Hindistan'da
yetişen tefsir, hadis ve fıkıh alimlerinin büyüklerinden. Babası Seyfeddin bin
Sadullah-el-Buhari et-Türki'dir. Muhaddis Dehlevi diye de bilinir. 1551 (H.
958)de Delhi’de doğdu. 1642 (H. 1052) senesinde Delhi'de vefat etti. Kabri
oradadır.
Dedesi Buhara'dan gelerek Hindistan'a yerleşmiş olan
Abdülhak-ı Dehlevi, ilk tahsilini babası Seyfeddin bin Sadullah'tan gördü. İki
ay gibi kısa bir sürede Kur'an-ı kerimi ezberledi. Arapça, sarf, nahiv, Kafiye ve Misbah
okudu. Maveraünnehr alimlerinin derslerine devam etti. Keskin zekası ve
hafızasının sağlamlığıyla hocalarının takdir ve hayranlığını kazandı. Tefsir,
hadis, fıkıh, tasavvuf ile zamanının fen ilimlerinde yüksek derece sahibi olup,
on yedi yaşındayken tahsilini bitirdi. 1587'de Hicaz'a giderek iki sene, İbn-i
Hacer-i Mekki hazretlerinin talebesi Ali Mütteki ve onun talebesi Abdülvehhab-ı
Mütteki'den hadis ilimlerini okudu. Daha sonra Medine-i münevvereye giderek
orada yerleşti ve Resulullah efendimizin pekçok manevi feyz ve bereketlerine
kavuştu. Hindistan'a dönerek Muhammed Baki-billah hazretlerinin sohbetine
kavuştu ve Ahrariyye yolunda kemale geldi. Kadiriyye yolu büyüklerinden Şehid Mustafa
Multani'nin derslerinde bulundu. Ondan Kadiriyye yolunun inceliklerini öğrendi.
Din ilimlerinin her sahasında eser yazdı. Hindistan'ın en büyük alimlerinden
oldu. Çeşitli kademedeki devlet büyüklerine mektublar yazıp onlara nasihatlarda
bulundu. İmam-ı Rabbani hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun sadık
talebelerinden oldu.
Abdülhak-ı Dehlevi'nin yazmış olduğu Eşi'at-ül-Lemeat kitabının dördüncü cildinde
bulunan hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
İnsanlara merhamet etmeyene,
Allahü teala merhamet etmez.
İki arkadaştan Allah indinde
daha iyi olanı, arkadaşına iyiliği daha çok olandır.
Allah, dünyalığı dostlarına da
düşmanlarına da vermiştir. Güzel ahlakı ise yalnız sevdiklerine vermiştir.
Bir kimse sevmediği birisine
bela ve sıkıntı geldiği için sevinirse, Allah bu kimseye de bu belayı verir.
Kibirden, hıyanetten ve borçdan
temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer, Cennet'tir.
İmanı üstün olanınız, huyu daha
güzel ve zevcesine daha yumuşak olanınızdır.
Abdülhak-ı
Dehlevi buyurdu ki:
"Peygamberler
ve evliya öldükten sonra bunlardan yardım istemeği meşayıh-ı izam ve fıkıh
alimlerinin çoğu caizdir dedi. Keşf ve kemal sahipleri bunun doğru olduğunu
bildirdi. Bunlardan çoğu, ruhlardan feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere
"Üveysi" dediler.
Dünya
görünüşte süslüdür, yaldızlıdır ama aldatıcıdır, hilecidir. Kendini sevenlerin
gönüllerini çalar. İman nuruyla bakılınca yakinen görülür ve anlaşılır ki,
dünya işlerinin temeli sakat ve dayanıksızdır. Ahiret ise daimi ve sonsuzdur.
Bu anlayışa erişen kimse, yüzünü geçici dünyadan çevirir, kalb gözünü sonsuzluk
alemine döndürür ve yolculuk için lazım olan sevab azıklarını hazırlar."
Yüksek
alim ve büyük bir evliya olan Abdülhak-ı Dehlevi insanların kurtuluşa, saadete
kavuşmaları için birbirinden kıymetli yüzden fazla kitap yazmıştır. Bunlardan
bazıları şunlardır:
1) Tarih-i Hakkı, 2) Tarih-i
Abdülhak, 3) Matla'ul-Envar, 4) Medaric-ün-Nübüvve, 5) Cezb-ül-Kulub, 6)
Ahbar-ül-Ahyar, 7) Mektubat, 8) Şerh-u Sifr-üs-Seadet, 9) Merec-ül-Bahreyn, 10)
Eşi'at-ül-Lemeat.
Son
asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh
bilgilerinde mahir, büyük alim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük veli.
Allahü tealanın emir ve yasaklarını insanlara anlatan ve kendilerine Silsile-i
aliyye adı verilen büyük alimlerin otuz dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa
Efendidir. 1865 (H. 1281)te Van'ın Başkale kazasında doğdu. 1943 (H. 1362)te
Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
Babası
Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının alim ve fadılları idiler.
İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki şer'i
mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim
yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde nümune olmakla tanınmış ve halk
arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler
üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.
İlk
tahsilini babasının huzurunda gördü. Daha sonra Arvas'a giderek yüksek
tahsilini zamanın en büyük alim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin
huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık,
münazara, vad', beyan, meani, bedi', belagat, kelam, usul-i fıkh, tefsir,
tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i
ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir
ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye,
Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale'de otuz yıl kadar tedris
ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü tealanın emir ve
yasaklarını anlattı.
1914
(H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal edince,
Başkale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da
İstanbul'a geldi. Eyyub Sultan'da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu
Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına
tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan
Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen İlahiyat
Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8 Zilkade 1919
(H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.
Anadolu'da
çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi,
eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi
Anadolu'ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaz
ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir'e gönderildi. Zor
şartlar altında İzmir'de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle
hastalandı. Ankara'ya getirildi. Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım
1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti.
Ankara'nın kuzeyinde bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret
edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.
Seyyid
Abdülhakim Arvasi'nin üç oğlu ve iki kızı vardı. Kızlarından Şefia Hanım,
hicrette Musul'da vefat etti. Enver Medeni de hicret esnasında 1918 (H. 1336)de
Eskişehir'de vefat etti. İkinci oğlu Ahmet Neyyir Mekki Üçışık Efendi uzun
zaman Üsküdar ve Kadıköy müftiliği yaptı. Kadıköy müftisiyken 1967 (H. 1387)de
İstanbul'da vefat etti. Üçüncü oğlu Seyyid Münir Üçışık, İstanbul Belediyesinde
satış memurluğunda çalışmış, doğruluğu, çalışkanlığı güzel ahlakı ile etrafının
sevgisini kazanmıştı. 1979 (H. 1400)da İzmir'de vefat edip Ankara'nın Bağlum
kasabasına defnedildi. İkinci kızı Maide Hanım, eski Van mebusu Seyyid
İbrahim'in zevcesiydi. Seyyid İbrahim vefat etmiştir. Duası makbul, kalbi
temiz, ruhu asil, merhameti bol, cömert, bir ahlak, ismet ve iffet numunesi
olan Maide Hanım, Ankara'da damadı Seyyid M. Emin Garbi ve kızı Ümmü Gülsüm
hanımefendi ile birliktedir.
Seyyid
Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı
geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur
bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zaifçe
olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin
edici bir vakar ve heybeti vardı.
Her
hali ve hareketi ile İslamiyete uyardı. Çok mütevazi olup; "Ben"
dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi.
Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun
ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet
adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde,
dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi
ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız
kerametlerini görürdü. Çok mütevazi, pek alçak gönüllüydü. Eyyub Sultan, Fatih,
Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu'nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde
senelerce ilim neşretmiştir. Vefa Lisesinde öğretmenlik yapmış, Sultan Selim
Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi
(profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye
kitabını yazmıştır. Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları
vardır. Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıc ve meşruiyeti
hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahabe-i
Kiram ve Ecdad-ı Peygamberi
risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret
isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.
Yetiştirdiği seçkin
din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din ve fen kitaplarının yazarı,
eczacı, kimyager ve emekli öğretmen albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir.
1929'dan 1943 senesine kadar o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi
tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi,
Almanca, Fransızca ve İngilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din
kitapları neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi'den aldığını
eserlerinde belirtmektedir.
Abdülhakim
Arvasi'nin kıymetli sözlerinden bazıları:
"Her
peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her
bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memleketde, yani
dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün
varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan O'nun
üstünde değildir. Bu olamayacak birşey değildir. Dilediğini yapan, her
istediğini yaratan, O'nu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın O'nu methedecek gücü
yoktur. Hiçbir insanın O'nu tenkid edecek iktidarı yoktur."
"Hak
tealanın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyyeti bozmayarak çalıştığınız
zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler
olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah'ın merhameti neler yaratacaktır.
Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve
Allahü tealanın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de;
hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı
tanımamanın, zulm ve haksızlık etmenin cezasıdır."
"Büyüklerin
sözü, sözlerin büyüğüdür."
"Evliyanın
sözünde rabbani tesir vardır."
"İnsanı
kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim
ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesad karanlığı hep
şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne
kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz.
Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak tealayı hakim bilip, O’na kulluk
etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka
her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur."
"Müslümanların
öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir.
İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır.
Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i
akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve
ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
Bunlar
da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve
"ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci
kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve
derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik
öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri,
dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere
esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta,
imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk
olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere
uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla
uygun sanılmayan, aklın erişemediği mes'elelerin inkar edilemiyeceği
anlaşılır."
"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i
şeriflerinden sonra en kıymetli kitab, İmam-ı Rabbani hazretlerinin (kuddise
sirruh) Mektubat kitabıdır. Hanefi
mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkh kitabı, İbn-i Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafiide Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."
"İslam
dini, Allahü tealanın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi
Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve
mesud olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faideli
şeyler, İslamiyetin içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün
iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler
ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan
ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez,
İslamiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyetin dışında hiçbir menfaat
yoktur ve olamaz."
"Son
zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara
şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele
alarak dine hurafeler karışmıştır, İslam dini bozulmuştur, dedi. Halbuki bozuk
tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile
karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak
için, Ehl-i sünnet alimlerini tanımak, o büyüklerin kitablarını okuyup, iyi
anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir alim bulunmazsa, din
düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vazları ile, kitapları
ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."
"Temiz
ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslamın
vekarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi
toplayınız."
"Çeşitli,
lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş
tutunuz."
"Allahü
teala, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek
tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve
biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu
işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı
sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri,
Allahü tealanın bu adeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teala sevdiği
insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara,
adetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor."
"Tek
vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kerre ölmeyi tercih ederim."
Son
devir din adamlarından. Peygamber efendimizin soyundan olup, seyyiddir.
Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde 1902 (H.1320) senesinde doğdu.
Babasının hem imamlık yapması hem de medresede talebe okutması için davet
edildiği komşu Siyanis köyüne taşındılar. Babası vazifesinin altıncı ayında
vefat edince dedesi yanına aldı. Dedesi onu okutmak için alim ve tasavvuf ehli
olan Muhammed Ziyaüddin Nurşini Efendinin ders halkasına gönderdi. Bu sırada
sekiz yaşında bulunan Abdülhakim Hüseyni 14 yaşına kadar bu zattan ilim
öğrendi. Hocası Nurşin'e taşınınca başka medreselerde ilim tahsiline devam
etti. Daha ilmini tamamlayıp icazet almadan medreseler ve tekkeler kapatılınca
Siyanis'e döndü. Komşu Taruni köyüne hem imamlık hem de talebe okutmak üzere
davet edildi. Burada pekçok talebe yetiştirdi. Bu sırada hocası Muhammed
Ziyaüddin Nurşini vefat etti. Abdülhakim Efendi hem ilmini tamamlamak, hem de
tasavvufda ilerlemek için Muhammed Ziyaüddin Nurşini'nin talebelerinden
Suriye'nin Hazne köyünde bulunan Şeyh Ahmed Haznevi'ye intisab etti. Onun
sohbetlerinde bulundu. Daha sonra tekrar memleketine döndü. Fakat 14 sene
müddetle gidip gelerek ilmini ve tasavvufdaki derecesini artırdı. Hocasından 34
yaşındayken ilim öğretmek üzere, 36 yaşındayken irşad için icazet aldı.
Memleketine dönerek köyünde ve çevresindeki diğer kasabalarda İslam dininin
emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Hep aynı yerde kalmayıp, ikametgahını
devamlı olarak değiştirdi. Taruni ve Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in
Narlıdere nahiyesine, oradan da Siirt'in Kozluk kazasına bağlı Gadiri köyüne
yerleşti. Oradan da Şehiri'ye gelen Abdülhakim Hüseyni Efendi son olarak
Adıyaman ilinin Kahta kazasına bağlı Menzil köyüne geldi. Bir yıl kadar kaldığı
Menzil'de hastalandı. Tedavi için önce Diyarbakır'a, oradan da Ankara'ya gitti.
Ankara'da yapılan ameliyattan sonra 25 Mayıs 1972 (H.1392)de vefat etti.
Cenazesi Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyüne götürülerek defnedildi.
Ömrü
boyunca ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgul olan Abdülhakim Hüseyni Efendi
insanların imanlarını kurtarmaları için çalıştı. "Eskiden insanlar
yıllarca gezer, kendilerine mürşid ararlardı. Şimdiki mürşidler kapı kapı
dolaşıp Müslümanları imanlarının kurtulması için çağırıyor." sözüyle bunu
ifade etmiştir.
Abdülhakim
Hüseyni Efendi kendisine sorulan bazı suallere şöyle cevap vermişti:
İhlas
nedir? sualine; "İhlas, illet ve gaye olmaksızın yalnız Allah için günahı
terk etmek ve emirleri yerine getirmektir. Yani var gücünü Allah'ın emrine safr
etmektir."
Teveccüh
nedir? sualine; "Teveccüh, insanın kalben Allahü tealaya
yönelmesidir."
Zahiri
ve batıni darbelere nasıl dikkat ederiz? sualine; "Açık ve gizli edebleri,
Allah'ın emirlerini yerine getirmek, abdestli olmak, hasbelbeşer (insanlık
icabı) bir günah olursa, hemen tövbeyi geciktirmemek, Selef-i Salihin'in
eserlerini okumak, öğrendiğimiz İslami bilgileri bilfiil tatbik etmekle
gözetiriz. Batıni edepleri gözetmek ise bu zamanda çok zordur. Kalbi masivadan
temizlemekle mümkün olur."
Abdülhakim
Hüseyni Efendi vefat ettikten sonra oğlu Muhammed Raşid Efendi yolunu devam
ettirmektedir.
Hindistan'da
yetişen fıkıh ve kelam alimi. Babası Şemseddin Muhammed'dir. İmam-ı Rabbani hazretlerinin
sınıf arkadaşı idi. 1657 (H. 1067) senesinde Siyalkut şehrinde vefat etti.
Zamanın
alimlerinden akli ve nakli ilimleri öğrendi. Fıkıh ve kelam yanında birçok
ilimlerde yüksek dereceye ulaştı. Çok kitap yazdı. Zamanının sultanlarına,
devlet ileri gelenlerine, emirlere ve insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını
çekinmeden söyledi. İlimdeki ince meseleleri hemen hallederdi. İmam-ı Rabbani
hazretlerine çok hürmet ederdi. İmam-ı Rabbani hazretleri de Abdülhakim
Siyalkuti için; "Bir çok kıymetli kitaplar yazan, akli ve nakli ilimlerde
(din ve fen ilimlerinde) Hindistan'da bir eşi bulunmayan Abdülhakim
Siyalkuti" diye medh ederdi. Gençliğinde ve yaşlılığında ilim öğrenmeye,
öğretmeye ve fetva vermeye devam eden Abdülhakim Siyalkuti, ilmin her şubesinde
derin bilgi sahibiydi. Pekçok alim onun ilmindeki üstünlüğünü medh etmiştir.
Buyurdu
ki: "Çok kimse vefat eden alimlerden istifade edildiğine inanmıyor. Kabir
ziyareti; ölülerin ruhuna okumak, onlara dua etmek için yapılır diyor. Tasavvuf
büyükleri ve fıkıh alimlerinden çoğu, kabir ehlinden yardım görüldüğünü
kitaplarında ve sözleri ile haber verdiler. Hatta bunlardan çoğu, vefat etmiş
alimin ruhundan istifade ederek yetiştiklerini, olgunlaştıklarını söylediler.
Böylece olgunlaşanlara "üveysi" dendi. Dua eden, Allahü tealadan
istemektedir. Duasının kabul olması için Allahü tealanın sevdiği bir kulunu
vasıta yapmaktadır. Dileği veren, kendisinden istenilen Allahü tealadır.
Kabirdeki veli ise, bir sebep bir vasıtadır. Bir cahil, bir ahmak, dileğini
Allahü tealanın kudretinden beklemeyip, veli yapar, yaratır derse, bu düşünce
ile ondan isterse bunu elbette yasak etmelidir. Peygamberlerin (aleyhimüsselam)
kabirlerinde diri olduklarını herkes bilir ve inanır."
Eserleri:
Abdülhakim Siyalkuti'nin eserlerinden bazıları
şunlardır: 1) Beydavi Haşiyesi, 2) Sa’düddin Teftazani'nin Şerh-ul- Akaid'ine haşiyesi, 3) Mevakıf Şerhi'ne
haşiyesi, 4) Mutavvel Haşiyesi, 5-
Ed-Dürret-üs-Semine fi İsbat-il-Vacib Teala.
İslam
alimlerinin büyüklerinden ve evliyanın önderlerinden. Allahü tealanın emir ve
yasaklarını insanlara anlatan ve kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen
alimlerin dokuzuncusudur. Babası Abdülcemil Efendi alim bir zat olup,
Malatyalıydı. İmam-ı Malik'in soyundandır. Kitaplarda doğum tarihine rastlanmamıştır.
Buhara yakınlarındaki Goncdüvan kasabasında doğdu. 1180 (H. 575) senesinde aynı
yerde vefat etti.
Babaları
Abdülcemil, Hızır aleyhisselam ile arkadaşlık ederdi. Aralarında muhabbet
olduğundan, Hızır aleyhisselam babasına; "Senin bir salih evladın dünyaya
gelecektir. İsmini Abdülhalık koyarsın." buyurmuştu.
Abdülhalık Goncdüvani henüz beş yaşındayken Buhara'nın
büyük alimlerinden olan Şeyh Üstad Sadreddin'den Kur'an-ı kerim öğreniyordu.
Okuma esnasında mealen; "Rabbinize tazarru ile
gizli dua ediniz." ayet-i kerimesine gelince, hocasına;
"Bu gizli'nin hakikati ve kalp ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir
ve dua aşikar açık ve dil ile olursa riyadan korkulur. Araya riya girerse,
hakkı ile zikredilmemiş olur. Kalb ile zikredersem; "Şeytan
insanın damarlarında kan gibi dolaşır." hadis-i şerifi
gereğince şeytan bu zikri duyar. Bu müşkülümü halledin." dedi.
Hocası, büyük alim,
alimlerin sultanı, kalblere dokunan bu sözlere hayran oldu. "Oğlum, bu,
kalb ilimlerinin konusudur. Allahü teala dilerse seni bu ilimleri öğretecek bir
üstada ulaştırır. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün
hallolur." buyurdu. Bu işaret üzerine Abdülhalık Goncdüvani, meselelerini
halledecek zatı beklemeye başladı. Bir gün Hızır aleyhisselam yanına gelip Allahü
tealayı gizli ve açık anmanın yollarını öğretti ve onu manevi evlatlığa kabul
etti. Yirmi iki yaşındayken Hızır aleyhisselam onu, şaşırmışlara yol
göstericilerin büyüklerinden olan Yusuf Hemedani'ye gönderdi. Manevi ilimleri
hocasının sohbetiyle tamamladı. Onun vefatı ile insanlara, doğru yolu gösterme
vazifesini devraldı. Çok talebe yetiştirdi; binlerce insanın doğru yolu
bulmalarına sebeb oldu.
Abdülhalık Goncdüvani bir aşure günü birkaç dostu ile
beraber otururken, sırtında hırka, omuzunda seccade olan biri gelip meclise
oturdu. Bir müddet sonra üstada: "Hazret-i Resulullah buyurdu ki: "Mü'minin firasetinden korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nuru
ile bakar." Bu hadis-i şerifin sırrı nedir?" diye sordu.
Abdülhalık hazretleri; "Sırrı budur ki, belindeki zünnarı kesip Müslüman
olmakla şereflenesin." Adam şaşırıp; "Allah korusun, bende zünnar
falan yok." dedi. Oradakilerden birisi, bu adamın üstündeki hırkasını
çıkartınca, kafirlere mahsus olan zünnar ortaya çıktı. O zat tövbe etti ve
Müslüman oldu.
Talebelerinden
birine buyurdular ki: "Her kim farzları eda ettikten sonra dua ederse,
duası kabul olur. Sen farzları yaptıktan sonra duada bizi hatırla. Biz de seni
hatırlarız. Hem senin hakkında, hem de bizim için duanın kabulüne vesile
olur."
Vasiyetnamesinde,
manevi oğulları Hace Evliya-yı Kebir'e buyurdular ki: "Sana vasiyyet
ederim ey oğul ki: Her halinde ilim, edep ve takva üzere ol! İslam alimlerinin
kitaplarını oku! Fıkıh ve hadis öğren! Cahil tarikatçılardan sakın! Şöhretten
kaç! Şöhrette afet vardır. Aslandan kaçar gibi cahillerden kaç! Bid'at sahibi,
sapıklar ile ve dünyaya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme! Helalden ye! Çok
gülme! Kahkaha ile gülmek gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et! Kimseyi
hakir görme! Kimse ile münakaşa, mücadele etme! Kimseden bir şey isteme!
Tasavvuf büyüklerine dil uzatma! Onları inkar eden felakete düşer. Mayan fıkıh,
evin mescid olsun!"
Tasavvufta
meşhur olan, on bir temel kelime Abdülhalık Goncdüvani'nin sözlerindendir.
Osmanlı
padişahlarının yirmi yedincisi ve İslam halifelerinin doksan ikincisi. Sultan
Üçüncü Ahmed’in oğludur. Annesi Rabia Hatun’dur. 20 Mart 1725 günü Topkapı
Sarayında (Saray-ı Cedid) doğmuş ve Ocak 1774 tarihinde ağabeyi Sultan Üçüncü
Mustafa’dan sonra padişah olmuştur.
Birinci
Abdülhamid Han, tahta çıktığı zaman devlet buhran içerisindeydi. Tahta
çıkışından evvel başlamış olan Rus Harbi devam ediyor ve bir çok eyalette de
isyanlar başgöstermiş bulunuyordu. Mali sıkıntı da mevcuttu. Birinci Abdülhamid
Han bu güçlükleri başarıyla yenecek kudrette bir padişahtı. Saltanatı
müddetince bu zorluklarla mücadele etti. İyi niyetli, dindar, gayretli bir
insandı. Rus Harbine devam kararı verdi. Çünkü düşmana karşı hiç olmazsa bir
muharebe kazanarak sulh yapmak istiyordu. Fakat Osmanlı ordusu Kozluca’da
yenilmiş ve Serdar Muhsinzade Mehmed Paşanın yanında ancak 1200 kişi kalmış
diğerleri dağılmıştı. Bu vaziyette Rusya’nın sulh şartlarını kabul etmekten
başka çare yoktu. Türk temsilcileri Ahmed Resmi ve İbrahim Münib efendilerle
Rus temsilcisi Prens Repnin arasında 21 Temmuz 1774’de Küçük Kaynarca
Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmaya göre Kırım, Kuban ve Bucak yalnız dini
bakımdan halifeye bağlı olmak üzere müstakil oluyor; Yenikale, Kerç, Azak,
Kılburun kaleleri Rusya’ya geçiyordu. Eflak, Boğdan ve Cezayir-i Bahr-i Sefid
sahili gibi savaşta Ruslar tarafından işgale uğramış yerler ise Osmanlı
Devletine geri veriliyordu.
Kaynarca
Antlaşmasının ağırlığını arttıran en önemli maddesi, Rusların Türk
topraklarındaki Ortodokslar üzerinde bir çeşit himaye hakkı iddiasında
bulunabilecek tarzda hazırlanmış olanıdır. Antlaşmadan hemen sonra Avusturya,
Osmanlı Devletinin zafiyetinden faydalanarak Boğdan Beyliğine bağlı Bukoniva’yı
işgal etti (1775).
Saltanatının
başında böyle kahredici bir durumu kabul ile barışı sağlayabilen Birinci
Abdülhamid, savaş zamanında devletin çeşitli bölgelerinde çıkmış isyanları
bastırmak ve askeri sahada ıslahatta bulunmak durumundaydı. İsyanları bastırmak
üzere Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa ve ıslahat yapmak için de sadrazam
Halil Hamid Paşa görevlendirildiler.
Kapıkulu’nun
bazı ocaklarının ıslahı için Fransa’dan mühendisler getirtilmiş, Mühendishane-i
Berri-i Hümayun (Devlet Kara Mühendishanesi) kurulmuş, yüzüstü bırakılan metruk
haldeki İbrahim Müteferrika matbaası tekrar açılmıştır. Birinci Abdülhamid
devrinde yapılan hayırlı işlerden birisi de, yerli malı kullanılmasının mecburi
hale getirilmesidir.
Diğer
taraftan Anadolu’da çeşitli karışıklıklar çıkmıştı. Her vilayette bir asi hüküm
sürüyordu. Hele kapısız levent denilen binlerce asi Anadolu’yu yakıp yıkıyordu.
Şam ve Mısır’da isyanlar başgöstermiş, İranlılar Osmanlı topraklarına
saldırarak pekçok yeri kendi topraklarına katmışlardı. Hicaz’da ayaklanmalar
birbirini takib etmişti.
Küçük
Kaynarca Antlaşmasıyla, Osmanlılarla Ruslar arasında tam bir sulh temin
edilememiş, yalnız bir çeşit mütareke hasıl olmuştu. Bu antlaşma her iki tarafı
da tatmin etmemişti. Osmanlılar olsun, Ruslar olsun Kırım üzerinde daha çok
hakka sahib olmak istiyorlardı. Nitekim Kırım’da bağımsızlık ilan edildiğinde
Devlet Giray Han, Babıali ile eski bağlılığın korunmasına taraftardı. Bunun
üzerine Ruslar, asker sevkedip kendi adamlarından Şahin Giray’ı, han
seçtirmişlerdi. Böylece Kırım Hanının tayininde çıkan anlaşmazlık, iki devleti
yeni bir savaşa götürürken, Fransızların yardımıyla Haliç Aynalıkavak Kasrında
10 Mart 1779’da bir antlaşma imzalanmıştır. Küçük Kaynarca Antlaşmasının bazı
maddeleriyle ilgili olan bu antlaşma Aynalıkavak Tenkihnamesi adıyla anılır.
Tenkihnameye göre, Kırım bağımsız kalacak ve Ruslar buradan askerlerini
çekecek; buna karşılık, Osmanlılar da Şahin Giray’ın hanlığını kabul
edeceklerdi. Kafkaslardan güneye kadar Rus hakimiyetinin artmasını Osmanlı
Devleti için büyük tehlike olarak gören Birinci Abdülhamid Han ve devlet
adamları, Kafkasya’nın bazı bölgelerini Türk nüfuzu altına almayı tasarladılar.
Bu sebeple Soğucak ve Anapa kalelerini tahkim ettiler. Buradaki Çerkez
kabilelerini itaat altına almaya çalıştılar.
Şuursuz
olarak Rus taraftarlığı yapan Şahin Giray aleyhinde Kırım’da isyan çıkınca,
Ruslar buraya hemen asker gönderdiler. Binlerce Müslümanı şehid ettikten sonra
yine Kırım’ı Şahin Giray’a bırakarak geri çekildiler. Daha sonra yeni bir
bahaneyle tekrar Kırım’a girerek memleketi Rusya’ya bağladılar (1784). Bunun
üzerine, tekrar bir Osmanlı-Rus Savaşı tehlikesi doğdu. Osmanlı Ordusu harbe
hazır değildi. Bu sebepten Sultan Abdülhamid Han antlaşmayı bozmak istemedi.
Rusya ile birkaç yıl gerginlikten sonra Koca Yusuf Paşa sadrazam oldu. Aslında
1781’de Rusya, Avusturya ile beraber bir tasarı hazırlamış ve bu tasarıya göre
de Osmanlı Devletini taksime karar vermişlerdi. Yeni Sadrazam, Rusya ile
mutlaka savaşmak istiyordu. İkinci Katerina’nın gösteri yaparak Kırım’ı ziyaret
etmesine ve Avusturya İmparatoru ile görüşme yapmasına Babıali artık tahammül
edemiyordu. Rus elçisi Sadarete çağrılarak Kırım’ın iadesi istendi. Elçinin
uygun cevap vermemesi üzerine Rusya’ya savaş ilan edildi. Rusların idaresi
altındaki Kılburun Kalesine hücum ile 1786-1792 Osmanlı-Rus Savaşı başlamış
oldu. Avusturyalılar da savaş açmadan Belgrad ve Sırbistan’a taarruz ettilerse
de bir sonuç alamadılar. Bu vaziyet karşısında yalnız Ruslarla başa çıkamazken,
iki düşmanla birden karşılaşılıyordu.
Serdar-ı
Ekrem Sadrazam Koca Yusuf Paşa, önce Avusturya derdini halletmek istedi.
Avusturya İmparatoru İkinci Josef’in saldırılarını önledikten sonra sınır
aşılarak düşman kendi topraklarında ağır yenilgiye uğratıldı. İkinci Josef güç
bela kaçabildi. Fakat Rus cephesindeki savaş aleyhte gelişiyordu. Kısmi
başarılar Özi Kalesini kurtarmaya yetmedi. Özi Kalesi Ruslar tarafından
alınınca tarihin en büyük mezalimine uğradı. Masum ve günahsız çocuklar, genç
ve ihtiyar kadınlar dahil 30 bin civarında insan vahşice öldürüldü.
Sadrazam,
Özi Kalesinin düştüğünü bildiren ve yapılan mezalimleri dile getiren telhisi
okurken, padişah, kederinden felç olup çok geçmeden vefat etti (28 Mart 1789).
Birinci
Abdülhamid Han, devlet işleriyle yakından ilgilenir, her konuda düşüncelerini
dikte ederek vezirlere bildirirdi. Saltanatı boyunca hep liyakatlı sadrazam,
ehil adam aramış ve onlara yetki verip ıslahatların yapılmasına uğraşmıştır.
Halil Hamid Paşa, sadrazamlarının en değerlisidir. Abdülhamid Han, halka karşı
merhametli ve çok dindar bir padişahtı. Halk arasında kerameti dahi yaygındı.
Oğullarından ikisi, Dördüncü Mustafa ve İkinci Mahmud, padişah olmuşlardır.
Birinci Abdülhamid Han, Eminönü Bahçekapı’daki imaretin karşısındaki türbede
yatmaktadır. Bu türbede, Yeni Cami tarafındaki duvardaki dolapta Resul
aleyhisselamın mübarek ayaklarının izleri bulunan taş vardır.
Sultan
Birinci Abdülhamid Hanın, Beylerbeyi’nde bir cami ve mektep, Bahçekapı’da bir
sebil, bir imaret, bir kütüphane ve bir türbe (Şimdi bunların yerinde Dördüncü
Vakıf Han vardır.) Emirgan’da bir cami ile çeşme ve Medine’de yaptırdığı bir
medrese başlıca eserleridir.
Osmanlı
padişahlarının otuz dördüncüsü ve İslam halifelerinin doksan dokuzuncusu.
Sultan Abdülmecid’in ikinci oğlu olup 1842’de Tir-i Müjgan Sultandan doğdu. On
yaşında iken annesini kaybeden şehzade Abdülhamid, babasının emriyle Perestu
Kadın Efendinin himayesine verildi. Özel hocalar tayin edilerek iyi bir eğitime
tabi tutuldu. Arapçayı, Ferid ve Şerif efendilerden, Farsçayı kazasker Ali
Mahvi Efendi ve Sadrazam Safvet Paşadan; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini
Gümüşhanevi Ömer Hulusi Efendiden; Fransızcayı Gardet, Edhem ve Kemal
paşalardan ve diğer din ve fen ilimlerini de sahasında üstad olan hocalardan
öğrendi. Tahsilinden artan zamanlarını; ata binmek, silah kullanmak ve spor
yapmakla değerlendirirdi.
Şehzade
Abdülhamid’in zeka ve hafızasının son derece yüksek oluşu ile politik
kabiliyeti, amcası olan Sultan Abdülaziz’in dikkatini çekti. Nitekim Sultan
Abdülaziz Han, onun daha serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve
Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü. Şehzade Abdülhamid de bu imkanlardan en
iyi şekilde istifadeye çalıştı. Yabancı basını devamlı takib ederek dış
devletlerin niyet ve emellerini ve gayelerine ulaşabilmek için uyguladıkları
metodları çok iyi etüd etti. Ayrıca o, ticari faaliyetlerde de bulundu.
Kendisinin marangoz atölyesi ile çiftliği vardı. Toprak işleriyle meşgul oldu.
Koyun besletti. Üstübeç madenleri işletti. Son derece cömerd olan Şehzade,
kazandığı paraları saltanatı sırasında din ve devlet işleri ile fakir ve
yoksullara harc etti.
İngilizlerden
para alarak düşmanın kuklası haline gelen Hüseyin Avni Paşa; Midhat, Mütercim
Rüşdi, Mahmud Celaleddin ve Nuri paşalar, şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi
ile anlaşarak 1876’da Sultan Abdülaziz’i tahttan indirdiler ve çok geçmeden de
şehid ettiler. Yerine çıkardıkları şehzade Murad, rahatsızlığı sebebiyle ancak
üç ay tahtta kalabildi. Bunun üzerine şehzade Abdülhamid otuz dört yaşındayken
31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu.
Sultan Abdülhamid Han tahta çıktığında devlet en
buhranlı günlerini yaşıyordu. Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına Sırbistan
ve Karadağ muharebeleri de eklenmişti. Girit’te huzursuzluk had safhadaydı.
Rusya, bu karışıklıkta devletten en büyük payı kapma sevdasıyla savaş
hazırlıkları yapıyordu. Yeni Osmanlı Padişahı ise aktif bir siyaset takip
ediyordu. Bütün hükümet üyeleriyle mabeyn personelini saraya davet ederek bir
yemek verdi. Burada yaptığı konuşmada da milli birliğe duyulan ihtiyacı dile
getirdi. Tersaneye giderek bahriyelilerle birlikte oturup asker yemeği yedi.
Zaman zaman haber vermeden çeşitli camilere gidip, halkın arasında aynı safta
namaz kıldı. Sultanın bu hareketleri asker ve halkın hoşuna gidiyordu. Nitekim
herkeste ve özellikle orduda bir moral düzelmesi görüldü. Bunun neticesi olarak
Sırp cephesindeki ordu önemli başarılar kazanmaya başladı. Osmanlı ordusu
Belgrat’a girmek üzereyken büyük devletler işe karıştılar. Rusya’nın savaşa
derhal son verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sırbistan ile üç aylık
ateşkes imzalandı. Diğer taraftan İngiltere, Şark Meselesinin İstanbul’da
toplanacak bir konferansta ele alınmasını istedi. 23 Aralık 1876’da İstanbul’da
toplanan Tersane Konferansından sonra batılı devletler Osmanlı Devletinin
bağımsızlığını tehlikeye sokacak ağır hükümler taşıyan teklifler sundular. Bu
toplantıdan bir gün önce 23 Aralık 1876’da Osmanlı Devletinde Kanun-i Esasi ilan edilmiş ise de batılılar bunu
nazar-ı dikkate almamışlardı.
Tersane Konferansı kararlarını reddetmenin, devletini
Rusya ile karşı karşıya bırakacağını bilen Sultan Abdülhamid Han, bu teklifleri
kabul etmiş görünerek ortalığı yatıştırmak istiyordu. Ancak İngilizlerin
kendilerini destekleyeceği vadine aldanan sadrazam Midhat Paşa, mecliste gayri
müslimleri de kendi tarafına çekmek suretiyle Rusya aleyhine bir konuşma yaptı.
Harb aleyhinde rey kullanacak olanları; peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti
ile itham etti. Neticede meclis, Tersane Konferansı kararlarını reddetti.
Ayrıca Sultan Abdülhamid’in devlet işleriyle çok sıkı bir şekilde ilgilenmesini
siyasi geleceği açısından tehlikeli gören Midhat Paşa, onu tahttan indirmenin
yollarını aramaya başladı. Hatta Osmanlı Hanedanını dahi ortadan kaldırmayı
planlayan Midhat Paşa, konağında topladığı Namık Kemal, Ziya ve Rüşdi paşalarla
kendi taraftarı olan diğer devlet ileri gelenlerine “Al-i Osman yerine Al-i
Midhat denilse ne olur?” demişti. Yine sadareti müddetince Müslüman halkın
çoğunlukta bulunduğu vilayetlere azınlıktan valiler tayin etmek ve Osmanlı
ordusunun temeli durumundaki Harbiye Mektebine Rum talebe almak gibi Osmanlı
Devletini temelinden yıkabilecek faaliyetler içerisindeydi. Onun bu zararlı
icraatları üzerine Sultan Abdülhamid Han, Kanun-i
Esasi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Midhat Paşayı
sadrazamlıktan uzaklaştırdı ve yurd dışına sürdü.
Diğer taraftan Midhat Paşa sadrazamlıktan
uzaklaştırılmış ancak Tersane Konferansı kararlarını mecliste reddettirmekle
Osmanlı Devletini Rusya ile karşı karşıya getirmişti. Nitekim 24 Nisan 1877
günü Rusya, Osmanlı Devletine resmen harb ilan etti. Mali 1293 senesine
rastladığı için “93 Harbi” denilen bu
savaş, Edirne Mütarekesine kadar dokuz ay sürdü. Plevne’de Gazi Osman Paşa,
doğuda Ahmed Muhtar Paşanın kısmi başarılarına rağmen savaş umumi bir bozgunla
neticelendi. Ruslar Edirne’ye girdiler ve Yeşilköy’e kadar geldiler. Doğuda ise
Kars düşmüş ve Rus kuvvetleri Erzurum’a yaklaşmıştı (Bkz. Doksanüç Harbi).
Savaşlarda on binlerce Müslüman-Türk şehid olurken, bir o kadarı da İstanbul’a
akın etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmeye
çalışıldı. Bu sırada memleketin tek karar organı olan mecliste de tam bir
anarşi hüküm sürmekte ve milletvekilleri hiçbir meselede bir araya gelememekte
idiler.
Bu
vaziyet karşısında Sultan Abdülhamid Han, İngiltere’yi devreye sokarak savaşın sona
erdirilmesini sağladı. Arkasından devletin başına böyle bir felaketin gelmesine
sebeb olan, savaşın bitmesi ile de bu durumda hiçbir mesuliyeti yokmuş gibi
padişahı suçlamaya başlayan Meclis-i Meb’usan’ı süresiz kapattı (13 Şubat
1878). Bu arada Rusya ateşkesin sağlanmasından hemen sonra Osmanlı Devleti ile
antlaşma imzalayarak galip gelmenin avantajını iyi kullanmak istiyordu. Nitekim
3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefenos Muahedesi, Osmanlılar için çok ağır ve
feci şartlar getiriyordu. 29 Maddelik antlaşmaya göre, batıda büyük bir
Bulgaristan prensliği kurulacak, Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli bir Rus
kuklası olarak düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum
Rusya’ya verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklalleri kabul edilecekti. Ayrıca
Osmanlı Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harb tazminatı verecekti.
Sultan
Abdülhamid Han devleti için çok tehlikeli olan bu antlaşmayı kabul etmedi.
Diğer taraftan Hind yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere de, Paris
Antlaşmasını ihlal ettiği iddiasıyla Ayastefenos Antlaşmasının milletlerarası
bir konferansta gözden geçirilmesini istedi. Ayrıca İngiltere toplanacak olan
bu konferansta Osmanlı Devletini desteklemek vadi ile bazı tavizler kopardı.
Kıbrıs’ın idaresinin geçici olarak İngiltere’ye bırakıldığı antlaşma, 4 Haziran
1878’de imzalandı. Sultan Abdülhamid Han hükumetin bir oldu bitti ile
imzaladığı bu antlaşmayı kabul etmemek için çok direndi. İngilizler askeri
tehditte bulundular. Bunun üzerine Padişah, Kıbrıs’ta hükümranlık haklarına
asla zarar verilmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge almak suretiyle
antlaşmayı onayladı. Buna rağmen İngiltere 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin
Muahedesinde Osmanlılara vaad ettiği desteği vermedi. Her ne kadar Berlin
muahedesi ile daha önce kaybedilen bazı topraklar geri alındı ise de Osmanlılar
ümid ettikleri sonuca ulaşamadılar. Çünkü Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakılmış
olması diğer devletlerin de bu konudaki faaliyetlerini arttırdı. İngiltere’nin
teşvikiyle Bosna-Hersek’in idaresi Avusturya’ya bırakıldı. 1881’de Fransa
Tunus’a, ertesi yıl İngiltere Mısır’a bir oldu bitti ile el koydular. Bulgarlar
da 1885’te Doğu Rumeli eyaletini işgal ettiler.
Sultan
Abdülhamid Hanın tahta çıktığı iki yıl içinde gelişen feci olaylarda padişahın
sorumluluğu yok denecek kadar azdı. Çünkü bu sırada Osmanlı dış siyasetine yön
veren devlet adamları yabancı diplomatların tesirinden çıkamıyorlardı. Devletin
yüksek menfaatlerini bir kenara iterek yabancı devletlerin çıkarlarına alet
olmuşlardı. Bu yanlış tutum dolayısıyla devletin dış itibarı sarsılmış,
İstanbul ve Berlin kongrelerinde devlet adamları hakaret derecesine varan
muameleye maruz kalmışlardı. Bu sebeple milletlerarası politikada devletin
bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü savunmayı birinci hedef gören Sultan
Abdülhamid Han, hükümet üyelerinden bu hususta raporlar istedi. Ayrıca son yüz
yıldır Osmanlı Devletinin başına gelen felaketlerin dış devletlerin piyonu
olmuş Osmanlı devlet adamlarının basiretsiz tutumlarından kaynaklandığını
anlayan ve Hüseyin Avni Paşa gibi İngilizlerden para bile alanları gören
Padişah, devlet hizmetinde çalışanları kontrol etmek üzere kuvvetli bir
istihbarat teşkilatı kurdu. Nitekim Sultan Abdülhamid de bu teşkilatı;
“Vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimetiyle gırtlaklarına
kadar dolu olduklar halde devletine ihanet edenleri tanımak ve takib etmek
için” kurduğunu belirtmektedir.
Gerçekten
de Sultan Abdülhamid’in bu tedbirleri almasındaki isabeti çok geçmeden görüldü.
İngiliz taraftarı olup devletin ancak İngiliz yardımı ile kurtulabileceğine
inanan Ali Suavi, Galatasaray Lisesi Müdürlüğünden azledilmesini hazmedemeyerek
Çırağan Sarayına bir baskın düzenledi. Ali Süavi’nin hedefi, Sultan Abdülhamid
Hanı saltanattan düşürmek ve yerine Beşinci Murad’ı tekrar padişah yapmaktı.
Fakat Beşiktaş Zaptiye Amiri Hasan Paşa, kısa sürede isyanı bastırdı. Çıkan
vuruşma sırasında Ali Suavi öldürüldü (20 Mayıs 1878).
Sultan
Abdülhamid Han, amcası Sultan Abdülaziz’i şehid ettiren Midhat Paşa ve
arkadaşlarının yargılanması için 27 Haziran 1881’de Yıldız Mahkemesini
kurdurdu. Bu sırada suçluluğun verdiği bir duygu ile mahkemeye çıkmaktan korkan
Midhat Paşa, İzmir’de Fransız Konsolosluğuna sığındı. Fransızlar, Midhat Paşayı
teslim etmek istemedilerse de Padişah’ın sert direktifi karşısında duramayıp
teslime mecbur kaldılar. Nitekim mahkeme sonucunda da suçlu görülen Midhat Paşa
ve arkadaşları idama mahkum edildiler ise de, Padişah verilen cezaları müebbed
hapse çevirdi.
Öte
yandan devletin toparlanabilmesi için zamana ihtiyaç olduğuna inanan Abdülhamid
Han, bilhassa savaşlardan kaçınma yoluna gitti. O, savaşlardan zaferle sona
erenlerin dahi milleti yorup bitirdiği görüşündeydi. Saltanatı müddetince daima
idareli davrandı. Devletin pekçok ihtiyaçlarını hazineden para almak yerine
kendi kesesinden karşıladı. Padişah öncelikle devleti ekonomik alanda düştüğü
borç bataklığından kurtarmak istiyordu. Alacaklı devletlerin başında İngiltere
ve Fransa geliyordu. Rusya da, Berlin Muahedesine göre tazminat alacaklısı
durumundaydı. Padişah, 20 Aralık 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesiyle
borçların ödenebilmesi için yeni bir formül buldu. Bu kararnameye göre devletin
tütün, damga pulu, tuz, ipek, balık ve sigara tekelleri ile bazı imtiyazlı
eyaletlerin maktu vergileri bu iş için kurulan Duyun-i Umumiye teşkilatına
bırakılıyordu. Bu suretle İngiltere ve Fransa başta olmak üzere alacaklılar
verdikleri borçları muntazam bir şekilde tahsil edebileceklerdi. Bunun
karşılığında 278 milyon borcun 161 milyonu, yani yarısından fazlası Türkiye
lehine siliniyordu. Alacaklılar alacaklarını belirli şekilde tahsil
edebilecekleri için memnundular. Meselenin bu şekilde halli ve Osmanlı
Devletinin üzerinden ekonomik baskının kalkması Sultan Abdülhamid’in büyük
başarılarından biri oldu.
Osmanlı
Devletine hasta adam gözü ile bakıldığı ve paylaşma hesapları yapıldığı bir
devrede başa geçen Sultan Abdülhamid Hanın, devletin idaresini bizzat eline
aldığı 1878’den sonraki dış siyaseti dahiyane bir mahiyet arz etmektedir.
Padişah’ın dış siyaseti prensip itibariyle basit fakat uygulaması bakımından
zordu. O, dünyadaki politik gelişmeleri yakından takip etmek üzere sarayda bir
çeşit bilgi merkezi kurdu. Osmanlı ülkesiyle ilgili bütün dünyada çıkan yazılar
ve dış temsilciliklerden Padişah’a gelen raporlar burada toplanır ve değerlendirilirdi.
Abdülhamid Han, zaman zaman önemli gördüğü meselelerde yerli ve yabancı ilim
adamlarından dış politika konusunda bilgi alırdı. Padişah’ın dış politikada
hedefi Osmanlı Devletini savaştan uzak, barış içinde yaşatmak ve her bakımdan
güçlü bir hale getirmekti. Devletler arası rekabetin Osmanlı Devleti üzerinde
yoğunlaştığı bir devirde böyle bir siyaseti uygulamak gerçekten zordu. Padişah
bilhassa Avrupa devletlerinin Türkiye üzerinde birbirleriyle çatışan çıkar ve
ihtiraslarından faydalanmaya çalıştı. Bu sebeple milletler arası şartlar
değiştikçe onun siyaseti de değişiyordu.
Sultan
Abdülhamid Hanın İslam dünyasındaki itibarı pek fazlaydı. Doğu Türkistan ve
Orta Afrika’daki Sultanlıklar bile onun adına hutbe okutup, para bastırıyor ve
ona tabi oluyorlardı. Padişah’ın, Almanya İmparatoru ve Prusya Kralı İkinci
Wilhelm ile şahsi dostluğu vardı. Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurulmuş
olup, İtalya ile münasebetler iyiydi. Sırbistan ve Romanya etkisizdi. Karadağ
ve Bulgaristan prensleri ise, Padişah’a bağlıydılar. Yanya ve Girid
vilayetlerine göz diken ve Osmanlı hududunda tecavüzkar faaliyetlerde bulunan
Yunanistan’a ise, 18 Nisan 1897’de harp ilan edildi. Büyük devletler işe
karışmadan Yunanistan’ın işini bitirmek isteyen Sultan Abdülhamid, başkumandan
Edhem Paşaya yıldırım savaşı istediğini bildirdi. Avrupalıların altı ayda
geçilemez dedikleri Tırhala-Çatalca hattını bir kaç günde aşan Osmanlı
birlikleri, Dömeke önlerinde Yunan ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar. Artık
Atina’ya 150 km kalmış ve yol açılmıştı. Ancak Yunanistan’ın Osmanlılar eline
geçeceğini anlayan Rusya başta olmak üzere Avrupa devletleri, Sultan
Abdülhamid’den harbin durdurulmasını rica ettiler. Babıali 10 milyon altın
savaş tazminatı ve işgal edilmiş olan Teselya’nın teslimi karşılığında
mütarekeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak mütareke sırasında işe karışan Avrupa
devletleri tazminatın 4 milyon altına indirilmesini ve Türkiye’nin küçük bazı
toprak parçaları ile yetinmesini sağladılar. Böylece Osmanlı Devleti, bütün
hıristiyan devletlerin bir araya gelmeleri neticesinde, zaferle çıkmış olduğu
bir harbin bile faydasını göremedi. Fakat Yunanlılar önemli ölçüde ezilmiş
oldu.
Sultan
Abdülhamid Hanın fevkalade akıllı ve tedbirli siyaseti ile bütün İslam alemini
kendisine bağladığını gören İngilizler, Osmanlı Devletinin iyiye gidişini
durdurmak ve yıkmak için faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bir taraftan Padişah
aleyhine faaliyette bulunan İttihad ve Terakki Cemiyetini desteklerken, diğer
taraftan Arabistan Yarımadasında bedevi kabilelerini ve Doğu Anadolu’da
Ermenileri Osmanlı Devletine karşı kışkırttılar. Bu arada Osmanlı Devletinden
Berlin antlaşmasının, Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat
yapılmasını isteyen 61. maddenin kesinlikle tatbik edilmesini istediler. Bu
uygulamanın ermeni muhtariyetini doğuracağını bilen Sultan Abdülhamid Han,
İngilizleri yıllarca oyalıyarak böyle bir teşebbüse fırsat vermedi. Ayrıca
ermenilerin, Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmek üzere giriştikleri
isyanları anında bastırdı. Hatta bu iş için polis ve jandarmadan ziyade sivil
halkı kullandı (1895-1896). Bunun üzerine Ermeniler bir arabaya
yerleştirdikleri saatli bomba ile Padişah’ı Cuma namazından çıkışta öldürmek
istediler. Fakat Abdülhamid Han, bu suikastten kurtuldu. Bütün bu faaliyetler
onu, tatbik ettiği politikadan zerre kadar döndürmedi.
Anadolu'yu
Ermenistan olarak görmek isteyen Fransız yazar Albert Vandal, bu Türk Hakanına
"Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" diyerek iftiralar yağdırdı. Ne yazık
ki bu satırlar Osmanlı ülkesindeki İslamiyet ve Türklük düşmanları tarafından
da aynen alınarak Padişah'a karşı kullanıldı. Günümüzde dahi bazı gafiller bu
iftiraları eserlerine koyarak genç nesilleri aldatmaktadır.
Sultan
Abdülhamid Hanın kabul etmediği ve sonuna kadar direttiği önemli konulardan
birisi de Filistin meselesiydi. Siyonistler, Filistin’de bir Yahudi devleti
kurulması için Sultan Abdülhamid’e başvurdular ve Osmanlı maliyesinin en büyük
problemi olan dış borçların bir kalemde silineceğini bildirdiler. Padişah bu
teklifi şiddetle reddettiği gibi, Yahudilerin çeşitli yollarla Filistin’e gelip
yerleşmelerine engel olacak tedbirleri de aldı.
Bu arada İngilizlerin Arabistan’da Cemaleddin Efgäni ve
meşhur casus Lawrens yolu ile hilafet meselesini kurcalamaya başlamaları
üzerine, Sultan Abdülhamid de bölgeye büyük bir derviş kafilesi gönderdi. Aynı
şekilde bir kafileyi de Hindistan’a gönderen Padişah, böylece İngilizlerin
propagandalarını etkisiz kılmaya çalıştı. Padişah’ın bu faaliyetleri üzerine
İngilizler onu saltanattan uzaklaştırmadıkça emellerine kavuşamıyacaklarını
anladılar. Bunun için İttihad ve Terakki Cemiyetinin faaliyetlerine hız
verdirdiler. Başta Adana olmak üzere memleketin çeşitli yerlerinde isyanlar
çıkardılar. Neticede İttihad ve Terakki Partisine mensup bazı Türk subayları,
Padişah’ı, Kanun-i Esasi’yi ilan etmeye
zorladılar. İkinci Abdülhamid Han da 23 Temmuz 1908’de anayasayı tekrar
yürürlüğe koyduğunu ilan etti. İkinci Meşrutiyet adı verilen bu olay,
beklenenin aksine Osmanlı Devletinin dağılmasını daha da hızlandırdı.
Avusturya-Macaristan imparatorluğu 1908’de Bosna-Hersek’i işgal ettiğini
bildirdi. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Bir gün sonra da Girit
Yunanistan’a katıldığını açıkladı. Bu olaylar cereyan ederken 17 Aralık 1908’de
yeni seçilen Meclis-i Meb’usan toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi mebus
seçilerek meclise girmişti. Mecliste Osmanlı düşmanları daha etkiliydi.
Meşrutiyete
göre Sultan, sadece sadrazam ile şeyhülislamı seçebiliyordu. Sadrazam da
nazırları seçiyor, kabine güven oyu alırsa çalışıyor, meclis istediği zaman
hükümeti düşürebiliyordu. Neticede devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz
ellere geçti. Böylece çeşitli din, dil ve ırka mensup meb’usların hepsi Osmanlı
Devletinden ayrılarak istiklallerini ilan etmek için her türlü gayr-i meşru
vasıtalara başvuruyorlardı. Binlerce Müslümanın kanına giren Yunan, Sırp,
Bulgar ve Ermeni çeteleri için umumi af ilan edildi. Osmanlı Devletinden kaçan
ne kadar isyancı varsa, hepsine yeniden kapılar açıldı ve bunlar İstanbul’a
geldiler. İngilizler, Ruslar ve diğer hıristiyan devletler, azınlıklara el
altından bol miktarda silah gönderdiler.
İttihad
ve Terakki Cemiyeti liderleri, yaptıkları acemi siyasetleri ile ortalığı
birbirine karıştırmışlardı. Yapacakları icraatlarda kendilerine destek olması
için, Selanik’ten avcı taburlarını getirerek taş kışlaya yerleştirdiler.
Kendilerine karşı olanları çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havası
estiriyorlardı. Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı. İttihatçılar lanetle anılmaya
başlandı. Yine bunların baskısıyla hükumet alaylı subayları ordudan çıkarttı.
Bu sırada bazı gazeteler, İttihatçılara karşı halkın dini duygularını galeyana
getiren neşriyat yaparak, halkı ve orduyu isyana teşvik ediyordu. Rumi 31 Mart
günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyan ederek subaylarını
hapsettiler. Padişah Abdülhamid Han, isyanı Hüseyin Hilmi Paşanın gönderdiği
bir telgraf sonucu öğrendi. İsyancılar sadrazamın azledilmesini, görevden
alınan alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı. Bunun üzerine
Hüseyin Hilmi Paşayı sadrazamlıktan azl ederek yerine Tevfik Paşayı getirdi ve
Müşir Edhem Paşayı da harbiye nazırı yaptı. Mabeyn başkatibi ile isyancılara
isyandan vazgeçtikleri takdirde affedildiklerine dair bir hatt-ı hümayun
gönderdi. Bunun üzerine isyan bir mikdar yatıştı. Ancak, ertesi gün yine
alevlendi.
İsyanın
Rumeli’deki yankısı büyük oldu. Hadisenin kim tarafından hazırlandığı belli
olmadığı için, Sultan boy hedefi oldu. Üçüncü ordu ile gönüllü Bulgar müfrezesi
ve Sırp, Yunan, yahudi, Arnavut çetecilerden müteşekkil bir ordu kurularak
İstanbul’a sevk edildi.
Mevcudu
on beş bine varan Hareket Ordusu, 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre
girerek yol üzerindeki askeri karakolları teslim aldı ve Harbiye Nezaretini
işgal etti. Taksim kışlası ile Taşkışla’daki mukavemet, şiddetli top ateşi
karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayının işgali sırasında Sultan
Abdülhamid Han kendisine sadık olan Birinci ordu ile, Hareket ordusuna karşı
konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek; “Müslümanların halifesi
olduğunu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını” söyledi. Eğer ülkenin en
mükemmel ordusu olan Birinci Orduya, karşı koyma emri verilseydi, derme çatma
olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Padişah’ın emrine boyun eğen
askerler silahların teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu İstanbul’a
hakim oldu. Mahmud Şevket Paşa, sıkıyönetim ilan ederek suçlu suçsuz bir çok
insanı idam ettirdi. Yüzlerce Balkan çetesiyle saraya girerek kıymetli eşyaları
yağmaladı. İttihad ve Terakki hakimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da
terör havası estirmeye başladı.
27
Nisan 1909 günü Ayan ve Mebuslar meclisi toplandı. Ayan’dan Gazi Ahmed Muhtar
Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Padişah’ın hal’
edilmesini teklif etmişti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gazi Ahmet
Muhtar Paşa, hal’ kararının bir fetvaya istinad ettirilmesi lüzumuna işaret
etmişti. Hal’ fetvasının ilk müsveddesini mebuslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca
yazmıştı. Fetvada Sultan Abdülhamid Hana 31 Mart İsyanına sebeb olmak, din
kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanları
suçsuz oldukları halde idam ettirmek... gibi asılsız suçlar yükleniyordu. Fetva
emini Hacı Nuri Efendi bu suçlamaların iftira olduğunu ileri sürerek fetvayı
imzalamadı. Ancak Meclis, bu fetva gereği Sultan’ı hal’ kararı aldı.
Nihayet,
hal’ kararını Padişah’a tebliğ için, Ayan ve Mebusanı temsilen bir heyet
seçilmiş ve Yıldız Sarayına gönderilmişti.
Sultan
Abdülhamid Hana hal’ini tebliğ için Yıldız’a gönderilen heyetin teşekkül tarzı
ise, Türk tarihinin en yüz kızartıcı hadiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı
tebeasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan hey’ette tek bir
Türk yoktu. Bunlar; Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram
Efendi ve Padişah’ın uzun seneler yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif
Hikmet Paşa idiler. Padişah, hal’ kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu,
mabeyn başkatibi Cevad Beye sorup öğrenince; “Bir Türk padişahına, İslam
halifesine hal’ kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve
bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!” demekten kendini alamadı.
İttihatçılar,
o gece (27 Nisan 1909) Sultan Abdülhamid Hanı İstanbul’dan çıkararak, kontrol
altında tutabilecekleri Selanik’e naklettiler.
Bu
sırada hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Padişah’a yolculuğunda üç kızı
ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik’te Alatini Köşkü kendisine tahsis
edildi. Burada çok sıkı bir nezaret içinde acıklı yıllar geçirdi. Gazete okumasına
dahi izin verilmedi.
Sultan
Abdülhamid Han, Selanik’te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan’ın Osmanlı
Devletine harb ilan etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa
kabinesi, Sultan Abdülhamid Han’ın Selanik’te muhafazası zorlaşacağından,
İstanbul’a nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşad da bu kararı tasdik etti.
1
Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile İstanbul’a getirilen Hakan-ı sabık (eski
padişah), ikametine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayına yerleştirildi.
Sultan
Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayında beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında,
otuz üç yıl dahiyane bir denge siyaseti ile harp riskine sokmadan ayakta
tutmaya çalıştığı devletin bir oldu bittiye getirilerek harb-ı umumi felaketine
sürüklendiğine şahid oldu.
İngilizler
ile Fransızların Çanakkale Boğazını zorladıkları günlerdi. Boğaz
istihkamlarının dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizine
geçebileceğinden endişe edildiği için bir tedbir olarak padişahın ve hükumetin
Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Durum Abdülhamid Hana bildirilince; “Ben
Fatih’in torunuyum. Hiçbir vakit Bizans İmparatoru Kostantin’den aşağı kalamam.
Dedem İstanbul’u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür.
Biraderim nereye giderse gitsinler. Fakat o ve hükumet, İstanbul’dan
ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben Beylerbeyi Sarayından
ayağımı dışarıya atmam!” diye cevab verdi. Onun bu kararlılığı karşısında
hükumet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş
oldu.
Abdülhamid
Han, Harb-ı Umuminin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı başında
hastalandı. Yetmiş yedi yaşındaydı. Şiddetli bir nezleye tutulmuş,
yaşlılığından dolayı yatağa düşmüştü. 10 Şubat 1918 günü akşamı vefat etti ve
Çemberlitaş’taki Sultan Mahmud türbesine defnedildi.
Sultan
Abdülhamid’i tahttan indiren paşalar ise sonunda, memleketi düşman çizmeleri
altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behaeddin
Şakir, Doktor Nazım, 30 Ekim 1918’de Mondros Antlaşmasını imza ettikten sonra,
gece yarısı ülkeyi terkettiler. Talat Paşa, 1921’de kırk dokuz yaşında
Berlin’de, Enver Paşa 1922’de kırk yaşında Türkistan’da, Cemal Paşa da 1922’de
elli yaşında Tiflis’te öldürüldüler.
Sultan
Abdülhamid zamanında: Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar, çeşmeler,
yapıldı. Viyana’dan başka bir yerde eşi bulunmayan modern bir tıp fakültesi
açıldı. 1876’da Mekteb-i Mülkiyeyi yaptırdığı gibi 1879’da da bir müze
yaptırdı. 1880’de Hukuk Mektebi ve Divan-ı Muhasebatı (Sayıştay) kurdu. Beyoğlu
Kadın Hastanesini yaptırdı. 1881’de Güzel Sanatlar Akademisi, 1883’te Yüksek
Ticaret Mektebi, 1884’te Yüksek Mühendis Mektebi ve Yatılı Kız Lisesi açıldı.
1886’da Terkos Suyunu İstanbul’a getirtti ve Mülkiye Lisesini açtı. 1887’de
Alman İmparatoru İstanbul’a geldiğinde, Sultan Ahmed Meydanında Alman Çeşmesi
yapıldı. 1889’da Bursa’da İpekçilik Mektebini yaptırdı. 1891’de Halkalı Ziraat
ve Baytar Mektebi ile Kağıthane’de bir poligon kurdurdu. 1890’da Bursa
demiryolunu ve Aşiret Mektebini yaptırdı. 1891’de Üsküdar Lisesi ve Rüşdiyye Mektebleri
ve yeni postane binası ve Osmanlı Bankası ile reji binalarını ve Yafa-Kudüs
demiryolu ile Ankara demiryolu yapıldı. Yine 1892’de Hamidiye Kağıt Fabrikası,
Kadıköy Havagazı Fabrikası ve Beyrut Limanı Rıhtımını yaptırdı. 1893’te Osmanlı
sigorta şirketi, Küçüksu Barajı ve Manastır-Selanik demiryolu yapıldı. 1894’te
Şam-Horan demiryolu ve Eskişehir-Kütahya demiryolu yapıldı. Yine 1894’te
Hamidiye Yüksek Ticaret Mektebi ve Galata-Tophane Rıhtımı, Dolmabahçe Saat
Kulesi inşa edildi. 1895’te Beyrut-Şam demiryolu, Darülaceze binası, mum
fabrikası, Afyon-Konya demiryolu, Sakız Limanı Rıhtımı, şimdiki İstanbul Lisesi
binası, İstanbul-Selanik demiryolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı.
1896’da Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçarşı tamirini yaptırdı. Akıl
Hastanesini, 1900’de Medine-i münevvereye kadar telgraf hattı yaptırdı. 1902’de
Hamidiye Hicaz demiryolu Zerka’ya kadar işledi. Kağıthane’deki Hamidiye suyu
İstanbul’a getirildi. Yeni balıkhane, Haydarpaşa Rıhtımı, Maden Arama Mektebi,
Şam’da Tıbbiye-i Mülkiye yapıldı. Haydarpaşa’da 1903’te Askeri Tıbbiye Mekteb-i
Şahanesi, 1904’te Dilsiz ve Sağırlar Mektebi açıldı. 1904’te Bingazi’ye telgraf
hattı yapıldı. 1905’te İstanbul-Köstence kablosu döşendi. Haydarpaşa İstasyon
Binası yapıldı. Beşiktaş Tepesindeki Yıldız Sarayı ve önündeki camiyi yaptırdı.
Velhasıl Avrupa’da yapılan yeniliklerin hepsini en modern şekilde yurdumuzda
yaptırdı.
Ne
yazık ki, 1909’da tahttan indirilince, bütün bu ilerlemeler durdu ve memleket
kana boyandı. Abdülhamid Han, İstanbul-Eskişehir-Ankara ve
Eskişehir-Adana-Bağdad ve Adana- Şam-Medine demiryollarını yaptırdığı zaman,
başka memleketlerde bu kadar demiryolu yoktu. Din bilgileri, fen ve edebiyat
ile ilgili pekçok kitap bastırdı. Köylere kadar kurslar açtırdı. Parasız kitaplar
gönderdi. Harp gücünü kaybetmiş olan eski gemileri Haliç’e çekip Avrupa’da
yapılan üstün evsaflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi.
Askeri, subayı öyle şerefli olmuştu ki, bir kahvenin önünden bir binbaşı
geçerken, kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bereket
vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten, bir mahalle fakirlerinin karnı
doyardı. Bütün millet, sivil, asker, herkes birbirini severdi.