Doğu
Anadolu'da yer alan, tarih, efsane ve folklor diyarı bir ilimiz. Tarihi ve
tabii zenginlikleri çok olan ve adı efsanelere, masallara karışan ve
Türkiye'nin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı bu vilayetimizdedir.
Yüksek
Doğu Anadolu yaylalarının bir parçası olan bu bölge, tarih boyunca göç ve
istila yollarının üzerinde yer almıştır. Türkiye'nin tepesi veya
"dam"ı olan Ağrı, aynı zamanda kışı en şiddetli geçen illerden
birisidir.
Van,
Bitlis, Muş, Erzurum, Kars illeri ile çevrilidir. 39°05' ve 40°17' kuzey
enlemleri ile, 42°20' ve 44°30' doğu boylamları arasında yer alır. Trafik kod
numarası (04)'tür.
İsminin
Menşei
Ağrı ilinin ismi,
Ağrı Dağından gelir. Bu bölgeye yerleşen Selçuklu Türkleri “Ararat Dağı”na
“Eğri Dağ” ismini verdiler. Selçuk ve Osmanlı Türkleri, yerleştikleri her
bölgeye Türkçe isimler verirlerdi. Sonradan gelen Türk boyları Eğri Dağa “Ağır
Dağ” ismini takmışlardır. Zamanla Ağır Dağ, halk arasında “Ağrı Dağı” olarak
benimsenmiştir.
Tarihi
Ağrı’nın
bilinen tarihi M.Ö. 15. asra dayanır. M.Ö. 15. asırda, Hurri Mitana Krallığı bu
bölgede bulunuyordu. Hititler ve Urartulardan sonra, Kafkasya’dan atlı göçebe
olarak gelen Kimmenler M.Ö. 8. asırda bu bölgeye yerleştiler. M.Ö. 7. asırda
Sakalar, 6. asırda Persler, 4. asırda Makedonya Kralı İskender, M.S. 6. asırda
Hazer Türkleri, M.S. 642’de Müslüman Araplar, İlhanlılar, Karakoyunlular,
Akkoyunlular, İranlı Türk Safevilerin eline geçmiş, Celaleddin-i Harzemşah ve
Moğolların istilasına uğramış, zaman zaman da, Bizans ve Persler arasında el
değiştirmiştir. 1515’te Ağrı, Yavuz Sultan Selim Han Çaldıran’da Şah İsmail’i
yenince, Osmanlılara geçmiştir. Yavuz Sultan Selim’in tayin ettiği Tuğ Beyinin
çocukları halen bu bölgede “Tugan”, “Doğan” ve “Toğanoğlu” soyadı ile
anılmaktadır.
Yavuz,
Sultan Selim’in İstanbul’a dönüşünden bir müddet sonra İranlı Safeviler
burasını geri almışlar, 1578’de Kanuni Sultan Süleyman Han bu bölgeyi tekrar
Osmanlı Devletinin sınırlarına katarak merkezi Bayezid olan Van beylerbeyliğine
bağladı. Tanzimattan sonra Bayezid sancağı olarak Erzurum vilayetine bağlandı.
Cumhuriyetin ilanında il merkezi Doğu Bayezid idi. 1926’da Karaköse il merkezi,
Doğu Bayezid ise ilçe oldu. 1938’de Karaköse ismi Ağrı olarak değiştirildi.
93
Harbinde (1877-1878) ve Birinci Dünya Harbinde Türkiye-Rusya ve İran arasında
bölünmüş olan Ağrı, 1920 Kars, 1921 Moskova ve 1923 İran-Türk antlaşmaları
neticesinde bütünüyle yeniden hukuki sahipleri olan Türklerin eline geçti.
Ağrı, bin senelik bir Türk toprağıdır.
Fiziki
Yapı
Ağrı ili, Kars,
Erzurum, Muş, Bitlis, Van ve İran sınırı arasındadır. Ağrı, Türkiye’nin en
engebeli illerinden biridir. 1000 m yükseklikten daha aşağı yerler çok azdır.
Ortalama yükseklik 1000-1500 metredir. Erzurum-Kars Yaylasını Murat Havzasından
ayıran Karasu-Aras’ın doğu ucunda kartal yuvası gibi dik duran Büyük ve Küçük
Ağrı Dağları, Ağrı ilinin sembolü gibidir.
Dağlar: Geniş bir yay
çizen dağ silsilesinin ucunda Ağrı Dağı (5137 m); Küçük Ağrı (3896 m), Aşağı
Dağ (3274 m), Kara Dağ (3243 m), Tizli Dağı (3200 m) bulunur. Ayrıca Tendürek
(3343 m), Aladağ (3250 m) ile Süphan Dağı, Kanlı Dağ ve Ziyaret Dağı başlıca
dağlardır. Dağların büyük çoğunluğu üç bin metreyi aşar. Ağrı, Türkiye’nin en
engebeli, en yüksek ve volkanik bölgelerindendir. Deniz seviyesinden yüksekliği
1640 metredir.
Ovalar: Bu bölge volkanik
bir arazidir. Çöküntü neticesinde; Doğu Bayezid, Diyadin ve Eleşkirt ovaları
meydana gelmiştir. Murad Vadisi, Karaköse ve Eleşkird Suyu Vadileri başlıca
düzlüklerdir. Ağrı; Karasu ve Aras Nehirleri ile Tendürek ve Süphan Dağları ile
çevrilidir.
Akarsular: Fırat Irmağının en
uzun ve önemli kolu olan Murad Suyunun (Doğu Fırat) kaynakları Aladağ ile
Çakmak dağıdır. Bu iki kol Karaköse’nin güneyinde birleşir ve Muş’a girer.
Karasu, Aras, Murad suyu, Eleşkirt Çayı, Sarısu ve Balık Çayı başlıca
akarsulardır.
Göller: Balık Gölü 25
kilometrekaredir. Şeyh ve Danilkel gölleri, yazın bataklık, kışın göldür.
İklimi
ve Bitki Örtüsü
Arazinin
volkanik oluşu, yağışların az, ısının çok düşük olması sebebiyle dağlar ve
ovalar çıplaktır. Arazinin % 20’si mer’a ve otlak olup % 80’i ekime elverişli
değildir. Su kenarlarında, söğüt ve kavak ağaçlarına rastlanır.
Kara
ikliminin özelliklerini gösterir. Kışlar çok sert geçer, Türkiye’de en soğuk
gün Ağrı’da 13 Ocak 1940’ta -43,2° olmuştur. Yazları sıcaktır, +39,9° olduğu
olmuştur. İlk ve sonbahar kısa sürer. Türkiye’nin en soğuk ve en uzun kışı
Ağrı’da geçer. Senenin 115-125 günü karla kaplıdır. Yağmur azdır, daha çok kar
yağar. Yıllık ortalama yağış, 328-545 mm’dir.
Ekonomi
Tarım: Halkın
başlıca geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Tarım ürünleri buğday, arpa ve
şeker pancarıdır. Murad Suyu bataklığında pamuk, kendir, pirinç, mısır ve
çavdar yetişir. Bataklıklarda kamış fazladır. Su bakımından zengin olduğu halde
ancak 23.522 hektar arazi sulanmaktadır. Doğu Bayezid, Patnos ve Tutak
ovalarının sulanması için proje çalışmaları yapılmaktadır.
Hayvancılık: Ağrı ilinin en
önemli gelir kaynağı hayvan ve hayvan ürünleridir. Koyun yetiştiriciliği başta
gelir. Kırsal bölgelerde göçebeler çoğunluktadır. Geniş mer’a ve otlaklarda,
yaylalarda koyun, keçi, sığır, manda beslenmektedir.
İlde, ata rağbet
azalmıştır. Ağrı dağlarında yabani keçi, boz ve beyaz ayı, sansar, tilki, kurt
ve tavşan; Köse Dağında büyük ve bol sayıda yılan vardır. Ağrı Dağında ise
engerek yılanı çoktur. Yazın Tendürk Dağında göç eden av hayvanları kışın Ağrı
dağının Kozlu bölgesine gelirler. Kozlu bölgesi devamlı güneş gördüğünden
burada kar azdır.
Madenler: Ağrı ilinde
asbest, kükürt, ponzataşı, tuz, maden suyu, sıcak su kaplıcaları, çimento taşı,
kireç, tuğla ve kiremit hammaddesi ve Eleşkirt’te Linyit yatakları vardır.
Ayrıca az mikdarda mermer yataklarına da rastlanmaktadır.
Sanayi: Yeni yeni
gelişmektedir. Başlıca sanayii, 1984 yılında faaliyete geçen şeker fabrikası,
Doğu Bayezid Yem Fabrikası, Ağrı Tuğla Fabrikası, Et-Balık Kurumu Kombinası,
Peynir-Tereyağ Fabrikası, Un Fabrikası, halı-kilim ve hızar atölyeleridir.
Tiftik işi başlık,
eldiven ve atkıları ile meşhurdur. Geometrik desenlerle süslü kilim, halı ve
heybeler en çok Doğu Bayezid, Karaköse ve Tahiki köyünde yapılır ve çok
meşhurdur. Diyadin hidroelektrik santralı ile Patnos ve Şekerovası barajları
için ön çalışmalar yapılmaktadır.
Ulaşım: En önemli ulaşım
yolu, Trabzon-Erzurum-Tebriz yoludur. Ağrı, İran transit yolu üzerindedir.
Asya’ya açılan bir kapıdır. Gürbulak sınır kapısı ile İran’a girilir.
İkinci derece
yolları, Doğu Bayezid-Iğdır-Kars yolu ile Ağrı-Patnos-Van ve Muş yollarıdır.
Kışın bazı yerlerde ulaşım kızaklarla yapılır.
Nüfus ve
Sosyal Hayat
Ağrı ilinin toplam
nüfusu 1990 sayımına göre 437.093 olup, bunun 158.758'i şehirlerde, 278.335'i
köylerde yaşamaktadır. Yüzölçümü 11.376 kilometrekare olup, kilometrekareye 38
kişi düşer. Nüfusun temelini 93 Harbi denen (1877-1878) Osmanlı-Rus Harbinde
Kars’tan göç edenlerle, Rusya’dan göç eden “Karapapaklar” ve İran’dan göç eden
“Azeri Türkleri” teşkil eder.
Eğitim: İlde, 30
anaokulu, 663 ilkokul, 4 bölge yatılı okulu, 8 lise, 26 ortaokul, 7 Mesleki ve
teknik ortaokulu, 4 Endüstri meslek lisesi, 4 İmam hatip lisesi, 1 Spor meslek
lisesi, bir kız meslek lisesi, bir ticaret lisesi vardır. Ağrı, Hamur, Patnos
ve Eleşkirt’te birer kütüphane bulunmaktadır. Okuma-yazma oranı % 60’tır.
Örf ve adetleri: Erkek ve kızları
oldukça genç yaşta evlenirler. Erkek evlenme arzusunu sofrada çanak veya bardak
kırarak belirtir. Düğünler çok gösterişli ve şaşaalı olur. Kız isteme, nişan,
sini dönmesi, çeyiz açma, kına gecesi, düğün ve nikah muhakkak mahalli örf ve
adetlere göre yapılır.
Kendine
has zengin bir folklöre sahiptir. Oyunlar, davul ve zurna eşliğinde oynanır.
Türküleri dokunaklı, içli ve ağırdır. Davul, zurnadan başka ney, tulum, dilli
kaval, dilsiz kaval, el defi ve bağlama kullanılır. Halay ve bar oyunu
meşhurdur. Ayrıca üçayak, çimeni çiçek, meyriko, gelin gel barı, hassiko,
papbure, köylü kızı, basso, laççi, papuri, atabarı ve Ağrı sallaması belli
başlı oyunlarıdır.
Abdigör,
bölgenin en meşhur yemeğidir.
İlçeleri
Ağrı'nın biri
merkez olmak üzere 8 ilçesi vardır.
Merkez: 1990 sayımına göre toplam nüfusu
103.797 olup, 58.038'i ilçe merkezinde, 45.759'u köylerde yaşamaktadır. Merkez
bucağa bağlı 50, Cumaçay bucağına bağlı 24, Muratlı bucağına bağlı 24 köyü
vardır. Yüzölçümü 1481 km2 olup, nüfus yoğunluğu 70'tir.
İlçe
toprakları genelde dağlıktır. Başlıca akarsuları Taşlıçay ve Murat nehridir.
Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. En çok küçük baş hayvan beslenir. Tarıma
elverişli arazi çok azdır.
İlçe
merkezi Erzurum-İran transit yolu ile Kağızman-Cumaçay-Kars yollarının
kesiştiği noktada Taşlıçay ile Körçay arasında kurulmuştur. İl merkezi olmasına
rağmen gelişmemiştir. Osmanlı Devleti zamanında Doğu Bayezid sancağına bağlı
ilçe olup, ismi Karaköse idi. 1926'da Karaköse il merkezi oldu. 1938'de
Karaköse ismi Ağrı olarak değiştirildi.
Diyadin: 1990 sayımına göre toplam nüfusu
38.413 olup, 9.569'u ilçe merkezinde, 28.844'ü köylerde yaşamaktadır. Merkez
bucağa bağlı 54 köyü vardır. Yüzölçümü 1274 km2 olup, nüfus yoğunluğu 30'dur.
İlçe
toprakları genelde dağlıktır. Güneyinde Aladağ, kuzeyinde Arı dağı yer alır. Bu
iki dağ arası yüksek platolarla kaplıdır. Başlıca akarsuları Murat ırmağı ve
kollarıdır. Bir çöküntü ovası olan Diyadin Ovası çok verimlidir.
Ekonomisi
hayvancılığa dayalıdır. En çok yaylacılık yöntemiyle küçükbaş hayvan beslenir.
Ovada şekerpancarı ve tahıl yetiştirilir. İlçe topraklarında kükürt yatakları
vardır.
İlçe
merkezi Murat Irmağı kıyısında kurulmuştur. İl merkezine 67 km mesafededir.
Gürbulak sınır kapısına giden Ağrı-Doğubayezid karayolu ilçenin 10 km
kuzeyinden geçer. İlçe belediyesi 1904'te kurulmuştur.
Doğu
Bayezid: 1990 sayımına göre
toplam nüfusu 89.171 olup, 35.213'ü ilçe merkezinde, 53.958'i köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 69, Suluçam bucağına bağlı 16 köyü vardır.
Yüzölçümü 2383 km2 olup, nüfus yoğunluğu 37'dir.
İlçe
toprakları dağlıktır. Kuzeybatısında Aras Güneyi Dağları, güneybatısında Aladağ
yer alır. Türkiye'nin en yüksek göllerinden olan Balık Göl (2241 m) ilçe
topraklarında yer alır. Bu gölden doğan Balık Çayı ilçe topraklarını sular.
Dağların eteklerinde yaylalar vardır.
Ekonomisi
tarıma dayalıdır. Sulanabilen arazide tahıl ve şekerpancarı yetiştirilir.
Hayvancılık ekonomide önemli yer tutar. En çok koyun ve sığır beslenir. İlçe,
İran'a yapılan canlı hayvan ticaretinin merkezidir. Yün, yapağı, deri, yağ ve
peynir başlıca hayvan ürünleridir.
İlçe
merkezi Küçük Ağrı Dağının 15 km güneybatısında Doğubayezid Ovasında
kurulmuştur. Trabzon-İran transit yolu ilçeden geçer. İl merkezine 95 km
mesafededir. Belediyesi 1893'de kurulmuştur.
Eleşkirt: 1990 sayımına göre toplam nüfusu
41.748 olup, 9871'i ilçe merkezinde, 31.877'si köylerde yaşamaktadır. Merkez
bucağa bağlı 61, Tahir bucağına bağlı 8 köyü vardır. Yüzölçümü 1559 km2 olup,
nüfus yoğunluğu 27'dir.
İlçe
toprakları dağlıktır. Batı ve kuzeyi Aras Güneyi Dağlarıyla çevrilidir. İlçenin
büyük bölümünü Eleşkirt-Karaköse-Diyadin Çukurunda yer alan Eleşkirt Ovası
kaplar. İlçe topraklarını Murat Irmağının kolları olan dereler sular.
Ekonomisi
hayvancılığa dayalıdır. Yaylacılık yöntemiyle en çok koyun beslenir. Arıcılık
gelişmiştir. Canlı hayvan ticareti ve süt üretimi önemlidir. Tarım Eleşkirt
ovasında yapılır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, şekerpancarı,
patatestir. Halı ve kilim dokumacılığı gelişmiştir.
İlçe
merkezi, Trabzon-Ağrı karayolu üzerindedir. İl merkezine 35 km mesafededir.
Belediyesi 1923'te kurulmuştur.
Hamur: 1990 sayımına göre toplam nüfusu
22.344 olup, 3154'ü ilçe merkezinde, 19.190'ı köylerde yaşamaktadır. Merkez
bucağa bağlı 45 köyü vardır. Yüzölçümü 898 km2 olup, nüfus yoğunluğu 25'tir.
İlçe
toprakları genelde dağlıktır. Güneyinde Aladağ, doğusunda Kandil Dağı,
kuzeyinde Eleşkirt-Karaköse Ovasının devamı olan bir düzlük yer alır. Dağlardan
kaynaklanan sular, ovayı suladıktan sonra Murat Irmağına katılır.
Ekonomisi
tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday ve arpa olup,
ayrıca az miktarda patates, soğan ve şekerpancarı yetiştirilir. Dağlık
kesimlerde hayvancılık yapılır. En çok koyun ve sığır beslenir.
İlçe
merkezi Erzurum-Ağrı-Van karayolu üzerindedir. İl merkezine 12 km mesafededir.
İl merkezine yakın olması yüzünden gelişmemiştir. İlçe belediyesi 1958'de
kurulmuştur.
Patnos: 1990 sayımına göre toplam nüfusu
85.698 olup, 33.759'u ilçe merkezinde, 51.939'u köylerde yaşamaktadır. Merkez
bucağa bağlı 36, Dedeli bucağına bağlı 16, Doğansu bucağına bağlı 9, Sarısu
bucağına bağlı 22 köyü vardır. Yüzölçümü 1421 km2 olup, nüfus yoğunluğu 60'tır.
İlçe
toprakları dağlıktır. Kuzeydoğusunda Aladağ, güneyinde Süphan Dağı, batısında
Top Dağı yer alır. Bazı bölümlerinde Aladağ ve Süphan Dağından çıkan lavlardan
meydana gelen platolar vardır. Dağlardan kaynaklanan dereler, ilçe sınırları
dışında Murat Irmağına katılır.
Ekonomisi
tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, şekerpancarı ve patates
olup, ayrıca az miktarda soğan, kayısı ve elma yetiştirilir. Hayvancılık
ekonomide önemli yer tutar. Hayvancılığa bağlı olarak peynir üretimi yaygındır.
İlçe
merkezi, Muş, Bitlis ve Van'ı Ağrı'ya bağlayan karayolu üzerindedir. Askeri
birliğin olması, ilçenin gelişmesini sağlamıştır. İl merkezine 78 km
mesafededir. İlçe belediyesi 1936'da kurulmuştur.
Taşlıçay: 1990 sayımına göre toplam nüfusu
21.976 olup, 4555'i ilçe merkezinde, 17.421'i köylerde yaşamaktadır. Merkez
bucağa bağlı 36 köyü vardır. Yüzölçümü 798 km2 olup, nüfus yoğunluğu 28'dir.
İlçe
toprakları 2000 metreden yüksek dağlık araziden meydana gelir. Kuzeyinde Perli
Dağı, güneyinde Aladağ, güneybatısında Kandil Dağı yer alır. Dağların ortasında
dalgalı düzlükler vardır. Dağlardan kaynaklanan suları Murat Irmağı ve
başlangıç kolları toplar.
Ekonomisi
tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri şekerpancarı, buğday,
patates ve arpa olup, ayrıca az miktarda sebze ve meyve yetiştirilir.
Yaylacılık metoduyla çok sayıda küçükbaş hayvan beslenir. Yün, kıl, tereyağ ve
peynir elde edilen başlıca hayvansal ürünlerdir.
İlçe
merkezi Murat Irmağı vadisinde kurulmuştur. Eski ismi Aşağıtaşlıçay'dır.
Gelişmemiş ve küçük bir yerleşim merkezi olan ilçeden Ağrı-Doğubayezit karayolu
geçer. İl merkezine 32 km mesafededir. İlçe belediyesi 1954'te kurulmuştur.
Tutak: 1990 sayımına göre toplam nüfusu
33.946 olup, 4599'u ilçe merkezinde, 29.347'si köylerde yaşamaktadır. Merkez
bucağa bağlı 81 köyü vardır. Yüzölçümü 1562 km2 olup, nüfus yoğunluğu 22'dir.
İlçe
toprakları 1800-2000 metre yükseklikte dalgalı düzlüklerden meydana gelir.
Kuzeyinde Çakmak Dağı yer alır. İlçe topraklarından doğan sular, Murat Irmağına
karışır. Bitki örtüsü step görünümünde olup, orman yönünden fakirdir.
Ekonomisi
tarım ve hayvancılığa dayalıdır. İklim şartlarının uygun olmaması yüzünden
değişik tarım ürünü alınmaz. Başlıca tarım ürünleri buğday ve arpa olup, ayrıca
az miktar nohut, mercimek, kavun ve karpuz yetiştirilir. Hayvancılık gelişmiş
olup, en çok koyun ve sığır beslenir. Geleneksel olarak Arab atı
yetiştiriciliği yapılır.
İlçe
merkezi Murat ırmağı kıyısında kurulmuştur. Doğusundan Ağrı'yı Patnos üzerinden
Bitlis ve Van'a bağlayan karayolu geçer. İl merkezine 40 km mesafededir.
Tarihi
Eserler ve Turistik Yerleri
Ağrı değişik
medeniyetlere merkez olmuş bir ilimizdir. Bu yüzden tarihi ve turistik
zenginliklere sahiptir. Bunlardan bazıları şunlardır:
İshak Paşa Sarayı: Ağrı ilinin Ağrı
Dağından sonra en çok ilgi çeken yeri İshak Paşa Sarayıdır. Bu saray Doğu
Bayezid’in 5 km kadar uzağında eski Doğu Bayezid yanında Sarp kayalar üzerinde
kurulmuş ve kartal yuvasını andıran 116 odalı bir saraydır. İçinde cami, hamam,
atlar için ahırlar, su ve erzak depoları vardır.
Türk,
Osmanlı ve Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerinden biridir. Sarayda
Selçuklu üslubu hakimdir. Dünyada kalorifer, su ve kanalizasyon teşkilatı olan
ilk binadır. Bu sarayın yapılmasını 1685’te Doğu Bayezid Sancak Beyi Çolak Abdi
Paşa başlatmış, oğlu Çıldır Valisi İshak Paşa ve onun oğlu Mehmed Paşa
tarafından 1784’te bitirilmiştir. 7600 metrekarelik bir sahada yapılan bu
sarayın inşaatı 99 sene sürmüştür.
Ruslar,
Doğu Bayezid’i işgal ettiklerinde burasını karargah ve kışla olarak kullanmış
ve kıymetli eşyalarını çalmışlardır. 13x6.5 metre ebadında som altından
yapılan kapısı Moskova müzesindedir. Ayrıca binanın mühim yerlerini kasten
tahrip etmişlerdir. Saray son senelerde yapılan tamirat ile tamamen yıkılmaktan
kurtulmuştur.
Doğu Bayezid Kalesi: On dördüncü asırda
yapılmıştır. Kayalıklar üzerindedir. Timur Han’ın zorlukla ele geçirdiği bir
kaledir. Bugün tamamen harabe halindedir. Doğu Bayezid’in 8 km
güneydoğusundadır.
Kan Kalesi: Tutak’ın 20 km
güneydoğusunda bulunan Kalekulu köyü yakınlarındadır. Ne zaman ve kimin
tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Bugün sadece temelleri kalmıştır.
Toprakkale: Eleşkirt ilçesine
bağlı, Toprakkale köyündedir. Yıkık durumda olan kalenin ne zaman yapıldığı
bilinmemektedir. Önünde bulunan cami, 1887’de yaptırılmıştır.
Küpkıran Kalesi: İl merkezine 20 km
uzaklıktadır. Hanebegül Kalesi diye de bilinir. Yıkık durumdadır.
Havran Kalesi: Hamur yakınlarında
olup, Selçuklu Devleti’nin son devirlerinde inşa edilmiştir. Yıkık durumdadır.
Diyadin Kalesi: Diyadin
ilçesindedir. Kaleden günümüze çok az şey kalmıştır.
Ahmed Han Türbesi: İshak Paşanın
katibi olan ve “Hani Baba” olarak tanınan bir İslam büyüğünün kabridir. Bu
türbenin yanında Evlad-ı Resul’e ait bir çok seyyid ve seyyidenin türbe ve
kabirleri vardır. Seyyid Abdurrahim bin Abdullah Arvasi, Seyyid Muhammed Emin,
Seyyid Şeyh Baba (Seyyid Abdülaziz), Seyyid İbrahim, Seyyid Muhammed, Seyyid
Fehim, Seyyid Resul, Seyyide Hatice ve Seyyide Çiçek en çok ziyaret edilen
kabirlerdendir. Aşağı Doğu Bayezid’in ise Seyyid Abdülkadir ve Seyyide Hanım
türbeleri ziyaret edilen yerleridir.
Halidi Mabedi: Patnos’ta Anzavur
tepede Halidi Mabedi isimli harabeler vardır.
Kaya Mezarları: Taşlıçay civarında
kayalar içinde bulunan mezarlardır.
Yeraltı Kilisesi: Tutak’ın 20 km
uzağındadır.
Meteor Çukuru: 90 sene önce düşen
bir akanyıldızın (meteor) açtığı çukurdur. Derinliği 60, genişliği 25 metredir.
Büyüklük bakımından Alaska’dan sonra dünyanın ikinci büyük meteor çukurudur.
Doğu Bayezid’in Gürbulak bucağı ile Sarıçavuş köyü arasındadır.
Fışkıran Su: Doğu Bayezid
yakınındadır. Yerden 12 m yüksekliğe su fışkırır.
Balık Gölü: Doğu Bayezid’in
sinek yaylasında 2241 metre yükseklikte bir göldür. Yüzölçümü 25
kilometrekaredir. Alabalık ve sazan balığı boldur. Taşlıçay’a 40 kilometredir.
Sandalla gezilir.
Ekşi Su: Doğu Bayezid’deki
bu su hazmı kolaylaştırır. Müshil etkisi yapar. Kızıldere köyündeki Ekşi sudan
başka Murad Su İçmeleri de sağlığa faydalıdır.
Diyadin Kaplıcaları: Yılanlı Davud,
Köprü ve Tazekent kaplıcaları (çermikleri) binlerce seneden beri
kullanılmaktadır. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan’ın oğlu Ziyaeddin Bey bu
kaplıcaların civarında ilk tesisleri kurmuştur.
Köprü kaplıcasının
tortuları Murat Nehri üzerinde tabii bir köprü meydana getirdiği için bu isim
verilmiştir. Demir, kükürt, sülfat, kalsiyum ve bikarbonat bakımından zengin
olan bu kaplıcalar, romatizma, cilt hastalıkları ile nefrite iyi gelir. Suyun
sıcaklığı 60-70 derecedir.
Diğer eserler: Meya (Günbuldu)
Mağaraları, Karlıca, Kız Kulesi, Havran Kalesi, Eski Kümbetler ve Patnos
Höyüğünde Urartu Sarayı kalıntıları vardır.
Efsaneler: Bir kültür köprüsü
olan Ağrı ile ilgili pek çok efsane vardır. Tarihin derinliklerinden bugünlere
uzanan masallara, hikayelere ve şiirlere konu olan “Kerem ile Aslı”nın
birbirini görüp aşık olmaları, Doğu Bayezid ile İshak Paşa Sarayı arasındaki
“Keşiş Bahçesi”nde cerayan etmiştir. “Aslı”ya kavuşamayan “Kerem” çektiği bir
“Ah” ile tutuşup kül olur. Bu külün başında günlerce bekleyen “Aslı” da külü
saçı ile süpürürken tutuşup yanar külleri birbirine karışır.
Nuh Tufanı: Hazret-i Nuh’un
gemisi Ağrı Dağına değil, Cudi Dağına inmiştir: Nuh Tufanı, başta Kur’an-ı
kerim olmak üzere diğer mukaddes kitaplarda ve eski destanlarda yer almıştır.
Kur’an-ı kerimin Hud suresi, Kamer suresi ve Mü’minun suresi “Nuh Tufanı” ile
ilgili teferruatlı bilgileri haber vermektedir.
Yahudi
din adamlarınca değişikliğe uğratılan “Tevrat”da hazret-i Nuh’un gemisinin Ağrı
Dağına (Ararat dağına) indiği ifade edilir. Hak kitap ve hiç bir değişikliğe
uğramıyacağı Allahü teala tarafından buyrulan Kur’an-ı kerimin Hud suresinin
44. ayetinde hazret-i Nuh’un gemisinin “Cudi Dağı”na indiği açıkça beyan
edilmektedir. Bu açık ifadeye rağmen Nuh aleyhisselamın gemisinin başka yere indiğini
söylemek bu ayet-i kerimeye uygun olmamaktadır. Cudi Dağının yeri ihtilaflıdır.
Musul, El- Cezire, Şam, Nusaybin ve Amid (Diyarbakır) diyenler olmuştur. Ağrı
Dağı diyenler olmadığı gibi, delil de yoktur. Ağrı Dağında hazret-i Nuh’un
gemisini arama çalışmalarının altında başka gizli gayeler vardır. Hıristiyan
emperyalizmi ve dış Ermenilerin kötü niyetleri gizlidir. Nitekim hazret-i İsa
Allahü teala tarafından gökler alemine alındığından 6 sene sonra ahlak,
fazilet, namus ve iffet timsali annesi hazret-i Meryem Kudüs’te vefat etti.
Mübarek kabri Kudüs’te olduğu ve bu husus İslam kaynaklarında (eserlerinde)
açıkça belirtildiği halde, Anadolu’yu bir Hıristiyan ülkesi olarak göstermek
isteyen Hıristiyan emperyalizmi, bir kadının rüyasına dayanarak, Efes’i dini
bir merkez haline getirmiştir. Efes ile hazret-i Meryem arasında bir bağ
olmadığı gibi, Ağrı Dağı ile Nuh Tufanı'ndan kurtulan gemi arasında da hiçbir
ilgi yoktur. Nuh Tufanından; Sümerlerin “Gılgamış Destanı”ndan, Amerika’daki
Hopi Kızılderililerinin destanlarına kadar bütün eski destanlar da bahseder.
Eski
Türkler, hazret-i Nuh’un gemisinin Altay Dağlarında, Uludağ’da, Hindular
Veda’larda (dini kitaplarında) Himalayalarda, eski Yunanlılar Parnas’ta,
Asuriler Nizir Dağında, Hıristiyan ve Yahudiler Ağrı Dağında olduğunu iddia
ederler. Araplar, Ağrı Dağına “Haris”; Küçük Ağrı Dağına “Hırvayris” derlerdi.
Alm. Schmerz (m), Fr. Douleur, İng. Pain. İnsana ızdırap ve hoşnutsuzluk
veren bir his.
Ağrı,
vücudun herhangı bir yerindeki iltihabi bir reaksiyon veya kesilme, ezilme, iç
organlardaki gerilmeler, barsak ve idrar yolları gibi düz adaleden yapılan
organların kasılmasına sebeb olan iltihabi olmayan tahriplerle ortaya çıkar.
Uzun
zaman, ağrı hissinin ayrı bir his olmadığı, derideki diğer his alıcılarındaki
aşırı bir uyarılmanın neticesi olduğu zannedilmişti. Deriye fazla basınç
yapıldığı veya 45 dereceden fazla sıcakla muamele edildiği takdirde ağrı
hissinin ortaya çıktığı ileri sürülmüştü. Bunun sonucu olarak soğuk, sıcak ve
basınç ağrılarından bahsedilmişti. Günümüzde bu görüşün doğru olmadığını
ispatlayan bir çok zıt görüş vardır. Tecrübi olarak basınç ve temas alıcıları
aşırı olarak uyarıldıklarında, ağrı hissi alınmamaktadır. Diğer hislerden ayrı
olarak, ağrı hissi için özelleşmiş bir alıcı şimdiye kadar gösterilememiştir.
Ağrı hissi, deride geniş bir ağ yapan çıplak sinir uçları tarafından alınır.
Sinir lifleri, birbirleri ile sık bir ağ yaptıklarından ve birbirlerinin
bölgelerine girdiğinden bir sinir lifinin ölmesi ile o bölgenin duyusu tamamen
kaybolmaz. Parmak uçları ve dudakda sinir dallanması fazla olmadığından, ağrı
hisseden noktalar daha kolay tesbit edilebilir.
Üç
çeşit ağrı biliniyor: 1) Yüzeysel (sathi) ağrı, 2) Derin ağrı (kemik, kas,
kiriş, eklemlerin ağrısı), 3) İç organların ağrısı (visceral ağrı).
Bunlardan
ilk ikisine somatik ağrı da denmektedir.
Ağrı
duyusunu alan sinir uçları, fiziki, mekanik ve kimyevi te’sirler ile
uyarılabilirler. Çeşitli uyarılarla uyandırılan ağrının niteliği farklı olup,
ayrı sinir lifleri tarafından iletilir. Mesela tırnak altı sıcak bir iğne ile
uyarılınca önce ani batıcı bir ağrı duyulur. Bir kaç saniye sonra hissedilen
ağrı ise yakıcı niteliktedir. Bunlardan başka bir de kas, kiriş, eklem ve bazı
iç organların kimyevi ve mekanik uyarılmalarıyla ortaya çıkan, yüzeysel ağrıya
göre yeri daha güç tesbit edilebilen, künt bir ağrı daha vardır. İç organları
kesmek veya basmakla ağrı duyulmaz. Ancak buraları germek, organa gelen kan
mikdarını azaltmak, kimyevi uyaranlarla uyarmak suretiyle bu tip ağrı (künt ağrı)
meydana gelebilir. Kaslar, karaciğer, akciğer, kalb gibi organlarda ancak
bahsettiğimiz gibi künt bir ağrı uyandırılabilmesine karşılık, bunları
çevreleyen zarlarda aynen midenin yüzeyi gibi ağrı uyaranlarıyla ağrı husule
getirilebilir. Ağrı hissi organizmayı zararlı etkilerden korumakla görevlidir.
Bu sebeple ağrı alıcılarının en yaygın olduğu yer deri yüzeyidir.
Mide-oniki
parmak barsağı ülserlerinde duyulan açlık ağrılarının sebebi ise, yaralı
bölgede bulunan açık sinir uçlarının tuz asidi (HCl) etkisinde tahriş olarak
uyarılmasındandır. Ağrılar, yüzeysel, derin ve iç organ ağrıları diye
sınıflandırılmıştı. Bunlara ilaveten bir de psikolojik ağrılar vardır.
Psikolojik ağrıların sebebi, kas gerginliğinin devamlı artmasıdır. Ağrı;
sırtta, belde, karında hatta herhangi bir yerde olabilir. Bu hastalar “Her
yanım ağrıyor” cümlesi ile şikayetlerine başlarlar. Bazan kas gerginliğinde bir
artma bile olmadan ağrı duyulduğu gözlenir. Psikolojik ağrılarda ağrı hastanın
hayalindedir. Vücudunda ağrı meydana getirecek hiçbir bozukluk yoktur. Hiçbir
hastalığı bulunmadığını söylemek bir şeyi halletmez. Bu hastalarda ağrı kesen
ilaçlar da çoğunlukla tesirsizdir.
Ağrılar
kişiden kişiye de değişiklik gösterir. Aynı ağrılı olay, değişik kişilerde ayrı
şiddette ağrıya sebeb olur (Ağrı eşiği). Dikkati başka yere çekmek bazan en
şiddetli ağrıları bile unutturabilir. Hipnozla şiddetli kolikler bile
geçirilebilmektedir. (Kolik; idrar yolu, barsak gibi adalesi düz kastan yapılı
organların kasılmasında ortaya çıkan ve sancı da denilen çok şiddetli
ağrılardır.)
Ağrının
üç önemli karakteri vardır:
1)
Ağrı ortaya çıktığı doku veya noktadan daha geniş bir alana yayılabilir. Mesela
kalb ağrısı, çene, sol omuz, kol ve ele; bel ağrısı ise, bacak arkasına
yayılabilir.
2)
Ağrı ilgili olduğu organdan tamamen farklı bir yerde duyulabilir. Mesela safra
kesesine bağlı ağrı sağ omuzda duyulabilir. Bacağı kesilen, kopan birinin sanki
ayağı varmış gibi parmakları ağrıyabilir.
3)
Ağrı eşiği (ağrıyı fark etme seviyesi) kişiden kişiye değişiklik arz eder. Aynı
cins ve aynı derecede bir uyarana karşı etkilenme derecesi farklıdır. Ağrı
eşiğinin alçalması-yükselmesi ile ağrının sebeb ve derecesi arasındaki ilgi
mutlak değildir. Bazı ilaçlar, akupunktur, sıcak tatbikatı, anestezikler gibi
fiziki tesirlerle, inanç, heyecan, kesif ilgi kendine güven, doktora itimat
gibi psikolojik faktörler ağrı eşiğini yükseltir. Buna mukabil hastalık, açlık
gibi mukavemeti düşüren haller, korku yorgunluk, endişe, uykusuzluk, üzüntü ve
sıkıntı gibi psikolojik faktörler ise, ağrı eşiğinin düşmesine sebep olurlar.
Türkiye,
İran ve Ermenistan sınırlarının kesiştiği noktada yer alan sönmüş volkanik bir
dağ. Koyu renkli sert lav ve yanardağ kütlesinden meydana gelmiş bir dağdır.
Merkezi bir lav püskürmesi neticesinde yükselmiş olup, Alp-Himalaya volkanik
kuşağı üzerinde bulunmaktadır.
Kuzey
ve doğu etekleri Aras Irmağının geniş alüvyon ovasından, güneybatı etekleri ise
denizden 1500 m yükseklikte olan bir ovadan yükselir. Batısında bulunan alçak
bir geçit, Ağrı Dağını Torosların doğu ucundan ayırır. Dağın birbirine 11,2 km
uzaklıkta iki doruğu vardır. 5165 metre ile Türkiye’nin en yüksek dağıdır. Kar
sınırı mevsime göre değişiklik gösterirse de, 4000 metrenin üstü devamlı karla
kaplıdır. Doruğa yakın yerde 10 kilometrelik alanı kaplayan Türkiye’nin en
büyük buzulu yer alır.
Ağrı
Dağının 1500-3500 m arasında kalan kısmı geniş otlaklar ve ardıçlarla kaplıdır.
Büyük bir bölümü ağaçsızdır. Su kaynağı yönünden oldukça fakirdir. Çok yağış
almasına rağmen çatlaklar ve audezitik yapı, suyu hemen çeker. Sıcak yaz
günlerinde, dağın yamaçları çöl halini alır.
Alm. Zikade (f), Fr. Cicade, İng.
Cicada. Familyası:
Ağustosböceğigiller (Cicadidae). Yaşadığı yerler:
Sıcak bölgelerde özellikle Akdeniz ve Ege bölgesinin bağlık, zeytinlik
alanlarında. Özellikleri : 3-5 cm
boyunda tombul yapılı böcekler. Yalnız erkekleri öter. Ömrü: Türkiye’dekiler 4 yıl, Amerika’daki bir
çeşidi ise 17 yıl yaşar. Hayatlarının çoğu toprak altında “nimfa” halinde
geçer. Erginler, yaz mevsiminde eşleştikten sonra ölür. Çeşitleri: Çok çeşitleri olup, her türün kendine
has ötüşü vardır.
Homojen
kanatlılar (Hemoptera) takımından Cicadidae familyasına bağlı böcekler. Yaz
mevsiminin tiz sesli çalgıcısı ağustosböceği görülmese de sesinden tanınır. Yaz
günlerini çalgı çalmakla geçirip, kışın karıncadan yiyecek dilenme hikayesini
hemen hemen herkes işitmiştir. Ağustosböceğinin gerçek hayatını bilenler, bu
hikayede onun haksızlığa uğradığını anlarlar. Çünkü; ergin ağustosböcekleri yaz
sonuna doğru çiftleştikten sonra ölürler. Bu yüzden yiyecek biriktirmek gibi
bir endişeleri yoktur.
Dişi
ağustosböceği, uzantılı yumurtlama borusuyla yumurtalarını ağaçların genç
sürgün yarıklarının içine bırakır. Bunlardan altı hafta sonra “nimfa” adı
verilen ve erginlere benzemeyen yavrular çıkar. Danaburnuna benzeyen bu
yavrular, kazıcı ön ayaklarıyla toprağı kazarak altına gizlenirler. Toprak
altında galeriler kazarak ağaç köklerini bulur ve öz suyu emerek beslenirler.
Yıllarca toprak altında kaldıktan sonra erginleşmek için topraktan çıkar, ağaç
gövdelerine tırmanırlar. Amerika’da yaşayan bir türün (Tibicana septendecium)
nimfaları 17 yıl sonra topraktan çıkar. Türkiye’de yaşayanlar ise 4 yıl toprak
altında kalırlar. Ağaç gövdesine tırmanan nimfalar kısa bir süre sonra
sırtlarındaki çatlaktan örtülerini terk ederek iki çift kanatlı olarak
çıkarlar. Kısa zamanda 3-5 cm boyuna ulaşarak erginleşirler. Başlarında iri iki
petek gözden başka alınlarında üç tane de küçük nokta göz vardır. Antenleri
kısa ve sert kıl gibidir. Ön kanatları, arka kanatlardan daha uzun yapılıdır.
Çoğu arka bacaklarının yardımıyla sıçrayarak hızla havalanırlar. Gündüzleri
yaprak aralarında gizlenirler. Hortumlarını ağaç filizlerine batırıp özlerini
içerler. Özellikle söğüt sürgünlerinin özsuyunu emerler.
Erkek
ağustosböceklerinin karınlarının altı sağlı sollu gergin bir zarla örtülüdür.
Bunlar bir çift ses çıkarma organıdır. Kas yardımıyla bu zarları titreterek ses
çıkarırlar. Dişilerinde ses çıkarma organı yoktur. Eş aramak için öten
erkeklerin çıkardıkları bu ses çoğu zaman hayatlarına mal olur. Sesi duyan
serçe ve diğer kuşlar, sesin geldiği noktaya hızla inerek ağustosböceğinin
kanatlarını koparıp besili vücutlarını yerler. Amerikan yerlileri de
ağustosböceklerini kızartarak yerler.
Ağustosböceklerinin
memleketimizdeki en önemli zararlı türü Asma ağustosböceği (Hloropsalta
viridissima)dir. Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bağlara çok önemli zararlar
verirler. Çok çeşitleri olup, her türün kendine has bir ötüşü vardır.
Eğer
mini mini ağustosböceğinin boyu, insanların ses çıkarmak için kullandığı
araçlar kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesaplara göre, çıkaracağı sesle
camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı.
Alm. Bevälkerungsaustausch,
Fr. Exchange de papulation, İng. Exchange of population. 1923'te
imzalanan Lozan Antlaşması gereğince Türkiye'deki Rumlarla, Yunanistan'daki
Türklerin büyük bölümünün karşılıklı değiştirilmesi.
Osmanlı
Devletinin son zamanlarında meydana gelen Kırım, Doksanüç ve Balkan
harplerinden sonra Anadolu'ya Kırım'dan, Kafkaslardan ve Balkanlardan pekçok
Müslüman-Türk nüfus göç etti. Öte yandan Tanzimattan sonra gayri müslim tebeaya
ve azınlıklara verilen imtiyazlar, özellikle Rumların ekonomik bakımdan
güçlenmesi neticesini ortaya çıkardı. Bu sebeple Yunanistan'dan Anadolu'ya göç
oldu. Rumlar özellikle İstanbul'da, Batı Anadolu'da, Trakya'da veKaradeniz
kıyılarında yerleştiler. Ekseriyeti şehirlerde oturan ticaret ve sanatla meşgul
olan Rumlar, dış ticarette ve imalat sanayiinde önemli yer tuttular. 1919
senesinde Batı Anadolu'daki imalathanelerin % 73'ü Rumların elindeydi.
Osmanlı
Devletinin parçalanması, yeni devletlerin kurulması, kurulan devletlerin
Müslüman-Türklere zulüm ve işkenceler yapmaları neticesinde Rumeli'den
Türkiye'ye büyük göçler oldu. bu göçler 1911-12 Balkan Savaşları sonrasında
hızlandı. 140 bini Yunanistan'dan olmak üzere 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye
geldi. 1919'da Batı Anadolu'daki Yunan işgalinden sonra yerli Rum ahali Yunan
ordusuyla işbirliği yaptı. Yunan ordusunun yenilerek geri çekilmesi Rumların da
büyük zarar görmesine, bir kısmının Yunanistan'a kaçmasına sebep oldu.
Lozan'da
Yunanistan'daki Müslüman-Türk ahali ile Türkiye'deki Rum ahalinin karşılıklı
mübadelesi yani değiştirilmesi konusu da ele alındı. 30 Ocak 1923'te imzalanan
antlaşmaya göre; Batı Trakya'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumlar
dışında kalan bütün Türk ve Rum nüfus değiştirilecekti. Mübadele edilen ahali
bir daha geri dönemeyecek, taşınır mallarını yanlarında götürebilecekler,
taşınmazlarını ise karma komisyon denitiminde altın değerine göre tasfiye
edebilecekti. Antlaşmanın uygulanması için iki ülkeden dörder, Milletler
Cemiyeti Kurulunun seçtiği üç üyeden meydana gelen bir komisyon teşkil edildi.
Komisyon ekim 1923'te çalışmaya başladı. Birinci yıl bir miktar ahali mübadele
edildi. Fakat İstanbul'daki Rumların tesbiti hususunda anlaşmazlık çıktı.
Yunanistan hileli yollara başvurarak, İstanbul'da oturan Rumların doğum yerleri
ve İstanbul'a yerleştikleri tarih ne olursa olsun mübadele dışı bırakılmasını
istedi. Türkiye ise bunların Türkiye kanunlarına göre tesbit edilmesini istedi.
Milletlerarası
Adalet Divanı, Türkiye'nin görüşüne yakın bir karar aldıysa da Yunanistan bu
karara uymadı. Batı Trakya'daki Müslüman-Türk ahalinin mallarına andlaşmalara
aykırı olarak el koydu. Bu malları Rum göçmenlere dağıttı. Buna karşılık
Türkiye de İstanbul'daki Rumların mallarına el koydu. İki ülke arasında bir
müddet gergin bir hava hakim oldu. 1926 senesinde yapılan bir antlaşmayla el
konan taşınmazlar meselesi çözümlendi.
Ahali
mübadelesi 1923'ten 1927'ye kadar sürdü. Türkiye'de bu gayeyle mübadele, İmar
ve İskan Vekaleti (Bakanlığı) kuruldu. Mübadele neticesinde 400 bin
Müslüman-Türk, Türkiye'ye gelirken 1 milyonu aşkın Rum Yunanistan'a gitti.
Mübadele sırasında giden Rumların yüzde sekseni Anadolu'dan yüzde yirmisi ise
Trakya'dandı. 1927 senesine gelindiğinde İstanbul'da yaşayan 110.000 Rum kaldı.
1930 senesinde "İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi" adıyla
Yunanistan'la imzalanan antlaşmayla Türk tebeası bile olmayan Rumlara,
Türkiye'de aynen Türk vatandaşları gibi haklar tanındı. Antlaşmada
"Mütekabiliyet" yani iki tarafın da bu hakları karşılıklı olarak
kullanılması hükmü yer aldı. Türkiye'deki Rumlar bu hakları fazlasıyla
kullandılar. Hatta Türkiye'de ticari hayatın köprü başlarını Rumlar tuttu.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin takip ettiği tavizci dış politika sebebiyle,
Türklerin Yunanistan'da aynı hakları kullanması bir tarafa, ellerindeki hakları
antlaşmalara rağmen alındı. Yunanistan Batı Trakya Türklerine rahat
zulmedebilmek için, Türklerin yaşadıkları bölgeyi birinci derecede askeri yasak
bölge ilan etti.
Güneydoğu
Rodoplarda bulunan Pomak Türklerine, Hıristiyanlaştırarak eritme siyaseti
tatbik edildi. Pomaklara kesif bir surette kendilerinin aslen Türk olmadıkları
telkini yapıldı. Pomaklar arasında Türkçe konuşmak yasak edildi. Diğer
bölgelerde yaşayan Türkler arasında milli şuura hizmet eden gazeteler
kapatıldı. Gazeteciler çeşitli bahanelerle hapsedilerek kendilerine işkence
yapıldı. Cami, çeşme, mektep gibi dini ve hayri eserlerin yapılmasına müsade
edilmediği gibi, eskilerin tamir edilmesine de binbir güçlük çıkartıldı. Bu
yüzden o güzelim eserler zamanla harabe hale geldi. Sık sık imar planları
değiştirilerek, açılacak yollara Türk-İslam eserleri isabet edecek şekilde
çizildi. Türklerin elinde bulunan topraklar, toprak reformu bahanesiyle
istimlak edilerek ellerinden alındı ve istimlak bedelleri ödenmedi. Türk-İslam
mezarlıkları aynı şekilde istimlak edilerek ortadan kaldırıldı. Yerlerine de
gazino ve sinema gibi eğlence yerleri yapıldı. Türk sözünü kullanmak yasak
edilerek, suni bir surette Türk ve İslam ayırımı yapıldı. Böylece Müslüman
Türkler arasına ikilik sokulmaya çalışıldı. Mahalli idarelere seçilmiş bulunan
Türkler, Yunan emellerine hizmet etmedikleri takdirde, bunlara işten el
çektirildi. Türklere memuriyet hakkı verilmediği gibi, Türklerden alış veriş
yapılmasına çeşitli yollarla mani olundu. Türklerin tahsil imkanları çeşitli
yollardan engellendi ve bu suretle onlar arasından münevver insanların
yetişmesi engellendi. El altından ve çeşitli yollarla Batı Türklerinin
Türkiye'ye göç etmeleri telkin edildi. Bu suretle Türk nüfusunun azalmasına
azami gayret sarf edildi. Türkiye'de ise azınlık durumunda olan Rumlara karşı
yumuşak bir politika izlendi.
Konuştukları
dillere göre yapılan son nüfus sayımında (1965) Türkiye'de Rumca konuşan 48.000
kişinin olduğu ve 80.000 Rum-Ortodoks olduğu tesbit edilmiştir. Bu sayının
sonraki yıllarda biraz daha azaldığı tahmin edilmektedir. Yunanistan'da ise
yaklaşık 150.000 Türk bulunmaktadır.
Kağıdın
yazı yazmaya çok elverişli olması için, üzerine sürülen madde. Ahar kelimesi,
yemek yemek manasında kuvvet ifade ettiği gibi, kağıdın sağlam ve kullanışlı
hale getirilmesi için bu maddenin sürülmesi sebebiyle de aynı isim
kullanılmıştır. Bu işe de kağıdı aharlamak, aharlanan kağıda da aharlı kağıt
denilmiştir.
Ahar;
nişasta, şap ve yumurta akı maddelerinden yapılır. Elde edilen bu sulu madde
kağıt üzerine sürülür veya kağıt bu maddeye batırılır. Böylece kağıt parlak görünür.
Kaba, pürüzlü ve kalemin yürümesine müsait olmayan kağıtlar, aharlanmak
suretiyle yazı yazmaya son derece müsait hale getirilir. Eskiden bilhassa hat
san’atında kullanılan kağıtlar aharlanırdı. Kağıdın aharlanmasında şu faideler
elde edilir:
1)
Kağıt cilalanmış olur.
2)
Aharlanan kağıt üzerine mürekkeble yazılan yazıyı birkaç defa silip yeniden
yazmak mümkün olur ve aharlı olduğu için kağıt yıpranmaz.
3)
Aharlı kağıt üzerinde kalemin kayması gayet kolay olur.
4)
Mürekkep de kolay ve kıvamında akar, kağıda tam siner.
5)
Aharlı kağıt üzerine yazı kolay yazılır ve yazının keskinliğini sağlamak kolay
olur.
6)
Aharlı bir kağıt üzerine yazılan yazı hiç bozulmadan ve solmadan asırlarca
muhafaza edilebilir.
Aharın
pekçok çeşidi olup, bunlardan en basitinin yapılış şekli; pirinç unu ve nişasta
suda ezilip kaynatılır. Elde edilen sıvı, bir sünger ile yazı kağıdı üzerine
sürülür. Sonra yumurta akı şapla karıştırılarak bu da kağıdın üstüne sürülür.
Kurutularak parlak bir kağıt elde edilir.
Diğer
yapılış usullerinden bazıları da şöyledir: Beyaz şap, havanda dövülür ve su
içinde eritilerek ateşte iyice kaynatılır. Elde edilen sıvı, bir kab içine
dökülerek sıcak iken içine aharlanacak kağıt batırılıp çıkarılır ve bir yere
serilerek gölgede kurutulur. Sonra bir mikdar su kaynatılır ve ayrıca bir çanak
içinde bir avuç mikdarı nişasta ezilerek suya dökülür ve devamlı karıştırılarak
nişasta kokusu kalmayıncaya kadar kaynatılır. Sonra bir teneke kab içine
boşaltılıp, önceden şaplanıp kurutulmuş kağıtlar bu suya batırılır ve gölgede
kurutulur. Bundan sonra da mühre vurularak yani cilalı bir taş veya madeni
kağıt üzerine sürerek parlatılır. Bu ahar ne kadar beklerse o kadar iyi olur.
Hatta bir kaç sene duran aharlı kağıtlar yazı yazmaya daha müsaid olurlar.
Daha
çeşitli yapılış usulleri olan aharın yapılış usullerinin hepsinde esas madde
nişasta, yumurta akı ve tutkaldır. Kalemin aharlı kağıt üzerinde kaymasına
“kalemgir” denir. Kağıtları buna elverişli yapmak için aharladıktan sonra
üstüne başka sıvılar da sürülür. Bu sıvılara “tıla” denir. Kağıdın güzel
kokması için misk veya gül suyu gibi güzel kokular katılır. Böylece kağıt çok
nefis kokar. Aharlı kağıtlara gül kırmızısı, gül pembesi, kanarya sarısı,
filizi ve açık mavi renkler de verilirdi.
Hat
sanatında yazının çeşidine göre kağıda sürülen aharın cinsi değişirdi. Kur’an-ı
kerim yazmak için hazırlanan kağıtların her iki tarafı da aharın en incesi ile
aharlanırdı. Levha, meşk ve buna benzer yazılar için kullanılan ve sadece tek
tarafına yazı yazılacak olan kağıtların aharları bir kaç kat olmak üzere kalın
sürülürdü. Bu kağıtlar üzerinde tashih gerekince kağıt bozulmadan
yapılabilirdi. Talik yazı için kullanılacak kağıtlara sürülen ahar tabakası çok
kalın olurdu. Talik yazı için ahar yapanlar kendilerine mahsus soğuk damga yapmışlardı
ve hazırladıkları hususi kağıtları bu damga ile damgalarlardı.
Alm. Pacta sunt
servanda,
Fr. Pacta sunt servanda, İng. Pacta sunt servanta. Devletlerin
katıldıkları milletlerarası antlaşmalara uyma mecburiyetinde olduklarını ifade
eden hukuk kuralı. Bu antlaşmaya Latincede “Pacta Sunt Servanda” adı verilir.
İç hukukta olduğu gibi devletler hukukunda devletleri bağlayıcı ortak bir
müeyyide bulunmadığı için, devletler hukukunda, pozitif hukukun kaynağı olarak
bu kaideyi kabul edenler vardır.
Bu kurala karşı bir
diğer kural daha vardır ki, buna da Latince’de “Rebus Sic Stantibus” denir. Bu
kural ise, antlaşma imzasındaki şartların sonradan değişmesi sonucu antlaşmanın
da hükümsüz olması veya değiştirilmesi anlamındadır.
Ahd; iki tarafın sözleşmesi demektir. Bir taraf söz
verirse vad olur. Buna göre ahde vefa, verdiği sözü yerine getirmek olur ki,
bu, İslam hukukunda dini bir emirdir. Kur’an-ı kerimde İsra suresinin otuz
dördüncü ayetinde mealen; “Ahdi yerine getirin.
Ahdi bozanlar sorumludur.” buyrulmaktadır.
Herhangi bir konuda verilen sözün yerine getirilmesi
güzel bir huydur. Sözünde durmak insanın şerefini artıran iyi huyların başında
gelir. Verdiği sözünde durmamak da çok çirkin bir hareket olup, Müslümanlara
yakışmayan en kötü bir davranıştır. Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerinde; “Gadr eden (ahdini bozan) kimse, kıyamet günü kötü şekilde cezasını görecektir.” ve “Münafıklık alameti üçtür; yalan söylemek, vadini yerine
getirmemek, emanete hıyanet etmek.” buyurarak ahde vefanın önemini
bildirmiştir.
Osmanlı tezkirecisi
ve şairi, hattat. Aslen Bağdatlı olup, doğum tarihi belli değildir. Babasının
adı Şemseddin’dir. Şemsi mahlası ile şiirler yazmıştır. Öğrenimini memleketinde
tamamlayan Ahdi, Hüsrev adlı bir arkadaşı ile seyahate çıkmış, pekçok memleket
gezmiş, devrin şairlerini görüp tanımış, arkadaşının yolculuk esnasında
ölmesine rağmen, gezisini sürdürerek sonunda İstanbul’a ulaşmıştır. Kanuni
Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a gelen Ahdi, uzun müddet burada kalmış ve
payitahtın büyüleyici havası içinde dolaşmıştır. Bu zaman zarfında ilim erbabı
ve şairlerle tanışmış, toplantılara katılarak bilgi ve görgüsünü arttırmış,
İstanbul’un güzelliklerini görmüştür. Bütün bunlar onun tezkiresi için temel
teşkil edecek bilgileri hazırlamasına ve şairleri yakından görmesine sebeb
olmuştur. Ayrıca İstanbul'un güzelliklerine alim ve şairlerin çokluğuna şahid
olmuş bunlara eserinde övgü ile geniş yer vermiştir. Ahdi’nin İstanbul’daki
mühim kazançlarından biri de Şehzade Selim’le yakınlık kurmasıdır. Bu yakınlık
sayesinde onun yardımlarını görüp toplantılarına katılmıştır. Ahdi’nin seyahatı
on yılın üstündedir. Daha sonra Bağdat’a dönen şair, hayatının sonunu
memleketinde geçirmiş ve 1593 yılında vefat etmiştir.
Şiirleri ile de şöhret bulan Ahdi’nin divan teşkil
edecek kadar şiirinin bulunduğunu Sadıki, Mecma'ül-Havas
adlı tezkiresinde kaydetmektedir.
Manzumelerine çeşitli şiir mecmualarında
rastlanmaktadır. Bağdatlı Ruhi’nin takdirini kazanan Ahdi, şiirlerinde Mehdi
mahlasını kullanmıştır. Sülalece şiirle meşgul olan ailesinden başta babası,
amcası ve kardeşleri olmak üzere tezkiresinde yer verdiği şairler
bulunmaktadır. Asıl ününü Ahdi Tezkiresi
diye anılan Gülşen-i Şuara’sı ile
yapmıştır. Latifi Tezkiresi’ne zeyl yani
ek gibi görülen ve üç ravza (bölüm) olarak ilk şeklini 1564 (H. 971) yılında
alan Gülşen-i Şuara, Şehzade Selim’e
sunulmuştur. Ahdi, ömrünün sonuna kadar boş durmamış, tezkirenin ilk şeklinde
otuz yıla yakın zaman içinde, eserine eklemeler yapmış ve kendi çevresinde
yetişen şairlere de yer vermiştir. Ahdi, başlangıçta üç ravza (bölüm) olarak
ele aldığı Gülşen-i Şuara’yı dört
ravzaya çıkarmıştır.
Tezkirenin birinci
ravzasında devrin padişahına; başta Şehzade Selim olmak üzere öteki şehzade ve
devlet büyüklerine yer verilmiştir. Bu kısımdaki şair sayısı on sekizi
bulmaktadır. İkinci ravza, Kanuni devrinde şiir yazan yirmi beş ilim adamına
ayrılmıştır. Bunların başında İbn-i Kemal gelmekte ve Derviş Çelebi ile son
bulmaktadır. Tezkireye sonradan eklenen üçüncü ravza, Kanuni devrinin sancak
beyleri ile defterdar efendilerine ayrılmıştır. Dördüncü ravzada 318 şaire yer
verilmiştir. Ahdi bu şairlerden bir kısmı ile bizzat tanışıp, görüşmüştür. Bir
kısmını da Sehi ve Latifi tezkirelerinden faydalanarak yazmıştır. Tezkirenin
içindeki şairlerin toplamı 384'ü bulmaktadır, bunlardan 102 adedini sonradan
eklemiştir.
Ahdi tezkiresinin en mühim tarafı, Bağdat civarında
yetişen şairlerden haber vermesidir. Bunların çoğu diğer tezkirelerde
bulunmamaktadır. Dili ağırdır. Bu ağırlık ele aldığı şairlerin mensub olduğu
sınıflara göre değişiklik gösterir. Bilhassa devlet büyükleri ile tanınmış
şairlerden bahsederken süslü sanatlı ifadelere yer verir. On beş yazması ile Gülşen-i Şuara edebiyat tarihimiz için mühim bir
kaynak teşkil etmektedir. Fakat bu nüshaların bazısı üç ravzaya yer
vermektedir. En iyi nüshası Fatih Millet Kütüphanesinde bulunanıdır. AE tarih
757 numaradaki bu nüsha, dört ravzalı olup, 377 şairi ihtiva etmektedir.