Osmanlı Devleti
zamanında yetişen mutasavvıflardan, şair. Edirne’de doğdu. Doğum tarihi belli
değildir. Babası Celvetiyye yolunun büyüklerinden İbrahim Efendidir. Abdülhay
Celveti, babasının yanında yetişti ve Celvetiyye yolunun adabını öğrendi. İlim
tahsilini tamamladıktan sonra icazet aldı ve günümüzde Bulgaristan sınırları
içinde kalan Akçakızanlık kazasında Alaeddin Efendi zaviyesi şeyhliğine tayin
edildi. Edirne Selimiye Camii vaizi iken vefat eden babasının yerine, bu
caminin vaizliği ile tekke şeyhliğine getirildi (1660). Bu vazifede uzun süre kaldıktan
sonra 1686'da İstanbul’un Kadırga semtindeki Sokullu Mehmed Paşa Zaviyesine
tayin edildi. 1688’de Eminönü Yeni Cami vaizliğine, 1691’de ise Üsküdar Aziz
Mahmud Hüdai Dergahı şeyhliğine getirildi. Burada on dört seneden fazla kalan
Abdülhay Celveti 1705 Kasımında vefat etti. Aziz Mahmud Hüdai Dergahının
yakınındaki Halil Paşa türbesine defnedildi.
Abdülhay Celveti, ilmi ve şahsiyeti ile Celvetiyye
yolunun büyüklerinden idi. Abdülhay mahlası ile birçok ilahi yazmıştır. Bazı
ilahileri günümüzde söylenmesine rağmen, Divan’ı
bulunamamıştır. Bilinen bazı eserleri şunlardır:
1) Feth-ül-Beyan
li-Husul-in-Nasri vel-Fethi-vel-Eman: Arapça olup, Feth suresinin tefsiridir.
Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Beşir Ağa kısmı 34 numarada kayıtlıdır. 2) Tefsir-i Ba’z-ı Süver-i Kur’aniyye: Türkçedir.
Meryem, Yasin, Feth, Rahman, Nebe’, Naziat, Abese, Tekvir, İnfitar, Mutaffifin,
Kevser surelerinin tefsiridir. Eserin yazma nüshası İstanbul Üniversitesi
Kütüphanesi 2201 numarada kayıtlıdır. 3) Şerh-i
Gazel-i Hacı Bayram-ı Veli: Küçük bir risale olan eser İstanbul
Üniversitesi Kütüphanesi 9771’ de kayıtlıdır. 4) Manzum Kaside-i Bürde tercümesi (Nuruosmaniye, 3213).
Hindistan’da
yetişmiş olan alim ve tarihçi. İsmi, Abdülhay bin Fahrüddin bin Abdilali’dir.
Peygamber efendimizin torunu hazret-i Hasan’ın soyundan geldiği için el-Haseni
nisbesiyle meşhur oldu. 1869 (H.1286) senesinde Hindistan’ın Lüknov şehri
yakınlarında doğdu. 1923 (H.1341) senesinde aynı yerde vefat etti. Kabri
oradadır.
Dedeleri
Moğol istilası sırasında Bağdat’tan Hindistan’a göçmüşler ve burada İslamiyeti
yaymaya çalışmışlardır. Abdülhay Haseni ilk tahsiline doğduğu yerde başladı.
Lüknov’daki devrinin tanınmış alimlerinden Arapça, fıkıh, tefsir ve akli
ilimleri öğrendi. Daha sonra o zamanın önemli ilim merkezlerinden Bhopal’da
hadisten tıbba kadar çeşitli ilimleri tahsil etti. Daha sonra Hindistan’ın
önemli ilim merkezleri olan Delhi, Seharanpur, Diyobend, Paniput ve Serhend
gibi yerlere gitti. Oralarda bazı alimlerin derslerini takib ederek icazet
aldı. 1895 (H.1313) senesinde Lüknov’da yerleşti. Zamanının büyük bir kısmını
ilmi çalışmaya ayırdı. Nedvet-ül-Ulema adıyla 1893 senesinde kurulan cemiyetin
çalışmalarına katıldı. 1915 senesinde bu cemiyete müdür oldu. Ölümüne kadar
Nedvet-ül-Ulema ve ona bağlı bir kuruluş olan Darülulum’da çalıştı. Arap, Fars,
Urdu dil ve edebiyatlarıyla İslam sonrası Hindistan tarih ve medeniyeti, ilim
ve telif hareketleri hakkında araştırmalar yaptı. Son günlerine kadar kitap
yazmakla meşgul oldu. 2 Şubat 1923 (H.1341) tarihinde Lüknov’da vefat etti.
Seyyid Alemullah’ın zaviyesinde, onun kabri yanına defnedildi. Ebül-Hasan Ali
el- Haseni en-Nedvi ile Nedvet-ül-Ulema Cemiyeti eski başkanı Abdülali el-
Haseni onun oğullarıdır.
Eserleri:
1. Nüzhet-ül-Havatır ve Behcet-ül-Mesami
ven-Nevazır:
Hicri birinci asırdan 14. asra kadar Hindistan’da yaşamış alim, evliya, edib,
siyaset ve devlet adamlarının biyoğrafilerini içine alan bir eserdir. Arapça ve
sekiz cilt olan bu eserde 4500 kadar kimsenin biyoğrafisi vardır. eserin birinci
cildi hicri 1-7. asırlara, diğer cildler ise hicri sekizinci yüzyıldan başlamak
üzere her bir cildi bir yüzyıla tahsis edilmiştir. Eserin ikinci cildi, İbn-i
Hacer el-Askalani hazretlerinin Ed-Dürerü’l-Kamine
adlı eserinin zeyli olarak 1931 (H.1350) senesinde Haydarabad’da
neşredilmiştir. Yedinci cilde kadar olan diğer cildler 1947-1959 (H.1366-1378)
yılları arasında, sekizinci cildi ise 1970 (H.1390) yılında Haydarabad’da
basılmıştır.
2. Ma’arif-ül-Avarif fi
Enva-il-Ulum vel-Mearif: İslamiyetin Hindistan’da yayılışından yirminci
yüzyılın başlarına kadar Hindistan’da eğitim ve öğretim tarihi, din ve fen
ilimleri, dil, edebiyat, tarih ve coğrafya alanındaki gelişmeler ve bu dallarda
yazılan eserlerden bahseder. Bu kitab Es-Sekafet-ül
İslamiyye fil-Hind adıyla neşredilmiştir.
3. Telhis-ül-Ahbar: Hadis alanında
yazdığı bu eserde senedler verilmeksizin sadece hadis-i şerifler zikr
edilmiştir. Sahih hadislerin bulunduğu bu eser, müellifin vefatından sonra Tehzib-ül-Ahlak adıyla neşredilmiştir.
4. Cennet-ül-Meşrik ve Matlau
Nur-il-Müşrik:
Hindistan’ın coğrafyası ile İslam sonrası tarihinin ele alındığı eserde
Hindistan’da İngiliz hakimiyeti ve Hindistan bağımsızlık hareketlerine de yer
verilmiştir. Eser, El-Hind fil- Ahd-il-İslami
adıyla 1972 (H.1392) senesinde Haydarabad’da yayınlanmışdır.
5. Münteha’l-efkar.
6. Gül-i Rana.
Abdülhay
el-Haseni’nin bunlardan başka Urduca, Arapça ve Farsça eserleri ve risaleleri
de vardır.
İslam
kahramanlarından. 1808 (H.1223) yılında Maaskar şehri yakınında bulunan Kaytana
çiftliğinde doğdu. Soyu hazret-i Hasan’a kadar uzanır. Yani şeriflerden idi.
Baba ve dedeleri , Cezayir’in Vehran tarafında yaşayan şerefli, alim,
faziletli, takva sahibi, herkesin sevib saydığı kimselerdi. Cedlerinden biri
olan Seyyid Muhammed bin Abdülkadir, Barbaros Hayreddin Paşanın Cezayir’i
fethine yardım etmişti.
Abdülkadir
Cezayiri çocukluğunda ve gençliğinde sağlam bir din eğitimi gördüğü gibi, ata
binip silah kullanmayı da öğrendi. 1826 yılında, Cezayir’den ayrılarak Mısır’a,
oradan Hicaz’a gidip hac farizasını eda etti. 1829’a kadar orada kaldı.
Fransızların Cezayir’e girdiğini haber alınca acele vatanına döndü. Vehran ve
Müsteganem taraflarındaki halk ayaklanarak babasını emir seçtilerse de babası
kabul etmeyip emirliği oğlu Abdülkadir’e verdi. Bu suretle Abdülkadir 1832 (H.
1248) senesi Receb ayında emir olup Fransızları Cezayir’den çıkarma
çalışmalarına başladı.
Kuvvetli
bir ordu kurarak Fransızları bir çok defalar yendi. Bu zaferlerini politakada
da sürdürerek bir çok bölgeleri bu yolla ele geçirdi. Böylece Abdülkadir,
Maaskar şehri merkez olmak üzere, Merakeş sınırına kadar olan bir ülkeye sahib
oldu. Büyük sahranın bazı şeyhleri de kendisine tabi oldular. 30 Mayıs 1837’de
Fransızlarla Tafna Antlaşmasını imzalayarak zaferini perçinledi. Bundan sonra
kurduğu devletini güçlendirmek için faaliyetlerde bulundu. Ancak doğuda
Osmanlılara tabi Ahmed Beyi yenen Fransızlar çıkardıkları hile ve fitnelerle
Abdülkadir’in etrafındakileri etkilemeye başladılar. Buna rağmen Abdülkadir,
yeniden askerini toplayarak Fransızları denize kadar sürdü. İki yıl sonra
Fransızlarla tekrar savaş başladı. Abdülkadir, ordusunun içindeki tefrika ve
anlaşmazlıklar yüzünden Merakeş’e çekildi. Akrabası olan Merakeş Hakimi
Abdurrahman ve Merakeş’in Müslüman halkının yardımıyla tekrar Fransızlarla
savaştı. Ancak yine tefrika yüzünden ordusu kendisine yüz çevirdi. Bunun
üzerine kendisine sadık adamlarıyla Büyük Sahra’ya çekildi. Burada
tarafdarlarının çoğunun telef olması üzerine İskenderiye veya Akka’da
kalmak şartıyla General Lamoriciére’ye teslim oldu(1847). Cezayir valisi Duc
d’Aumele tarafından Fransa’ya gönderildi. Bir müddet Toulon’da Lamarque
Kalesinde, sonra Pau ve nihayet Anboise Kalesinde bulunduruldu. Napolyon,
imparatorluğunu ilan ettiği zaman Abdülkadir’e Osmanlı ülkesinde kalması için
müsaade verdi. Abdülkadir İstanbul’a geldi. Sultan Abdülmecid Hanın iltifatına
kavuşup, Bursa’da kendisine tahsis edilen konakta oturdu. Bursa’da 1855’de
büyük bir zelzele olunca Şam’a geçti. 1860’da vuku bulan Şam Vak’asında
yararlılıklarından dolayı Türk ve Fransız hükümetleri tarafından taltif
edildi.1862’de hacca gidip iki sene Hicaz’da kaldıktan sonra İstanbul’a gelerek
Abdülaziz Han tarafından birinci Osmani nişanıyla taltif edildi. Paris seyahati
dönüşü Şam’da vefat etti. Kabri Muhyiddin-i Arabi Türbesi içindedir.
Abdülkadir cesur, akıllı ve dindar bir idareciydi.
Fransızlarla yıllarca süren mücadelesinde askerlik kabiliyeti yanında siyasi
dehasını da göstermiştir. Mizaç itibariyle merhametli olup, adaleti gözetirdi.
Ancak gerektiğinde şiddet kullanmaktan çekinmezdi. İyi bir şair ve değerli bir
fikir adamı olan Abdülkadir’in en önemli iki eseri De
la Fidélité des Musulmans a Observer Leurs Traitées d’alliance et les Autres
(kendi hayatı ve Müslümanlar arasındaki tefrikayı anlatan eseri) ile Zikr-ül akıl ve Tenbih-ül-Gafilin’dir (Tasavvufa
dair bir eser).
Osmanlı
Devletinin on ikinci şeyhülislamı. İsmi Abdülkadir bin Muhammed’dir. Ispartalı
(Hamidli) Mehmed Efendinin oğludur. Bu sebeple Abdülkadir-i Hamidi diye
bilinir. Isparta’da doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1548 (H.
955) senesinde Bursa’da yetmiş yaşını geçmiş olarak vefat etti. Kendi
yaptırdığı mescid ve medresenin bahçesinde Musa Baba kabrinin yanına
defnedildi.
Abdülkadir
Çelebi, fakir bir aileye mensub olduğu için ilk tahsilini memleketinde yaptı.
Daha sonra Bursa’ya geldi ve Sultan Medresesinde hoca olan Molla Rükneddin
Efendiden ilim tahsil etti. Hayali Çelebi ile ders arkadaşı idiler. Fıkıh
ilminde üstün bir dereceye yükseldi. Maişetini temin için özel dersler verdi.
Kanuni Sultan Süleyman Hanın yakınlarından Mustafa Ağaya ders verdi. Bu esnada
ilim, edeb ve ahlakıyla dikkati çeken Abdülkadir Çelebi, Mustafa Ağa
vasıtasıyla İstanbul’daki el-Hac Hasen Ağazade ve Davud Paşa medreselerine,
daha sonra da Bursa’daki Sultaniye Medresesine müderris tayin edildi. İstanbul
Sahn Medreselerinde müderrislik yaptı. 1520 (H. 927) senesinde Bursa
kadılığına, aynı sene içinde Anadolu Kazaskerliğine tayin dildi. On dört yıl bu
vazifede kaldıktan sonra, doğruluğu ve namusluluğunu çekemeyenlerin, hakkında
çıkardıkları dedikodular sebebiyle, emekliye ayrıldı. Bir hac kafilesi ile
hacca gitti. Dönüşünde hakkındaki söylentilerin kaybolduğu görüldü.
Abdülkadir
Efendi, 1542 (H. 949) senesinde şeyhülislamlığa getirildi. Fakat hastalığı
sebebiyle üç ay sonra bu vazifeden istifa ederek köşesine çekildi. Bursa’da
ilim ve ibadetle hayatını sürdürdü. Orada bir mescid ve bir medrese inşa
eyledi.
Abdülkadir
Efendi, özü sözü doğru ve çok cömert idi. Şairliği de olup. şiirlerinde Kadri
mahlasını kullanırdı. Şiirleri beş beyitlik gazeller halindedir. Alim ve
faziletli kimselere çok önem verirdi. Bu sebepten evi alimlerin toplandığı bir
mahfel haline gelmişti.
Abdülkadir Çelebi’nin fetvalarının toplandığı Fetava-yı Kadiriyye adlı eserinin yanında,
şiirlerini ihtiva edenleri de vardır.
Mısır'da yetişen
Şafii mezhebi alimlerinin büyüklerinden. İsmi, Abdülkadir bin Muhammed
el-Feyyumi'dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1613 (H. 1022)te Mısır'da vefat
etti. Şemseddin-i Remli'den ve zamanının diğer alimlerinden din ve fen
ilimlerini öğrenip bunlarda söz sahibi oldu. İlmi ve fazileti ile meşhur oldu.
Bir çok kitap yazdı. Evliya arasında yüksek bir derecesi olan Abdülkadir
Feyyumi, Allahü tealanın zat ve sıfatlarına ait bilgilerde yüksek marifet
sahibiydi.
Eserleri:
1) Şerhü'l-Minhac; İmam-ı Nevevi'nin Minhac kitabına yazdığı büyük şerhtir. 2) Şerhü'l-Behce, 3) Şerhü'n-Nüzhe: Matematik
ilmine dairdir. 4) Şerhu'r-Ruhbiyye:
Feraiz (miras hukuku) hakkında yazılan ve Ruhbiyye
diye meşhur olan manzumenin şerhidir. 5)
Metnü'l-Lem' ve Şerhu Metni'l-Mukni: Matematik ve cebir ilimlerine
dairdir.
Büyük
İslam alimlerinden ve evliyanın meşhurlarından. Künyesi Ebu Muhammed'dir.
Muhyiddin, Gavsü'l-Azam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ı Evliya, Kutb-u Azam gibi
lakaplarla anılmaktadır. Babası Ebu Salih Musa bin Abdullah, annesi Fatıma
binti Ebu Abdullah Ümmü'l-Hayr'dır. Babasının ismi kaynaklarda farklıdır.
Peygamber efendimizin soyundan olup, hem seyyid hem şeriftir. 1077 (H. 471)de
İran'ın Geylan şehrinde doğdu, 1166 (H. 561)da Bağdat'ta vefat etti. Kabri
Bağdat'tadır.
Önce
doğduğu yer olan Geylan'da ilim öğrenmeye başladı. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi
ezberledi. Daha sonra Bağdat'a gidip, zamanın meşhur alimlerinden ilim
tahsiline devam etti. Fıkıh ilmini, Ebu Hattab Mahfuz, Ebü'l-Vefa, Ali bin
Ukayl, Ebu Hüseyin bin Kadı Ebu Ya'la ve diğer fıkıh alimlerinden; hadis
ilmini, Ebu Galib bin Bakıllani, Ebu Said Muhammed bin Abdülkerim, Ebu Cafer ve
diğer hadis alimlerinden; tasavvuf ilmini ise, Ebu Salih hazretlerinden, Şeyh
Ebu Sa'id Ali Mahzumi'den ve Ebü'l-Hayr Muhammed bin Müslim Debbas'tan tahsil
etti. İlim tahsilini tamamladıktan sonra vaz ve ders vermeye başladı.
Derslerine devam edenler arasında pekçok alim ve salih yetişti. Fıkıh ve hadis
ilimlerinde müctehidlik derecesine yükseldi. Önceleri Şafii mezhebinde iken,
Hanbeli mezhebinin ortadan kalkmak üzere olduğunu görerek Hanbeli mezhebine
geçti. Böylece bu mezhep yayıldı. Bir ara vaz ve ders vermeyi bırakıp, yalnızlığı
tercih ederek, inzivaya çekildi. Bütün vakitlerini ibadet ve nefis
mücadelesiyle geçirdi. Bir müddet bu hayata devam eden Abdülkadir Geylani,
tekrar ders , vaz ve fetva vermeye başladı. İki mezhepte de fetva verirdi.
Pekçok kimse onun sohbetleri ile olgunlaştı; beş yüz Yahudi ve Hıristiyan onun
huzurunda Müslüman oldu. Tam kırk sene on üç çeşit ilim ve fende ders verdi.
Tasavvufta en yüksek dereceye ulaştı. Tasavvuftaki yoluna onun ismine izafeten
"Kadiriyye" adı verildi. Ondan ilim ve feyz alan binlerce talebesi
çeşitli memleketlere giderek İslamiyeti anlattılar. Pekçok kerameti görülen
Abdülkadir Geylani, Bağdat'ta vefat etti. Cenaze namazını kılmak üzere
görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenaze namazını oğlu Abdülvehhab kıldırdı.
Bağdat'ta defnedildi.
İlmi
ile amel ederdi. Konuşması gayet açık ve pek tesirliydi. Sorulan zor sualleri,
rahatlıkla, doyurucu bir tarzda cevaplandırırdı. Bütün güzel huylar sanki onda
toplanmıştı. Az konuşur, çok susardı. Kim olursa olsun, kapısını çalan herkesi
kabul eder, geri çevirmezdi. Cuma günü hariç, evinden dışarı çıkmazdı. Doğruyu
söylemekten asla çekinmezdi. Zamanın halifesi, Said isminde birini kadı tayin
edince, minberde; "Müslümanlara en zalim birini kadı tayin ettin. Yarın
alemlerin Rabbi huzurunda bakalım ne cevap vereceksin?" diye haykırdı.
Orada bulunan halife bu doğru sözü işitince çok ağladı ve hemen adı geçen
kadının vazifesine son verdi. Merhametsiz bir kimse onu görünce kalbi yumuşar,
korku ve heybet hissederdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyurur,
misafirsiz gece geçirmezdi. Kendisine kötü davrananları affeder, köleleri satın
alarak azad ederdi. Her gün bin rek'at namaz kılar, Müzzemmil ve Rahman
surelerini okurdu. İhlas suresini en az yüz kere okur, her farz namazdan sonra
hatim okumaya devam ederdi.
Abdülkadir
Geylani pekçok kerametler göstermiş, manevi sahada yüksek makamlara
kavuşmuştur. Zamanın imamı olup, asrının kutbu, o zamanda yetişen evliyanın en
üstünü idi. İlim ve amelde eşi ve benzeri pek az bulunurdu. Kerametleri
günümüze kadar mütevatir olarak nakledilmiştir.
Buyurdu ki: "Küçüktüm. Arefe günü çift sürmek için
tarlaya gittim. Öküz ile tarlayı sürüyordum. Bir ara "Sen bunun için
yaratılmadın ve bununla emir olunmadın." diye
bir ses duydum. Korktum, hemen eve döndüm ve anneme gidip; “Beni Hak tealanın
yolunda bulundur ve izin ver Bağdat'a gidip ilim öğreneyim.” dedim. Annem
sebebini sorunca, işittiklerimi anlattım. Annem ağladı, babamdan miras kalan 80
altının 40 tanesini kardeşime ayırıp kalanını da koltuğumun altına dikip
gitmeme izin verdi. Doğruluktan ayrılmamam için benden söz aldı; beni Bağdat'a
uğurladı. "Haydi Allah sana selamet versin oğlum. Allah için senden
ayrıldım. Kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem." dedi. Küçük bir kafile
ile Bağdat'ın yolunu tuttum. Hemedan yakınlarından eşkiya yolumuzu kesti.
İçlerinden biri; “Ey fakir! Senin bir şeyin var mı?” dedi. Kırk altınımın
olduğunu söyledim. İnanmadı. Alay ettiğimi zannederek bırakıp gitti. İkincisi
gelince ona da aynı cevabı verdim. İki eşkiya, reislerine gidip durumu anlattılar.
Reis beni çağırdı. Yanına gittim. Paran var mıdır? dedi. Kırk altınım olduğunu
söyleyince, dediğim yeri söküp, altınları çıkardılar. Reisleri;
"Niçin doğru söyledin?" deyince; "Anneme doğru olmak için söz
verdim. Hıyanet edemem." diye cevap verdim. Eşkiyaların reisleri bunları
duyunca çok ağladı. "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp yetiştirene
verdiğim söze hıyanet ediyorum." dedi. Tövbe etti. Kafilede bulunan diğer
eşkiyalar da tövbe edip aldıkları malları geri verdiler."
Kadiriyye
yolunun kurucusu ve büyük bir mürşid-i kamil olan Abdülkadir Geylani hazretleri
buyurdu ki:
"İnsan
kendini Kelime-i tevhide, yani "La ilahe illallah" demeye
alıştırmazsa, ölüm döşeğinde iken onu hatırlaması ve söylemesi güç olur."
"Allah
adamlarının huzurunda üç sıfatla bulunulur: Alçak gönüllülük, iyi geçinmek ve
kötülüklerden arınmış bir kalp. Hakiki yaşamak; nefsin arzularını, haram ve
zararlı isteklerini yerine getirmemek demektir."
"Allahü
tealaya en yakın olan, ahlakı güzel, kalbi rahat olandır. En üstün amel, kalbin
Allah'tan başkasına yönelmemesidir."
"Bid'at
yoluna sapmayınız! İtaat ediniz, muhalif olmayınız! Sabrediniz, sızlanmayınız!
Sabit kalınız, ayrılıp dağılmayınız! Bekleyiniz ümit kesmeyiniz! Özünüzü
günahtan temizleyiniz, kirletmeyiniz! Hele Mevlanızın kapısından hiç
ayrılmayınız!"
"Kalbinde,
bir kimseye düşmanlık veya sevgi hali bulursan, onu önce Kur'an-ı kerime, sonra
dinin emir ve yasaklarına arz et! O kimse onlara göre sevimli ise, sen de sev!
Kötü ise, sen de kötü gör! Hiç kimseyi kovma! Hiç kimseye darılma! Kimsenin
aleyhinde konuşma!"
Abdülkadir Geylani hazretlerinin yazmış olduğu pekçok
kıymetli eserlerinden bazıları: 1)
Günyet-üt-Talibin, 2) Fütuh-ul-Gayb, 3) Feth-ur- Rabbani, 4) Füyuzat-ı
Rabbaniyye, 5) Hizb-ül-Besair, 6) Cila-ül-Hatır, 7) El-Mevahib-ur-Rahmaniyye,
8) Yevakit-ül- Hikem, 9) Melfuzat-ı Geylani, 10) Divanu Gavsi'l A'zam'dır.
Abdülkadir
Geylani'nin hayatını ve menkibelerini anlatan pekçok eser yazılmıştır.
İran’da yetişen
meşhur musiki nazariyatçısı ve bestekar. Güney Azerbaycan’ın Meraga şehrinde
doğdu. Doğum tarihi belli değildir. Babası Musikişinas Gıyaseddin Gaybi’dir.
İlk tahsilini babasından yapan Meragi, tahsilini tamamlamak için Tebriz’e
gitti. Kısa zamanda meşhur olan Abdülkadir Meragi, Celayir hükümdarı Sultan Üveys’in
sarayına alındı. Sultanlardan yakınlık gören Meragi uzun süre sarayda kaldı.
Timur Hanın Azerbaycan’ı feth etmesi üzerine Bağdat’a, daha sonra sırasıyla
Semerkant ve Herat şehirlerine gitti. Buralarda veliaht
Timuroğullarından büyük ilgi gördü. Herat’ta çıkan bir veba salgını sırasında
1435’te öldü ve orada defnedildi.
Abdülkadir Meragi, musiki alanında devrinin bütün
makamlarına vakıf, her konuda beste yapabilecek bir kabiliyette idi. Birçok
musiki aletini çalmakta maheretliydi. Aynı zamanda Arapça, Farsça ve Türkçe
şiirleri vardır. Meragi’nin yazmış olduğu eserlerin hepsi musiki ile ilgili
olup, bazıları şunlardır: 1) Cami-ul-Elhan, 2)
Mekasid-ül-Elhan, 3) Kenz-ül-Elhan, 4) Risale-i Fevaid-i Aşere, 5) Şerh-i
Kitab-ül-Edvar, 6) Zübdet-ül-Edvar.
On
dokuzuncu Osmanlı Şeyhülislamı. İsmi, Abdülkadir'dir. Sultan İkinci Bayezid ve
Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında Kadıaskerlik yapan Müeyyedzade Abdurrahman
Efendinin kardeşi Şeyh Abdülkerim Hacı Efendinin oğludur. Şeyhi adıyla meşhur
oldu. 1514 (H. 920) senesinde İstanbul’da doğdu. 1594 (H. 1003) senesinde
İstanbul’da vefat etti ve Eyyub Sultan civarında Yahya Efendi Dergahı
bahçesinde babasının yanına defnedildi.
Abdülkadir
Efendi, medrese tahsilini tamamladıktan sonra, Şeyhülislam Ebüssüud Efendinin
hizmetinde mülazım (stajyer) olarak çalışıp icazet aldı. İlk olarak Gelibolu
Sarıca Paşa Medresesi müderrisliğine tayin olundu. Bu esnada Ebüssüud Efendinin
kızıyla evlendi. 1562 (H. 970) tarihinde Süleymaniye Medresesi müderrisliğine
terfi ettirildi. Daha sonra 1566 tarihinde Şam, yine aynı sene içinde Mısır
kadılığına, 1568’de İstanbul, 1569'da Bursa kadılığına tayin edildi.
Arkasından Anadolu Kadıaskerliğine, 1571 (H.979)de da Rumeli Kadıaskerliğine
getirildi. 1573’te mütekaid (emekli) oldu. 1583’te tekrar Süleymaniye
Dar-ül-hadis müderrisliğine getirildi.
Abdülkadir
Efendi, 1587 tarihinde Çivicizade Mehmed Efendinin vefatı üzerine Üçüncü Murad
Han tarafından Şeyhülislamlığa tayin edildi. Bir yıl on bir ay bu vazifede
kaldı. 1589 senesinde Yeniçeri askerinin başkaldırdığı Beylerbeyi ve
Mehmed Paşanın öldürüldüğü sırada (Beylerbeyi Vak’ası) 250 akçe gündelik ile
emekliye ayrılıp, evine çekildi. İbadet ve ilmi çalışmaları ile meşgulken vefat
etti.
Abdülkadir
Şeyhi Efendi alim, fazıl, ilmiyle amil ve güzel ahlak sahibi bir zat olup, ilim
ve irfanıyla çevresini tenvir etti (aydınlattı). Eyüb’de kendi adıyla bir
mescid yaptırmıştır. Daha sonraları burası Anadolu’dan İstanbul’a hafız olmak
için gelen gençlere barınak olmuştur.
İslam
alimlerinin büyüklerinden. İsmi Abdülkahir bin Tahir bin Muhammed el-Bağdadi
et-Temimi olup, künyesi Ebu Mansur'dur. Bağdat'ta doğdu. Doğum tarihi kesin
olarak bilinmemektedir. 1029 (H. 420) senesinde İsferayin'de vefat etti. Vefat
tarihinin 1037 (H. 429) olduğu da bildirilmiştir. Hocası Ebu İshak'ın yanına
defnolunmuştur.
Bağdat'ta
doğup yetişti. Çocukluğunda babası ile beraber Horasan'a gidip Nişabur
alimlerinden ilim ve hadis-i şerif öğrendi. Daha sonra İsferayin'e gidip Ebu
İshak İsferaini'nin derslerine devam etti. Şafii fıkhında, derin alim oldu.
Ayrıca kelam, feraiz, edebiyat, matematik ve diğer ilimlerde söz sahibi oldu.
Hocasının vefatı üzerine onun talebelerine ders okuttu. On yedi ayrı ilimde
ilim öğretirdi.
Abdülkahir
Bağdadi, vera ve takva sahibi olup, haram ve şüpheli şeylerden sakınırdı.
Dünyaya kıymet vermezdi. Önceleri çok zengin olup, bütün malını ilim yolunda
sarf etmişti. Bir taraftan ders okuturken, diğer taraftan da kendinden sonra
gelecek olanların istifade edeceği kıymetli eserler yazdı. Peygamber
efendimizin ve Eshabının doğru yolu olan Ehl-i Sünnet yolundan ayrılan
fırkalara cevaplar vererek onların bozuk fikirlerini çürüttü.
Eserleri:
1) El-Fark Beyne'l-Firak (Mezhebler ve
fırkalarla ilgilidir), 2) Te'vilü Müteşabih-il-Ahbar,
3) Fedayih-ul-Mutezile, 4) Fedayih-ul-Kerramiyye, 5) El-Kelam fil-Vaid-il Fahir
fil-Evaili vel-Evahir, 6) Mi'yar-un-Nazar, 7) Tafdil-ül-Fakir-is-Sabir
alel-Ganiyy-iş-Şakir, 8) El-Milel ven-Nihal, 9) Et-Tahsil fi Usul-il-Fıkh, 10)
Nefy-ü Halk-ıl-Kur'an, 11) Usul-üd-Din.
Evliyanın
büyüklerinden ve fıkıh alimi. Babasının adı Abdullah Bekri'dir. Hazret-i Ebu
Bekr-i Sıddik'ın soyundandır. 1097 (H. 490) senesinde Sühreverd'de doğdu. 1168
(H. 563)'de Bağdat'ta vefat etti. Dicle Nehri kıyısındaki dergahına defnedildi.
Genç
yaşında ilim tahsiline başlayıp Bağdat'a giderek fıkıh ilmini Nizamiyye
Medresesinde hocalık yapan Es’ad Miheni'den; tasavvuf ilmini İmam-ı Gazali'nin
biraderi Ahmed Gazali'den; hadis ilmini Ebu Ali Muhammed bin Nebhan'dan tahsil
etti. İsfehan'a giderek Ebu Ali Haddad'dan hadis dinledi. Bir müddet
insanlardan ayrılarak uzlet hayatı yaşadı. Daha sonra tekrar insanlar arasına
girerek vaz ve nasihatleriyle onları Allahü tealanın rızasına çağırdı. Kadı
Vecihüddin'den de hilafet aldı. Pekçok kimse onun ilim meclisinde ve
sohbetlerinde yetişti. Birçok kerametleri görüldü. Şihabüddin es-Sühreverdi,
İbn-i Asakir, Sem'ani, Abdullah bin Mes'ud, Abdullah bin Matar er-Rumi gibi
zatlar ondan ilim öğrendiler. Bağdat'taki Nizamiyye Medresesinde ders vermesi
için davet edildi. Bu daveti kabul edip, orada bir müddet hadis dersi verdi.
Sonra Şam'a gitti. Kısa bir müddet Şam'da kalıp vaz ve nasihatte bulunduktan
sonra Bağdad'a döndü. Hayatını ilim öğrenmek, öğretmek ve insanları Allahü
tealanın rızasına kavuşturmak için çalışan Abdülkahir Sühreverdi, Bağdat'ta
Dicle Nehri kıyısında talebeleri için dergah inşa ettirdi.
Abdülkahir
Sühreverdi hazretleri buyurdu ki:
"Helali
aramak farzdır. Yeryüzünde helal her zaman bulunur. Allahü teala kullarından
helali aramalarını istedi. Ancak helal; bir yerde çok, diğer yerde azdır.
Arayıp bulmak kula düşer."
"Allahü
teala için sevmek, O'nun için buğz (düşmanlık) etmek, imanın en güvenilir ve
sağlam kulplarındandır. Emr-i bi'l-maruf (iyiliği emretmek) ve nehy-i
ani'l-münker (kötülüklerden sakındırmak) yapmak imkanı olan herkese, imkanı
nisbetinde lazımdır."
Eserleri:
Abdülkahir Sühreverdi'nin yazdığı eserlerden bazıları
şunlardır: 1) Adab-ül-Müridin, 2)
Şerh'ül-Esma-ül-Hüsna, 3) Garib-ül-Mesabih lil-Begavi, 4) Musannefun
fi-Tabakat- iş-Şafiiyye.
Bağdat’ta yetişen
alimlerden ve evliyanın büyüklerinden. İsmi, Abdülkerim bin İbrahim bin
Abdülkerim’dir. Takıyyüddin ve Kutbuddin lakablarıyla bilinir. Büyük evliya
Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin torununun oğludur. Bağdad yakınlarındaki Cil
kasabasından olduğu için Cili nisbesiyle meşhur oldu. 1365 (H.767) senesinde
Cil’de doğdu. 1428 (H.832) senesinde vefat etti.
Hayatı hakkında kaynaklarda yeterli malumat bulunmayan
Abdülkerim Cili, eserlerinde Şerefüddin İsmail bin İbrahim el-Ceberti’den
“hocam” diye bahs etmektedir. Bu bilgilerinden anlaşıldığına göre Zebid
bölgesinde kalmış Ceberti’den ilim öğrenmiş ve feyz almıştır. Hanbeli mezhebine
ve Kadiriyye tarikatine mensuptur. İlmi yönden oldukça verimli bir hayat süren
Abdülkerim Cili eserlerinin büyük bir kısmında Muhyiddin ibni Arabi
hazretlerinin tasavvufi eserlerini şerh etmiş, açıklamıştır. Tasavvufi
meselelerde tamamen onun yolundan gitmiştir. El-İnsan-ül-Kamil
adlı tasavvufi eserinde ruhu, kalbi, aklı ve nefsi ile mükemmelleşip
maddi- manevi her şeyin yanı sıra ilahi vasıfları ve kudretleri kusursuz bir
ayna gibi yansıtan insan-ı kamil konusunu izah ederken Muhyiddin ibni Arabi’den
istifade etmiştir. Cili’ye göre insan-ı kamilin en mükemmel nümunesi hazret-i
Muhammed aleyhisselamdır. Ondan sonra gavs ve kutub denilen veliler gelir.
Abdülkerim Cili
yüksek dedelerinin yoluna sımsıkı bağlı olan, olgun ve kamil bir veli idi.
Allahü tealanın ve Allah dostlarının aşığı idi. Bu aşkla çok güzel şiirler
söylemiştir. 1428 (H.832) senesinde Bağdat’ta vefat etmiştir.
Eserleri:
1) El-İnsan-ül-Kamil fi
Ma’rifet-il-Evahir vel-Evail: Tasavvufa dair bir eserdir. 2) El-Kehfü ver-Rakim fi Şerh-i Bismillahirrahmanirrahim, 3)
Menazır-ül-İlahiyye, 4) Sefer-ül-Garib, 5) Hakikat-ül-Yakin, 6) Meratib-
ül-Vücud, 7) Şerhu Müşkilat-il-Fütuhat-il-Mekkiyye, 8) Kemalat-ül- İlahiyye fi
Sıfat-il-Muhammediyye, 9) Namus-ül-Azam vel-Kamus-ül-Akdem, 10) Kabe Kavseyn ve
Mültekan’namüseyn, 11) Ed-Dürret-ül Ayniyye, 12) El- İsfar, 13) Kenz-ülMektum,
14) Hakikat-ül-Hakayık, 15) Nevadir-ül-Ayniyye fil-Bevadir-il-Gaybiyye.
Osmanlı
serdar-ı ekremlerinden. 1807’de Rumeli’nin Zağra’ya bağlı Çırpan kasabasında
doğdu. Babası kale yamaklarından Ahmed Ağadır. Halk arasında memleketine
nisbetle Çırpanlı Abdi Paşa diye meşhur olan Abdülkerim Paşa, genç yaşta
İstanbul’a gelip Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusuna girdi. Eğitimini
tamamladıktan sonra Harbiye mektebinin ilk açılış yıllarında Maçka kışlasında
kurulan mekteb taburuna teğmen tayin edildi.
1835
senesinde askeri alanda yetişmek üzere Viyana’ya gönderildi ve beş sene
kaldıktan sonra miralay rütbesi ile İstanbul’a dönerek erkan-ı harbiye
reisliğine tayin edildi. O zamanlar Avrupa’da eğitim ve tahsil görenlere fazla
itibar edildiğinden, tanzimatçıların himayesine mazhar oldu ve kısa zamanda
yüksek rütbelere kavuştu. 1846 senesinde feriklik rütbesi ile Dar-ı şura-yı
askeri azalığına, bir sene sonra da Mekatib-i askeriye nezaretine getirildi.
1847 senesinde de devletin mevcud beş ordusuna ilave olarak kurulan ve merkezi
Bağdad’da bulunan altıncı orduya müşir rütbesi ile komutan tayin edildi. Daha
sonra Bağdad, Diyarbekir ve Erzurum valiliklerinde bulundu.
1851
senesinde sadrazam Ali Paşa tarafından birinci ordu komutanlığına getirildi.
1853’te Osmanlı-Rus savaşı başladığında Anadolu ordusu komutanı idi. Ordusu ile
Gümrü’ye kadar ilerledi ise de, geri çekilince azl edilerek önce Selanik, sonra
da Rumeli valiliğine tayin edildi. Valiliği sırasında bizzat askerin başında
eşkıya takibine çıkarak asayişi sağlamak için büyük gayret gösterdi.
1876
senesinde İstanbul’a çağrılan Abdülkerim Paşa, önce Meclis-i ali üyeliğine,
sonra bahriye nazırlığına tayin edildi. Dört ay sonra da Derviş Paşanın yerine
serasker oldu. Mahmud Nedim Paşa hükumetinin düşmesi ile sadarete gelen
Mütercim Rüşdi Paşa hükumetinde yerini Hüseyin Avni Paşaya bıraktı. Kendisi ise
tekrar serdar-ı ekremliğe tayin edildi ve ortaya çıkan Bulgar isyanını
bastırmak üzere Rumeli’ye gönderildi. Bulgar isyanını bastırdı. Ancak Rusya’nın
müdahalesi ve Sırbistan’ın da ayaklanması Osmanlı Devletini zor durumda
bıraktı. Sırp isyanını bastırmakla vazifelendirildi ve Sırpları mağlub etti.
Ancak bir yabancı devletin müdahalesinin olabileceğini düşünen İstanbul
hükumeti, buna meydan bırakmayıp serdar-ı ekrem Abdülkerim Paşaya derhal
Belgrad üzerine yürümesi ve Sırpları barışa zorlaması konusunda emir verdi.
Yaptığı muharebeler neticesinde Sırp kuvvetlerinin büyük kısmının toplandığı ve
en çok güvendikleri Alesinatz mevkiini ele geçirince şöhreti bir kat daha
arttı.
İkinci
Abdülhamid Hanın ilk zamanlarında çıkan 1877 Osmanlı-Rus Harbinin başında,
Rumeli’de serdar-ı ekrem olarak Abdülkerim Nadir Paşa bulunuyordu. Düşmanın
Tuna’yı kolaylıkla geçip Türklerin buna engel olamayışı bütün dünyayı şaşırttı.
Nadir Paşanın bu başarısızlığı izahı kabil olmayan ve askerlik bakımından
savunulamayacak bir husustu. Bu sebepten Abdülhamid Han, serdar-ı ekremi
divan-ı harbe sevk etti. Bunun üzerine önce Midilli ve daha sonra da Rodos’ta
mecburi ikamete tabi tutuldu. 1883 senesinde Rodos’ta vefat etti.
İlk
Müslüman-Türk hükümdarı. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Babası
Karahanlı hükümdar ailesinden Bezir Han idi. Babasının ölümü üzerine amcası ve
üvey babası Oğulcak Kadır Hanın himayesinde büyüdü. Satuk Buğra on iki
yaşlarında iken Maveraünnehr ve Horasan bölgesine hakim olan Müslüman Samanlı
Devleti şehzadeleri arasında anlaşmazlık çıktı. Bunlardan Nasır bin Ahmed,
Oğulcak KadırHanın ülkesine sığındı. Ona iyi muamele edip Artuç nahiyesinin
idaresini verdi. Artuç Nasır bin Ahmed'in gayretleri ve gelip-giden Müslüman
tüccarlar sayesinde bir ticaret merkezi oldu. Satuk Buğra da Artuç'un
ziyaretçileri arasındaydı. Nasır bin Ahmed'le tanışıp ondan İslamiyeti öğrenerek
Müslüman oldu. Abdülkerim adını aldı. Yirmi beş yaşına gelince Müslüman
olduğunu açıklayıp, amcası ile mücadeleye başladı. Onunla Fergana Savaşını
yaptı. İlk olarak Atbaşı kalesini zaptetti. Daha sonra üç bin kişilik bir
orduyla Kaşgar üzerine yürüyüp fethetti. Amcası OğulcakKadırHanı öldürdü.
Ülkede hakimiyeti sağlayıp birliği temin etti. Türk ülkelerinde İslamiyeti
hızla yaydı. Ebü'l-Hasan Muhammed gibi İslam alimleri, Satuk BuğraHana yol
gösterip teşvik ettiler.
Abdülkerim
Satuk Buğra Han, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yağma, Çiğil, Oğuz
kabilelerinin yerleşmiş bulunduğu Türkistan şehirlerini birer birer ele
geçirdi. Bu sırada Karahanlılar Devletinin doğu kısmına hakim olan Büyük Kağan
Bazır Arslan Han Çinlilerden yardım alarak 924 yılında Abdülkerim Satuk Buğra
Hana karşı savaş açtı. Satuk Buğra Han Müslümanların yardım ve desteğiyle,
onunla Balasagun Savaşını yaptı ve galib geldi.
Bundan
sonra 31 yıl hüküm süren Satuk Buğra Han, güzel ve adil idaresi ile binlerce
kimsenin Müslüman olmasına vesile oldu. 955 (H.344) senesinde Kaşgar civarında
bulunanArtuç kasabasında vefat edip oraya defnedildi.
Abdülkerim
Satuk Buğra Handan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pekçok İslam alimi
gelip, İslamiyeti doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar. Kendisinden
sonra Musa Tunga adında bir oğlu yerine geçti. Bundan sonra da bunun
oğluBaytaşSüleyman Arslan hükümdarlık yaptı. Başka oğulları ve kızları olduğu
da rivayet edilmiştir.
Mısır’da
ve Anadolu'da yetişmiş evliyanın büyüklerinden. İsmi, Abdüllatif bin
Abdurrahman bin Ahmed bin Ganim el-Bedr es-Sadi’dir. Makdisi veya Kudsi
nisbeleriyle şöhret bulmuştur. İbn-i Ganim ve İbn-i Benane diye de bilinir.
1384 (H.786) senesinde Kudüs’te doğdu. 1452 (H.856) senesinde Bursa’da vefat
etti.
Küçük
yaşta ilim tahsiline başlayıp önce Kur’an-ı kerimi ezberledi. Sonra medresede
zahiri ilimleri okudu. Babasından, Abdülaziz Fernevi'den, Nasr et-Tunusi’den
çeşitli ilimleri öğrendi. Zeka ve kabiliyetiyle hocalarının dikkatini çekti.
1412 (H.815) senesinde Mağrib’e (Tunus’a) gidip bir müddet orada ikamet etti.
1414 (H.817) senesinde hacca gidip tekrar Mağrib’e döndü. Tunus’un meşhur
alimlerinden İbrahim el-Müserrati, Muhammed el-Mağribi, Abdurrahman bin
el-Benna, Şerif Ebu Yahya, Ebir-Rikab, Ahmed bin Zagu, Fakih Ya’kub el-Ukbani,
Kadı Ebu Abdullah Muhammed bin Merzuk gibi alimlerin meclislerinde bulunup ilim
öğrendi. İlim tahsiline devam ederken tasavvufa karşı ilgi duyup tasavvuf
ehlinden Şeyh Abdülaziz’in talebeleri arasına katıldı. Ondan talebe yetiştirme
icazeti (izni) aldı. Daha sonra Kudüs’e döndü.
Zeyniyye
tarikatinin kurucusu büyük veli Zeynüddin el-Hafi hacca giderken Kudüs’e
gelince Abdüllatif el-Kudsi’nin evinde misafir kaldı. Zeynüddin el-Hafi’nin
sohbetlerinden istifade eden Abdüllatif el-Kudsi, onunla birlikte hacca gitmek
istedi. Fakat annesi hasta olduğu için Zeynüddin el-Hafi ona izin vermedi.
Zeynüddin el-Hafi’yi kendisine mürşid kabul eden Abdüllatif el-Kudsi, hac
dönüşü Zeynüddin el-Hafi ile birlikte Horasan’a gitti. Hocasının emriyle halvette
bulundu. Daha sonra Cam şehrine gidip Şeyhülislam Ahmed Namık-ı Cami’nin
türbesinde kırk günlük riyazet ve çileyi tamamladı. Tasavvufta yüksek
derecelere kavuştuktan sonra hocası tarafından icazetname verildi. Hocasının
emriyle talebe yetiştirmek ve insanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını
anlatmak üzere Kudüs’e, Şam’a oradan da Anadolu’nun merkezi durumunda olan
Konya’ya geldi. Mevlana Celaleddin-i Rumi, Şemseddin Tebrizi ve Sadreddin-i
Konevi gibi evliyanın kabirlerini ziyaret edip manevi feyzlere kavuştu.
Sadreddin-i Konevi hazretlerinin dergahında bir müddet irşad vazifesinde
bulundu. Aldığı manevi bir işaret üzerine 1448 senesinde Bursa'ya geldi. Evliya
Çelebi’nin “büyük bir asitane” diye övdüğü talebelerinden İranlı Hoca Bahşayiş
tarafından 1449 tarihinde yaptırılan Zeyniyye Dergahında yerleşip, talebe
yetiştirmekle ve insanlara İslamiyeti anlatmakla meşgul oldu. 1452 (H.856)
senesi Rebi-ul-evvel ayının ilk günlerinde bir perşembe günü Bursa’da vefat
etti. Kendisine ait olan dergahındaki kabrine defnedildi. Daha sonra kabri
üzerine bir türbe yapıldı. Kabri halen ziyaret mahallidir.
Zeyniyye
tarikatının Anadolu’da yayılmasını sağlayan Abdüllatif el-Kudsi, zahiri ve
batıni ilimleri şahsında birleştirerek hem tasavvuf erbabı derviş yetiştirerek
insanların gönüllerini fethetti hem de zamanının büyük alimlerini yetiştirdi.
Osmanlı devletinin kuruluş dönemindeki dini, ilmi ve siyasi yapının
mimarlarından oldu. Taceddin İbrahim Karamani, Şeyh Vefa diye meşhur olan
Muslihuddin Mustafa bin Ahmed ve Aşıkpaşazade onun yetiştirdiği alim ve
evliyadandır. Ehl-i sünnet itikadından ayrılan çeşitli bozuk fırka ve
tarikatlere karşı çıkan ve onlarla mücadele eden Abdüllatif el-Kudsi
hazretleri, Ehl-i sünnet alimlerinin bildirdiği sağlam ölçülere titizlikle
sarıldı. Sohbet ve nasihatleriyle talebelerine ve diğer insanlara doğru yolu
gösterdi. Kimseye zarar vermemeyi, herkese iyilik etmeyi kendisine hayat
prensibi olarak kabul etti.
Eserleri:
1. Tuhfet-ül-Vahib-il-Mevahib fi
Beyan-il-Makamat vel-Meratib: Bu eserde, nefs, ruh, kalb, sır makamları
ve birçok tasavvufi ıstılahlar açıklanmıştır. Eserin müellif tarafından
yazılmış olan bir nüshası, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindedir.
2. Hadi’l-Kulub ila
Likai’l-Mahbub: İki
kısımdan meydana gelen eserin birinci kısmında iman ve itikad konuları
anlatılmış, ikinci kısmında ise Şeyh ve Mürid konularına yer verilmiştir. Kelam
konularıyla tasavvuf konuları aynı eserde ele alınmıştır. Yazma bir nüshası
Süleymaniye kütüphanesinde vardır.
3. Keşf-ül İtikad fi Reddi ala
Mezahib-il-İlhad:
Bozuk fırka ve tarikatlara karşı reddiye olarak yazılmış bir eserdir. Cebriyye,
Mutezile, Batıniyye, Dehriyye ve Hurufilik gibi pekçok bozuk ve sapık
cereyanlar ele alınmış, tahlil ve tenkidleri yapılmıştır. Hululiyye, İbahiyye
ve Melamiyye gibi cereyanların da tenkid edildiği bu eser, mezhepler ve
tarikatler tarihini ilgilendirdiği gibi, on beşinci yüzyıldaki Osmanlı
ülkesinin dini, ictimai ve siyasi yapısı hakkında önemli bilgiler ihtiva
etmektedir. Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesinde vardır.
4. Şifa-ül-Mute’allim fi
Adabil-Muallim vel-Müteallim: Bu eserde hoca- talebe münasebetleri ele
alınmış, ilim, ilmin fazileti, ilimlerin tasnifi hakkında bilgiler verilmiştir.
Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesinde vardır.
5. Kitabu Emr-i bil-Maruf
ve’n-Nehy-i anil-Münker: Tasavvufi irşaddan çok umumi manada tebliğ usul ve
metodları anlatılmıştır. Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesinde
vardır.
6. Manzumetü Nefhat-ül-Eshar ve
Rihlet-ül-Esrar ala Menhed-il-Muhtar ila Meşhed-il-Envar.
Son
Osmanlı halifesi. 29 Mayıs 1868’de İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Abdülaziz,
annesi Hayranıdil Kadındır. Babasının ölümü üzerine (1876), İkinci Meşrutiyetin
ilanına kadar (1908) sarayda kapalı bir hayat yaşadı. Bu dönemde yabancı dil
öğrendi. 4 Temmuz 1918’de amcasının oğlu Mehmed Vahideddin tahta çıkınca
veliaht ilan edildi.
Birinci
Dünya savaşından sonra Türk toprakları işgal edilince, Kuvay-ı Milliye lehinde
beyanlarda bulundu. Bir ara Ankara’ya gitmesi söz konusu olunca İngilizler,
Abdülmecid Efendiyi göz hapsine aldılar.
1
Kasım1922’deki bir kararla T.B.M.M. saltanatı kaldırınca, veliahtlık sıfatı
kalmadı. 18 Kasım 1922’de halifeliğe seçildi. Emir-ül-mü’minin yerine “Halife-i
müslimin” ünvanı verildi. Daha sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı ve 3
Mart 1924 tarihinde, halifeliğin kaldırılması üzerine Osmanlı Hanedanından
olanların yurt dışına çıkarılması hakkında karar alındı.
Abdülmecid
Efendi, bunun üzerine, hanımı, kızları, doktoru ile beraber Çatalca’dan trene
bindirilerek İsviçre’ye gönderildi.
Ekim
1924’de Fransa’ya geçti. Nice şehrinde kendini ibadete vererek sakin bir
hayat yaşadı.
23
Ağustos 1944’de Paris’te vefat etti. Naaşının, Türkiye’ye getirilmesi için
yapılan başvurulardan bir netice alınamadı. On yıl bekletildiği Paris Camiinden
alınarak, Medine’deki Cennet-ül Baki Kabristanına (1954) defnedildi.
Osmanlı
sultanlarının otuz birincisi ve İslam halifelerinin doksan altıncısı. Sultan
ikinci Mahmud Hanın oğlu olup, 25 Nisan 1823 tarihinde Bezm-i Alem Valide
Sultandan doğdu. Şehzadeliğinde iyi bir tahsil gördü. Fransızca öğrendi.
Avrupa’da yayınlanan neşriyatı yakından takib eden Abdülmecid Han yenilik
tarafdarıydı. Babasının 1 Temmuz 1839’da vefatı üzerine on yedi yaşında tahta
çıktı.
Abdülmecid
Hanın devlet idaresinde yeterli tecrübesi yoktu. Buna karşılık devlet erkanına
güvendiğini, babasının başlattığı ıslahat hareketlerini devam ettireceğini ilan
etti. Fakat bu sırada devlet ileri gelenleri arasındaki rekabet ve kıskançlık
son safhada idi. Sultan ikinci Mahmud Hanın cenaze merasimi sırasında, Meclis-i
vala-yı ahkam-ı adliyye reisi Koca Hüsrev Paşa, sadrazam Mehmed Emin Rauf
Paşadan 2 Temmuz 1839’da mühr-i hümayunu zorla alıp, kendini sadrazam ilan
ettirdi. Bu sırada Osmanlı Devleti, Mısır ile muharebe halindeydi. Bu sebeple
genç padişah meseleyi kurcalamadı ve Hüsrev Paşanın sadrazamlığını kabul etti.
Ayrıca Mısır meselesini halletmek istediğinden, Mısır valisi Mehmed Ali Paşaya
Köse Akif Efendiyi göndererek affettiğini bildirdi; ordu ve donanmaya harekatı
kesme emri verdi. Ancak bu sırada Nizib’te Osmanlı ordusunun Mısır ordusuna
yenildiği haberi geldi. Kaptan-ı derya Ahmed Fevzi Paşa da, sadrazamın eski
husumetinden korkarak, donanmayı Mısır’a götürüp teslim etti. Böylece ordusuz
ve donanmasız kalan Osmanlı Devleti karşısında cesaret alan Mısır valisi,
Sultan ile anlaşmaya yanaşmadı.
Sultan Abdülmecid Han, devleti bu zor durumdan
kurtarmak için çareler aradı. Bu sırada Avrupa’dan yeni dönen Mustafa Reşid
Paşa, Sultan’a Avrupa’nın yardımını sağlamak gibi bir bahaneyle Gülhane Hatt-ı
Hümayunu adı ile meşhur olan Tanzimat Fermanı’nı
yayınlatmaya muvaffak oldu.
Tanzimat Fermanı’nın
yayınlanmasından sonra Mısır’a karşı İngiltere’nin ön ayak olması ile, Mehmed
Ali Paşayı tutan Fransa dışarıda bırakılarak Osmanlı, İngiltere, Rusya, Prusya
ve Avusturya devletleri Londra’da bir araya geldi ve 15 Temmuz 1840’da Londra
anlaşması imzalandı. Buna göre, anlaşmaya imza koyan devletler, Mehmed Ali
Paşaya onar günlük iki ültimatom verdiler. Mehmed Ali Paşa bu ültimatomları
kabul etmediğini bildirdi. Bunun üzerine İngiltere ve Avusturya tarafından
desteklenen Osmanlı kuvvetleri, Mısır ordusunu yendi. Osmanlı askeri 16 Ekim
1840 günü Trablusşam’a, 4 Kasım günü Akka’ya, 13 Kasım günü Haleb’e, 29
Aralık günü Şam’a girdi. Londra anlaşmasına göre artık Mehmed Ali Paşanın
Mısır’dan çıkarılması gerekiyordu. 27 Kasım 1840 günü Mısır ile İngiltere
arasında yapılan anlaşma ile, Mehmed Ali Paşa, ikinci ültimatomun şartlarına
uyacağını bildirince, İngiltere, Osmanlı Devletine ihanet ederek; Babıali’den
Mısır ile Sudan’ın ırsi olarak Mehmed Ali’ye bırakılmasını istedi. Bundan
maksadları, Mısır’ı yalnız bırakıp, şartların müsaid olduğu bir zamanda işgal
etmekti. Bunun üzerine Reşid Paşa, Sultan Abdülmecid’e 24 Mayıs 1841 günü Mısır
fermanını yayınlattı. Bu ferman, 1914 senesine kadar Mısır’ın bir çeşit
anayasası olarak kalmıştır. Fermana göre Mısır, Osmanlı padişahı tarafından
tayin edilen Kavalalı mensuplarınca idare edilecekti.
Mısır
meselesi halledildikten sonra, 13 Temmuz 1841’de Osmanlı, İngiltere, Rusya,
Fransa, Avusturya ve Prusya devletleri Londra’da tekrar bir araya gelerek,
Boğazlar andlaşmasını imzaladılar. Kendi menfaatlerine aykırı olmasına rağmen
bu antlaşmayı imzalayan Rusya, İngiltere’nin dostluğunu kazanarak sulh yolu ile
Osmanlı topraklarını bölüşmek gayesinde idi. Fakat İngiltere, Fransa’yı
Ortadoğu’da etkisiz hale getirip, Mısır mes’elesi ile Osmanlı Devleti üzerinde
bir çeşit ekonomik, siyasi ve kültürel vesayet kurarak; elde ettiği imtiyazlı
durumu paylaşmak istemediğinden, Rusya ile beraber hareket etmek istemiyordu.
Ayrıca Hindistan ve Hind yolu için tehlikeli gördüğü Osmanlı Devleti’ni Rusya
ile meşgul ederek, Hindistan’da ve Ortadoğu’da istediğini yapıyordu.
Mısır
meselesinde yenilgiye uğrayan Fransa, Lübnan’daki Marunileri kışkırtarak,
Dürzilerle çarpıştırdı. 1845 senesinde Osmanlı hükumeti bazı tedbirler alarak
Fransız kışkırtmalarını önlemeye çalıştı. Lübnan dağlarında birisi Marunilere,
diğeri de Dürzilere ait otonom iki kaza kuruldu ve bunlar Sayda valisine
bağlandı.
Tahta
çıkışının ilk senelerini iç ve dış olaylar ile uğraşmakla geçiren Sultan
Abdülmecid, böylece devleti kısmen huzura kavuşturdu. Islahat işleri ve iç
meseleler ile uğraşmak imkanını buldu. 24 Haziran 1844 tarihinde halka yakın
olmak, beldeleri bizzat görmek için seyahatlar yaptı.
1848’de
Avusturya’da Macarlar, Rusya’da ise Lehler bağımsızlık için ayaklandılar.
İsyanı Avusturya ve Rusya çok kanlı bir şekilde bastırdı. Bu durum, Fransız ve
İngiliz kamuoyunda Rusya aleyhine büyük bir tepkinin çıkmasına sebep oldu.
Macar ve Leh milliyetçilerinin liderleri Osmanlı topraklarına girerek
hükumetten sığınma hakkı istediler. Sultan Abdülmecid Han, kendisine sığınan
mültecileri, Rusya ve Avusturya’nın savaş tehditlerine rağmen geri vermedi.
Sultan’ın bu hareketi Osmanlı Devletinin itibarını çok artırdı. Rusya ve
Avusturya’ya karşı Fransız ve İngiliz ortak desteğini sağladı. Nitekim çok
geçmeden kutsal yerler mes’elesi ve Romanya’nın işgali dolayısıyla Rusya’ya
savaş açan Osmanlı Devleti, bu devletlerin yardımını te’min etti. Böylece Rusya
ile vuku bulan 1853-55 Kırım Harbi görünüşte parlak bir zaferle
neticelendi.
Ancak cephedeki zafer, içeride Osmanlı Devletine pek
pahalıya mal oldu. Batılı devletler yaptıkları yardımların karşılığı olarak
Osmanlı ülkesinde Hıristiyanlara yeni haklar verilmesi için 1856 Islahat Fermanı’nı yayınlattılar. Ali Paşa
hükumeti tarafından ilan edilen bu Ferman’ın
hazırlanmasında İngiliz ve Fransız elçileri de bulunmuştu. Görünürde Osmanlı
toplumunu ırk, din ve dil ayırımı gözetmeden kaynaştırmayı hedef alan Islahat
Fermanı azınlıkların bağımsızlık hareketlerini hızlandırıp, devleti yıkılmaya
doğru götürmekten başka bir işe yaramamıştır. Nitekim Ferman’ın
yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra Suriye’de ve Cidde’de Müslümanlar ile
Hıristiyanlar arasında çarpışmalar başladı. Eflak, Boğdan ve Karadağ’da
bağımsızlık gayesiyle isyanlar çıktı. Böylece Osmanlı Devletinin yeniden bir iç
ve dış gailelerin içine düştüğü esnada Sultan Abdülmecid Han vefat etti (25
Haziran 1861). Kabri, Sultan Selim Camii bahçesindedir.
Abdülmecid
Hanın genç yaşta tahta çıkışı ile saf ve temiz kalpli olması onun saltanatının
hemen başında büyük bir hata yapmasına sebep oldu. Bu hata, Osmanlı tarihinde
korkunç bir dönüm noktası olmuş ve bu muhteşem İslam devletinde bir yok olma
devrinin başlamasına yol açmıştır. Bu hata; azılı ve sinsi İslam düşmanı olan
İngilizlerin tatlı dillerine aldanarak İskoç masonlarının yetiştirdikleri
cahilleri iş başına getirmesi ve bunların devleti içerden yıkmak siyasetlerini
hemen anlayamamasıdır.
Diğer
taraftan Abdülmecid Han devrinde başarılı işler de yapıldı. 1840’ta ilk olarak
kağıt para çıkarıldı. 1844’te Mecidiye (Galata) Köprüsü yapıldı. 1848’de
Beşiktaş’la Ortaköy arasında Küçük Mecidiye Camiini, Ortaköy iskelesi yanında Büyük
Mecidiye Camiini yaptırdı. 1851’de Şirket-i Hayriyye denilen Boğaziçi vapurları
işletilmeye başlandı. 1853’te başlayan Kırım Harbi sırasında ilk telgraf hattı
İstanbul-Varna-Kırım hattı olarak döşendi. 1854’te Beykoz Kasrı, 1856’da
Küçüksu Kasrı ile Dolmabahçe Sarayı yaptırıldı. Ayrıca İstanbul’un pekçok
yerinde çeşmeler yaptırıp, eski eserleri tamir ettirdi.
Abdülmecid
Hanın kardeşi Abdülaziz’den sonra oğullarından beşinci Murad Han, İkinci
Abdülhamid Han, Beşinci Mehmed Reşad ve Altıncı Mehmed Vahideddin Han padişah
olmuşlardır.
Emevi
halifelerinin beşincisi. 646 (H. 26) yılında doğdu. Babası Mervan bin Hakem,
annesi Aişe binti Muaviye bin Muğire’dir. Hazret-i Muaviye zamanında 16
yaşındayken Medine Divanı reisliğine tayin edildi. Uzun yıllar bu görevde
kaldı. Babasının ölümünden sonra Şam hilafet makamına geçti. Ancak halifeliğini
yalnız Suriye ve Mısır eyaletleri tanıdı. Bu sırada Şiileri etrafına toplayarak
isyan eden Muhtar’üs-Sekafi ve Mekke’de hüküm sürmekte olan Abdullah bin
Zübeyr, kendini halife olarak tanımadılar. Muhtar’ı, Abdullah bin Zübeyr’in
kardeşi Mus’ab, Muhalleb bin Ebu Sufra ile birleşerek ortadan kaldırdı.
Abdülmelik, Abdullah bin Zübeyr’i ve haricileri de meşhur Haccac vasıtasıyla
bertaraf etti. Böylece bütün İslam memleketlerine hakim oldu. Devrinde,
Bizanslılarla uğraşıp, Musa bin Nusayr, Tarık bin Ziyad gibi komutanlar
vasıtasıyla Kuzey Afrika ve İspanya’da fetihleri devam ettirdi. Abdülmelik’in
oğlu Abdullah 701 yılında Erzurum’u, ertesi sene Darende’yi fethetti. Böylece
yapılan fetihlerle Abdülmelik, İslam ülkelerini, doğuda Hindistan’a, batıda
İspanya içlerine kadar genişletti.
Abdülmelik,
21 sene hükümet sürüp 705 (H. 86) yılında vefat etti. Yerine oğlu Velid geçti.
Abdülmelik
devrinde bir çok önemli işler yapıldı. İç muharebeler sebebiyle hasar gören
Ka’be tamir edilerek bugünkü şekli verildi. İlk defa olarak, Arapça yazılı
paralar basıldı. Devlet dairelerinde Arapçadan başka dil kullanılması
yasaklandı. Posta ve haberleşme teşkilatları ıslah edildi. Din alimlerine
önemli mevkiler verilerek ilmi çalışmaların gelişmesine yardımcı olundu. Farisi
birçok divan Arabiye tercüme edildi. Birçok bayındırlık eserleri yapıldı.
Abdülmelik,
ilmi ile amil, dini vecibelerini yerine getiren bir hükümdardı. Fıkıh, tefsir ve
diğer din ilimlerinde söz sahibiydi. Rivayet edilir ki: Abdullah bin Ömer’e
sordular:
"Sizler
vefat ettikten sonra fıkhi meseleleri kime soralım?"
İbni
Ömer; “Abdülmelik bin Mervan’a sorarsınız.” diye cevab verdi.
Halife
Abdülmelik vefat ettiğinde oğlu Velid’e, Atlas Okyanusundan Ceyhun Nehrine
kadar uzanan siyasi, askeri ve idari bakımdan sağlam bir devlet bırakmıştı.