Cezayir’de
hüküm süren bir berberi devleti. Merkezi Tlemsan idi. Başlarında bulunan
hanedanlara Beni Zeyyan denildiği için, Zeyyaniler de denilmektedir.
Abdülvad
oğulları; Muvahhidlerin idaresi altında uzun süre göçebe olarak yaşadılar.
Muvahhidlerin zayıflamasıyla itaattan vazgeçtiler. Reisleri Yağmurasan bin
Zeyyad, 1235 (H. 633) senesinde Abdülvadiler Devletini kurdu.
Yağmurasan
başarılı bir idareciydi. Kabilesini çölden getirerek Oran eyaletinin ovalarına
yerleştirdi. Böylece kuvvetli bir devlet kurdu. Tekrar toparlanan Muvahhidler
Devleti’ni yenerek ortadan kaldırdı. Fakat bu defa da güçlü Meriniler Devleti
ile sınır oldular. Merinilere karşı Gırnata Sultanı ve Kastilya kralı onuncu
Alfonso ile üçlü bir anlaşma imzaladı. Merini topraklarında uygun zamanlarda
ilerlemeyi oğluna vasiyet ederek 1283 (H. 682) senesinde öldü. Yerine oğlu Ebu
Sa’id Osman geçti. Bu dönemde Meriniler Tlemsan’ı uzun süre devam eden bir
kuşatma altına aldılar ise de zaptedemediler. Buna rağmen Birinci Taşufin
zamanında Meriniler, Tlemsan’ı iki sene süren bir kuşatmadan sonra zapt
ederek Abdülvadileri idareleri altına aldılar. Bundan sonra Meriniler, Abdülvadiler
hanedanından kendilerine bağlı olanları bu devlete emir tayin ettiler. Son
Abdülvadi emirleri ise, Oran bölgesinde bulunan İspanyolların hakimiyeti altına
girdi.
1517
senesinde Oruç ve Hızır (Barbaros Hayreddin Paşa) reisler Tlemsan’ı ele geçirerek
zapt ettiler. İspanyollara sığınıp yardım alan Ebu Hemmu, Tlemsan’ı yedi ay
kuşatarak geri aldı. Oruç Reis bu kuşatmada şehid oldu. Tlemsan tekrar
Aldülvadilerin eline geçti.
Hızır
Reis, Abdülvadilerin taht kavgalarından faydalanarak 1550 senesinde Tlemsan’ı
tekrar kuşatarak ele geçirip Abdülvadi Devletine son verdi.
Abdülvadiler
çok zengin olmamalarına rağmen, başkentleri Tlemsan’da camiler, mektepler ve
muhteşem saraylar yaptılar. Tlemsan onlar zamanında önemli bir merkez haline
geldi.
Tebe-i
tabiin devrinde Basra’da yetişen meşhur hadis, fıkıh alimi ve büyük veli. İsmi,
Abdülvahid bin Zeyd (veya Ziyad)dir. Künyesi Ebü’l- Fadl’dır. “Şeyh-ul-Ubbad”
ve Şeyh-us-Sufiyye” ünvanlarıyla bilinir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 793
(H.177) senesinde Basra’da vefat etti. Vefatı için başka tarihler de vardır.
Abdülvahid
bin Zeyd (rahmetullahi aleyh), Hasen-i Basri hazretlerinin sohbetlerinde
bulunup ondan ilim ve feyz aldı. Ayrıca, Tabiin devrinin meşhur hadis ve fıkıh
alimleri olan Ebu İshak, A’meş, Asım-ül- Ahvel, Amr bin Meymun, Ebu İshak
Şeybani gibi zatların da ilim meclislerinde bulundu. Onlardan hadis ve fıkıh
öğrenerek, zamanında Basra’da yetişen hadis ve fıkıh alimlerinin ileri
gelenleri arasında yer aldı. Öğrendiği ilimleri hemen çevresinde bulunan
insanlara öğretmeye gayret etti. İlim öğretmek için ayrı bir zaman ayırmazdı.
Abdülvahid
bin Zeyd hazretleri namaz ve ibadet saatleri haricinde günün her saatinde ilim
öğretmeye çalışırdı. Bilhassa Cuma günleri Cuma namazından sonra evinin çevresi
hadis ve fıkıh öğrenmek isteyenlerle dolardı. Bıkmadan yorulmadan saatlerce
onlara ilim öğretir ve yetişmelerini isterdi. Bir anının bile boş geçmesini
istemez ya öğrenir, veya öğretirdi. Abdurrahman bin Mehdi, Kays bin Havs, Yahya
bin Yahya en-Nişaburi gibi alimler ondan ders alıp yetiştiler.
Abdülvahid
bin Zeyd hazretleri Hasan-ı Basri ve Ata bin Ebi Rebah’tan hadis-i şerif
rivayet etti. Ondan da Veki’, İbn-üs-Semmak ve Ebu Süleyman Darani gibi alimler
hadis-i şerif rivayetinde bulundular.
Yaşayış
olarak tasavvufu yaşamakla beraber ilim olarak tasavvufun kurucularından
sayılan Abdülvahid bin Zeyd, Fudayl bin İyaz, Ebü’l-Fazl ibni Zerrin gibi
evliya zatları yetiştirdi.
Abdülvahid
bin Zeyd hazretleri, dünyaya değer vermez, devamlı olarak ilim ve ibadetle
meşgul olur, herkese iyilik etmeyi severdi.Herkes de onu sever, ona hürmet
ederdi. Yaşayışı ve hikmetli sözleriyle birçok kimsenin hidayete ermesine ve
Allahü tealanın rızasına kavuşmasına vesile olmuştu.
Basra’da
kendilerine Bekkain adı verilen ve Allah korkusundan ağlayan zahidlerdendi.
Malik bin Dinar’ın vazını dinlerken yüksek sesle ağlar, ağlarken kendinden
geçerdi. Vezzan, onun bütün Basralılara yetecek kadar hüzne sahip olduğunu
söylerdi. Devamlı olarak sevgi ve aşktan bahseden Abdülvahid bin Zeyd sevgi
üzerinde fazla duran bir toplulukla beraber bulunurdu ve; “En üstün derece
muhabbettir” derdi; ancak rızanın bundan da üstün olduğunu ifade ederdi. Allahü
tealaya karşı olan kusurlarından dolayı çok üzülür; “O’na bütün insanların
yaptığı kadar ibadet etsek yine Allahü tealanın bize ihsan ettiği nimetlere
karşı şükrümüzü yerine getiremeyiz.” derdi.
Abdülvahid
bin Zeyd hazretleri ömrünün son zamanlarında çok takatsiz kalmış idi. Birgün
namaz vakti girdiği halde hizmetçisi yanında bulunmadığı için abdest almaktan
aciz kalmış ve Allahü tealaya; “Ya Rabbi! Bu anda namazı eda etmek için, çok
aciz bulunuyorum. Şimdilik abdest alıp, namaz kılacak kadar bana sıhhat ihsan
buyur da sonra hüküm yine senindir.” diye münacaatta bulundu. Kısa bir müddet
sıhhat bulup abdestini aldı ve namazını kıldı. Hastalığı tekrar fazlalaşıp 793
senesinde vefat etti.
Hadis ilminde sika (güvenilir) bir ravi (rivayet eden)
olduğu birçok alim tarafından bildirilen Abdülvahid bin Zeyd hazretlerinin
rivayet ettiği hadis-i şerifler Kütüb-i sitte’de
vardır. Ebu Davud ve Tirmizi’nin
bildirdiği ve onun rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
Her kim şartlarına riayet ederek
abdest alırsa, tırnaklarının altı da dahil olmak üzere vücudunun bütün
azalarından günahları dökülür.
Taundan ölen kimse şehiddir.
Abdülvahid
bin Zeyd hazretlerinin hikmetli sözlerinden bazıları ise şunlardır:
“Bir
insanın günahları çok ise ve o da iyilikten bahsetse, onunla iyilik arasında
bir deniz kadar uzaklık vardır.” “Muhakkak ki her şeyin bir kestirme (yakın)
yolu vardır. Cennet’in kestirme yolu ise cihad etmektir.”
“Eğer
nefsinizde Allahü tealaya karşı yaptığınız ibadetlerde bir isteksizlik ve
tembellik hissederseniz, bir müddet kuvvetli ve iyi yemekleri yemeyi bırakınız.
Tuz ve ekmekle yetinmeye çalışınız, oruç tutunuz. Bu şekilde yapmanız
vücudunuzdaki bazı yağları ve fazlalıkları erittiği gibi, Allahü tealayı
hatırlamanızı arttırır.”
Mısır'da
yetişen İslam alimi ve evliyanın büyüklerinden. İsmi, Abdülvehhab olup,
babasının ismi Ahmed'dir. İmam-ı Şa'rani ve Kutb-i Şa'rani lakablarıyla da
meşhur oldu. 1493 (H. 898)te Mısır'ın Kalkaşend kasabasında doğdu, 1565 (H.
973)'de Mısır'da vefat etti.
Kahire'de
küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Henüz yedi yaşındayken Kur'an-ı kerimi
ezberledi. Zamanının büyük alimlerinden maddi ve manevi ilimleri okudu. Zekası,
çalışkanlığı ve anlayışıyla hocalarının gönlünü feth etti. Kendisine ilim
öğreten ve feyz veren alimlerin arasında; şeyhülislam Zekeriyya el-Ensari,
Aliyyü'l-Havas, Efdalüddin, Muhammed Mağribi, Hasan Iraki gibi meşhur alimler
de vardı. Genç yaşında hadis ve fıkıh ilimlerinde üstad oldu. Mısır'daki Şafii
alimlerinin en yükseklerinden oldu. Tasavvuf ilminde de yetişerek pekçok
velinin feyz ve teveccühlerine kavuştu. Zamanında yaşayan alimler ve halk onun
derslerinde ve vazlarında bulunarak çok istifade ettiler. Ezher Camiinde civar
yerlerden akın akın gelenlere ders verdi. Çok talebe yetiştirdi. Pekçok
kerametleri görüldü. Kendisine zamanının kutbu (en büyük evliyası) olduğu
bildirildi. Aleyhinde konuşanlar rüyalarında ikaz edilir ve düşmanlıktan vaz
geçerlerdi.
Bunlardan
biri, Şeyh Sa’deddin Sanadidi idi. Bu zat, Ahmet Bedevi'nin kabri yanında
okunan mevlitte Şa'rani'nin bulunmasını hiç hoş karşılamamıştı. Kalbinden bu
hali Ahmed Bedevi'ye şikayet etmişti. Gece rüyasında Resulullah'ın, Şeyh
Şa'rani'yi kucaklayıp bağrına bastığını gördü. Şa'rani'nin iki memesinden süt
akıyor ve mevlidde bulunanlar kana kana bu sütü içiyorlardı. Resulullah'ın
karşısında duran Ahmed Bedevi de: "Yardım isteyen Abdülvehhab'ı ziyaret
etsin" diyordu. Bu zat rüyadan uyanınca tövbe etti. Abdülvehhab
Şa'rani'nin en yakın talebelerinden oldu.
Darda,
sıkıntıda ve hasta olanların sığınağı ve manevi doktoru idi. Cenab-ı Hak, onun
duaları bereketiyle belaları, sıkıntıları kaldırırdı.
Cinlere de fetva verirdi. Cinler müşkillerini 75 sualde
toplayıp kendilerine getirdiler ve dediler ki: "Ey şeyhülislam, bizim
alimlerimiz bunlara cevab veremedi ve bunların hakikatini ancak insanların
alimleri bilir dediler." Onlara cevap olarak Keşf-ül
Hicab ver-Ran an Vechi Es'ilet-il Can kitabını yazdı. Bu eser,
yazdığı meşhur kitaplarından biridir.
Allahü teala
Abdülvehhab-ı Şa'rani'ye pekçok ihsanlarda bulundu. O, güneşin batışından
doğuşuna kadar cansız eşyanın ve hayvanların tesbihlerini duyardı. Allahü
tealanın izniyle hiç bir mahluktan korkmazdı. Yılandan, akrepten, timsahtan,
hırsızdan, cinden ve benzerlerinden korkmaz, dinin emirlerine ve yasaklarına
uygun olarak onlardan uzak dururdu. Yavuz Sultan Selim Hanın Mısır'ı fethi
sırasında hazır bulundu.
Resulullah efendimizin zahir ve batın ilimlerinde
varisi olan Abdülvehhab-ı Şa'rani çok sayıda pek kıymetli kitablar yazdı. Bu
kitabların en kıymetlisi dört mezhebin fıkıh bilgilerini bir araya topladığı El-Mizan-ül-Kübra adlı kitabıdır. Bu kitabında
mezheblerin birleştirilemeyeceğini delilleriyle izah etmiştir. Evliya
hayatlarını anlatan Et-Tabakat-ül-Kübra
adlı eserinden başka, El-Envar-ül- Kudsiyye
adlı eseri de vardır. El-Ecvibet-ül-Merdiyye,
El-Bahr-ül-Mevrud, Ed-Dürer-ül-Mensure, El-Kibrit-ül-Ahmer de
kıymetli eserlerinden bazılarıdır. Esma-ül-Müellifin
adındaki kitapta pekçok eserinin isimleri yazılıdır.
Doğu
Anadolu'da yetişen evliyanın büyüklerinden. Peygamber efendimizin soyundan
olup, seyyiddir. Seyyid Abdullah Arvasi'nin oğludur. Doğum tarihi kesin olarak
bilinmemektedir. Van'ın Müküs (Bahçesaray) kazasına bağlı Arvas köyünde doğdu.
1786 yılında Doğubayezid'de vefat etti.
Küçük
yaşta ilim tahsiline başlayan Abdürrahim Arvasi, Arvas köyünde babasının
medresesinde okudu ve sohbetlerinde bulunarak olgunlaştı. Zamanının fen ve din
ilimlerinde söz sahibi , tasavvufta ise hal sahibi meşhur bir veli oldu.
1785
(H. 1199) senesinde, Doğubayezid'de İshak Paşa Sarayını yaptıran
Çıldıroğullarının ileri gelenleri, Seyyid Abdürrahim'i davet ettiler. Zira, bu
ailenin reisi İshak Paşa, ilim erbabı bir zattı. Alim ve velilere pek kıymet
verirdi. Onların meclislerine katılmaktan zevk alırdı. Seyyid Abdürrahim, İshak
Paşanın davetini kabul edip Doğu Bayezid'e gitti. Orada Ehl-i sünnet itikadının
yayılması için çok çalıştı. Zira, o bölgenin halkı şiiliğe meyilliydi. Uzun
münazaralardan ve mücadelelerden sonra Ehl-i sünnet yolunun üstünlüğünü herkese
kabul ettirdi. Halk, Ehl-i sünnet olup huzura kavuştu. Kendi aralarında bulunan
ayrılık ve düşmanlıklar sona erdi. Birbirlerine kardeş gözüyle bakıp fitne
durduruldu.
Seyyid Abdürrahim, bu gayretinin yanı sıra dini
ilimleri de öğretiyor, insanların ebedi saadete kavuşması için bütün gücünü
harcıyordu. Bir gün talebelerine Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerinin Mesnevi'sini okuyordu. O sırada talebelerin
arasında bulunan İranlı bir şii ayağa kalkıp, Mevlana'yı ve Mesnevi'yi kötülemek maksadıyla "Ne
okuyorsunuz?" diye sordu. Seyyid Abdürrahim "Mesnevi okuyoruz." buyurdu. İranlı,
dinlemeye değmez anlamına gelen "Meşnevi"
dedi. Bu söze son derece hiddetlenen hazret-i Seyyid, Mesnevi-yi Şerif'i rastgele açıp; "Şu beyti
bir oku!" buyurdu. Orada:
"Mesnevi
ra meşnevi mehan,
Ey
sek-i gürgin bed kerdei."
Yani “Mesnevi'yi meşnevi diye okuma. Ey uyuz köpek!
Kötü bir iş yaptın." yazılıydı. İranlı ve oradakiler bu manalı söz
karşısında şaşkına döndüler. İranlı şii, diyecek söz bulamadı, meclisi terk
edip gitti. Talebeler, Mesnevi'den o
beyti çok aradılar, fakat bulamadılar. Hocalarının büyük bir kerameti olduğunu
anlayıp, Seyyid Abdürrahim'e tam bir teslimiyetle bağlandılar.
Seyyid
Abdürrahim hazretlerinin bu ve benzeri kerametleri doğuda dilden dile dolaşarak
uzun yıllar söylenegelmiştir.
Abdürrahim
Arvasi 1786 'da Doğubayezid'de vefat etti. Kabri, sevenlerinin, ihtiyaç ve
istek sahiblerinin ziyaretgahı olmuştur. Halen ziyaret edilmektedir. Sırt
ağrısından muzdarib olanlar, sırtlarını kabir taşına sürtmekten taş yıpranmış,
üzerinde Arvasi kelimesi ile vefat tarihi olan 1786 (H. 1200) ve Fatiha
kelimesinden başka yazı kalmamıştır.
Seyyid
Abdürrahim'in, Muhammed ve İbrahim isminde iki oğlu vardı.
Osmanlı devrinde
yetişen mutasavvıflardan. Merzifon’da doğdu. Merzifon emiri Sarı Danişmend Emir
Aziz Efendinin oğludur. İlk tahsilini Merzifon’da tamamladıktan sonra Amasya’da
Akşemseddin ile beraber tahsiline devam etti. Osmancık Medresesinde müderris
iken, gördüğü rüya üzerine Mısır’da bulunan Zeynüddin Hafi’nin yanına giderek
ona talebe oldu. Daha sonra hocasıyla birlikte Herat yakınlarındaki Haf kasabasına
gitti. Birkaç sene burada kaldıktan sonra hocasından icazet (diploma) alarak
Merzifon’a döndü (1421). Hocası bu talebesi için: "Bir odun kütüğünü
yaktık Diyar-ı Ruma attık" demiştir. Vefatına kadar burada talebe
yetiştirmekle meşgul oldu. Şöhreti kısa zamanda Anadolu’ya yayılan Abdürrahim-i
Rumi, Sultan İkinci Murad Hanın ricası üzerine Merzifon Çelebi Sultan Mehmed
Medresesinde ücretsiz müderrislik yaptı. Vefat tarihi kesin olarak belli
değildir. Muhtemelen 1446’da vefat etmiştir.
Abdurrahim Rumi, Rumi mahlası ile birçok şiir
yazmıştır. Aşıkane manzumelere yer verdiği rivayet edilen Divan’ı henüz ele geçmemiştir.
Tövbe ya Rab hata rahına gittiklerime
Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime
beytiyle
meşhur oldu. Divan’ından başka İrşad-ül-Enam, Divançe-i İlahiyat, Minhac-ül-İrşad
ve Işıkname isimli eserleri vardır. Işıkname’si İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi
1359 numarada kayıtlıdır.
Tasavvuf
ehli ve şair. İznik, Tirse’de doğdu. Doğum tarihi belli değildir. 1512 (H.
912)de İznik’te vefat etti. Babası Bayezid Fakih, İsfendiyaroğulları’ndan olup,
Bolu’ya yerleşmiştir.
Abdürrahim
Tırsi, Kadiri tarikatında yetişmiş bir rehber olup, hocası evliyanın
meşhurlarından Eşrefoğlu Rumi’dir. Köylerinin imamı iken İznik’e Eşrefoğlu
Rumi’nin sohbetlerine de giden Bayezid Fakih, oğlu Abdürrahim Tırsi’yi de
beraberinde götürürdü. Abdürrahim Tırsi, Eşrefoğlu Rumi’yi görünce onu çok
sevip sohbetlerinden hiç ayrılmak istememiştir. Rivayete göre zaman zaman
köyünden kaçıp onun sohbetine gitmiştir. Bu durum üzerine Eşrefoğlu Rumi; “Bu
çocuğu bize veriniz, onu talim ve terbiye edelim.” deyince, babası razı oldu.
Böylece onu Eşrefoğlu Rumi büyütüp yetiştirdi. Rivayet edildiğine göre ona;
“Sen ana rahmine düşeliden beri seni terbiye ederim, bu diyara gelmekten maksadım
ancak sensin.” demiştir.
Eşrefoğlu
Rumi’nin vefatından sonra onun yerine geçen Abdürrahim Tırsi, hocasının manevi
işareti üzerine, kızı Züleyha Hatun ile evlendi. Vefatına kadar İznik’te kalıp
halkı irşad ile meşgul oldu. Vefatından sonra yerine oğlu Pir Hamdi Efendi
geçti.
Abdürrahim Tırsi, Yunus Emre ve Eşrefoğlu Rumi’nin şiir
söyleyiş tarzlarına benzer hece vezninde sade bir dille şiirler
yazmıştır. Bu şiirlerinden bir kısmı ilahi olarak Kadiri dergahlarında
okunmuştur. Bir Divan'ının olduğu da
zikredilmektedir.
Alm. Aberration, Fr. Aberration, İng. Aberration. Astronomide bir yıldızın
gerçek yerinden farklı bir yerde görülmesi olayı. Eğer bir kimse bir yıldıza
bakarsa, bakış doğrultusu, yıldızı kendisi ile birleştiren doğru ile çakışmaz.
Bakış doğrultusu ile gerçek doğrultu arasında küçük bir açı farkı vardır. Bu
fark; dünyanın dönmesinden, ışığın hızının sonlu olmasından ve atmosferdeki
kırılmalardan meydana gelir. Eğer bakış açısı, dünyanın dönüşüne dik ise en
büyük sapma açısı 20,47 yay saniye olarak bulunur.
Yıldızlardan
gelen ışığın sapması, 1700’lerin başlarında James Bradley tarafından Y.
Draconis yıldızının günlük yerdeğiştirmesini incelerken bulunmuştur. Bradley,
yıldızın güneş doğarken bakıldığında en güneyde ve yarı sene sonra ise güneş
batımında bakıldığında en kuzeyde bulunduğunu tesbit etmiştir. Bu ve benzer
gözlemlerden Bradley, yıldızın yerdeğiştirmesinin daima dünyanın dönme yönünde
olduğunu tesbit etmiştir. 1729’da Bradley bunu doğru biçimde açıklamıştır.
Bradley, dünyanın dönme hızından ve hesapladığı sapmalardan, daha önce elde
edilmeyen bir hassaslıkla ışığın hızını hesaplamıştır. Bradley’in bu
incelemesi, güneşin ve diğer yıldızların dünya etrafında döndüğü iddialarının
ortadan kalkmasına sebep olan en son ilmi açıklama olmuştur.
Optikte,
merceklerin kendilerinde bulunan hassalardan dolayı görüntüleri bozması olayına
da “aberasyon” denir. Optik sapma, görüntünün kalitesini ve yerini ideal
yerinden saptırır. Ana optik sapmalar; distorsiyon (çarpıtma), alanın eğriliği,
astigmatizm, boyuna küresel sapma, büyütme bozukluğu ve kromatik sapmadır.
Distorsiyon: Merceğin, eşyanın
bulunduğu uzaydaki konum bağlantılarını görüntü uzayında meydana
getirememesidir. Açısal ayrılma ile büyütme oranında ve odak uzaklığında
meydana gelen değişmelerden kaynaklanır. Bunun sonucu olarak eşya düzleminde
kenarda bulunan doğru, eğrilmiş olarak görülür. Eğer görüntü çizgisi görüntü
merkezine doğru konkavsa, merceğin negatif distorsiyonu var denir. Eğer dışarı
doğru konkavlık varsa, merceğin distorsiyonu pozitiftir.
Alanın eğriliği: Merceğin, düzlemde
bulunan bir eşyanın görüntüsünü düzlemde değil, bir eğrilikli yüzeyde meydana
getirmesidir. Bunun bir türüne “astigmatizm bozukluğu” da denir.
Boyuna küresel sapma: Bir merceğin ışık
geçiren bölgesinin yarıçapı ile odak uzaklığında meydana gelen değişimdir. Eğer
bu sapma odak uzaklığı yanında büyükse, diğer mercek bölgelerinden gelen net
olmayan görüntülerden dolayı net bir görüntü elde edilemez.
Büyütme bozukluğu: Mercekteki aynı merkezli
daire bölgesinin farklı büyütmelerinden dolayı ortaya çıkar. Böyle bir
bozukluğun mevcudiyeti, tam eksende bulunmayan bir cismin, hafif kuyruklu
yıldız şekli gibi bulanık bir görüntüsünü meydana getirir.
Kromatik bozukluk: Merceklerde
kırılma indisinin, dalga boyu ile değişmesinden meydana gelir. Bu ise ışığın
saçılmasını beraberinde getirir. Enine kromatik bozukluk, gelen ışığın rengine
(veya dalga boyuna) bağlı olarak görüntü büyüklüğünün değişmesine sebep olur.
Aynı zamanda farklı renkler için odak uzaklığının değişmesini ortaya çıkarır.
Kafkas
Sıradağları ile Karadeniz arasına sıkışmış bir sahil şeridi olarak uzanan 8660
km2 genişlikte, 535.000 nüfuslu ülke. Sahil uzunluğu 240 km olup kişi başına
düşen milli geliri 2500 dolardır. Başkenti Suhum şehridir.
Abhazların
bilinen tarihi M.Ö. 331'e kadar uzanır. İlk Abhaz kralı ikinci Lawan,
Abhazya’ya Batı Gürcistan’ı da katarak ilk Abhaz Krallığını kuran İkinci
Lawan'dır. M.S. 3. ve 4. asırlarda Hıristiyanlar Abhazya’yı hakimiyetleri
altına aldılar. Pitsunda şehrini dini merkez yaptılar. 5 ve 6. asırda
Hıristiyanlık, Abhazya’nın resmi dini oldu. Asilzadeler Bizans kültürünün
etkisinde kaldı. Yedinci asırda Abhaz kilisesine muhtariyet tanınarak, Pitsunda
konsülü diğer konsüllerle eşit hale getirildi. Sekizinci asırda İslam
ordularına karşı Gürcülerin yanında yer aldılar. Gürcü, dil ve kültürünün
etkisine girip, Gürcü kilisesine bağlandılar. Onuncu asırda Bizans hakimiyetine
girdiler. Daha sonra tekrar Müslümanların nüfüz sahası içine giren Abhazlar,
Selçuklular, Harezmşahlar ve İlhanlılara vergi verdiler. On beşinci asırda
yeniden bağımsız oldular. On beşinci yüzyılın ikinci yarısında Osmanlının adil
idaresini tercih ettiler. Başşehirleri Suhumkale adıyla Osmanlı şehirleri
arasına katıldı. Abhazlar, İslamiyetle şereflenerek 1578-1810 yılları arasında
huzur dolu günler yaşadılar. Müslüman olan Abhazlara Abaza ismi verildi. Birçok
abaza, devlet adamı olarak Osmanlı Devletinin üst kademesinde vazife aldı (Bkz.
Abazalar). Ruslar, 1810’da Suhumkale’yi, 1864’te Abhazya’yı işgal ettiler.
Osmanlılar, Abhaz, Çerkes, Çeçen ve Kırımlıları bir konfederasyon şeklinde
biraraya getirmeye çalıştılar. 1821-1824, 1830, 1840 ve sonrasında Şeyh Şamil,
Muhammed Emin ve Maan Kats gibi liderlerin önderliğinde diğer Kafkas müslümanları
ile birlikte Abhazlar da, Ruslara karşı kahramanca savaştılar. 1864 yılına
kadar süren çete savaşlarında Abhazların yarısı şehid oldu. Rusların
Abhazya’nın başına getirdikleri beyin Rus himayesinde kalmak teklifine halk
karşı çıktı. Güçleri tükenene kadar savaştıktan sonra Osmanlı topraklarına göç
ettiler. Rusya, Abhazya dahil Kuzey Kafkasyayı tamamen işgal etti. 1877-1878
Osmanlı-Rus harbinde 1200 kişilik bir Abhaz birliği Suhumkale’yi Rus işgalinden
kurtardı. Ancak hiçbir yerden yardım alamamalarına rağmen Ruslarla uzun zaman
mücadele ettikten sonra şehri tekrar teslim etmek mecburiyetinde kaldılar.
Ruslar Kafkas bölgesinin işgalinde kendilerine yardım eden hıristiyan
Gürcüleri, Müslüman Abhazların yerlerine yerleştirdiler. 1917’deki Rus ihtilali
sonrasında biraz rahatlayan Kafkas müslümanları, 1918’de Dağlık Kafkas
Cumhuriyetini kurdular. Ancak aynı yıl içerisinde Abhazya, Gürcü ordusu
tarafından işgal edildi. İşgal, 1921 yılında bolşeviklerin burayı bağımsız
Sovyet-Sosyalist Cumhuriyeti ilan etmelerine kadar devam etti. Stalin döneminde
Abhazya Cumhuriyeti, çok küçük olduğu iddiasıyla Gürcistan’a ilhak edildi
(1931). Gürcistan’a bağlı Özerk Abhazya Cumhuriyeti’nde halk Gürcüce öğrenmeye
mecbur tutuldu. Türkiye’den kaçan Ermeniler Abhazya’ya yerleştirildi. Göçürülen
Gürcü nüfusla birlikte ülkede Abhazların oranı gittikçe azaldı ve % 18 gibi bir
rakama düştü. Abhazya aydınlarının % 80’i kurşuna dizildi. Binbir çeşit baskı
ve zulüm, Sovyetler Birliği’nin çatırdamasına kadar devam etti. 25 Ağustos 1990
günü, Abhaz Parlamentosu, aldığı bir kararla Abhazya’nın bağımsızlığını ilan
etti. Vladislav Ardzınba, cumhurbaşkanlığına seçildi. Gürcistan, Abhazya’nın
bağımsızlığını tanımadı. Gürcistan’ın, özerk bölgeleri ilhakı yolundaki
faaliyetleri ve Rusya federasyonunun da bunu desteklemesi otuza yakın Kafkas
kavmini birliğe itti. 1991 yılında Abhazya’nın başkenti Suhum’da bir araya
gelerek, Kafkas Halkları Konfederasyonu’nu kurma kararı aldılar. Gürcistan ve
Ermenistan’ın kendilerini yutmasına mani olacak ve emniyetlerini sağlayacak
güçlü ve caydırıcı bir orduyu Kafkas Barış Gücünü kurmaya karar verdiler.
Abhazlar, Çeçenler, Adigeler, Kabartaylar, İnguşlar, Güney ve Kuzey Osetler,
Abazinler, Sapsıglar, Çerkezler, Avarlar, Dargılar, Lezgiler ve Laklar konfederasyona
taraftar oldular.
14
Ağustos 1992 günü Gürcistan kuvvetleri, içişleri bakanının kaçırılarak
Abhazya’da saklandığı iddiasıyla başkent Suhumi’ye girdi. İstiklallerini
korumak isteyen Abhazlar, diğer Kafkas kavimlerinden ve Türkiye’deki din
kardeşlerinden aldıkları yardımlarla mücadeleye başladılar. Binlerce gönüllü,
bu atayurdunu korumak için silah başına koştu mücadeleye katıldı (Ekim-1992).
Alm. Denkmal (n),
Monument (n), Gedenkstein (n), Fr.
Monument (n.), İng. Monument.
Önemli şahıslar veya hadiselerin hatırasını devam ettirmek düşüncesiyle yapılan
mimari eserler, heykeller. İnsanlar, unutulmamaya, hatırlanacak eserler
bırakmaya tarih boyunca çok önem vermişlerdir. Kazılardan çıkan eserler,
Mısır’daki ehramlar, buna birer misaldir. Abideler, bulunduğu devrin mimarisine
göre gelişme göstermişlerdir. Bazan mezarlık mimarisi olarak, bazan cami
olarak, bazan da kahramanlığı ifade eden meçhul asker abidesi ve zafer takları
olarak görülürler.
Memleketimizin her
köşesi, atalarımızdan bizlere hatıra, miras olarak kalan abidelerle doludur.
Yüzyıllardır eskimeyen camilerimiz, yıkılmayan köprülerimiz ve kalelerimiz,
bunlardan sadece bir kısmıdır.
Osmanlı devlet
adamı ve şairlerinden. Arnavutluk ileri gelenlerinden Prevezeli Ahmed Dino
Beyin oğludur. 24 Mart 1843 tarihinde bir Salı günü Preveze’de doğan Abidin
Paşa, tahsilini tamamladıktan sonra, silahşörlük hizmetiyle saraya girdi. Bir
süre sonra doğum yeri olan Preveze’de mutasarrıf muavinliği ve merkez
kaymakamlığı yaptı. İzmir’deki vazifesinden sonra, Sofya mutasarrıflığı ve
Bosna komiserliğinde bulundu. Bosna’dayken Devlet-i aliyyenin borçlanması,
borsa muameleleri ve maliye hakkında yazdığı kitabını Maarif Nezaretinin
izniyle bastırdı. 1877’de Rus Harbi sonunda Epir sınırı için Yanya’da toplanan
olağanüstü komisyon başkanlığında, 1878’de de Diyarbekir, Elazığ ve Sivas
illeri ıslahat işleri birinci komiserliği vazifelerinde bulundu. 1879’da Sivas
ve Selanik illeri valiliklerine ve aynı sene vezirlik rütbesiyle Hariciye
nazırlığına getirildi. Ayrıca Babıali’de çok önemli komisyonlarda bulunduğu
gibi, emir üzerine mebusların halk tarafından birinci ve ikinci dereceden
seçimine dair yapılacak tüzüğün taslağını hazırladı. Üç ay bu vazifede
kaldıktan sonra, mecidi nişanıyla Adana valiliğine tayin edildi.
Dört sene dokuz ay kaldığı bu vazifedeyken Abidin Paşa, Mesnevi-i Şerif’i tercüme ve şerh etti. 1885
senesinde Sivas valiliğine tayin edildiyse de bir sene sonra Ankara valiliğine
getirildi. Sekiz sene kadar bu vazifede bulunan Abidin Paşa, 1894 senesinde
Cezayir-i Bahrisefid (Akdeniz adaları) valiliklerine atandı. 1906 senesinde
Yemen işlerini ıslahla ilgili komisyonda görevli iken, 1908 yılında İstanbul’da
vefat etti. Kabri, Fatih Camii bahçesindedir.
Abidin Paşa
vazifeli bulunduğu yerlerde idareciliği ve davranışları ile kendini halka
sevdirmişti. Ana dili Türkçeden başka Arapça, Farsça, Arnavutça, Fransızca ve
Rumcayı çok iyi bilirdi. Rumca şiirleri İstanbul ve Paris’te yayınlanmıştır.
Abidin Paşa, Mesnevi-i
Şerif’in birinci kıt’asının şerhini yapınca, bir nüshasını da Cevdet
Paşaya göndermişti. Cevdet Paşa, onu, böyle bir şerhi, özellikle devrin diliyle
yazmasından dolayı takdir etmiştir. Fakat Cevdet Paşa asıl konuya Abidin
Paşanın; "Mesnevi-i Şerif, altı
cildden ibaret olup, altıncı cildin nısfı sanisiyle yedi cild üzere bulunur.”
demesi üzerine geçmiş ve bütün mesnevilerin altı cild olduğunu belirterek düzme
olan yedinci cild üzerinde geniş olarak durmuştur. Paşa, çeşitli cephelerden bu
cildi ele almış ve Celaleddin-i Rumi hazretlerinin olmadığını isbat etmiştir.
Abidin Paşa da
üçüncü defa bastırdığı encümenin birinci cildinde Cevdet Paşanın bu haklı
tenkidi karşısında eski fikrinden dönmüştür.
Abidin Paşa, Mesnevi şerhinde, Mesnevi’nin birinci beyti olan:
Bişnev ez ney çün hikayet miküned,
Ez cüdayiha, şikayet miküned.
“Dinle neyden nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikayet ediyor.”
beytinin açıklamasını yaptıktan sonra, şerhine başlayarak, ney’in, insan-ı
kamil olduğunu dokuz şekilde isbat etmektedir. Bunlardan birincisi şu
şekildedir: “Neyden maksad, arif ve akıllı insandır ki, ağzından daima aşıkane,
leziz ve manidar sözler çıkar. Bu beytin ikinci mısraında “Ez cüdayiha şikayet
miküned” (Ayrılıklardan nasıl şikayet ediyor.) buyrulması, arifin, yani Allah
adamının ruhani alemden ayrılıp dünyada bulunmasından, kendini gurbette
hissetmesinden ve üzücü, daima değişip duran hadiselere giriftar olmasından
şikayet etmesidir.
Mesnevi-i Şerif’in
bu ilk beytinde Celaleddin-i Rumi kuddise sirruh işitme işiyle ilgili olan
"Bişnev" (işit) emri ile söze başlamaktadır. Bundan maksadı, hem
beyan buyurdukları ney’in sedası tabii olarak işitilmeye muhtaç, hem de işitme
duyusunun diğer duyu organlarından ve uzuvlarından daha faziletli, değerli
olmasındandır. İşitme organı ve duyusundan sonra uzuvların en kıymetlisi olan
göz bile, yalnız bazı sınırlı ve maddi şeyleri görebiliyor. Kulak ise,
maneviyatı, akıl ile idrak olunabilen şeyleri, yani ma'kulatı ve birçok
hikmetleri işitebilmektedir. Allahü tealanın peygamberleri (ala nebiyyina ve
aleyhimüssalevatü vetteslimat) bütün insanlık için iki cihanın saadetine vesile
olan Allahü tealanın emir ve yasaklarını tebliğ için, tabii olarak işitenlerin,
işitme duyusuna müracat ederlerdi. Göz, ışıksız vazifesini yapamamaktadır.
Kulak ise zahiri yardımcılara muhtac olmayıp, daima binlerle çeşit ses ve
sedayı işitip, idrak eder ve aklın nurunu malumatını her şeyden ziyade artırır
ve insanın kadrini yüceltir.
Mesnevi’nin bu beytinden
arifin, yani veliyy-i kamilin ney’e benzetilmesinde bazı hikmetler mevcuttur.
Mesela, ney önce kamışlıkta bulunuyordu. Kesilmemişken daima büyüyüp gelişiyor,
taze hayat buluyordu. Kesildikten sonra ise kurudu. İşte arifin ruhu da, ruhlar
aleminde nihayetsiz manevi nimet ve lezzetlere mazhar iken, dünyaya gelince,
adeta ab-ı hayat gibi olan o ruhlar aleminden mahrum kaldığından susuz kalmış
kamış gibi kurudu.
Abidin Paşanın başka eserleri de vardır. Bunlar; 1) Alem-i İslam'ı Müdafaa: Bir
Hıristiyan papazın Kur’an-ı kerim hakkındaki görüşlerine cevaptır. 2) Meali-i İslamiyye:
İslam dininin değeri ve üstünlükleri hakkındadır. 3) Seadet-i Dünya: Ahlakla
ilgilidir. 4) Kaside-i Bürde Tercümesi'dir.
Alm. Tiefseetiere, Fr. Animaux des grands fonds, İng. Abysal animals. Suların karanlık derinliklerinde yaşayan hayvanlar. Derinlik
hayvanları olarak da bilinirler.
Güneş ışığı denizlerde ancak 200-300 metre derinliğe kadar
ulaşır. Dolayısıyla bunun altındaki ışıksız bölgelerde hiçbir yeşil bitki
yaşamaz. Fotosentezle besin üreten bitkiler olmayınca, canlı hayatın var
olamayacağı zannedilir. Zira canlı varlıkların hayatlarını devam
ettirebilmeleri için, gıda üreten bitkilere ihtiyaç vardır. Bugün kesin olarak
bilinen; gıda üreten bitkilerin ancak ışıklı tabakalarda yetiştiğidir.
Okyanuslarda böyle olduğu gibi, derin göllerde de durum aynıdır.
Eskiden derin deniz diplerinde ve göllerde hayatın mevcut
olmadığı sanılırdı. Ancak bugün durumun hiç de böyle olmadığı bilinmektedir.
Derinliklerde ve diplerde çeşitli hayvan türleri hayat sürmektedir. Bunlar
çoğunlukla çöpçü cinsler olup, gıdalarını suların üst tabakalarından dibe çöken
bitki ve hayvan artıklarından temin ederler. Bitki ve hayvan ölüleri, suların
ışıklı tabakalarından karanlık diplere doğru çökerler. Bu çöküş sırasında
saldırıya uğrayıp yenilmeyen her şey deniz dibine ulaşır. Dipler, sürekli bir
gıda yağmuru altındadır. Ayrıca suların üst kısımlarında yaşayan bazı balıklar,
kendilerine yem aramak için derinlere inerler. Bu arada derinlik balıklarına
yem olurlar. Diplerdeki çürükçül bakteriler de, ölü organizmaları parçalıyarak
imha eder, geriye bir şey bırakmazlar. Zamanımızda geliştirilen denizaltı
araştırma cihazları ile bilim adamları okyanusların derinliklerine inerek, bir
çok film ve resim çektiler. Derinlerdeki hayat sırlarını çözmeye başladılar. Bu
cihazlardan biri, 1930’da William Beebe tarafından yapılan “Bathysphere” adlı
su altı araştırma cihazıdır. Beebe, bununla 900 metreden daha derinlere indi.
Auguste Piccard, 6 milden daha derine inen bir araştırma denizaltısı yaptı.
1963 senesinde Fransız Müslüman Jacgues-Yues Cousteau ve ekibi tarafından denizaltında
önemli araştırmalar yapıldı. Kızıldeniz’de Roman bölgesi resifinde “Starfish
House” isimli bir denizaltı hücresinde bir ay müddetle hiç deniz yüzeyine
çıkmaksızın ekibiyle beraber çalıştı.
Su içindeki basınç, derinlikle doğru orantılı olarak artar ve
bir noktadaki basınç her yönde aynı olur. Canlıların iç basıncının ayarlı bir
şekilde bu dış basıncı dengelemesi, onları yaratan Allahü tealanın büyüklüğünü
gösteren ibret verici bir olaydır. Çok derinlerde su basıncı tonlarca olmasına
rağmen, burada yaşayan balıklar buna uyum sağlarlar. Eğer aniden su yüzüne
çıkartılacak olurlarsa, infilak ederler.
Abisel hayvanların bir kısmı “sabit dip hayvanları” olup,
suların diplerinde herhangi bir yere bağlı olarak yaşarlar. Bazıları ise
“serbest dip hayvanları” olduğundan, diplerdeki kum ve çamurlarda sürünerek
hareket ederler.
Bazı solucanlar, karındanbacaklılar, yassı solungaçlılar,
bazı kabuklular, derisi dikenlilerden deniz kestanesi, deniz yıldızı, yılan
yıldızı ve deniz hıyarları serbest dip hayvanlarına örnektir. Süngerler,
mercanlar, borulu solucanlar, bazı yumuşakçalar, deniz laleleri ve tulumlular
da sabit dip hayvanlarındandır.
Her hayvan çeşidi, kendine has bir derinlikte yaşar.
Derinliklerin daimi karanlıklarında; deniz mercanları, mürekkep balıkları, ışık
organlarına sahip balıklar, yakamoz olayına sebep olan küçük canlılar ve en
diplerde çürükçül bakterilere rastlamak mümkündür. Derinlerde gözleri aşırı
derecede gelişmiş hayvanlar olduğu gibi, gözleri görmeyen hayvan adedi de hayli
kabarıktır. Görme eksikliği veya yokluğu başka duyuların gelişmesiyle
giderilir. Bu tip balık ve hayvanlarda hassas duygu kollarına rastlanır.
Derinlerde yaşayan balıkların organları yaşadıkları çevreye uygun olarak
yaratılmıştır. Dişleri sivri ve uzundur. Bazı çeşitleri ise kendilerine has
ışık yayarlar. “Fotofar” da denilen ışık organları birer bez olup, “Lüsiferin”
ve “Lüsiferas” maddelerini salgılarlar. Bunlar ışık üretirler. Buna “Fosforışı”
denir. Bu balıklar “etobur” olup birbirini yerler. Deniz ejderleri böyledir.
Bazıları aşağı tabakalarda rastgele yüzen balıkları avlarlar. Fener balığı,
başının üzerindeki ışık organını bir olta gibi kullanarak küçük balıkları
aldatarak avlar. Bir kısmı ise yukarıdan aşağıya çöken ölü balıkları yer. Derin
deniz diplerinin daimi karanlıklarında ışıldayan mürekkep balıkları da
mevcuttur. Işık üreten organları fener görevi yaparlar. Denizin koyu
karanlıkların da ışık organlarının parıltısı, ışıklandırılmış bir denizaltı
şehrini andırır.
Alm. Blockade (f), Fr. Blocus (m), İng. Blockade. Etrafını çevirerek dışarı ile olan ilgisini kesme. Savaş
zamanında, bazen de savaş olmadan bir ülkenin başka ülkelerden almakta olduğu
yardımı, ikmal malzemelerinin sevkiyatını ve diğer bağlarını kesmek için hasmı
tarafından uygulanan tedbirler. Savaş anında veya savaş hali olmadan, siyasi
gerginlikler zamanında da uygulanır. Genellikle denizde alınan tedbirleri içine
alır. Ablukayı zorlayan gemiler batırılır veya içindeki mallara el konulur.
Küba’da 1962 yılında Amerika’ya yönelik füze rampaları kurulmuştu.
Bunun üzerine Amerika, Küba’ya abluka uyguladı. Küba’ya yeni füzeler getiren
Sovyet gemilerini, denizden ve havadan aldığı tedbirlerle içeri sokmadı.
Mısır-İsrail Harbi başlamadan; Mısır, Akabe Körfezinin ağzını
ablukaya alarak giriş ve çıkışı yasakladı. Böylece İsrail’in güneyindeki limanı
olan Elrat’a giden ikmal yollarını kesmiş oldu.
Günümüzde ise Körfez ve diğer Orta Doğudaki çeşitli
hadiselerde Amerika ve diğer devlet donanmalarının o civarda 1991, 1992
senesinde Irak'a uyguladıkları en önemli ablukalardandır.
(Bkz. Soğurma)
Alm. Sofortige
Beschwerde, Fr. Pourvoi immédiat, İng. Urgent appeal. Ceza mahkemeleri kanununda, yargılama
makamlarının ara kararlarını denetleme çarelerinden biri olan itirazın bir
çeşidi. Acele itiraz, süreli olup kararın verilmesinden itibaren bir hafta
içinde yapılır. Bu süre tefhim veya tebliğden itibaren başlar. İstisna olarak
savcılar bakımından bir ay veya otuz gün olarak kabul edilmiştir. Kararı veren
merciin bir üst veya hiç olmazsa onunla aynı derecede olan en yakın yargılama
mercii acele itirazı inceleyerek, reddine veya kabulüne dair karar verir. Ancak
kararı düzeltmeye yetkisi yoktur.
Acele itiraz istisna teşkil ettiğinden, bir itirazın acele
olması için, kanunda açıkça gösterilmesi lazımdır.
Alm. Janitscharenkorps, Fr. Corps des janissaires, İng. Janisary Corps. Kapıkulu
ocaklarına ve özellikle yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için kurulan
teşkilat. Rumeli’de arka arkaya elde edilen zaferler sonucu sınırları
genişleyen Osmanlı Devleti daha fazla askere ihtiyaç duyuyordu. Mevcut
kuvvetler ihtiyaca yetmiyor ve elde devamlı bir ordu bulunması gerekiyordu. Bu
itibarla esirlerden faydalanmak gayesi ile 1362 senesinde kadıasker Çandarlı
Kara Halil ile ulemadan Karamanlı Molla Rüstem’in gayretleriyle, Sultan Birinci
Murad devrinde Pençik Kanunu gereğince Acemi Ocağı Gelibolu’da kuruldu. Daha
önceleri savaşta esir alınanlar, kısa bir eğitimden sonra yeniçeri
yazılıp savaşa gönderilirdi. Sultan Birinci Murad zamanında esirler önce
Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında süvari askerlerini taşıyan gemilerde
beş-on sene acemi oğlanı olarak çalıştıktan ve uzun bir eğitimden geçtikten
sonra Yeniçeri ocağına kaydedilmeye başlandı.
Acemi teşkilatına, acemi oğlanı iki şekilde alınırdı. Biri
harpte esir edilen esirlerin beşte birinden, diğeri ise Osmanlı sınırları
içinde yaşayan hıristiyan çocuklarından ki buna “devşirme” denirdi. Devşirme
kanunu ile Hıristiyan tebea evladından asker toplanarak, gayri müslim olan
Rumeli halkı yavaş yavaş Müslüman olacak ve bu askerlerle de Türk ordusu biraz
daha kuvvetlenecekti. Kuruluşunda Gelibolu’da bulunan acemi ocağının merkezi
fetihten sonra İstanbul’a taşınmıştır. Gelibolu ocağının başında Gelibolu ağası
vardı. Gelibolu acemi ocağının mevcudu önceleri dört yüz idi; daha sonra beş
yüz olmuştur. İstanbul acemi ocağının mevcudu ise önceleri üç bin kadardı. On
altıncı asırda bu sayı dört bine çıktı. Yeniçeri mevcudu arttıkça acemilerin
miktarı da artıyordu. On altıncı asır sonlarında Bostancılarla birlikte sekiz-dokuz
bine çıkan acemilerin 17. asır başlarındaki adedi 9406 idi.
Acemi ocağı on yedinci asır ortalarından sonra ehemmiyetini
kaybetti. Yeniçeri ocağı 1826 yılında Sultan İkinci Mahmud tarafından
kaldırılınca bu ocak da kapanmış oldu.
Acemi oğlanı:
Osmanlı Devleti zamanında esirlerden yahut devşirme ile hıristiyanlardan
toplanan çocuklar meslek itibariyle Türk-İslam unsuruna ve milletine yabancı
oldukları için acemi tabiri kullanılmıştır. Bu acemi neferler, asker ocağına
yeni gelmiş, askeri talim ve terbiyeyi henüz öğrenmeye başlamış olanlardır.
Acemi oğlanları kırk evden bir hesabıyla devşirilirdi. Alınan
oğlanların yaşları 10-20 arasında olurdu. Zeki ve kibar olanları saraya iç
oğlanı olarak, kuvvetli olanları da bostancı ocağına alınırlardı. Acemi oğlanı
alınan bölgenin halkı bazı vergilerden muaf tutulurdu.
Savaşlarda esir alınan veya devşirme usulüyle reayadan
toplanan bu çocuklar, önce Türkçe ile İslami esaslar öğretilmek üzere 4-5 yıl
Anadolu ve Rumeli’deki Türk çiftçi ailelerine verilirlerdi. Çiftçilik
yapmayanlar acemi oğlanı olamazlardı. Çifti çubuğu olan köylüye verilen acemi
oğlanlarının yoklamalarını yapmak için ikisi Rumeli’de ikisi Anadolu’da olmak
üzere dört kişi görevlendirilirdi. Bunlara “Kethüda” denilirdi. Kethüdalar
me'mur oldukları yerlere giderler; oradaki oğlanların verilen yerde çalışıp
çalışmadıklarını kontrol eder ve yıllık vergilerini de bunları hizmetinde
kullanan köylüden alırlardı.
Acemi oğlanlar, bulundukları çiftçinin yanındaki hizmetleri
bitirdikten sonra İstanbul’a getirilirlerdi. Mensub oldukları yerlere göre
Rumeli veya Anadolu Ağası’nın tezkeresi ile bunlara birer akçe ulufe tayin
edilip yeniçeri yazılırlardı. Ulufeye yazılanlar, Yeniçeri ocağının malı
olurdu.
Acemi oğlanları, padişah ve vezirlerin saray hizmetinde, ağa
ve yeniçeri katipliklerinde, gemi ve oda hizmetlerinde, inşaat ve nakliye
hizmetlerinde de çalıştırılırlardı.
(Bkz. Acemi Ocağı)
Alm. Agent (m); Agentur
(f), Fr. Agence (f), İng. Mercantile Agent. Kendisine verilen yetki dahilinde
belli işleri yapmakla yükümlü kişi veya birimler. Ticari bir işletmeye müşteri
bulmak işi ile uğraşan aracı. Acente, bağımsız bir tacir olarak ve bir
sözleşmeye dayanarak belirli bir yer veya bölge içinde bir ticari işletmeyi
ilgilendiren belli işlerde aracılık eder ve bunları o işletme adına yapar.
Halk dilinde birçok tacir yardımcılarına acente denilmekle
beraber, bu kimseler acente vasfına haiz değillerdir. Artist acentesi, emlak
acentesi, istihbarat acentesi namıyla iş yapan işletmeler, hukuken tellal veya
simsardır. Tellalın acenteden farkı, acentenin işini yaptığı kişi veya firmaya
daima bağlı olmasıdır. Öte yandan yabancı firmaların yurt içindeki umumi
dağıtıcılarına (distribütör) da acente denmektedir. Bunlar kendi nam ve
hesaplarına da alım satım yapabilirler.
Acenteler, bağlı olduğu işletmeye müşteri sağlayan aracı
acentelerle, müvekkili namına sözleşme akdeden, akit yapan acenteler olmak
üzere iki kategoride toplanabilir. Komisyoncu acenteler, sigorta acenteleri ve
yabancı şirketlerin yurt içindeki umumi vekilleri acente hükmündedir.
Acenteler çalıştıkları bölgede tekel hakkına sahip olmanın
yanı sıra, fevkalade masrafları taleb etme, ücret isteme ve alacağı ödenene
kadar müvekkilinin malını hapis hakkına sahiptir. Buna karşılık vekili olduğu
kişinin menfaatlerini koruma, talimata göre hareket etme, önleyici tedbirler
alma, parayı zamanında gönderme, bilgi verme ve müvekkili ile rekabet etmeme
gibi mükellefiyetleri de bulunmaktadır.
Acentelik bir mukaveleye bağlı olduğundan, sözleşme süresinin
bitmesi, feshi ihbar etme, haklı sebepler, müvekkilinin veya acentenin ölümü
veya ehliyetinin zevali ile sona erer.
Alm. Lupine (f.), Fr. Lupin (m.), İng. Lupine, Familyası: Baklagiller
(Leguminosae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Akdeniz bölgesi, Bursa, Antalya ve Konya çevreleridir.
10-100 cm yüksekliğinde, sık tüylü, bir senelik bitkiler.
Yapraklar el şeklinde parçalı, uzun saplı, 5-9 yaprakçıklıdır. Çiçekleri dik
salkım durumunda, beyaz veya mavimsi renkli, çiçek taç yaprağı kelebek
şeklindedir. Yahudi baklası diye de tanınır.
Memleketimizde beş türü bulunmaktadır.
Beyaz yahudi baklası: Beyaz çiçeklidir. 120 cm kadar
yükseklikte, bir yıllık bir bitkidir.
Sarı çiçekli yahudi baklası: Vatanı, Orta ve Güney
Avrupa’dır.
Mavi çiçekli yahudi baklası: Vatanı, Akdeniz çevresi
memleketleridir.
Kullanıldığı yerler:
Tohumlarının idrar söktürücü, kan temizleyici ve kurt düşürücü tesiri vardır.
Bazı türlerinin kavrulmuş tohumları “sebze kahvesi” ismiyle kahve yerine
kullanılmaktadır. Fakat alkaloid taşıyan türlerinin bu şekilde kullanılması
tehlikelidir.
Alm. Herbstzeitlose. (f.),
Krokus, Fr. Colchique. İng. Colchicum. Autumn crocuses. Familyası:
Zambakgiller (Liliaceae). Türkiye’de
yetiştiği yerler: Türkiye’de pek bulunmaz.
Avrupa’nın sulak çayırlarında bol miktarda yetişir.
Boyu 10-30 cm yüksekliğe ulaşan, otsu ve yumrulu bir bitki.
Sonbaharda morumsu pembe renkli, 6 parçalı çiçekler açar. Yaprak ve meyvaları
ise ilkbaharda ortaya çıkar. Sonbaharda çiçek açtığından dolayı halk arasında
“güz çiğdemi” olarak da bilinir.
Kullanıldığı yerler:
Tıbbi önemi haiz bir bitkidir. Kullanılan kısmı yumru ve tohumlarıdır.
Bileşiminde; sabit yağ, şekerler, tanen ve kolşisin ile demekolsin alkaloitleri
mevcuttur.
Tohum ve yumruların idrar arttırıcı, terletici, müshil ve
romatizma ağrılarını dindirici etkisi vardır. Alkaloitlerin çok yüksek
zehirleyici özelliği olduğundan, bu droglar, dahilen ancak hekim kontrolünde
kullanılabilir. Eskiden halk arasında romatizma ağrılarını dindirmek için haricen
kullanılırdı. Bunun için bir tutam acı çiğdem tohumu, 2-3 diş sarmısak ile
havanda iyice dövülür. Elde edilen sulu kısım da bir tülbente emdirilip,
ağrıyan kısma sarılır. Bu pansuman birkaç gün arka arkaya tekrarlanır.
Acı çiğdemin başka zehirsiz çiğdem türleri, yemeklerde de
kullanılır. Yumruları çiğ olarak, külde pişirilerek veya yemeğe katılarak
(çiğdem pilavı) yenir. Çiğdem yumrusu yerine, yanlışlıkla acı çiğdem yumrusu
yenirse tehlikeli zehirlenmelere sebeb olur.
Çiğdem yumrusunu acı çiğdem yumrusundan ayırmak için,
gövdenin yumrudan çıkışına dikkat etmek gerekir. Çiğdem türlerinde gövde,
yumrunun tam ortasından çıkar. Acı çiğdemde ise gövde, yumrunun yan tarafından
çıkmaktadır.
Göller Bölgesinin kuzeybatı kenarında, Afyon’un Dazkırı
ilçesinin güneyinde bir göl. Türkiye’de bu isim ile anılan göllerin en büyüğü.
Yüzölçümü 153 kilometrekare olup, uzunluğu 27 km’dir. En dar yeri 9 km’dir.
Derinliği azdır. Ortalama 8 metredir. Gölün seviyesi denizden 836 m
yüksekliktedir. Etrafı 1500-2000 metreyi bulan, volkanik kayalar ve kireç
taşlarından meydana gelmiş dağlarla çevrilidir. Büyük Menderes çöküntü
hendeğinin doğu ucundaki çanakta meydana gelmiş tektonik bir göldür. Her iki
ucunda eski tabanını gösteren düzlükler vardır.
Acı ve tuzlu olan suyunda yüksek oranda, sodyum ve mağnezyum
klorürleri ve sülfatları bulunur. Bu yüzden gölde balık yaşamaz ve kurak yaz
aylarında beyaz bir görünüm alır. Göl, Kılıçgaga ve Flamingo gibi acı suları
seven kuşların konaklama ve üreme yeridir.
Batı Anadolu’da diğer bir Acıgöl de Simav Çayının kaynak
bölümündedir. Esas gölün alanı 5 kilometrekare kadar olmasına rağmen kışın çok
genişlemektedir. Denizden yüksekliği 125 metredir ve derinliği azdır. Gölün
fazla suları Simav Çayı ile boşalır. Gölde balık boldur.
Ayrıca Orta Anadolu’da bu adla iki göl vardır. Bunlardan biri
Konya’nın Karapınar ve Ereğli ilçeleri arasında ve Karapınar’ın doğusunda yer
alan 700 m çapında, suyu acı, tuzlu ve çok derin olan göldür. İkincisi ise
Nevşehir’in 40 km güneybatısında yer alan küçük krater gölüdür.
Alm. Koloquinte, Fr. Fruit de Coloquinte
(f.), İng. Colocynth Apple, Bitter Apple. Familyası:
Kabakgiller (Cucurbitaceae).
Türkiye’de yetiştiği yerler:
Marmara, Ege, Akdeniz bölgelerinde denize yakın kumluklarda.
Küçük bir karpuz görünüşünde, sürünücü bir bitki. Çiçekleri
sarımsı yeşil renklidir. Meyvelerinin üzeri yeşil veya sarı renkli olup lekeli
ve çizgilidir. Tadı acıdır.
Kullanıldığı yerler:
Meyvelerinde rezin, acı maddeler, glikozitler bulunur. Eskiden beri tedavide
kullanılır. Düşük dozlarda müshil ve idrar arttırıcı etkileri vardır. Yüksek
dozda zehirlenmelere sebeb olur. Müshil olarak daha çok veteriner hekimlikte
kullanılır.
Alm. Giftlattich, Fr. Laitue virause, İng. Wild lettuce.
Familyası: Bileşikgiller
(compositae). Türkiye'de yetiştiği yerler: İstanbul civarı.
Sapının alt kısmı batıcı tüylü, sarı çiçekli, beyaz sütlü,
iki yıllık otsu bitki. Çiçekleri başak denen çiçek durumunda toplanmıştır.
Başağı meydana getiren bütün çiçekler dilsi ve erdişi (erkek ve dişi
birarada)dir. Yapraklarının dişli ve dişlerinin ucunun dikenli olmasıyla yenen
maruldan ayrılır ve tadı acıdır. Süt borularına sahiptir. Boyu 1-2 metreyi
bulan sürgünü kesilirse beyaz bir süt akar. Kuruyunca esmerleşen sütüne acı
marul sütü denir.
Kullanıldığı yerler:
Acı marul sütü eskiden ağrıları dindirmek için ameliyatlarda kullanılırdı.
Bitki zehirli olup, narkotik ve yatıştırıcı etkiye sahiptir. Şimdi de
yatıştırıcı olarak şuruplarda kullanılmaktadır.
Tabii olarak Avrupa, Kuzey Afrika ve Batı Asya’da
yayılmıştır. Acı marul eskiden Avrupa ve Amerika’da sütü için yetiştirilirdi.