Alm. Agar-Agar, Fr. Agar-agar, İng. Agar, agar-agar. Özellikle Asya denizlerinde yaşayan çeşitli kızılsu
yosunlarından çıkarılan jelatinimsi madde. Şekerli, helmeli ve kolloidal
yapıdadır. Daha ziyade bakteri kültürlerinde besi ortamı hazırlamak için
kullanılır. Ayrıca et, balık ve tavuk konservelerinde, kozmetik, ilaç
sanayilerinde ve dişçilikte faydalanılır. Pasta, tatlı, dondurma ve salata
soslarında kıvam verici olarak kullanılır. Üretildiği başlıca ülkeler Japonya,
Yeni Zelanda, Avustralya ve ABD'dir. Soğuk suda çözünmez, kaynar suda
kolaylıkla çözünür. Ağırlığının yirmi katı kadar su çekebilme özelliği vardır.
Osmanlı şairi. Asıl adı Mansur Çelebi’dir. Rumeli’de Vardar
Yenicesi'nde doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. Medrese öğrenimi görüp Hoca
Kaynı Mehmed Efendiden mülazım oldu. İstanbul ve Gelibolu’da müderrislik yaptı.
Haslar kadılığında bulundu. Kadılıktan emekli iken İstanbul’da 1577 senesinde
vefat etti.
Agehi, fazilet, irfan sahibi ve alimlerin yolunda idi.
Zamanındaki akli ve nakli ilimlerde mahir olup, marifetler deryasının dalgıcı
ve benzersiz olduğu gibi, güzel şiirleri ve hoş sözleri vardır. Agehi,
gençliğinde bir müddet Piyale Paşa donanmasında bulunduğu için, gemici
terimleriyle yazdığı kasidesiyle dikkati çekmiştir. Bu kaside yalnız san’at
bakımından değil, denizcilik terimleri üzerinde araştırma yapacaklar için çok
faydalı bir kaynaktır. Agehi bu kasidesiyle Kanuni Sultan Süleyman’ın
iltifatına nail olmuş ve kendisine İstanbul’da şeref medresesi verilmiştir. Bu
şiirin bir kaç beyti şöyledir:
Bad-ı aşkun alavand eyledi sabrum gemisin
İlevend oldı gönül tıflı senün derdinden
Hublar forsa kaçup
sana kenar olmaz ise
Olma anlardan alarga bir iki gün katlan
Ey gönül nice
yatursın bu liman-ı tende
Himmetün lengerin al mevsimidür aç yelken
Bu
mısralarda görülen forsa, kenar, levend, alavand, lenger, liman alarga ve
yelken gibi kelimeler, şiirin diğer mısralarında göze çarpan denizcilik
terimlerinden bir kaç tanesidir. Metindeki levend kelimesinin ilevend
telaffuzu, hem bir Rumeli ağzı, hem de Türkçe’nin l harfiyle başlayan yabancı
kelimeler üzerindeki umumi tasarrufudur. Bu deyimleri divan şiirinin klasik
yapısını bozmadan ustalıkla kullanmasıyla Agehi, on altıncı asır edebiyatına
değişik bir hava getirmiş oldu. Bu yüzden de kasideye çok sayıda nazire ve
tahmis yazılmıştır.
Agehi’nin, Fetih-name-i
Kal’a-i Sigetvar adlı eseri, Kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar
Kalesini fethini anlatır. Bir de Menakıb-ı İmam-ı
Gazali adlı bir eseri daha vardır. Bir divanda toplanmamış olan
şiirleri çeşitli mecmualarda bulunur.
(Bkz. Avrupa
Güvenliği ve İşbirliği Konferansı)
Alm. Agora (f), Fr. Agora (f), İng. Agora. Eski Yunan sitelerinde,
önceleri toplantı yeri, sonraları dini, siyasi ve ticari merkez olarak
kullanılan meydan.
Yunanistan’da
site devrinde ticaret ve san’at zamanla gelişti. Bunun neticesi olarak, bu işle
uğraşanlar toplu bir yer aradılar. Liman şehirlerini ve agora yakınlarını
seçmeye başladılar. Evvelce toplanma yeri olarak kullanılan yerler; depo, satış
yeri ve malların değiştirildiği binalar olarak kullanılmaya başlandı. Toplum
hayatında olan gelişmeler, mimari sahada da tesirini gösterdi ve yepyeni bir
mimari tarz gelişdi. İyonya tipi agoralar ortaya çıktı. Bunun ise üç tarafı
revakla çevrili, bir tarafı caddeye açık idi. Şehrin bütün ana yolları agaroya
açılırdı. Batı Anadolu’daki Miletos, Bergama, Assos gibi Yunan sitelerinde
agoralar bulunuyordu.
Zamanla
dört tarafı kapalı hale getirilen agoraların orta yerleri, seyyar satıcıların
portatif tezgahlarını kurabilecekleri şekilde düzenlenmişti. Dini bakımdan çok
saygı duyulan bir yer olan agora, bulunduğu şehrin de siyasi merkezi idi.
Buraya girmek için insanın temiz ve suçsuz olması gerekiyordu. Drakon
kanunlarına göre, buralara katiller giremezdi. Zamanla dini toplantılar
agoradan kaldırıldı. Adli sahada ise, agora, site halkının bir sembolü idi.
Halk, mahkemelerdeki oturumları buradan takib edebiliyordu.
Atina’da
1935’te bir okul inşası için yapılan kazılarda meydana çıkan Atina agorası ve
Anadolu’nun Antalya çevresinde bulunan Perge, Side, Aspendos şehirlerinin
agoraları en önde gelen agoralardandır.
Türk
devletinde askeri ve sivil kuruluşlarda kullanılan bir unvan. Moğolca büyük
erkek kardeş manasındaki “aka” kelimesinden Türkçeleşmiştir. Bu manasından
başka bazı lehçelerde baba, dede, amca, dayı, abla gibi yaşça büyük akrabalar
için kullanılmaktadır. Ağa kelimesi unvan olarak kaanlar devrinden itibaren
kullanılmıştır. Moğol prenslerine de aka unvanı verilmekle beraber, bu ünvan
daha çok tanınan bir soydan olmayan fakat hizmetleri sayesinde önemli mevkilere
yükselen devlet adamlarına verilmiştir. Timurlular devrinde ise, bu unvanın
sadece kadınlara verildiği kaynaklardan anlaşılmaktadır.
Akkoyunlu
Devletinde bey zümresine mensub olmayan vazifeliler "Ağa" ünvanını
kullanmışlardır. Aynı şekilde Türk ve Moğol devlet teşkilatına bağlı kalan
Safevi Devletinde de oymak ileri gelenleri, avcıbaşılar, darugalar, elçiler,
saray hadımları bu unvanla anılmışlardır. Kaçarlar devrinde ise mülki memurlar
için ağa ünvanı kullanılmıştır.
Osmanlılarda
devlet teşkilatının genişleme ve gelişmesinden sonra ağa kelimesi, askeri
teşkilatta çok kullanılan bir unvan haline geldi. Eyalet ve sancakların
valileri olan paşa ve beylerden sonra merkez askeri teşkilatının bütün
emirleri, saray kuruluşlarının başında bulunanlar ve ihtisab ağası gibi bazı
kısım yöneticilerinin bu unvanı taşıdıkları görülmektedir. Ağa unvanı
taşıyanların çok defa vazifeleri veya şekilleri ile tarif edilmeleri de, bu
unvanın yaygın bir şekilde kullanılmasından ileri gelmiştir. Osmanlı Devletinde
ağa unvanının kullanıldığı yerlerden bazıları şunlardır: Yeniçeri ağası, harem
ağası, hazine ağası, kızlar ağası, silahtar ağa, rikabdar ağa, kol ağası,
çuhadar ağası, iç ağası, tatar ağası.
On
dokuzuncu asırda Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla başlayan yeniliklerden
sonra, ağa unvanı yerini bazı unvanlar hariç, efendi ve bey unvanlarına
bırakmıştır. 1934’ten sonra imtiyaz anlatan diğer kelimelerle birlikte ağa
unvanı da kaldırılmıştır.
Halk
arasında büyüklere ve büyük kardeşlere ağa denilmektedir. Memleketimizde
genellikle bey kelimesiyle birleşmiş olarak büyük erkek kardeşe ağabey
denilmektedir.
İstanbul’un
Beyoğlu semtinde İstiklal Caddesi üzerinde, İstiklal Caddesi ile Sakızağacı
Caddesi kavşağının köşesindeki cami. 1596 (H. 1005) senesinde Galatasaray Ağası
Şeyhülharem Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Avlu içindeki bu küçük cami
zamanla yıprandığından Sultan İkinci Mahmud Han tarafından tamir ettirilmiştir.
Bu tamirden bir müddet sonra büyük bir yangına maruz kalan Ağa Camii, ikinci ve
geniş çapta bir tamir daha gördü. Bu tamiri, Suzan hanım adında bir hayırsever
hatun yaptırdı. İlk yapısı kubbeli olan bu caminin çatısı on mermer sütun
üzerine oturtulmuştur.
1938
senesinde Evkaf idaresi tarafından yeniden tamir edilip, çinileri değiştirildi.
Caminin içini süsleyen çiniler Kütahya’da yeniden yaptırıldı. Üst pencerelerine
alçı çerçeveler içinde renkli camlardan üslub haline getirilen Türk çiçek
tezyinatı yapılmıştır. Tavan ve duvar nakışlarında Osmanlı motifleri büyük bir
başarıyla kullanılmıştır. Duvarlar alt pencerelere kadar mavi çiniler, pencere
içleri de yeşil çiniler ile kaplanmıştır. Camideki yazılar, İsmail Hakkı
Altınbezer tarafından yazıldı. Caminin zemini hususi olarak dokutulmuş Isparta
halıları ile döşenmiştir.
Ağa
Camiinde sanat değeri çok yüksek olan bir havuz ve fıskiye ile bir şadırvan
bulunmakta idi. Caminin avlusunda bulunan mermer havuz ile havuzun ortasında
bulunan mermer fıskiye, Eyüb’deki Otluk Bayırı Tekkesinden getirilmiştir. Tek
parça mermerden olup, iki katlı kubbeler, oymalı şebekeler ile süslenmiş olup,
su üstünde yüzen bir camiyi andıran fıskiye, Türk taş oymacılık sanatının ince
ve eşsiz güzellikteki eserlerindendir.
Caminin
şadırvanı, Mimar Sinan’ın eseri olup, Kasımpaşa’da harap bir hale gelmiş olan
Sinan Paşa Camiinden getirtilmiştir. Mütareke yıllarında da harap duruma düşen
cami yeniden tamir edilmiştir. Ağa Camiinin banisi Hüseyin Ağanın kabri, mihrab
duvarının önündedir.
İstanbul’da
Ağa Camii adıyla bilinen başka camiler de vardır. Bunlardan biri Üsküdar
Doğancılar’da, Dönmedolap Sokağı ile Şair Naili Sokağı kavşağındadır. Bu cami
daha çok ilk yaptırana nisbetle İsmail Ağa Camii adıyla tanınmıştır.
Ağa
Camii adıyla bilinen bir diğer cami de Sultanahmed semtinde İshak Paşa
Mahallesinin Kapuağası, Mustafapaşa ve Oğul sokakları arasında kalan ada
üzerindedir. Halk arasında Kapuağası Camii olarak meşhurdur. Bir de Beşirağa
Camii, Ağa Camii olarak zikredilmiştir.
Hindistan’daki
İsmaili fırkasının Nizari kolunun liderlerine verilen ad. İsmailiyye yirmi
fırkaya ayrılan şiilerin bir fırkasıdır. Ağa Han unvanını ilk defa kullanan
İran Şahı Hasan Ali Şahtır. Muhammed Ali Cinnah ve birçok Pakistan devlet
başkanı bu fırkaya bağlı olup Ağa Hanı desteklemişlerdir. Hayatta olan son Ağa
Han turizm yatırımcısı olarak bilinen Kerim Handır. Cenevre’de 1936 yılında
doğmuştur. Tahsilini Harward Üniversitesinde tamamlamıştır. Kerim Han, Ağa
Hanlığa 1957 yılında geçmiştir (Bkz. İsmailiyye).
Alm. Baum, Fr. Arbre, İng.
Tree. Tek gövdesi bulunan, beslenmeyi ana ve yan köklerden alan 4-5 m
boyundaki odunsu bitki.
Toprağa
düşen tohumdan en önce fide meydana gelir. Fide bir yıl sonra fidan halini
alır. Hücrelerinin çoğalmasıyla dal ve yapraklar, gövde ve kök olarak üç
parçadan ibaret bir ağacın küçük bir modeli olur. Her yıl ağacın dallarında ve
köklerinde yeni sürgünler çıkarken, gövdede de bir tane yıllık halka meydana
gelir. Bu halkalar, ağacın enine büyüyerek yaptığı odun tabakasıdır. Yağışı bol
yıllarda, geniş bir halka; kurak geçen yıllarda ise, ince ve küçük bir halka
meydana gelir. Bu halkalardan ağacın yaşı kolayca anlaşılabilir.
Gövdesinden
enine kesilen bir ağaç incelenecek olursa, en dışta kabuk, sonra yıllık
halkaları meydana getiren hücre tabakaları ve en içte de öz kısım görülür.
Bir
ağacın gerçekten canlı olan biricik kısmı, kabuğun altında odunun yüzeyindeki
ince bir hücre tabakasıdır. Buna katman doku tabakası denir. Bu tabaka ağacı
geliştiren ve büyümesini sağlayan tabakadır. Genç bir ağaca çivi çakıldığında
veya ağaç bir dal verdiğinde, çivinin ve dalın yerden yüksekliği hiç değişmez.
Bütün
canlı varlıklar gibi ağacın da dokularının arasında devamlı bir su dolaşımı
olur. Bu su dolaşımının sağlanabilmsi için ağacın devamlı ve bol miktar suya
ihtiyacı vardır. Çok büyük bir kayın ağacı, kuru ve sıcak bir günde 250 litre,
küçük bir ayçiçeği ise 1 litre su harcar. Okaliptus ağaçları ise günde ortalama
400 litre su harcadıklarından bataklıkları kurutmada faydalanılır.
Ağacın
ihtiyacı olan su, büyük ağaç türlerinde elli metrenin üzerinde bir yüksekliğe
çıkmak mecburiyetindedirler. Acaba bu nasıl olur? Bu hadisede önemli olan
birinci kuvvet kılcallık olayıdır. Odun boruları demetlerinde 10 metreye kadar
etkilidir. İkinci kuvvet ise, kök basıncıdır. Bu basınç ile ağaçta su 30 metre
kadar yüksekliğe çıkarılabilmektedir. Bir diğer önemli kuvvet de yapraklardan
suyun buharlaşması (terleme) ile meydana gelen emme kuvvetidir. Buna Kohezyon
gerilimi de denir. Terlemenin (transpirasyon) büyük kısmı gözeneklerle, az bir
kısmı da diğer yüzeylerle sağlanır. Kohezyon kuvveti su moleküllerini birbirine
bağlar. Bu gerilim, suyun kopmayan bir sütun halinde yükselmesini sağlar. 100
metreye kadar etkilidir. Sekoya gibi yüksekliği 100 metreyi bulan dev ağaçlarda
su tepelere kadar kohezyon kuvvetiyle yükselir.
Bir
ağaç kendi besinini doğrudan doğruya toprak ve havadan güneş ışığı vasıtasıyla
üretir. Bu, hiç bir canlı hayvan vücudunun yapamadığı son derece karmaşık bir
hadisedir. Yapraklardaki klorofil denilen yeşil madde sayesinde, havanın
karbondioksitinden, güneş ışığı altında fotosentez denilen olay sonucunda
kendisi ve diğer canlılara faydalı besinleri meydana getirir.
Her
yaprak, kendini dışarıya karşı koruyacak çok etkili bir tabaka ile sıkı sıkıya
örtülüdür. Hava, yaprakların altındaki çok küçük deliklerden girebilir. Suyun
buharlaşması da, yine bu deliklerden (por) sağlanır. Yaprak ihtiyaca göre bu
delikleri açar veya kapatır. Ağaç kabuğu çok etkili bir su geçirmeyici zırhtır.
Bir ağaç, başından ayaklarına kadar, su buğusunun dışarı sızmasına karşı
sırlanmıştır.
Ağaçlar
günlük hayatın her kısmında son derece çeşitli ve o derece yaygın olarak
kullanılır. Kağıt yapımından mobilya yapımına, meyvelerinin besin olarak
kullanımından süs ağaçlarına kadar, sayısız denebilecek kullanılış yeri vardır.
Büyük ağaç toplulukları olan ormanlar ise, bir memleketin iklimini, hatta
ekonomisini etkileyecek kadar önemlidir.
Eski
jeolojik devirlerde yaşamış, bugün nesli tükenmiş dev ağaçlara dünyanın bazı
bölgelerinde nadiren rastlanabilmektedir.
Ağaçların
boyları ve yükseklikleri bir hayli değişiklik gösterir. Boyları üç metreden yüz
on metreye kadar; yaşları otuz-kırk yıldan beş bin yıla kadar olan ağaçlara
rastlanmaktadır. Dünyanın en yaşlı ve yüksek ağaçlarından olan ve Amerika’da
Sierra Nevada Dağlarında bulunan sekoyalar (Sequoia) yüz on metre yüksekliğe ve
6-9 m çapa erişebilir. Bunların yaşları da dört bin yılı bulmaktadır.
Avustralya’da yüksek boylu ormanlar meydana getiren okaliptus ağaçları da yüz
metreyi bulmaktadır. Ağaçların yaşları bir hayli farklılıklar göstermektedir.
Son yıllarda dünyanın en yaşlı ağacının bir çam türü (Pirus aristata) olduğu
belirlenmiştir.
Ağaçların
gelişmesi için en elverişli şart bol yağmur olup, bu da tropik iklimlerde
görülür. Tropikal iklimlerde kurak bölgelerin cüce bitkileri ağaç haline gelir.
Fırtınalar,
seller, yıldırım, yangın gibi tabii afetler, usulsüz kesimler gibi insanların
yaptığı tahripler, bitki hastalıkları, ağaçların en büyük düşmanları olarak
sayılabilir.
Türkiye’de
yetişen bazı ağaçların yaşları:
Meşe,
ıhlamur, köknar....1000 yıl
Kayın..........................900
yıl
Zeytin.........................400
yıl
Elma,
armut..................300 yıl
Akkayın........................250
yıl
Türkiye’de
yetişen bazı ağaçların yükseklik ve kalınlıkları:
Boyu
Çapı
Köknar...............75
m..........3 m
Ladin.................60
m..........2 m
Melezağac..........53
m........16 m
Çam..................50
m..........1 m
Kayın.................44
m.........2 m
Meşe.................53
m.........4 m
Dışbudak............30
m......1.7 m
Alm. Spechtvögel, Fr. Pice, İng. Woodpecker. Familyası: Agaçkakangiller (Picidae). Yaşadığı yerler: Kutuplar, Avustralya, Madagaskar
ve Okyanusta’ki bir kaç ada hariç, dünyanın her yerinde yaşar. Özellikleri: Boyu cinsine göre 9 ila 50 cm
arasında değişir. Çeşitleri: Yeşil,
Küçük alaca, Orta alaca, Büyük alaca, Kara, Cüce, Döner boyun meşhurları olup,
200’den fazla türü vardır.
Ağaçkakangiller
ailesinden, ağaçların kabuklarını gagalıyarak altlarında gizlenmiş tırtıl ve
böceklerle beslenen, sivri gagalı hoş renkli kuşların genel adı. Ayakları
dörder parmaklıdır. İkisi öne ikisi arkaya yönelmiştir. Keskin ve çengelli
tırnaklarıyla ağaç gövdelerine sımsıkı tutunur. Dik ve sivri tüylerden meydana
gelen, kıvrılmayan güçlü kuyruğunu da destek olarak kullanır. Kısa sıçramalarla
ve hızla ağaç gövdelerine tırmanırlar.
Renkleri
çeşitli olup, boyları cinslerine göre 9 ile 50 cm arasında değişir. Çok ürkek
olduklarından tenha orman, park ve bahçeleri tercih ederler. Çoğunlukla
ağaçlarda gagaları ile oydukları yuvalarda barınırlar.
Ağaçkakanların
boyun kasları çok gelişmiştir. Beyinleri, güçlü kafatası kemikleriyle
örtüldüğünden, gagalarıyla yaptıkları darbe sarsıntılarından korunurlar. Uzun,
sert ve kuvvetli gagalarını bir keski (iskarpela) gibi kullanarak, ağaç
kabuklarını didiklerler. Kabukların altında yaşayan tırtıl ve böcekleri bulup
yerler. Ağaçkakanların dili uzun ve solucana benzer olup, hızla, gaga ucundan
daha uzağa uzanabilir. Dilin dibi, ileri gidip gelebilen kıkırdaklı bir kısma
bağlıdır. Bunun sayesinde dil rahatça ileri uzanıp çekilebilir. Ucu yapışkan ve
kancalı olan dili ile, tırtıl ve böcekleri zıpkınlayarak kabuk altındaki
galerilerinden çekip alırlar. Bazı çeşitlerinin dil ucunda ince, sert,
dikencikler de vardır.
Ağaçkakan,
gagasıyla ağaç gövdesine belli aralıklarla vurur. Yansıyan sesleri
değerlendirerek kabuğun hangi noktasında tırtıl bulunduğunu keşfeder. Böylece
boşuna delme zahmetinde bulunmaz. Ağaçkakanların kabuk altlarındaki böcekleri
görmeden yerlerini kesin olarak tespit edebilmeleri merak konusudur.
Eşleşme
devrelerinde kuru ağaç dallarını gagalayarak çıkardıkları tik-taklarla karşı
cinslerini çağırırlar. Dişileri, 2-3 adet beyaz yumurta yumurtlarlar. Eşler,
16-18 gün kadar sırayla kuluçkaya yatar. Yavruların bakımıyla daha çok erkek
ağaçkakan ilgilenir.
Ağaçlara
zarar veren tırtıl, böcek ve kurtçukları yedikleri için çok faydalı olan bu
hayvanlar, ilkbaharda yeşeren ağaçların kabuklarını odun kısımlarına kadar
çember şeklinde didiklerler. Bu da ağaçların kurumasına sebep olduğundan,
bahçıvanlar tarafından kovalanırlar. Bu kuşların bir de ceviz, badem gibi sert
kabuklu ve iri taneli meyveleri ağaçların, kabuk çatlaklarına sıkıştırıp sonra
da içlerini yemek gibi adetleri de vardır.
Ağaçkakanların
en meşhur ve en güzel türü olan “yeşil ağaçkakan”, Anadolu ve İran’da
yaşamaktadır. Yeşil rengin hakim olduğu tüyleri, parlak ve çok güzeldir.
Boyları 30 cm kadar olup, başlıca besinleri karıncadır. Yaban arılarının balını
yemeyi de çok severler. 6-7 yumurta yumurtlarlar. Erkek ve dişi sırayla 16-18
gün kadar kuluçkaya yatar.
Türk siyaset adamı, gazeteci ve yazar. 1869 senesinde
Karabağ’da doğdu. İlk ve ortaokulu Şusa, liseyi Tiflis’de bitirdi. 1889’da
Paris’e giderek Sorbonne Üniversitesinin Tarih ve Filoloji bölümüne devam etti.
Bu sırada İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri ile tanıştı. 1892’de
Londra’da toplanan şarkiyat kongresine katılarak şiiliğin doğuşu ve gelişmesi
hakkında bir tebliğ sundu. Fransa’da tahsilini tamamladıktan sonra Azerbaycan’a
döndü (1894). Şusa ve Bakü’de öğretmenlik yaparken milli uyanış hareketine
katıldı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Rusya’da Türklerin
haklarını korumak için “Difai” isminde bir siyasi dernek kurdu. Bakü’de Terakki Gazetesini çıkardı. Rusların baskısıyla
İkinci Meşrutiyetin ilanı üzerine Türkiye’ye geldi (1909). Çeşitli gazete ve
dergilerde yazılar yazdı. Hakikat Gazetesinin
başyazarı oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti genel merkez üyesi oldu.
Afyonkarahisar mebusu seçildi (1912). Birinci Dünya Savaşından sonra Rusya’da
ihtilal olunca, Azerbaycan’a gönderilen orduda kumandan müşaviri olarak
bulundu. İran’da yapılan İngiltere-Azerbaycan görüşmelerine başkanlık etti.
Paris’e barış konferansına giderken İstanbul’a uğradı. Fakat İngilizler
tarafından tutuklandı. Önce Limni, sonra Malta’ya sürüldü. İki yıl sonra
Ankara’ya döndü (1921). Matbuat umum müdürü ve Hakimiyet-i
Milliye Gazetesi başyazarı oldu. İkinci devre Kars mebusu oldu.
Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurdu. Fırka kapatılınca siyasi hayattan çekildi.
İstanbul Darülfünunda müderris oldu (1931). Çeşitli dergilerde yazılar yazan
Ahmed Ağaoğlu 19 Mayıs 1939’da İstanbul’da öldü.
Arabi,
Farisi ve Fransızcayı bilen Ahmed Ağaoğlu, Türk fikir ve siyaset hayatında
1912’den sonra etkili olmaya başlamıştır. Faaliyet ve yazılarının çoğunu Türk
milliyetçiliği ve Türk kültürü üzerine yazarken, sonra Avrupa medeniyetini
savunmaya başladı. Paris’te tanıştığı Mısır mason locası başkanı Cemaleddin
Efgani’nin bozuk fikirlerine kapıldı.
Siyasi
fikir ve düşüncelerinde, İttihat ve Terakki Cemiyetinin tesirinde kalarak, dini
inançtan uzaklaştı. İslamiyeti batıl, bozuk inanç olan Budizm ve Brahmanizme
benzeterek çöktüğünü, batı medeniyetinin ise bütün unsurları ile ayakta
durduğunu savundu.
Eserleri:
İslam ve Ahunt, İslam’a Göre ve
İslam’da Kadın, Üç Medeniyet, İngiltere ve Hindistan, Serbest İnsanlar
Ülkesinde, Ben Neyim, Gönülsüz Olmaz vs.
(Bkz. Mahkeme)
Alm. Schwere Waffen (f),
Fr. Arma
lourde, İng. Heavy
arms. Hafif
silahlardan veya piyade silahlarından daha büyük çaplı, mürettebat tarafından
kullanılan büyük top, obüs veya roketatar gibi modern savaş silahlarına verilen
ad.
Namlu
çapı 60 kalibreden (0,6 inç veya 15 mm) büyük olan silahlar ağır silahlar, daha
küçük namlulular ise hafif silahlar olarak adlandırılır. Ancak bu kaidenin
istisnaları vardır. Bir veya iki kişi tarafından kullanılabilmeleri sebebiyle
60 mm'lik bozokalar ve 89 mm'lik süper bazokalar gibi daha büyük taşınabilir
roketatarlar, 57 mm'lik geri tepmesiz toplar bazan hafif silah olarak
sınıflandırılmıştır.
İkinci
Dünya Savaşı sırasında ve savaşı takib eden yıllarda ağır silahlar çeşitli
biçimlerde sınıflandırıldı. Bir sınıflandırmaya göre ağır silahlar iki kısma
ayrıldı: 1) Bir yerden bir başka yere rahatça taşınabilen gezici veya sahra
ağır silahları; 2) Bir sahil veya tahkimatlı bölge savunması için
yerleştirildikten sonra, yeri pek nadir değiştirilen sabit veya mevzii ağır
silahlar.
Ağır
silahlar arazide kullanımlarına bağlı olarak dağ topları veya obüsleri, tank ve
tanksavar topları ve uçaksavar silahları gibi birçok özel sınıflara da
ayrıldılar. Her sınıfın kendine has ihtiyaçları ve ateşleme usulleri vardır.
Ağır silahlar bazan da kullanıldıkları ordu birliklerinin adlarına göre, tabur,
alay, tümen, kolordu ve ordu silahları biçiminde de sınıflandırıldı.
Ağır silahlar bugün de kullanılan bir sınıflandırmaya
göre toplar, obüsler, havanlar ve roketatarlar olarak ayrılır. Aynı çaptaki
ağır silahlardan uzun namlulu, uzun menzilli ve mermi yolu daha yatay olanlara top; namlusu ve menzili daha kısa ve mermi yolu yumuşak
yay çizenlere obüs; çok kısa namlulu
kısa menzilli ve yüksek bir açıyla ateşlendiği için mermi yolu firkete
biçiminde olanlara havan adı verilir.
Hem top hem de obüs özelliği taşıyan ara tipler ise obüs-top olarak
adlandırılır.
Uçakların, uzun
menzilli roketlerin ve güdümlü füzelerin geliştirilmesi daha karmaşık
sınıflandırmaların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Günümüzde ağır silahlar
yerden yere, yerden havaya, havadan yere ve havadan havaya şeklinde de
sınıflandırılmıştır.
Alm. Gewicht, Fr. Polds, İng.
Weight. Bir cisme etki eden yerçekimi kuvveti.
Ağırlık
bir kuvvet olup; kg-kuvvet, gr-kuvvet, dyn ve newton birimleri ile ifade
edilir. 1 kg-kuvvet= 1000 gr-kuvvet=9,81 newtondur. 1 gr-kuvvet= 981 dyn’dir.
Ağırlık, kuvvet ölçen aletlerle, yani dinamometrelerle ölçülür.
Yerçekimi
kuvveti, ekvatordan kutuplara doğru gittikçe artar. Yeryüzü seviyesinden
yükseklere çıktıkça da yerçekimi kuvveti azalır. Bu sebepten dolayı da bir
cismin ağırlığı sabit değildir. Gerçekte bu değişmeler çok azdır. Ekvatordaki
ağırlığı 97,8 kg-kuvvet olan bir cisim, kutupta 98,3 kg-kuvvet yani 0,5
kg-kuvvet daha ağır gelir. İstanbul’da deniz kenarındaki ağırlığı 98 kg-kuvvet
olan bir cisim, yerden 32 km yükseklikte 97 kg-kuvvet gelir.
Ağırlık
ve kütle, farklı iki kavramdır ve farklı birimlerle ölçülürler. Kütle ile
ağırlık kavramları arasında bir bağıntı mevcuttur. Ağırlık P, kütle m,
yerçekimi ivmesi g ile gösterilirse, bu bağıntı: P=mg şeklinde ifade edilir.
Bir cismin ağırlık merkezi: Bir cismin en
küçük parçalarına etki eden yerçekimi kuvvetlerinin bileşkesi, o cismin
ağırlığını verdiği gibi, bu bileşkenin tatbik noktası da, cismin ağırlık
merkezini verir.
Homogen
olmak şartıyla bazı geometrik şekillerin ağırlık merkezleri şöyledir:
1)
Dikdörtgen, kare, paralelkenar ve eşkenar dörtgende; köşegenlerin kesiştiği
nokta.
2)
Daire ve kürede, merkez.
3)
Silindirde, eksenin ortası.
4)
Üçgende, kenar ortayların kesiştiği nokta.
Ağırlık
merkezinin tayinini ilk defa ele alan, Müslüman astronomi alimlerinin
büyüklerinden Ebu Sehl Kuhi’dir. (1014 senesinde vefat etmiştir.) Basınç ve
ağırlık merkezlerinin hesaplanmasında geometrik metodları kullandı. Ebu Sehl’in
bu konudaki çalışmaları, ondan asırlar sonra 19. yüzyılda A.F. Mabius
tarafından ele alınmıştır.
Günümüzde özellikle Batı bilim dünyasında ve onların
tesiri altında kalan Doğulularda yaygın olan kanaate göre ünlü yerçekim kanunu,
İngiliz bilim adamı Newton tarafından keşfedilmiştir. Halbuki, bu mevzuda ilk
defa fikir ortaya atıp, incelemelerde bulunan İslam alimi Biruni’dir (973-1049).
Bu hususu bilim tarihçisi Karl Boyer de, History of
Mathematics adlı eserinde açıkça itiraf etmektedir.
Yine İslam alimlerinden Hazini (1118-1155), Biruni’nin
yerçekimi konusundaki araştırmalarını geliştirerek, çekim kuvvetinin dünyanın
merkezine olan uzaklıkla değiştiğini buldu. Böylece bir cismin, dünyanın
merkezine olan uzaklığı değiştiğinde ağırlığının da değişeceğini ifade etti.
Hatta Mizan-ül Hikme isimli eserinde,
düşmekte olan cismin hızı, aldığı yol ve geçen zaman arasındaki münasebet üzerinde
de geniş inceleme ve araştırmalarda bulundu. Bütün bunlar, İslam alimlerinin,
asırlar önce, değerli birer ilim hazinesi olan pek çok eser ortaya koyduklarını
göstermektedir.
Alm. Geräteturnen,
Fr. Travailler de poids, İng. Gymnastics with apparatus. Halter,
gülle ve Nautilus makinaları gibi aletlerle yapılan beden geliştirici
çalışmalar.
Yarışmaya
yönelik olmaktan ziyade bir çalışma sistemi olan ağırlık çalışmasını sporcular
kuvvet ve dayanıklılıklarını artırarak, performanslarını yükseltmek için
yaparlar. Atletizm, yüzme ve futboldan başka kuvvetin eğitim programları için
önem taşıdığı diğer spor dallarında da bu çalışmadan yaygın olarak
faydalanılır.
Ağırlık
çalışması ayrıca vücudun fiziki görünümünü düzeltmek, forma girmek veya vücut
geliştirme yarışmalarına hazırlanmak gayesiyle kas yapısını geliştirmek için
yapılır. Ağırlık çalışmasından hastalık, yaralanma, veya uzun müddet hareketsiz
kalınan durumlar sonrası rehabilitasyon gayesiyle de faydalanılır. Giderek
artan direnç çalışmalarının uygulandığı bu tedavi, bir hekimin nezaretinde
(gözetiminde) yapılır.
Ağırlık
çalışmasının çeşidi ve ağırlığı umumiyetle uygulayan kişinin gayesine, yaşına,
cinsiyetine, vücut ağırlığına ve tecrübesine göre değişir. Bu sebeple ağırlık
çalışmalarının tecrübeli bir antrenör veya fizik tedavi uzmanının denetiminde
yürütülmesi gerekir.
Alm. Lobgedicht (n),
Trauerode (f),
Fr. Ode Funéhre, İng. Dirge. Ölünün arkasından, ölünün
iyiliklerini, ölümünden duyulan acıları manzum olarak, belli bir makamla söylemek.
Daha ziyade meşhur kimselerin ölümünden sonra veya toplu felaketlerden sonra
daha çok kadınlar tarafından söylenir. Erkekler daha ziyade ağlayarak değil de,
yazarak söylerler.
Türklerde ağıdın tarihi çok eskilere dayanır. Türklerde
Orhun abidelerinde Bilge Kağan’ın ağzından kardeşi Kültigin’in ölümü ele
alınır. Ayrıca eski Türklerde yuğ merasimlerinde kamlar veya bahşılar ölünün
defni sırasında münasib bir zamanı gözleyerek kopuzları ile yas şiirleri
terennüm ederlerdi. Divanu Lugat-it Türk’te
“yug veya sagu” diye ağıttan bahsedilir. Alper Tunga’nın mersiyesi yanında
başka mersiyelere de yer verilir.
Ağıdın
makamı ve söylenişi bölgelere göre değişir. Ağıt törenine belli kişiler değil,
her isteyen katılabilir.
Dünya
milletlerinde ağıt, mersiye türünün ortaya çıkmasına sebeb olmuş ve şiirler
yazılmıştır. Rivayete göre ilk mersiye, Habil’in ölümü üzerine hazret-i Adem
tarafından söylenmiştir.
Hemen her millette görülen ağıdın İslamiyetten önce
Araplarda mühim bir yeri vardı. Bunun için para ile hususi ağlayıcı kadınlar
tutulmuştur. Ancak İslamiyet’in gelmesi ile sevgili Peygamberimiz sesli
ağlamayı yasaklamış ve bunun ölü için eziyet olduğunu bildirmiştir. Buna
rağmen, ölünün yakınları bu acı karşısında yine kendilerini tutamayarak sesli
şekilde ağlamışlardır. Bu en çok propaganda vasıtası yapılarak, müslüman
toplulukların merhametini sömürmek için şiilerde görülmektedir. Bu fırka güya
Peygamber torunlarının derdiyle dertlenmek için muharrem ayinleri yapmışlardır.
İran edebiyatında daha çok bu konuyu işleyen zamanla bizim edebiyatımızda da
bir tür olarak gelişen Maktel-i Hüseyn kısaca Maktel adlı eserler yazılmıştır. Buna karşılık
İran edebiyatında, Mevlid türünden eserler yazılmamıştır.
Sadece
ölünün ardından değil, harplerin ortaya çıkardığı felaketler de ağıt şeklinde
işlenmiştir. Bilhassa halk şairleri koşma nazım şekli ile uzun destanlar
yazmışlardır. Bu durum yerine göre şahısların ölümü için de söz konusudur.
Türk
edebiyatında mersiye türünün mühim yeri vardır. Padişahların, şehzadelerin
ölümü ile pek çok mersiye yazılmıştır. Bu durum günümüze kadar devam
edegelmiştir.
Alm. Mund (m.), Fr. Bouche (f.), İng. Mouth. Önde dudaklardan başlayıp,
arkada geniz ve yutak boşluğu ile nihayetlenen, yanlarda yanakların, üstte üst
çenenin ağız tavanını yapan sert ve yumuşak damak ile altta alt çenenin ağız
tabanını teşkil eden yumuşak dokulardan ibaret en iç tabakanın sınırladığı
boşluk.
Sindirim
organı denilince ilk akla gelen ağızdır. Yiyecekler ağıza, dudak, dişler ve dil
vasıtasıyla alınıp, burada ufaltılırlar. Tükrük vasıtasıyla kayganlaştırılıp,
küçük lokmalar halinde yutulurlar.
Nişastanın
sindirimi ağızda başlar. Nişastalı besinlerin ağızda uzun süre çiğnenmeleriyle
tatlanmaları, tükrükde bulunan “Amilase” fermentinin nişastayı parçalayıp,
küçük şeker moleküllerine ayırmasındandır. Tat ve koku organları ağıza giren
maddenin vasfını kontrol eder. Besinlerin bozuk olup olmadığı da tat ve koku
organlarınca anlaşılır.
Ağızdaki
dişler, çene kemiklerindeki diş çukuru denen boşluklara oturmuştur. Ağız
boşluğunun önde ve arkada olmak üzere iki deliği vardır. Ağız deliği denilen ön
kısmını dudaklar çevirmişdir. Dudaklar kas ve epitel (örtücü) dokudan yapılı
iki kıvrımdan meydana gelmiştir. Dudakların kalınlıkları ırka, yaşa ve cinse
göre değişir. Yeni doğan çocuklarda dudaklar kalın ve büyüktür. Yaşlılarda,
dişsizlerde dudaklar içeri doğru kıvrıktır.
Ağızın
arka deliğine “boğaz” denir. Boğaz, ağız boşluğuyla yutak boşluğunu
birleştirir. Boğazı, üstte yumuşak damak ve onun ortasındaki küçük dil ile
altta dil sırtının arka bölümü sınırlar. Dişler ağız boşluğunu iki kısma
ayırır. Bunlara ağız yayları denir. Dişlerin önünde ve yanda olanına ağız
dalızı adı verilir. Arkadaki yay ise asıl ağız boşluğudur. Dişler birbirine
değince, ağız ancak dilin sığabileceği bir boşluk halini alır. Alt çene üst
çeneden ayrılacak olursa bu boşluk genişler. Ağız boşluğunun yan duvarlarını
meydana getiren yanaklar, kas ve örtücü hücre dokularından teşekkül etmiştir.
Dudak ve yanaklara ancak meme emen, besinleri çiğneyen canlılarda rastlanır.
Ağız
boşluğunun içi mukoza denilen ve canlı hücrelerden meydana gelmiş bir zarla
örtülüdür. Mukozanın altında sayıları pekçok olan küçük tükrük bezleri bulunur.
Ağızda üç çift büyük tükrük bezi vardır. Bunlar da; çenealtı bezleri, dilaltı
bezleri ve kulakaltı bezleridir. Bu üç çift tükrük bezi yine üç çift
kanallarıyla ağız boşluğuna salgılarını boşaltırlar. Ağıza dökülen salgıların
bütününe tükrük denir.
Alm. Mundgeruch, Fr. Mauvaise haleine, İng. Foul breath. Bir insanın ağzından
yayılan anormal koku. Normal bir insanın ağzı kokmaz. Hastalıklara göre insanın
ağız kokusu da değişir. Hastanın kendisi tarafından duyulan ağız kokularından
başka, hasta tarafından işitilmeyen ve çevre tarafından hissedilen ağız
kokuları da vardır.
Bozuk
ağız (özellikle diş ve diş eti) hijyeni, ağız içi kanserleri, bademcik
iltihabları, sinüzit, aftlar, yemek borusu, mide ve alt sindirim sistemi
rahatsızlıkları (keseleşme, gastrit, ülser, kabızlık, barsak tıkanması ve
sindirim sistemi kanserleri); akciğer absesi, kanseri ve diğer ağır akciğer
hastalıkları ağızda koku yapabilir. Bütün sistemler tarandığı halde sebebi
anlaşılamayan ağız kokusu (nefes kokusu) vak’aları da vardır.
Birçok
insanlar sabah kalktıklarında nefesleri fena kokar. Bütün gece tükrük ifrazı
durur, dil hareket etmez. Bakteriler bu ortamda besin artıklarını daha kolay
parçalar. Bakterilerin yaptığı bu işlemle fena bir koku meydana gelir. Akşam
yatmadan dişleri fırçalamakla veya misvakla temizlemekle bu kötü koku kaybolur.
Bazı ağız kokularında, sabah aç karna biraz maydonoz, bir domates veya yeşil
bir sebze yemek veya karanfil ve nane şekeri çiğnemek kokuyu giderir veya
hafifletir. Ağız gargaraları ağız florasını bozduğu ve ağzı kuruttuğu için
kullanılmamalıdır.
Birkaç
hastalıkta, ağızda karekteristik bir koku olur; ancak tıbbi teşhiste ağız
kokusunun çok büyük önemi yoktur. Yine de bir çok acil vak'ada ilk teşhis için
ağız kokusu yol gösterici olabilir. Mesela, şeker hastalığında hasta komaya
girerse, ağzı aseton kokar. Aseton kokusu uzun açlıklarda da duyulur. Ancak
açlıkla olanı her zaman vardır. Aseton kokusu, çürük elma kokusunu andırır.
Üremi komasında nefes amonyak kokar. Amonyak kokusu, beklemiş idrar kokusuna
benzer. Karaciğer abselerinde ve komasında nefes küf kokar. Akciğer vereminde
de toprak kokusundadır.
Alm. Klagemauer,
Fr. Mur des lamentations, İng. Wailing Wall. Yahudilerin, Süleyman
aleyhisselamın Kudüs’te yaptırdığı Beyt-ül-Makdis (Mescid-i Aksa)ten kaldığına
inandıkları ve kutsal kabul ettikleri duvar. Yahudilerin ha-Kotel ha-Ma’aravi
(batı duvar) dedikleri bu duvar zamanla Hıristiyanlığın tesiriyle “Ağlama
Duvarı” olarak adlandırılmıştır. Yaklaşık 485 m uzunluğunda olan Ağlama Duvarı,
toprak seviyesinin üstünde yirmi dört büyük taş sırası ile yer altında kalan on
dokuz taş sırasından meydana gelir. Yüksekliği toprak seviyesinden itibaren 18
m olup 6 metresi mabed alanının seviyesini aşmaktadır. Taşlardan bazılarının
uzunluğu 12 m, yüksekliği 1 m, ağırlığı ise 100 tondan fazladır. 1967
Arap-İsrail (Altı Gün) Savaşına kadar sadece 30 metrelik kısmı ibadet için
kullanılmaktaydı. Bugünkü haliyle duvarın en üstünde bulunan on bir sıra,
İslami dönemden kalmadır. Geri kalan kısım ise hazret-i Süleyman zamanından
kalma olmayıp Herod (Hirodes) dönemi mimari özelliklerini taşımaktadır.
On
iki kabileye ayrılmış olan İsrailoğulları Süleyman aleyhisselamın vefatından
sonra iki devlete ayrıldılar. On kabile İsrail devletini, diğer iki kabile ise
Yahuda devletini kurdular. Azgınlaşarak hak yoldan ayrıldılar ve taşkınlık
ettiler. Gadab-ı İlahiye uğradılar. İsrail devleti M.Ö. 721’de Asuriler, Yahuda
Devleti de M.Ö. 586’da Babilliler tarafından yıkıldı. Asuriler, Babil Devletini
işgal etti. M.Ö. 587’de Asuri Hükümdarı Buhtunnasar Kudüs’ü yakıp, yıktı.
Yahudilerin çoğunu öldürdü, kalanlarını da Babil’e sürdü. İran hükümdarı
Şireveyh, Asurileri yenince Yahudilerin tekrar Kudüs’e dönmelerine izin
verdi.Yahudiler M.Ö. 520 senesinden sonra Mescid-i Aksa’yı yeniden imar
ettiler. Önce Perslerin, sonra da Makedonyalıların idaresi altında yaşadılar.
M.Ö. 63 senesinde Kudüs, Romalı kumandanı Pompey tarafından işgal edildi.
Pompey de yahudileri dağıttı, şehri ve Mescid-i Aksa’yı yaktı, yıktı. Böylece
Yahudiler, Roma Devleti hakimiyetine girdiler. M.Ö. 20 senesinde Romalıların
Filistin’deki Yahudi Valisi Herod, Mescid-i Aksa’yı eski ölçüleri daha da
genişleterek yeniden yaptırdı. Yahudiler daha sonra Roma hakimiyetine isyan
ettiler. M.Ö. 70 yılında Romalı kumandan Titüs, Kudüs’ü tamamen yaktı, yıktı.
Şehri viraneye çevirdi. Beyt-i Mukaddes (Mescid-i Aksa) de yandı. Sadece batı
duvarı kaldı. Sonra Titüs’ün yaptırdığı ve 120 yılındaki tamiratta bu duvarın
aynen kaldığı kabul edilir. Kudüs’ün doğu kesiminde Kubbetü’s-Sahra Camiinin de
bulunduğu Harem-i şerifin batı tarafında Tyropean Vadisinin kayalık tabanı üzerinde
yer alan Ağlama Duvarı, M.S. 1. yüzyıldan itibaren Yahudiler tarafından
Mukaddes kabul edilmeye başlandı. Yahudilerin önünde ibadet ettikleri bu duvar,
Kudüs’ün ve Beyt-i mukaddesin yakılıp yıkılışını; esir olarak Romalılar
tarafından başka ülkelere sürülüşlerini anmak; hatıralarını tazeleyip,
kinlerini bilemek; mabede yeniden kavuşup Yahudi hakimiyetini kurmak hayali
içinde dua ve gözyaşı ile yaslarını sürdürmelerini sağlamıştır. Bu duvar
yüzyıllarca Yahudilerdeki milli ve dini şuuru ayakta tutmuştur. Yahudilerin
inanışına göre, “Bu duvar yıkılmayacak ve Rab, mabedin batı duvarını asla terk
etmeyecektir.”
İlk
zamanlarda duvarın yanında herhangi bir ibadet yeri yapılmamış, hatta
Yahudilerin Kudüs’e girmeleri bile yasaklanmıştı. Fakat Ağlama Duvarı muhafaza
edilmiş ve Mescid-i Aksa tamir edilmişti. Kudüs İslam hakimiyetine girdikten
sonra, Yahudiler serbestçe Kudüs’e girebilmişler ve ibadet edebilmişlerdir.
Ağlama Duvarı önüne gelerek dua etmişlerdir.
Osmanlıların
Kudüs’ü fethetmelerinden ve İspanya'dan kovulan Yahudilerin Kudüs’e göçme veya
burayı ziyaret etme imkanının doğmasından sonra Ağlama Duvarı Yahudiler için
devamlı bir dua yeri haline gelmiştir. Osmanlılar yahudileri himaye ettikleri
gibi Mescid-i Aksa’yı ve Ağlama Duvarını tamir ettirip, yıkılmaktan
korumuşlardır. Bölgede Yahudi nüfusunun artmasından sonra Yahudiler Ağlama
Duvarı önüne, sıralar, masalar koymak ve o bölgedeki evleri yıkmak istediyseler
de Müslümanlar buna mani oldular. 1929 senesinde Ağlama Duvarı sebebiyle
Müslümanlarla Yahudiler arasında olaylar çıktı. Birleşmiş Milletler Cemiyeti
tarafından kurulan bir heyet, duvarın Müslümanların mülkiyetinde olduğuna ve
Yahudilerin orada dua edebileceklerine karar verdi.
1948
senesinde Kudüs’ün doğu kesiminin Ürdün’ün eline geçmesi üzerine Yahudilerin bu
duvarı ziyaret etmeleri yasaklandı. 1967 Arap-İsrail Savaşında Kudüs’ün doğu
yakasının İsrail tarafından işgal edilmesi üzerine bu hadiseyi asker sivil
bütün yahudiler duvarın önünde büyük bir coşkuyla kutladılar. 2000 yıllık
İsrail rüyasının gerçekleştiğini ilan ettiler. Daha sonra ise duvarın bulunduğu
bölgedeki mahalle yıkılarak geniş bir alan açıldı. Ağlama Duvarını Süleyman
aleyhisselamın yaptırdığı mabedden bir kalıntı olarak kabul ettikleri kutsal
bir mekan sayan Yahudiler, mabedin yıkılış yıl dönümü olmak üzere çeşitli
vesilelerle dua ederler. Yahudilerin en büyük hedefi, bu mabedin eski
ölçülerine göre yeniden yapılmasıdır. Beyt-i Mukaddesin eski ölçülerle yeniden
yapılabilmesi için bugünkü Kubbetü’s- Sahranın ve Mescid-i Aksa’nın yıkılması
gerekmektedir.
Tunus’ta
İbrahim bin Ağleb tarafından kurulan devlet. Abbasi halifesi Harun-ür-Reşid,
800 senesinde emirlerinden İbrahim bin Ağleb’i, isyanların hiç eksik olmadığı
Kuzey Afrika’ya vali tayin etti. İbrahim bin Ağleb, vali olunca, bölgedeki
isyanları bastırarak duruma hakim oldu. Bundan sonra içişlerinde müstakil bir
devlet başkanı, dış işlerinde ise halifeye bağlı hareket ederek Ağlebiler
Devletini kurdu 801 (H. 185).
İbrahim
bin Ağleb’in ilk yılları İdris bin İdris ve komutanlarından İmran bin Mahled’in
isyanlarını bastırmakla geçti. İmran karşısında zor duruma düştü ise de
halifeden gelen yardımlar ile savaşı kazanmaya muvaffak oldu. Böylece Tunus’ta
fitne ve karışıklık sona erdi. Halk güven içinde yaşamaya başladı. Bu durum 812
senesinde İbrahim bin Ağleb’in vefatına kadar devam etti.
İbrahim
bin Ağleb, fıkıh alimi, edib, hitabeti kuvvetli, ihtiyatlı, harp tekniklerini
çok iyi bilen, halkına şefkatli, sözüne sadık ve adil bir zattı. Tunus, onun
devrinde en rahat günlerini yaşadı.
İbrahim
bin Ağleb’in vefatından sonra iç karışıklıklar, isyanlar ve sık sık iktidar
değişiklikleri oldu. Bu ayaklanmalar Ağlebiler Devleti’ni yıkılma durumuna
getirdi. 828 senesinde iç karışıklık ve ayaklanmalar sona erdi. Bu sırada
Ağlebilerin başında Ziyadetullah bulunuyordu.
Ziyadetullah
döneminde Sicilyalı komutan Euphemius’un tavsiyeleri ile bu ülkeye karşı cihad
hareketi başlatıldı. Ziyadetullah, yüz gemiden meydana gelen donanmasını sahil
şehirlerinin zabtına me’mur ederken, karadan da büyük kuvvetleri savaşa soktu.
Hıristiyanlara üst üste darbeler indiren Müslümanlar, birçok kale ve şehri ele
geçirdiler.
Ziyadetullah’ın
ölümünden sonra başa geçen hükümdarlar devresinde zaman zaman iç isyanlar
ortaya çıktı ise de, bunlar devletin birlik ve bütünlüğünü sarsacak kuvvette
değildi. Ayrıca tahta geçen Ebu Ikal, Melik Muhammed, Ahmed, İkinci
Ziyadetullah, İkinci Ebu Ikal ve Abdullah Ebü’l-Abbas gibi hükümdarların son
derece iyi huylu, güzel ahlaklı, cömert, adil ve şefkatlı olmaları halkın
kendilerine sıkı sıkıya bağlanmalarını sağlamıştır.
Melik
Üçüncü Ziyadetullah döneminde ise, şii Fatimilerin propagandaları neticesinde
ülkede parçalanmalar baş gösterdi. Fatimilerin tarafını tutan Ebu Abdullah
eş-Şii, Ağlebi devlet adamlarının pek çoğunu kendi tarafına çekti. Böylece
pekçok şehire sahib oldu. Daha sonra Fatimi Devletinin de sıkıştırması üzerine
durumunu tehlikede gören üçüncü Ziyadetullah’ın tahtını bırakıp Mısır’a kaçması
ile bir asır süren Ağlebi Hanedanı saltanatı sona erdi (904). Toprakları
Fatimilerin eline geçti.