirilir. İlçe topraklarında kükürt yatakları vardır.

İlçe merkezi Murat Irmağı kıyısında kurulmuştur. İl merkezine 67 km mesafededir. Gürbulak sınır kapısına giden Ağrı-Doğubayezid karayolu ilçenin 10 km kuzeyinden geçer. İlçe belediyesi 1904'te kurulmuştur.

Doğu Bayezid: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 89.171 olup, 35.213'ü ilçe merkezinde, 53.958'i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 69, Suluçam bucağına bağlı 16 köyü vardır. Yüzölçümü 2383 km2 olup, nüfus yoğunluğu 37'dir.

İlçe toprakları dağlıktır. Kuzeybatısında Aras Güneyi Dağları, güneybatısında Aladağ yer alır. Türkiye'nin en yüksek göllerinden olan Balık Göl (2241 m) ilçe topraklarında yer alır. Bu gölden doğan Balık Çayı ilçe topraklarını sular. Dağların eteklerinde yaylalar vardır.

Ekonomisi tarıma dayalıdır. Sulanabilen arazide tahıl ve şekerpancarı yetiştirilir. Hayvancılık ekonomide önemli yer tutar. En çok koyun ve sığır beslenir. İlçe, İran'a yapılan canlı hayvan ticaretinin merkezidir. Yün, yapağı, deri, yağ ve peynir başlıca hayvan ürünleridir.

İlçe merkezi Küçük Ağrı Dağının 15 km güneybatısında Doğubayezid Ovasında kurulmuştur. Trabzon-İran transit yolu ilçeden geçer. İl merkezine 95 km mesafededir. Belediyesi 1893'de kurulmuştur.

Eleşkirt: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 41.748 olup, 9871'i ilçe merkezinde, 31.877'si köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 61, Tahir bucağına bağlı 8 köyü vardır. Yüzölçümü 1559 km2 olup, nüfus yoğunluğu 27'dir.

İlçe toprakları dağlıktır. Batı ve kuzeyi Aras Güneyi Dağlarıyla çevrilidir. İlçenin büyük bölümünü Eleşkirt-Karaköse-Diyadin Çukurunda yer alan Eleşkirt Ovası kaplar. İlçe topraklarını Murat Irmağının kolları olan dereler sular.

Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. Yaylacılık yöntemiyle en çok koyun beslenir. Arıcılık gelişmiştir. Canlı hayvan ticareti ve süt üretimi önemlidir. Tarım Eleşkirt ovasında yapılır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, şekerpancarı, patatestir. Halı ve kilim dokumacılığı gelişmiştir.

İlçe merkezi, Trabzon-Ağrı karayolu üzerindedir. İl merkezine 35 km mesafededir. Belediyesi 1923'te kurulmuştur.

Hamur: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 22.344 olup, 3154'ü ilçe merkezinde, 19.190'ı köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 45 köyü vardır. Yüzölçümü 898 km2 olup, nüfus yoğunluğu 25'tir.

İlçe toprakları genelde dağlıktır. Güneyinde Aladağ, doğusunda Kandil Dağı, kuzeyinde Eleşkirt-Karaköse Ovasının devamı olan bir düzlük yer alır. Dağlardan kaynaklanan sular, ovayı suladıktan sonra Murat Irmağına katılır.

Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday ve arpa olup, ayrıca az miktarda patates, soğan ve şekerpancarı yetiştirilir. Dağlık kesimlerde hayvancılık yapılır. En çok koyun ve sığır beslenir.

İlçe merkezi Erzurum-Ağrı-Van karayolu üzerindedir. İl merkezine 12 km mesafededir. İl merkezine yakın olması yüzünden gelişmemiştir. İlçe belediyesi 1958'de kurulmuştur.

Patnos: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 85.698 olup, 33.759'u ilçe merkezinde, 51.939'u köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 36, Dedeli bucağına bağlı 16, Doğansu bucağına bağlı 9, Sarısu bucağına bağlı 22 köyü vardır. Yüzölçümü 1421 km2 olup, nüfus yoğunluğu 60'tır.

İlçe toprakları dağlıktır. Kuzeydoğusunda Aladağ, güneyinde Süphan Dağı, batısında Top Dağı yer alır. Bazı bölümlerinde Aladağ ve Süphan Dağından çıkan lavlardan meydana gelen platolar vardır. Dağlardan kaynaklanan dereler, ilçe sınırları dışında Murat Irmağına katılır.

Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, şekerpancarı ve patates olup, ayrıca az miktarda soğan, kayısı ve elma yetiştirilir. Hayvancılık ekonomide önemli yer tutar. Hayvancılığa bağlı olarak peynir üretimi yaygındır.

İlçe merkezi, Muş, Bitlis ve Van'ı Ağrı'ya bağlayan karayolu üzerindedir. Askeri birliğin olması, ilçenin gelişmesini sağlamıştır. İl merkezine 78 km mesafededir. İlçe belediyesi 1936'da kurulmuştur.

Taşlıçay: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 21.976 olup, 4555'i ilçe merkezinde, 17.421'i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 36 köyü vardır. Yüzölçümü 798 km2 olup, nüfus yoğunluğu 28'dir.

İlçe toprakları 2000 metreden yüksek dağlık araziden meydana gelir. Kuzeyinde Perli Dağı, güneyinde Aladağ, güneybatısında Kandil Dağı yer alır. Dağların ortasında dalgalı düzlükler vardır. Dağlardan kaynaklanan suları Murat Irmağı ve başlangıç kolları toplar.

Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri şekerpancarı, buğday, patates ve arpa olup, ayrıca az miktarda sebze ve meyve yetiştirilir. Yaylacılık metoduyla çok sayıda küçükbaş hayvan beslenir. Yün, kıl, tereyağ ve peynir elde edilen başlıca hayvansal ürünlerdir.

İlçe merkezi Murat Irmağı vadisinde kurulmuştur. Eski ismi Aşağıtaşlıçay'dır. Gelişmemiş ve küçük bir yerleşim merkezi olan ilçeden Ağrı-Doğubayezit karayolu geçer. İl merkezine 32 km mesafededir. İlçe belediyesi 1954'te kurulmuştur.

Tutak: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 33.946 olup, 4599'u ilçe merkezinde, 29.347'si köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 81 köyü vardır. Yüzölçümü 1562 km2 olup, nüfus yoğunluğu 22'dir.

İlçe toprakları 1800-2000 metre yükseklikte dalgalı düzlüklerden meydana gelir. Kuzeyinde Çakmak Dağı yer alır. İlçe topraklarından doğan sular, Murat Irmağına karışır. Bitki örtüsü step görünümünde olup, orman yönünden fakirdir.

Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. İklim şartlarının uygun olmaması yüzünden değişik tarım ürünü alınmaz. Başlıca tarım ürünleri buğday ve arpa olup, ayrıca az miktar nohut, mercimek, kavun ve karpuz yetiştirilir. Hayvancılık gelişmiş olup, en çok koyun ve sığır beslenir. Geleneksel olarak Arab atı yetiştiriciliği yapılır.

İlçe merkezi Murat ırmağı kıyısında kurulmuştur. Doğusundan Ağrı'yı Patnos üzerinden Bitlis ve Van'a bağlayan karayolu geçer. İl merkezine 40 km mesafededir.

Tarihi Eserler ve Turistik Yerleri

Ağrı değişik medeniyetlere merkez olmuş bir ilimizdir. Bu yüzden tarihi ve turistik zenginliklere sahiptir. Bunlardan bazıları şunlardır:

İshak Paşa Sarayı: Ağrı ilinin Ağrı Dağından sonra en çok ilgi çeken yeri İshak Paşa Sarayıdır. Bu saray Doğu Bayezid’in 5 km kadar uzağında eski Doğu Bayezid yanında Sarp kayalar üzerinde kurulmuş ve kartal yuvasını andıran 116 odalı bir saraydır. İçinde cami, hamam, atlar için ahırlar, su ve erzak depoları vardır.

Türk, Osmanlı ve Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerinden biridir. Sarayda Selçuklu üslubu hakimdir. Dünyada kalorifer, su ve kanalizasyon teşkilatı olan ilk binadır. Bu sarayın yapılmasını 1685’te Doğu Bayezid Sancak Beyi Çolak Abdi Paşa başlatmış, oğlu Çıldır Valisi İshak Paşa ve onun oğlu Mehmed Paşa tarafından 1784’te bitirilmiştir. 7600 metrekarelik bir sahada yapılan bu sarayın inşaatı 99 sene sürmüştür.

Ruslar, Doğu Bayezid’i işgal ettiklerinde burasını karargah ve kışla olarak kullanmış ve kıymetli eşyalarını çalmışlardır. 13x6.5  metre ebadında som altından yapılan kapısı Moskova müzesindedir. Ayrıca binanın mühim yerlerini kasten tahrip etmişlerdir. Saray son senelerde yapılan tamirat ile tamamen yıkılmaktan kurtulmuştur.

Doğu Bayezid Kalesi: On dördüncü asırda yapılmıştır. Kayalıklar üzerindedir. Timur Han’ın zorlukla ele geçirdiği bir kaledir. Bugün tamamen harabe halindedir. Doğu Bayezid’in 8 km güneydoğusundadır.

Kan Kalesi: Tutak’ın 20 km güneydoğusunda bulunan Kalekulu köyü yakınlarındadır. Ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Bugün sadece temelleri kalmıştır.

Toprakkale: Eleşkirt ilçesine bağlı, Toprakkale köyündedir. Yıkık durumda olan kalenin ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Önünde bulunan cami, 1887’de yaptırılmıştır.

Küpkıran Kalesi: İl merkezine 20 km uzaklıktadır. Hanebegül Kalesi diye de bilinir. Yıkık durumdadır.

Havran Kalesi: Hamur yakınlarında olup, Selçuklu Devleti’nin son devirlerinde inşa edilmiştir. Yıkık durumdadır.

Diyadin Kalesi: Diyadin ilçesindedir. Kaleden günümüze çok az şey kalmıştır.

Ahmed Han Türbesi: İshak Paşanın katibi olan ve “Hani Baba” olarak tanınan bir İslam büyüğünün kabridir. Bu türbenin yanında Evlad-ı Resul’e ait bir çok seyyid ve seyyidenin türbe ve kabirleri vardır. Seyyid Abdurrahim bin Abdullah Arvasi, Seyyid Muhammed Emin, Seyyid Şeyh Baba (Seyyid Abdülaziz), Seyyid İbrahim, Seyyid Muhammed, Seyyid Fehim, Seyyid Resul, Seyyide Hatice ve Seyyide Çiçek en çok ziyaret edilen kabirlerdendir. Aşağı Doğu Bayezid’in ise Seyyid Abdülkadir ve Seyyide Hanım türbeleri ziyaret edilen yerleridir.

Halidi Mabedi: Patnos’ta Anzavur tepede Halidi Mabedi isimli harabeler vardır.

Kaya Mezarları: Taşlıçay civarında kayalar içinde bulunan mezarlardır.

Yeraltı Kilisesi: Tutak’ın 20 km uzağındadır.

Meteor Çukuru: 90 sene önce düşen bir akanyıldızın (meteor) açtığı çukurdur. Derinliği 60, genişliği 25 metredir. Büyüklük bakımından Alaska’dan sonra dünyanın ikinci büyük meteor çukurudur. Doğu Bayezid’in Gürbulak bucağı ile Sarıçavuş köyü arasındadır.

Fışkıran Su: Doğu Bayezid yakınındadır. Yerden 12 m yüksekliğe su fışkırır.

Balık Gölü: Doğu Bayezid’in sinek yaylasında 2241 metre yükseklikte bir göldür. Yüzölçümü 25 kilometrekaredir. Alabalık ve sazan balığı boldur. Taşlıçay’a 40 kilometredir. Sandalla gezilir.

Ekşi Su: Doğu Bayezid’deki bu su hazmı kolaylaştırır. Müshil etkisi yapar. Kızıldere köyündeki Ekşi sudan başka Murad Su İçmeleri de sağlığa faydalıdır.

Diyadin Kaplıcaları: Yılanlı Davud, Köprü ve Tazekent kaplıcaları (çermikleri) binlerce seneden beri kullanılmaktadır. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan’ın oğlu Ziyaeddin Bey bu kaplıcaların civarında ilk tesisleri kurmuştur.

Köprü kaplıcasının tortuları Murat Nehri üzerinde tabii bir köprü meydana getirdiği için bu isim verilmiştir. Demir, kükürt, sülfat, kalsiyum ve bikarbonat bakımından zengin olan bu kaplıcalar, romatizma, cilt hastalıkları ile nefrite iyi gelir. Suyun sıcaklığı 60-70 derecedir.

Diğer eserler: Meya (Günbuldu) Mağaraları, Karlıca, Kız Kulesi, Havran Kalesi, Eski Kümbetler ve Patnos Höyüğünde Urartu Sarayı kalıntıları vardır.

Efsaneler: Bir kültür köprüsü olan Ağrı ile ilgili pek çok efsane vardır. Tarihin derinliklerinden bugünlere uzanan masallara, hikayelere ve şiirlere konu olan “Kerem ile Aslı”nın birbirini görüp aşık olmaları, Doğu Bayezid ile İshak Paşa Sarayı arasındaki “Keşiş Bahçesi”nde cerayan etmiştir. “Aslı”ya kavuşamayan “Kerem” çektiği bir “Ah” ile tutuşup kül olur. Bu külün başında günlerce bekleyen “Aslı” da külü saçı ile süpürürken tutuşup yanar külleri birbirine karışır.

Nuh Tufanı: Hazret-i Nuh’un gemisi Ağrı Dağına değil, Cudi Dağına inmiştir: Nuh Tufanı, başta Kur’an-ı kerim olmak üzere diğer mukaddes kitaplarda ve eski destanlarda yer almıştır. Kur’an-ı kerimin Hud suresi, Kamer suresi ve Mü’minun suresi “Nuh Tufanı” ile ilgili teferruatlı bilgileri haber vermektedir.

Yahudi din adamlarınca değişikliğe uğratılan “Tevrat”da hazret-i Nuh’un gemisinin Ağrı Dağına (Ararat dağına) indiği ifade edilir. Hak kitap ve hiç bir değişikliğe uğramıyacağı Allahü teala tarafından buyrulan Kur’an-ı kerimin Hud suresinin 44. ayetinde hazret-i Nuh’un gemisinin “Cudi Dağı”na indiği açıkça beyan edilmektedir. Bu açık ifadeye rağmen Nuh aleyhisselamın gemisinin başka yere indiğini söylemek bu ayet-i kerimeye uygun olmamaktadır. Cudi Dağının yeri ihtilaflıdır. Musul, El- Cezire, Şam, Nusaybin ve Amid (Diyarbakır) diyenler olmuştur. Ağrı Dağı diyenler olmadığı gibi, delil de yoktur. Ağrı Dağında hazret-i Nuh’un gemisini arama çalışmalarının altında başka gizli gayeler vardır. Hıristiyan emperyalizmi ve dış Ermenilerin kötü niyetleri gizlidir. Nitekim hazret-i İsa Allahü teala tarafından gökler alemine alındığından 6 sene sonra ahlak, fazilet, namus ve iffet timsali annesi hazret-i Meryem Kudüs’te vefat etti. Mübarek kabri Kudüs’te olduğu ve bu husus İslam kaynaklarında (eserlerinde) açıkça belirtildiği halde, Anadolu’yu bir Hıristiyan ülkesi olarak göstermek isteyen Hıristiyan emperyalizmi, bir kadının rüyasına dayanarak, Efes’i dini bir merkez haline getirmiştir. Efes ile hazret-i Meryem arasında bir bağ olmadığı gibi, Ağrı Dağı ile Nuh Tufanı'ndan kurtulan gemi arasında da hiçbir ilgi yoktur. Nuh Tufanından; Sümerlerin “Gılgamış Destanı”ndan, Amerika’daki Hopi Kızılderililerinin destanlarına kadar bütün eski destanlar da bahseder.

Eski Türkler, hazret-i Nuh’un gemisinin Altay Dağlarında, Uludağ’da, Hindular Veda’larda (dini kitaplarında) Himalayalarda, eski Yunanlılar Parnas’ta, Asuriler Nizir Dağında, Hıristiyan ve Yahudiler Ağrı Dağında olduğunu iddia ederler. Araplar, Ağrı Dağına “Haris”; Küçük Ağrı Dağına “Hırvayris” derlerdi.

AĞRI_

Alm. Schmerz (m), Fr. Douleur, İng. Pain. İnsana ızdırap ve hoşnutsuzluk veren bir his.

Ağrı, vücudun herhangı bir yerindeki iltihabi bir reaksiyon veya kesilme, ezilme, iç organlardaki gerilmeler, barsak ve idrar yolları gibi düz adaleden yapılan organların kasılmasına sebeb olan iltihabi olmayan tahriplerle ortaya çıkar.

Uzun zaman, ağrı hissinin ayrı bir his olmadığı, derideki diğer his alıcılarındaki aşırı bir uyarılmanın neticesi olduğu zannedilmişti. Deriye fazla basınç yapıldığı veya 45 dereceden fazla sıcakla muamele edildiği takdirde ağrı hissinin ortaya çıktığı ileri sürülmüştü. Bunun sonucu olarak soğuk, sıcak ve basınç ağrılarından bahsedilmişti. Günümüzde bu görüşün doğru olmadığını ispatlayan bir çok zıt görüş vardır. Tecrübi olarak basınç ve temas alıcıları aşırı olarak uyarıldıklarında, ağrı hissi alınmamaktadır. Diğer hislerden ayrı olarak, ağrı hissi için özelleşmiş bir alıcı şimdiye kadar gösterilememiştir. Ağrı hissi, deride geniş bir ağ yapan çıplak sinir uçları tarafından alınır. Sinir lifleri, birbirleri ile sık bir ağ yaptıklarından ve birbirlerinin bölgelerine girdiğinden bir sinir lifinin ölmesi ile o bölgenin duyusu tamamen kaybolmaz. Parmak uçları ve dudakda sinir dallanması fazla olmadığından, ağrı hisseden noktalar daha kolay tesbit edilebilir.

Üç çeşit ağrı biliniyor: 1) Yüzeysel (sathi) ağrı, 2) Derin ağrı (kemik, kas, kiriş, eklemlerin ağrısı), 3) İç organların ağrısı (visceral ağrı).

Bunlardan ilk ikisine somatik ağrı da denmektedir.

Ağrı duyusunu alan sinir uçları, fiziki, mekanik ve kimyevi te’sirler ile uyarılabilirler. Çeşitli uyarılarla uyandırılan ağrının niteliği farklı olup, ayrı sinir lifleri tarafından iletilir. Mesela tırnak altı sıcak bir iğne ile uyarılınca önce ani batıcı bir ağrı duyulur. Bir kaç saniye sonra hissedilen ağrı ise yakıcı niteliktedir. Bunlardan başka bir de kas, kiriş, eklem ve bazı iç organların kimyevi ve mekanik uyarılmalarıyla ortaya çıkan, yüzeysel ağrıya göre yeri daha güç tesbit edilebilen, künt bir ağrı daha vardır. İç organları kesmek veya basmakla ağrı duyulmaz. Ancak buraları germek, organa gelen kan mikdarını azaltmak, kimyevi uyaranlarla uyarmak suretiyle bu tip ağrı (künt ağrı) meydana gelebilir. Kaslar, karaciğer, akciğer, kalb gibi organlarda ancak bahsettiğimiz gibi künt bir ağrı uyandırılabilmesine karşılık, bunları çevreleyen zarlarda aynen midenin yüzeyi gibi ağrı uyaranlarıyla ağrı husule getirilebilir. Ağrı hissi organizmayı zararlı etkilerden korumakla görevlidir. Bu sebeple ağrı alıcılarının en yaygın olduğu yer deri yüzeyidir.

Mide-oniki parmak barsağı ülserlerinde duyulan açlık ağrılarının sebebi ise, yaralı bölgede bulunan açık sinir uçlarının tuz asidi (HCl) etkisinde tahriş olarak uyarılmasındandır. Ağrılar, yüzeysel, derin ve iç organ ağrıları diye sınıflandırılmıştı. Bunlara ilaveten bir de psikolojik ağrılar vardır. Psikolojik ağrıların sebebi, kas gerginliğinin devamlı artmasıdır. Ağrı; sırtta, belde, karında hatta herhangi bir yerde olabilir. Bu hastalar “Her yanım ağrıyor” cümlesi ile şikayetlerine başlarlar. Bazan kas gerginliğinde bir artma bile olmadan ağrı duyulduğu gözlenir. Psikolojik ağrılarda ağrı hastanın hayalindedir. Vücudunda ağrı meydana getirecek hiçbir bozukluk yoktur. Hiçbir hastalığı bulunmadığını söylemek bir şeyi halletmez. Bu hastalarda ağrı kesen ilaçlar da çoğunlukla tesirsizdir.

Ağrılar kişiden kişiye de değişiklik gösterir. Aynı ağrılı olay, değişik kişilerde ayrı şiddette ağrıya sebeb olur (Ağrı eşiği). Dikkati başka yere çekmek bazan en şiddetli ağrıları bile unutturabilir. Hipnozla şiddetli kolikler bile geçirilebilmektedir. (Kolik; idrar yolu, barsak gibi adalesi düz kastan yapılı organların kasılmasında ortaya çıkan ve sancı da denilen çok şiddetli ağrılardır.)

Ağrının üç önemli karakteri vardır:

1) Ağrı ortaya çıktığı doku veya noktadan daha geniş bir alana yayılabilir. Mesela kalb ağrısı, çene, sol omuz, kol ve ele; bel ağrısı ise, bacak arkasına yayılabilir.

2) Ağrı ilgili olduğu organdan tamamen farklı bir yerde duyulabilir. Mesela safra kesesine bağlı ağrı sağ omuzda duyulabilir. Bacağı kesilen, kopan birinin sanki ayağı varmış gibi parmakları ağrıyabilir.

3) Ağrı eşiği (ağrıyı fark etme seviyesi) kişiden kişiye değişiklik arz eder. Aynı cins ve aynı derecede bir uyarana karşı etkilenme derecesi farklıdır. Ağrı eşiğinin alçalması-yükselmesi ile ağrının sebeb ve derecesi arasındaki ilgi mutlak değildir. Bazı ilaçlar, akupunktur, sıcak tatbikatı, anestezikler gibi fiziki tesirlerle, inanç, heyecan, kesif ilgi kendine güven, doktora itimat gibi psikolojik faktörler ağrı eşiğini yükseltir. Buna mukabil hastalık, açlık gibi mukavemeti düşüren haller, korku yorgunluk, endişe, uykusuzluk, üzüntü ve sıkıntı gibi psikolojik faktörler ise, ağrı eşiğinin düşmesine sebep olurlar.

AĞRI DAĞI

Türkiye, İran ve Ermenistan sınırlarının kesiştiği noktada yer alan sönmüş volkanik bir dağ. Koyu renkli sert lav ve yanardağ kütlesinden meydana gelmiş bir dağdır. Merkezi bir lav püskürmesi neticesinde yükselmiş olup, Alp-Himalaya volkanik kuşağı üzerinde bulunmaktadır.

Kuzey ve doğu etekleri Aras Irmağının geniş alüvyon ovasından, güneybatı etekleri ise denizden 1500 m yükseklikte olan bir ovadan yükselir. Batısında bulunan alçak bir geçit, Ağrı Dağını Torosların doğu ucundan ayırır. Dağın birbirine 11,2 km uzaklıkta iki doruğu vardır. 5165 metre ile Türkiye’nin en yüksek dağıdır. Kar sınırı mevsime göre değişiklik gösterirse de, 4000 metrenin üstü devamlı karla kaplıdır. Doruğa yakın yerde 10 kilometrelik alanı kaplayan Türkiye’nin en büyük buzulu yer alır.

Ağrı Dağının 1500-3500 m arasında kalan kısmı geniş otlaklar ve ardıçlarla kaplıdır. Büyük bir bölümü ağaçsızdır. Su kaynağı yönünden oldukça fakirdir. Çok yağış almasına rağmen çatlaklar ve audezitik yapı, suyu hemen çeker. Sıcak yaz günlerinde, dağın yamaçları çöl halini alır.

AĞUSTOSBÖCEĞİ (Cicada plebeja)

Alm. Zikade (f), Fr. Cicade, İng. Cicada. Familyası: Ağustosböceğigiller (Cicadidae). Yaşadığı yerler: Sıcak bölgelerde özellikle Akdeniz ve Ege bölgesinin bağlık, zeytinlik alanlarında. Özellikleri : 3-5 cm boyunda tombul yapılı böcekler. Yalnız erkekleri öter. Ömrü: Türkiye’dekiler 4 yıl, Amerika’daki bir çeşidi ise 17 yıl yaşar. Hayatlarının çoğu toprak altında “nimfa” halinde geçer. Erginler, yaz mevsiminde eşleştikten sonra ölür. Çeşitleri: Çok çeşitleri olup, her türün kendine has ötüşü vardır.

Homojen kanatlılar (Hemoptera) takımından Cicadidae familyasına bağlı böcekler. Yaz mevsiminin tiz sesli çalgıcısı ağustosböceği görülmese de sesinden tanınır. Yaz günlerini çalgı çalmakla geçirip, kışın karıncadan yiyecek dilenme hikayesini hemen hemen herkes işitmiştir. Ağustosböceğinin gerçek hayatını bilenler, bu hikayede onun haksızlığa uğradığını anlarlar. Çünkü; ergin ağustosböcekleri yaz sonuna doğru çiftleştikten sonra ölürler. Bu yüzden yiyecek biriktirmek gibi bir endişeleri yoktur.

Dişi ağustosböceği, uzantılı yumurtlama borusuyla yumurtalarını ağaçların genç sürgün yarıklarının içine bırakır. Bunlardan altı hafta sonra “nimfa” adı verilen ve erginlere benzemeyen yavrular çıkar. Danaburnuna benzeyen bu yavrular, kazıcı ön ayaklarıyla toprağı kazarak altına gizlenirler. Toprak altında galeriler kazarak ağaç köklerini bulur ve öz suyu emerek beslenirler. Yıllarca toprak altında kaldıktan sonra erginleşmek için topraktan çıkar, ağaç gövdelerine tırmanırlar. Amerika’da yaşayan bir türün (Tibicana septendecium) nimfaları 17 yıl sonra topraktan çıkar. Türkiye’de yaşayanlar ise 4 yıl toprak altında kalırlar. Ağaç gövdesine tırmanan nimfalar kısa bir süre sonra sırtlarındaki çatlaktan örtülerini terk ederek iki çift kanatlı olarak çıkarlar. Kısa zamanda 3-5 cm boyuna ulaşarak erginleşirler. Başlarında iri iki petek gözden başka alınlarında üç tane de küçük nokta göz vardır. Antenleri kısa ve sert kıl gibidir. Ön kanatları, arka kanatlardan daha uzun yapılıdır. Çoğu arka bacaklarının yardımıyla sıçrayarak hızla havalanırlar. Gündüzleri yaprak aralarında gizlenirler. Hortumlarını ağaç filizlerine batırıp özlerini içerler. Özellikle söğüt sürgünlerinin özsuyunu emerler.

Erkek ağustosböceklerinin karınlarının altı sağlı sollu gergin bir zarla örtülüdür. Bunlar bir çift ses çıkarma organıdır. Kas yardımıyla bu zarları titreterek ses çıkarırlar. Dişilerinde ses çıkarma organı yoktur. Eş aramak için öten erkeklerin çıkardıkları bu ses çoğu zaman hayatlarına mal olur. Sesi duyan serçe ve diğer kuşlar, sesin geldiği noktaya hızla inerek ağustosböceğinin kanatlarını koparıp besili vücutlarını yerler. Amerikan yerlileri de ağustosböceklerini kızartarak yerler.

Ağustosböceklerinin memleketimizdeki en önemli zararlı türü Asma ağustosböceği (Hloropsalta viridissima)dir. Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bağlara çok önemli zararlar verirler. Çok çeşitleri olup, her türün kendine has bir ötüşü vardır.

Eğer mini mini ağustosböceğinin boyu, insanların ses çıkarmak için kullandığı araçlar kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesaplara göre, çıkaracağı sesle camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı.

AHALİ MÜBADELESİ

Alm. Bevälkerungsaustausch, Fr. Exchange de papulation, İng. Exchange of population. 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması gereğince Türkiye'deki Rumlarla, Yunanistan'daki Türklerin büyük bölümünün karşılıklı değiştirilmesi.

Osmanlı Devletinin son zamanlarında meydana gelen Kırım, Doksanüç ve Balkan harplerinden sonra Anadolu'ya Kırım'dan, Kafkaslardan ve Balkanlardan pekçok Müslüman-Türk nüfus göç etti. Öte yandan Tanzimattan sonra gayri müslim tebeaya ve azınlıklara verilen imtiyazlar, özellikle Rumların ekonomik bakımdan güçlenmesi neticesini ortaya çıkardı. Bu sebeple Yunanistan'dan Anadolu'ya göç oldu. Rumlar özellikle İstanbul'da, Batı Anadolu'da, Trakya'da veKaradeniz kıyılarında yerleştiler. Ekseriyeti şehirlerde oturan ticaret ve sanatla meşgul olan Rumlar, dış ticarette ve imalat sanayiinde önemli yer tuttular. 1919 senesinde Batı Anadolu'daki imalathanelerin % 73'ü Rumların elindeydi.

Osmanlı Devletinin parçalanması, yeni devletlerin kurulması, kurulan devletlerin Müslüman-Türklere zulüm ve işkenceler yapmaları neticesinde Rumeli'den Türkiye'ye büyük göçler oldu. bu göçler 1911-12 Balkan Savaşları sonrasında hızlandı. 140 bini Yunanistan'dan olmak üzere 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye geldi. 1919'da Batı Anadolu'daki Yunan işgalinden sonra yerli Rum ahali Yunan ordusuyla işbirliği yaptı. Yunan ordusunun yenilerek geri çekilmesi Rumların da büyük zarar görmesine, bir kısmının Yunanistan'a kaçmasına sebep oldu.

Lozan'da Yunanistan'daki Müslüman-Türk ahali ile Türkiye'deki Rum ahalinin karşılıklı mübadelesi yani değiştirilmesi konusu da ele alındı. 30 Ocak 1923'te imzalanan antlaşmaya göre; Batı Trakya'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumlar dışında kalan bütün Türk ve Rum nüfus değiştirilecekti. Mübadele edilen ahali bir daha geri dönemeyecek, taşınır mallarını yanlarında götürebilecekler, taşınmazlarını ise karma komisyon denitiminde altın değerine göre tasfiye edebilecekti. Antlaşmanın uygulanması için iki ülkeden dörder, Milletler Cemiyeti Kurulunun seçtiği üç üyeden meydana gelen bir komisyon teşkil edildi. Komisyon ekim 1923'te çalışmaya başladı. Birinci yıl bir miktar ahali mübadele edildi. Fakat İstanbul'daki Rumların tesbiti hususunda anlaşmazlık çıktı. Yunanistan hileli yollara başvurarak, İstanbul'da oturan Rumların doğum yerleri ve İstanbul'a yerleştikleri tarih ne olursa olsun mübadele dışı bırakılmasını istedi. Türkiye ise bunların Türkiye kanunlarına göre tesbit edilmesini istedi.

Milletlerarası Adalet Divanı, Türkiye'nin görüşüne yakın bir karar aldıysa da Yunanistan bu karara uymadı. Batı Trakya'daki Müslüman-Türk ahalinin mallarına andlaşmalara aykırı olarak el koydu. Bu malları Rum göçmenlere dağıttı. Buna karşılık Türkiye de İstanbul'daki Rumların mallarına el koydu. İki ülke arasında bir müddet gergin bir hava hakim oldu. 1926 senesinde yapılan bir antlaşmayla el konan taşınmazlar meselesi çözümlendi.

Ahali mübadelesi 1923'ten 1927'ye kadar sürdü. Türkiye'de bu gayeyle mübadele, İmar ve İskan Vekaleti (Bakanlığı) kuruldu. Mübadele neticesinde 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye gelirken 1 milyonu aşkın Rum Yunanistan'a gitti. Mübadele sırasında giden Rumların yüzde sekseni Anadolu'dan yüzde yirmisi ise Trakya'dandı. 1927 senesine gelindiğinde İstanbul'da yaşayan 110.000 Rum kaldı. 1930 senesinde "İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi" adıyla Yunanistan'la imzalanan antlaşmayla Türk tebeası bile olmayan Rumlara, Türkiye'de aynen Türk vatandaşları gibi haklar tanındı. Antlaşmada "Mütekabiliyet" yani iki tarafın da bu hakları karşılıklı olarak kullanılması hükmü yer aldı. Türkiye'deki Rumlar bu hakları fazlasıyla kullandılar. Hatta Türkiye'de ticari hayatın köprü başlarını Rumlar tuttu. Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin takip ettiği tavizci dış politika sebebiyle, Türklerin Yunanistan'da aynı hakları kullanması bir tarafa, ellerindeki hakları antlaşmalara rağmen alındı. Yunanistan Batı Trakya Türklerine rahat zulmedebilmek için, Türklerin yaşadıkları bölgeyi birinci derecede askeri yasak bölge ilan etti.

Güneydoğu Rodoplarda bulunan Pomak Türklerine, Hıristiyanlaştırarak eritme siyaseti tatbik edildi. Pomaklara kesif bir surette kendilerinin aslen Türk olmadıkları telkini yapıldı. Pomaklar arasında Türkçe konuşmak yasak edildi. Diğer bölgelerde yaşayan Türkler arasında milli şuura hizmet eden gazeteler kapatıldı. Gazeteciler çeşitli bahanelerle hapsedilerek kendilerine işkence yapıldı. Cami, çeşme, mektep gibi dini ve hayri eserlerin yapılmasına müsade edilmediği gibi, eskilerin tamir edilmesine de binbir güçlük çıkartıldı. Bu yüzden o güzelim eserler zamanla harabe hale geldi. Sık sık imar planları değiştirilerek, açılacak yollara Türk-İslam eserleri isabet edecek şekilde çizildi. Türklerin elinde bulunan topraklar, toprak reformu bahanesiyle istimlak edilerek ellerinden alındı ve istimlak bedelleri ödenmedi. Türk-İslam mezarlıkları aynı şekilde istimlak edilerek ortadan kaldırıldı. Yerlerine de gazino ve sinema gibi eğlence yerleri yapıldı. Türk sözünü kullanmak yasak edilerek, suni bir surette Türk ve İslam ayırımı yapıldı. Böylece Müslüman Türkler arasına ikilik sokulmaya çalışıldı. Mahalli idarelere seçilmiş bulunan Türkler, Yunan emellerine hizmet etmedikleri takdirde, bunlara işten el çektirildi. Türklere memuriyet hakkı verilmediği gibi, Türklerden alış veriş yapılmasına çeşitli yollarla mani olundu. Türklerin tahsil imkanları çeşitli yollardan engellendi ve bu suretle onlar arasından münevver insanların yetişmesi engellendi. El altından ve çeşitli yollarla Batı Türklerinin Türkiye'ye göç etmeleri telkin edildi. Bu suretle Türk nüfusunun azalmasına azami gayret sarf edildi. Türkiye'de ise azınlık durumunda olan Rumlara karşı yumuşak bir politika izlendi.

Konuştukları dillere göre yapılan son nüfus sayımında (1965) Türkiye'de Rumca konuşan 48.000 kişinin olduğu ve 80.000 Rum-Ortodoks olduğu tesbit edilmiştir. Bu sayının sonraki yıllarda biraz daha azaldığı tahmin edilmektedir. Yunanistan'da ise yaklaşık 150.000 Türk bulunmaktadır.

AHAR

Kağıdın yazı yazmaya çok elverişli olması için, üzerine sürülen madde. Ahar kelimesi, yemek yemek manasında kuvvet ifade ettiği gibi, kağıdın sağlam ve kullanışlı hale getirilmesi için bu maddenin sürülmesi sebebiyle de aynı isim kullanılmıştır. Bu işe de kağıdı aharlamak, aharlanan kağıda da aharlı kağıt denilmiştir.

Ahar; nişasta, şap ve yumurta akı maddelerinden yapılır. Elde edilen bu sulu madde kağıt üzerine sürülür veya kağıt bu maddeye batırılır. Böylece kağıt parlak görünür. Kaba, pürüzlü ve kalemin yürümesine müsait olmayan kağıtlar, aharlanmak suretiyle yazı yazmaya son derece müsait hale getirilir. Eskiden bilhassa hat san’atında kullanılan kağıtlar aharlanırdı. Kağıdın aharlanmasında şu faideler elde edilir:

1) Kağıt cilalanmış olur.

2) Aharlanan kağıt üzerine mürekkeble yazılan yazıyı birkaç defa silip yeniden yazmak mümkün olur ve aharlı olduğu için kağıt yıpranmaz.

3) Aharlı kağıt üzerinde kalemin kayması gayet kolay olur.

4) Mürekkep de kolay ve kıvamında akar, kağıda tam siner.

5) Aharlı kağıt üzerine yazı kolay yazılır ve yazının keskinliğini sağlamak kolay olur.

6) Aharlı bir kağıt üzerine yazılan yazı hiç bozulmadan ve solmadan asırlarca muhafaza edilebilir.

Aharın pekçok çeşidi olup, bunlardan en basitinin yapılış şekli; pirinç unu ve nişasta suda ezilip kaynatılır. Elde edilen sıvı, bir sünger ile yazı kağıdı üzerine sürülür. Sonra yumurta akı şapla karıştırılarak bu da kağıdın üstüne sürülür. Kurutularak parlak bir kağıt elde edilir.

Diğer yapılış usullerinden bazıları da şöyledir: Beyaz şap, havanda dövülür ve su içinde eritilerek ateşte iyice kaynatılır. Elde edilen sıvı, bir kab içine dökülerek sıcak iken içine aharlanacak kağıt batırılıp çıkarılır ve bir yere serilerek gölgede kurutulur. Sonra bir mikdar su kaynatılır ve ayrıca bir çanak içinde bir avuç mikdarı nişasta ezilerek suya dökülür ve devamlı karıştırılarak nişasta kokusu kalmayıncaya kadar kaynatılır. Sonra bir teneke kab içine boşaltılıp, önceden şaplanıp kurutulmuş kağıtlar bu suya batırılır ve gölgede kurutulur. Bundan sonra da mühre vurularak yani cilalı bir taş veya madeni kağıt üzerine sürerek parlatılır. Bu ahar ne kadar beklerse o kadar iyi olur. Hatta bir kaç sene duran aharlı kağıtlar yazı yazmaya daha müsaid olurlar.

Daha çeşitli yapılış usulleri olan aharın yapılış usullerinin hepsinde esas madde nişasta, yumurta akı ve tutkaldır. Kalemin aharlı kağıt üzerinde kaymasına “kalemgir” denir. Kağıtları buna elverişli yapmak için aharladıktan sonra üstüne başka sıvılar da sürülür. Bu sıvılara “tıla” denir. Kağıdın güzel kokması için misk veya gül suyu gibi güzel kokular katılır. Böylece kağıt çok nefis kokar. Aharlı kağıtlara gül kırmızısı, gül pembesi, kanarya sarısı, filizi ve açık mavi renkler de verilirdi.

Hat sanatında yazının çeşidine göre kağıda sürülen aharın cinsi değişirdi. Kur’an-ı kerim yazmak için hazırlanan kağıtların her iki tarafı da aharın en incesi ile aharlanırdı. Levha, meşk ve buna benzer yazılar için kullanılan ve sadece tek tarafına yazı yazılacak olan kağıtların aharları bir kaç kat olmak üzere kalın sürülürdü. Bu kağıtlar üzerinde tashih gerekince kağıt bozulmadan yapılabilirdi. Talik yazı için kullanılacak kağıtlara sürülen ahar tabakası çok kalın olurdu. Talik yazı için ahar yapanlar kendilerine mahsus soğuk damga yapmışlardı ve hazırladıkları hususi kağıtları bu damga ile damgalarlardı.

AHDE VEFA

Alm. Pacta sunt servanda, Fr. Pacta sunt servanda, İng. Pacta sunt servanta.  Devletlerin katıldıkları milletlerarası antlaşmalara uyma mecburiyetinde olduklarını ifade eden hukuk kuralı. Bu antlaşmaya Latincede “Pacta Sunt Servanda” adı verilir. İç hukukta olduğu gibi devletler hukukunda devletleri bağlayıcı ortak bir müeyyide bulunmadığı için, devletler hukukunda, pozitif hukukun kaynağı olarak bu kaideyi kabul edenler vardır.

Bu kurala karşı bir diğer kural daha vardır ki, buna da Latince’de “Rebus Sic Stantibus” denir. Bu kural ise, antlaşma imzasındaki şartların sonradan değişmesi sonucu antlaşmanın da hükümsüz olması veya değiştirilmesi anlamındadır.

Ahd; iki tarafın sözleşmesi demektir. Bir taraf söz verirse vad olur. Buna göre ahde vefa, verdiği sözü yerine getirmek olur ki, bu, İslam hukukunda dini bir emirdir. Kur’an-ı kerimde İsra suresinin otuz dördüncü ayetinde mealen; “Ahdi yerine getirin. Ahdi bozanlar sorumludur.” buyrulmaktadır.

Herhangi bir konuda verilen sözün yerine getirilmesi güzel bir huydur. Sözünde durmak insanın şerefini artıran iyi huyların başında gelir. Verdiği sözünde durmamak da çok çirkin bir hareket olup, Müslümanlara yakışmayan en kötü bir davranıştır. Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerinde; “Gadr eden (ahdini bozan) kimse, kıyamet günü kötü şekilde cezasını görecektir.” ve “Münafıklık alameti üçtür; yalan söylemek, vadini yerine getirmemek, emanete hıyanet etmek.” buyurarak ahde vefanın önemini bildirmiştir.

AHDİ

Osmanlı tezkirecisi ve şairi, hattat. Aslen Bağdatlı olup, doğum tarihi belli değildir. Babasının adı Şemseddin’dir. Şemsi mahlası ile şiirler yazmıştır. Öğrenimini memleketinde tamamlayan Ahdi, Hüsrev adlı bir arkadaşı ile seyahate çıkmış, pekçok memleket gezmiş, devrin şairlerini görüp tanımış, arkadaşının yolculuk esnasında ölmesine rağmen, gezisini sürdürerek sonunda İstanbul’a ulaşmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a gelen Ahdi, uzun müddet burada kalmış ve payitahtın büyüleyici havası içinde dolaşmıştır. Bu zaman zarfında ilim erbabı ve şairlerle tanışmış, toplantılara katılarak bilgi ve görgüsünü arttırmış, İstanbul’un güzelliklerini görmüştür. Bütün bunlar onun tezkiresi için temel teşkil edecek bilgileri hazırlamasına ve şairleri yakından görmesine sebeb olmuştur. Ayrıca İstanbul'un güzelliklerine alim ve şairlerin çokluğuna şahid olmuş bunlara eserinde övgü ile geniş yer vermiştir. Ahdi’nin İstanbul’daki mühim kazançlarından biri de Şehzade Selim’le yakınlık kurmasıdır. Bu yakınlık sayesinde onun yardımlarını görüp toplantılarına katılmıştır. Ahdi’nin seyahatı on yılın üstündedir. Daha sonra Bağdat’a dönen şair, hayatının sonunu memleketinde geçirmiş ve 1593 yılında vefat etmiştir.

Şiirleri ile de şöhret bulan Ahdi’nin divan teşkil edecek kadar şiirinin bulunduğunu Sadıki, Mecma'ül-Havas adlı tezkiresinde  kaydetmektedir.

Manzumelerine çeşitli şiir mecmualarında rastlanmaktadır. Bağdatlı Ruhi’nin takdirini kazanan Ahdi, şiirlerinde Mehdi mahlasını kullanmıştır. Sülalece şiirle meşgul olan ailesinden başta babası, amcası ve kardeşleri olmak üzere tezkiresinde yer verdiği şairler bulunmaktadır. Asıl ününü Ahdi Tezkiresi diye anılan Gülşen-i Şuara’sı ile yapmıştır. Latifi Tezkiresi’ne zeyl yani ek gibi görülen ve üç ravza (bölüm) olarak ilk şeklini 1564 (H. 971) yılında alan Gülşen-i Şuara, Şehzade Selim’e sunulmuştur. Ahdi, ömrünün sonuna kadar boş durmamış, tezkirenin ilk şeklinde otuz yıla yakın zaman içinde, eserine eklemeler yapmış ve kendi çevresinde yetişen şairlere de yer vermiştir. Ahdi, başlangıçta üç ravza (bölüm) olarak ele aldığı Gülşen-i Şuara’yı dört ravzaya çıkarmıştır.

Tezkirenin birinci ravzasında devrin padişahına; başta Şehzade Selim olmak üzere öteki şehzade ve devlet büyüklerine yer verilmiştir. Bu kısımdaki şair sayısı on sekizi bulmaktadır. İkinci ravza, Kanuni devrinde şiir yazan yirmi beş ilim adamına ayrılmıştır. Bunların başında İbn-i Kemal gelmekte ve Derviş Çelebi ile son bulmaktadır. Tezkireye sonradan eklenen üçüncü ravza, Kanuni devrinin sancak beyleri ile defterdar efendilerine ayrılmıştır. Dördüncü ravzada 318 şaire yer verilmiştir. Ahdi bu şairlerden bir kısmı ile bizzat tanışıp, görüşmüştür. Bir kısmını da Sehi ve Latifi tezkirelerinden faydalanarak yazmıştır. Tezkirenin içindeki şairlerin toplamı 384'ü bulmaktadır, bunlardan 102 adedini sonradan eklemiştir.

Ahdi tezkiresinin en mühim tarafı, Bağdat civarında yetişen şairlerden haber vermesidir. Bunların çoğu diğer tezkirelerde bulunmamaktadır. Dili ağırdır. Bu ağırlık ele aldığı şairlerin mensub olduğu sınıflara göre değişiklik gösterir. Bilhassa devlet büyükleri ile tanınmış şairlerden bahsederken süslü sanatlı ifadelere yer verir. On beş yazması ile Gülşen-i Şuara edebiyat tarihimiz için mühim bir kaynak teşkil etmektedir. Fakat bu nüshaların bazısı üç ravzaya yer vermektedir. En iyi nüshası Fatih Millet Kütüphanesinde bulunanıdır. AE tarih 757 numaradaki bu nüsha, dört ravzalı olup, 377 şairi ihtiva etmektedir.