Osmanlı
Devletinin yüz yirmi ikinci şeyhülislamı. İsmi, Abdurrahman Nesib’dir. Babası,
Üsküp kadısı Halil Feyzi Efendidir. 1842 (H.1258) tarihinde Üsküp’te doğdu.
1913 (H.1332)te İstanbul’da vefat etti.
Zamanının
alimlerinden ilim tahsil etti. Liphovalı Kadı Süleyman Efendiden güzel yazı
(hüsn-i hat) öğrendi. Muhammed Efendiden Rıfaiyye yolunun edeblerini öğrendi.
Gülşeniyye yolu büyüklerinden Edirneli Şerefüddin Şuayb Efendinin sohbetlerinde
bulunarak tasavvufta yükseldi. 1863’de İstanbul’a gelerek Fatih dersiamlarından
Mustafa Şevket Efendinin talebeleri arasına girdi ve tahsilini tamamladı. Daha
sonra Muallimhane-i Nüvaba (kadı, hakim yetiştiren okul) girerek maaşsız memur
oldu. Burada stajını tamamlayıp, diploma aldı. 1868 senesinden itibaren
Anadolu, Rumeli ve Mısır’da çeşitli vazifelerde bulundu. 31 Aralık 1911
tarihinde yetmiş iki yaşında olduğu halde, ittihatçıların iş başına getirdiği
Musa Kazım’ın şeyhülislamlıktan ayrılması üzerine Said Paşa hükumetinde
şeyhülislamlık vazifesine getirildi. 1912 senesinde Said Paşa kabinesi ile
birlikte istifa ederek şeyhülislamlıktan ayrıldı. 1913 senesinde Bakırköy’deki
evinde ibadet ve ilmi çalışmalarla meşgul iken vefat etti. Bakırköy
Kabristanında annesinin yanına defnedildi.
İkinci
Mecidi, Üçüncü Osmani nişanlarıyla taltif edilmiş olup, altmış yıla yakın
memuriyeti esnasında çalışkanlığı, doğruluğu, alçak gönüllülüğü ve ehliyeti ile
unutulmaz bir isim bırakmış olan Abdurrahman Nesib Efendi, hukuk ilmi yanında
tasavvuf ilmine de aşina (hallenmiş) bir zattı. Muhyiddin-i Arabi’nin eserleri
üzerinde çalışmalar yapmış bunlardan yaptığı tercümeleri neşretmiştir.
Onuncu asırda
yaşamış ünlü Müslüman astronomi alimi. İsmi Abdurrahman bin Ömer bin Muhammed
bin Sehl es-Sufi olup, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Batı dünyasında Azophi
İlbermosofim Jeber Mosphim Abu Hassin gibi isimlerle tanınır. 903 (H. 291)
senesinde Tahran civarındaki Rey şehrinde doğdu. 986 (H. 376) senesinde vefat
etti.
Zamanın alimleri arasında seçkin bir yeri olan
Abdurrahman Sufi, aklının, zekasının keskinliği ve yapmış olduğu astronomik
hesaplarla meşhur oldu. Büveyhi Hanedanından Melik Alaüddevle ve oğlu Şerefüddevle
zamanlarında yaşadı. Büyük ilim merkezi olan Bağdat'taki ilmi çalışmalarını
sürdürüp, astronomide yeni bir devir başlattı. Yazdığı Kitabün fil-Kevakib-is-Sabite ve Kitab-ul-Amel bil-Usturlab adlı
eserleriyle doğulu ve batılı bilginlerin dikkatini çekti. Binlerce yıldızı,
senelerce inceleyerek yerlerini tesbit etti. Yıldızların hacimlerini, yaklaşık
olarak hesapladı. Görünen yıldızlar yanında görülmeyen sayısız yıldız olduğunu
belirtti. Hazırladığı astronomik cetveller, kendisinden önce hazırlanmış olan
cetvellerden daha düzenli ve doğruydu. Batlemyüs'ü (Ptolemy) tenkid etti,
yorumladı ve yeni nazariyeler ortaya koydu. Ortaya koyduğu bilgileri, araştırma
ve gözlemleriyle vesikalandırarak sağlam esaslar üzerine oturttu. Yıldız ve
gezegenlerin yer ve şekillerini varlık halinde bizzat kendisi çizerek tesbit
etti. Göklerin haritasını çizdi, renklendirdi ve onu yıldızlarla süsledi.
Özelliklerini açıkladı. Yıldızların eski ve yeni isimlerini, Arapçadaki
adlarını tesbit etti. Böylece İslam dünyasında astronomi ilminin
terminolojisini meydana getirdi. Bu terimlerden doksan dört adedi günümüz
modern astronomisinde kullanılmaktadır. Ayrıca bir de gökyüzünü andıran küre
yaptırdı. Astronomi tarihi açısından büyük önem taşıyan Suver-ül-Kevakib adlı
eserinde Müslümanların sabit yıldızlar hakkındaki doğru bilgilerini ortaya
koydu. Bu eseriyle İslam ve batı ilim dünyasında derin izler bıraktı. Bu eseri
Biruni üzerinde etkili oldu. Biruni başta olmak üzere ünlü kozmoğrafya bilgini
Zekeriya Kazvini ve büyük astronomi alimi Uluğ Bey onun tesirinde kaldılar.
Abdurrahman Sufi'den, ortaçağ Avrupa dünyası ve
Rönesans döneminde şu şekilde istifade edilmiştir. Sufi'nin Suver-ül-Kevakib eseri Latinceye tercüme edildi.
Castilla-Leon Kralı Onuncu Alfonso astronomik faaliyetleri yoluyla Avrupa bilim
dünyasında Sufi'yi tanıttı. Alman astronomi bilgini Petrus Agianus'un bazı
eserleri ile onu batı dünyasında tanıttı. T. Hyde'nin, Uluğ Bey'in Zic'ini tercüme ve tefsir etmesiyle Sufi'yi dolaylı olarak
batıya tanıttı. Petrus Agianus, Sufi'nin Suver-ül-Kevakib
eserinin Arapçasını kullandı. Eserlerinden bazılarında yıldız ve burç
isimlerini Sufi'den almış hatta yıldız haritalarından birine Sufi tarafından
tarif edilen Arabi isimli yıldız kümelerinden bazılarına yer vermiştir. On
dokuzuncu asırda Fransız bilgini J.J.A. Cauissin de Perceral, Abdurrahman
Sufi'nin Suver-ül-Kevakib adlı eserini bütünüyle
Fransızcaya tercüme etti. Ayrıca eserin tamamı H.C.F.C. Schjellerup tarafından
Fransızcaya tercüme edilerek 1874'te Description
des étoiles fixes adıyla Petersburg'da yayınlanmıştır. 1986
senesinde Frankfurt'ta yeniden basıldı. Diğer önemli eseri Kitab-ul-Amel bil-Usturlab 1962 senesinde
Haydarabad’da neşredildi. Ayrıca 1985 senesinde Fuat Sezgin tarafından diğer
eserleriyle birlikte yayınlandı. Modern astronomide Abdurrahman Sufi'nin
eserlerinden istifade edilmektedir. Günümüzde Nebulalardan biri, onun
eserlerinin ışığında keşfedilmiştir.
Eserleri:
1) Kitab-ül-Ercuze
fil-Kevakib-is-Sabite, 2) Kitab-üt-Tezkire, 3) Kitabu Metarih- uş-Şucaat, 4) Kitabu
Suver-il-Kevakib, 5) Kitab-ül-Amel bil-Küret-il-Felekiyye.
Devlet
adamı, tarihçi ve Osmanlı Devletinin son vak’anüvisti. 1853'te İstanbul’da
doğdu. 1925'te öldü. İlk tahsiline Eyüp mahalle mektebinde başladı. Eyüp
Rüşdiyesinde okudu. Bundan sonra 1873’te Mekteb-i Sultaniyi yani Galatasaray
Lisesini bitirdi. Mahrec-i Aklam adlı mektebe umumi tarih hocası oldu. Bu
vazifesinden sonra da Mekteb-i Sultanide daha sonra da, Muallim Mektebinde
umumi tarih hocalığı yaptı.
Daha
sonra Mülkiye Mektebine müdür oldu. Burada genel coğrafya, Osmanlı tarihi,
İslam tarihi, istatistik ve ahlak dersleri okuttu. Sonra da Darülfünuna
devletler tarihi hocası oldu. Pekçok yerde hocalık ve müdürlük vazifeleri
yaptıktan sonra, Defter-i Hakani Nezaretine, A’yan meclisi üyeliğine, Maarif
Nazırlığına tayin edildi. İki defa Maarif Nazırı oldu. Bu vazifesinin yanında
telif edilen eserleri tetkik komisyonu üyeliği, vak’anüvistlik, Tarih-i Osmani
Encümeni Reisliği ve A’yan Heyeti ikinci reisliği gibi vazifeler verildi.
Birinci
Dünya Savaşından sonra İttihat ve Terakki hükumeti iktidardan çekilince yeni
kurulan Müşir İzzet Paşa kabinesinde önce Posta ve Telgraf Nazırı sonra da
Devlet Şurası başkanı oldu. Salih Paşa kabinesinde önce vekaleten sonra da
asaleten Maarif Nazılırlığı yaptı. Salih Paşa istifa edince açıkta kaldı.
Kuvay-ı Milliye İstanbul’a gelip A’yan Heyeti kaldırılınca, Abdurrahman
Şeref’in a’yan üyeliği sona erdi. Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisinin
ikinci seçim devresinde, 1923’te İstanbul Milletvekili oldu. Ankara’ya gidip
Kızılay’a başkan seçildi. Milletvekilliği sırasında hastalandı ve İstanbul’a
döndü. 1925’te öldü. Mezarı Edirnekapı’dadır.
Devlet adamlığından ziyade tarihçiliği ile meşhur olan
Abdurrahman Şeref, saliseden balaya
kadar bütün rütbeleri kazanmıştı.
Eserleri şunlardır:
Fezleke-i Tarihi Düvel-i
İslamiye
(İslam Devletleri tarih özeti), Tarih-i Devlet-i
Osmaniye, Fezleke-i Tarih-i Devlet-i Osmaniye, Zübdet-ül-Kısas, Tarih-i Asr-ı
Hazır (Yaşadığımız asrın tarihi), Harb-i
Hazırın Menşei (Birinci Dünya Harbinin sebeplerine dairdir), Sultan Abdülhamid-i Sani’ye Dair, Tarih Muhasebeleri, Umumi
Coğrafya-yı Umrani, İlm-i Ahlak ve İstatistik, Lütfi Tarihi’nin
sekizinci cildini hazırlamış ve Tarih-i Osmani
Encümeni ve Türk Tarih Encümeni
mecmualarında pekçok makaleleri neşredilmiştir.
On
dokuzuncu yüzyılda Anadolu'da yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Abdurrahman
olup Tagi, Tahi ve Nurşini nisbeleriyle bilinir. Üstad-ı azam ve Seyda
isimleriyle meşhur olmuştur. 1831 (H. 1247) senesinde doğdu. Bitlis vilayetine
bağlı Nurşin (Çukur) nahiyesindendir. 1886 (H. 1304) senesinde vefat etti.
Kabri Nurşin'dedir.
Küçük
yaştan itibaren ilim tahsiline başlayan Abdurrahman Tagi, fıkıh, tefsir, hadis
vb. ilimlerde yetiştikten sonra evliyanın büyüklerinden Seyyid Sıbgatullah
Arvasi'ye talebe oldu. Onun sohbetlerinde ve hizmetinde bulundu. Tasavvuf
yolunda yüksek derecelere ulaştı. Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin yüksek
talebeleri arasında yer aldı. Hocası tarafından ona, talebe yetiştirmek üzere
icazet verildi. Hocasının vefatından sonra insanlara Allahü tealanın dininin
emir ve yasaklarını anlattı. Pekçok talebe yetiştirdi. Abdurrahman Tagi, Sultan
İkinci Abdülhamid Hanın, asrının müceddidi olduğunu bildirdi.
Pekçok
kerametleri görülen Abdurrahman Tagi hazretlerinin on dokuz halifesi vardır.
Bunlar: Fethullah Verkanisi, Abdurrahman Nurşini, Molla Reşid Nurşini, Allame
Molla HalilSiirdi'nin torunu Abdülkahhar, Abdülkadir Hizani, Seyyid İbrahim
Es'irdi, Abdülhakim Fersafi, İbrahim Ninki, Tahir Abiri, Abdülhadi,
AbdullahHurusi, İbrahim Çuhruşi, Halil Çuhruşi, Ahmed Taşkesani, Muhammed Sami
Erzincani, Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bidlisi, Hacı Süleyman Bidlisi, Hacı
Yusuf Bidlisi, Hacı Yusuf Köşki'dir.
Bunlardan Fethullah Verkanisi'nin halifesi Muhammed
Ziyaüddin Nurşini, Abdurrahman Tagi'nin oğludur. Abdurrahman Tagi'nin sözlerini
halifelerinden İbrahim Çukruşi toplayarak İşarat ismini
vermiştir. Çok kıymetlidir. Abdurrahman Tagi'nin oğlu Muhammed Ziyaüddin
Nurşini Adıyamanlı Abdülhakim Hüseyni Efendinin hocasıdır.
Necid’de hüküm
süren Suudoğullarının ikinci reisi. Babası, Vehhabiliği kuran Muhammed bin
Abdülvehhab’dır. Beni Hanife kabilesindendir. 1721’de doğdu. 1765’te babasının
yerine geçip Vehhabilerin ikinci reisi oldu. Babasının yolunu takib ederek otuz
sene müddetle Vehhabiliği yaymak için çeşitli kabileler ile mücadele etti.
Mekke’ye saldırıp, pekçok Müslümanın canına kıydı. Daha sonra Basra Körfezi
sahillerine hücum ederek 1795’te Lahsa’yı ve Katif’i işgal ettirdi. Osmanlı
Devletinin Bağdat Valisi Süleyman Paşa, Vehhabiler üzerine ordu gönderdi.
Yapılan çarpışmalar neticesinde Vehhabilerle 1799’da bir antlaşma yapıldı. Bu
antlaşma altı sene sürdü. Daha sonra tekrar Mekke üzerine yürüyen Abdülaziz, Mekke
emiri Şerif Galib ile mücadeleye girişti. 1798’de Mekke’ye serbestçe girmeyi
sağlayan Vehhabiler, Hicaz’da yayıldılar. Irak-Kerbela bölgesine oğlu Suud’u
gönderen Abdülaziz bin Muhammed bin Suud, Kerbela’yı yağmalattı ve toplu
katliamlar yaptırdı. 1803 senesinde Taif’i işgal ettirip, yağmalattırdıktan
sonra, Mekke’ye hücum etti. Mekke emiri Şerif Galib’in kardeşi Şerif
Abdülmü’min, Vehhabilerle anlaşarak kan dökülmesine mani oldu. 1803’te Mekke’ye
girip dört gün kadar Mekke’de kalan Vehhabiler, Cidde üzerine hücum etiler. Bu
sırada Cidde’de bulunan Şerif Galib, Cidde valisi Şerif Paşa ile birlikte
Vehhabilere karşı koyarak onları mağlub etti. Bundan sonra Abdülaziz bin
Muhammed bin Suud, Necid’e çekildi. Daha sonra da hücumlarına devam ederek
Bahreyn ve Umman taraflarına hakim oldu. 1803’te Der’iyye’de öldürüldü.
Suudi Arabistan
Devletinin kurucusu ve ilk kralı. Babası Abdurrahman bin Faysal’dır. 1880’de
Riyad’da doğdu. 1902’de babasının ölümü üzerine Vehhabilerin başına geçti.
Birinci Dünya Savaşında İngilizlerle birleşerek Osmanlılara karşı savaştı. O
zaman Necid’de Suudoğullarından başka İbn-ür Reşid kabilesi de vardı. Bu
kabile, Osmanlılara sadık kalıp, Türklerle birlikte İngilizlere ve
Suudoğullarına karşı savaştı. Sulh olduktan sonra, Abdülaziz, İbn-ür Reşid’i
gizlice şehid ettirdi. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Harbinden mağlub çıkınca,
toprakları galib devletler arasında paylaşıldı. 1919 senesinin ilk aylarında
İngilizler, Mekke’yi, Şerif Hüseyin’den alarak Vehhabilerin reisi olan
Abdülaziz’e verdiler. 1926’da ise, Suud Krallığının kurulmasını sağladılar.
Uzun zaman Suudi Devletinin krallığını yapan Abdülaziz de 1953’te öldü. Yerine
oğlu Prens Suud geçti.
Kuzey Afrika'da
yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Abdülaziz bin Mes'ud Debbağ'dır.
Peygamber efendimizin soyundan olup hem seyyid, hem şeriftir. 1679 (H. 1090)da
doğdu, 1720 (H. 1132)de vefat etti. Fas'ta yaşadı.
Kaynaklarda hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Seyyid
Ahmed bin Abdullah'ın talebesidir. Abdülaziz Debbağ'ın menkıbelerini talebesi
olan Ahmed bin Mübarek El-İbriz adlı
eserinde toplamıştır.
Abdülaziz
Debbağ buyurdu ki:
"Kulun
düşüncesi, Allahü tealadan başkasına doğru yönelince, Allahü tealadan
uzaklaşmış olur."
"Firdevs
Cenneti'nde, bu dünyada işitilen veya işitilmeyen bütün nimetler mevcuttur.
Cennet'in ırmakları Firdevs Cenneti'nden kaynayıp, çıkar. Bir ırmaktan su, bal,
süt ve şerab olmak üzere dört türlü meşrubat (içecek) akar. Nasıl
gökkuşağındaki renkler birbirine karışmadan durursa, bu dört meşrubat da
birbirine karışmadan akar. Bu ırmaklar müminin isteğine göre akar. Hangisini
isterse o akar ve onu içer. Bütün bunlar, Allahü tealanın iradesiyle
olmaktadır."
Hindistan'da
yetişen hadis alimlerinin büyüklerinden. İsmi, Şah Abdülaziz bin Ahmed bin
Abdurrahim Gulam Hakim-i Faruki Dehlevi el-Ömeri’dir. Babası meşhur alim Şah
Veliyullah-ı Dehlevi’dir. 1746 (H. 1159)da Delhi’de doğdu. 1824 (H. 1239)te
orada vefat etti. İngiliz idaresine karşı hürriyet meş'alesini ilk yakan
kimselerden olduğu için, "Sirac-ül-Hind" lakabıyla da tanınır.
Babasından
ve zamanının diğer alimlerinden ilim öğrendi. Hadis, tefsir, fıkıh, usul,
akaid, kelam, mantık, matematik, geometri, astronomi, tarih ve coğrafya gibi
akli ve nakli ilimlerde yüksek dereceye ulaşarak herkesin dikkatini çekti.
Babasının vefatından sonra onun yerine ders vermeye ve talebe okutmaya başladı.
Abdullah-ı Dehlevi'nin en büyük talebesi, maddi ve manevi ilimler hazinesi
Mevlana Halid-i Bağdadi de, Abdülaziz-i Dehlevi'den hadis ilimlerinde icazet
(diploma) aldı. Talebe yetiştirdi ve elliye yakın eser yazdı. İngiliz idaresine
karşı direnmelerde büyük rol oynadı. Müslümanların düştüğü kötü ve zor
durumların sebebinin, onların Kur'an-ı kerimden ve Peygamber efendimizin
sünnetinden ayrılmaları olduğunu anlattı.
Eserleri:
Abdülaziz-i Dehlevi hazretlerinin yazmış olduğu
eserlerinin en kıymetlisi 1) Tuhfe-i İsna Aşeriyye'dir.
Farsça olan bu kitapta rafızi itikadında olan kimselerin bozuk yolda
olduklarını vesikalarla isbat etmiştir. Bu eser ilk olarak 1849'da Delhi'de,
1988'de İstanbul'da İhlas Vakfı tarafından basılmıştır. Hindistan'da Muhammed
bin Muhyiddin Eslemi tarafından Arapçaya tercüme edildi. Bu tercümeyi Irak
alimlerinden Muhammed bin Ali Süveydi ve Seyyid Mahmud Şükrü Alusi kısaltmışlardır.
Alusi'ninki Muhtasar-ı Tuhfe-i İsna Aşeriyye
adıyla 1976 yılında İhlas Vakfı tarafından İstanbul'da basılmıştır.
Abdülaziz-i Dehlevi'nin diğer eserlerinden bazıları
ise; 2) Tefsir-i Azizi, 3) Bustanü'l Muhaddisin, 4)
Ucale-i Nafia, 5) Sırr-üş-Şehadeteyn, 6) Azizü'l-İktibas fi fedail-i
Ahyari'n-Nas, 7) Mizan-ül-Akaid, 8) Fetava-i Aziz'dir.
Osmanlı
padişahlarının otuz ikincisi. Sultan İkinci Mahmud’un ikinci oğlu ve İslam
halifelerinin doksan yedincisidir. 1830 yılında doğdu. Annesi Pertevniyal
Sultan Hanımdır. İyi bir tahsil görerek yetiştirildi. Sultan Abdülmecid Hanın
vefatından sonra 1861 yılında, 32 yaşında padişah oldu.
Abdülaziz
Han, güçlü kuvvetli, ata sporlarından güreşe, ciride, ava meraklı, kahraman
yapılı bir hükümdardı. Halk kendisini sevmekte, ikinci bir Yavuz olarak
görmekteydi. Üzerinde durduğu en mühim mesele ordu ve donanmanın yeniden tanzim
edilmesi, yeni usullere göre tekamül ettirilmesiydi. Avrupa’dan elde edilen
kredilerin pek çoğu bu sahada sarf edildi. Donanma, dünyanın sayılı
donanmalarından birisi oldu. Nizamiye, ihtiyat, redif ve müstahfız adıyla
700.000’i aşkın askeri bir kuvvet hazırladı. Bunların top ve tüfek ihtiyaçları
için de modern tesisler kurdurdu.
Sultan
Abdülaziz Han, zeki, anlayışlı ve dünya siyasetine vakıf olduğu için
saltanatının ikinci yılında (1863) Mısır’ı ziyaret etti. Kalabalık bir heyetle
beraber, Mısır’a yapılan bu gezi çok gösterişli oldu. Yavuz Sultan Selim’den
sonra Mısır’a gelen ilk Osmanlı sultanına halk çılgınca sevgi gösterilerinde
bulundu. Sultan Abdülaziz, Kahire’yi at üstünde dolaştı. Bu seyahat Mısır
halkının Hilafet makamına olan bağlılığının güçlenmesini sağladı.
1867
yılında Paris’te açılan büyük bir sergiyi görmek için imparator Napolyon’un
davetini kabul ederek Fransa’ya gitti. Oradan, İngiltere, Belçika, Almanya,
Avusturya, Macaristan yoluyla memlekete döndü. Bu seyahatlerinde Fransa
imparatoru Üçüncü Napolyon, İngiltere Kraliçesi Victoria, Belçika Kralı İkinci
Leopold, Prusya Kralı Birinci Wilhelm, Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı
Birinci Fransuva-Josef, Romanya Prensi Birinci Karol ile görüştü. Sekiz ülkeye
gitti. Beş hükümdarla görüştü.
Balkanlarda
Rusya ve diğer devletlerin desteklemesi ile çıkan isyanlar, devrinin en mühim
hadiselerindendir. Rumeli ve Girit’teki gayri müslim halkın ayaklanmaları
devletin başına büyük gaileler açtı. Karadağ, Sırp, Bulgar ve Girit isyanları
ile hükümet hem nüfuz, hem de mali bakımdan kayıplara uğradı. Karadağ’a yapılan
savaşlar kazanılarak bu mesele bir müddet için kapandı. Sırbistan’da bazı
kalelerdeki askerlerin geri çekilmesi ile anlaşma yapıldı. Girit’teki isyan,
başarılı bir askeri harekat ile bastırıldı.
Mahmud
Nedim Paşanın sadareti, hem dışta hem de içte devletin itibarının sarsılmasına
sebeb oldu. Tarafdarı olduğu Rus Sefiri İgnatiyef’in tavsiyeleri ile hareket
eden Mahmud Nedim Paşa, aldığı kararlarla Avrupa devletlerinin tepkisini çekti.
Bilhassa devletin senelik ödediği borcunu beş sene müddetle ödenmeyeceğini
bildirmesi üzerine Avrupa’da Osmanlılar aleyhine gösteriler yapılmasına yol
açtı. Zaten Rusya’nın da istediği buydu. Nitekim, Ruslar bu karışıklıktan
faydalanarak Balkanlarda Panislavizm propagandasını yaygınlaştırıp büyük
huzursuzluklar çıkardılar. 1875 yazında Bosna-Hersek’te isyanlar çıktı. Bunu
Rusya’nın teşviki ile 1876’da Sırbistan’ın Osmanlı Devletine savaş ilanı takip
etti. Osmanlı Devleti sıkıntılar içinde olmasına rağmen Sırbistan’ı kısa sürede
mağlub etti. Ardından Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de mahalli
kuvvetlerle bastırıldı.
Sultan
Abdülaziz Han, Balkanlardaki tehlikeli gelişmeyi önlemeye çalışırken daha önce
görevlerinden azl edilmiş bulunan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdi paşalar
ile Hasan Hayrullah Efendi ihtilal hazırlığı yapıyorlardı. Bilhassa Hüseyin
Avni Paşa, Mahmud Nedim Paşa tarafından azledilip, sürüldüğü için padişaha kin
bağlamıştı. “Kinim dinimdir” diyen bu adam, padişahı tahttan indirip öldürmeye
karar verdi. Londra’ya gidip İngilizlerle bu işi planladı. İkinci adam olan
Midhat Paşa ise, batı kültüründen ve din bilgilerinden tamamen yoksun
birisiydi. Tuna valiliği zamanında yaptığı işler, bilhassa İngilizler
tarafından reklam edilerek şişirilmişti. İçki masalarında devlete ait kararlar
alırdı. Memleketi kurtaracak tek insanın kendisi olduğuna inanırdı (Bkz. Midhat
Paşa).
Hüseyin
Avni, Midhat, Mütercim Rüşdi ve Süleyman paşalar, padişahın tahttan düşürülmesi
için geniş bir propagandaya giriştiler. Halkın gözünde Sultan’ı küçültmek için
çeşitli iftiralar yaydılar. 30 Mayıs 1876 Cuma günü sabahı, saat 04.30’da
harekete geçtiler. Taşkışla’dan gelen taburlarla, Mekteb-i Harbiyyenin 300
kadar talebesi, Dolmabahçe Sarayını çevirdi. Donanma da deniz tarafını kontrol
altına aldı. Sultan Abdülaziz Han kayıkla alınıp, Topkapı Sarayına götürülerek,
Sultan Üçüncü Selim Hanın şehid edildiği odaya hapsedildi. Sonra Fer’iyye
Sarayına götürüldü.
4 Haziran 1876’da Avni Paşa, çoktan planlamış olduğu
cinayeti saraydan elde ettiği adamlarına yaptırdı. Cezayirli Mustafa Pehlivan,
Mabeyinci Fahri Bey, Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed
Pehlivan, Sultan Abdülaziz Hanın kaldığı odaya zorla girdiler. Büyük
mücadeleden sonra iki bileklerini kesip dışarı kaçtılar. Avni Paşa çığlıkları
duyar duymaz, Kuzguncuk’taki yalısından Fer’iyye Sarayına geldi. Henüz ölmemiş
olan Sultan Abdülaziz Han, pencereden çıkartılan adi bir perdeye sarılarak
yakın bir karakola nakledildi. Ölüm raporunu imzalamak istemeyen iki doktordan
birini Avni Paşa hemen Trablusgarb’a sürdü. Diğerinin de apoletlerini söktü. Üç
pehlivana maaş bağlanarak gerçeği açıklamaları önlendi. Sultan Abdülaziz’in
naaşını yıkayan imamlar, sonradan verdikleri ifadelerde, Sultanın iki dişinin
kırık olduğunu, sakalının sol tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında
büyük bir çürüğün bulunduğunu belirtmişlerdir. Pehlivanlar da, yaptıklarını
sonra itiraf etmişlerdir. İsmail Hami Danişmend 5 ciltlik İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi adlı kitabında
Sultanın ölüm sebebinin intihar olmayıp, cinayet olduğunu 31 delil ile izah
etmektedir. İntihar eden bir kimsenin iki bileğini küçük bir makasla kendisinin
derince kesmesi adli tıbba göre mümkün değildir. Sultanın cenazesi 5 Haziran
1876 günü büyük bir merasimle kaldırıldı. Babası Sultan İkinci Mahmud Hanın
Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi.
Sultan
Abdülaziz Han, on beş senelik saltanat zamanını Dolmabahçe Sarayında geçirdi.
Zamanında yeni asker elbiseleri kabul edildi. İlk defa posta pulu kullanıldı.
Süveyş Kanalı açıldı. Sahillere deniz fenerleri kondu. İstanbul’da tramvay
işletilmeye başlandı. Galata Tüneli yapıldı ve işletilmeye başlandı. Askeri
Rüştiye Mektepleri ve Osmanlı Bankası açıldı. Devlet Şurası (Danıştay) ve
Adliye Teşkilatı kuruldu. Mahkeme-i Nizamiye, İcra Cemiyeti, Ceza, Cinayet ve
Hukuk Mahkemelerini havi İstinaf Mahkemesi, Temyiz Mahkemesi, gümrüklerle
ilgili Rüsumat Eminliği, Merkez Bidayet Mahkemeleri teşkil edildi. Yine
Abdülaziz Han zamanında vilayet ve sancaklar yeni bir teşkilata tabi tutuldu.
Maliye Nezaretinin Muhasebe Meclisi genişletilerek Divan-ı Muhasebat (Sayıştay)
kuruldu. Meclis-i Kebir-i Maarif ve Tapu Umum Müdürlüğü ve Meclis–i Hazain
teşkil edildi. Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında Mecelle Cemiyeti kuruldu. Maarif
Teşkilat nizamları düzenlendi. Sultani Mektepleri (Liseler) ve Sanayi
Mektepleri açıldı. Fransa İmparatoriçesi, Avusturya İmparatoru, İran Şahı,
Sultan Abdülaziz’i ziyaret için İstanbul’a geldiler. Şark ve İzmir Demiryolları
açıldı. Tıbbıye, Mülkiye, Orman ve Maden Mektepleri, Darüşşafaka Lisesi açıldı.
İtfaiye Alayı teşkil edildi. Erzurum’un müdafaası için yapılan “Aziziye”
tabyaları onun zamanında bitirildi.
Sultan
Abdülaziz Han, Çırağan ve Beylerbeyi sarayları ile muhtelif yerlerdeki kasrları
yaptırdı.
Osmanlı
alim, şair ve hattatı. İstanbul’un Kasımpaşa semtinde doğdu. Doğum tarihi kesin
olarak belli değildir. Bazı kaynaklarda 1633’te doğmuş olmasının kuvvetli
olduğu yazılıdır. Babası Tersane-i Amire mahzen katibi Ammizade Mehmed
Efendidir.
Abdülbaki
Efendi medrese tahsilini tamamladıktan sonra Memikzade Mustafa Efendiye mülazim
(asistan) oldu. Bir müddet Harameyn Evkafı katipliği yapan Abdülbaki Efendi,
sırası geldiğinde İstanbul’da Defterdar Yahya Medresesi Müderrisliğine kırk
akçe yevmiye ile tayin oldu (1665). Buradaki görevini tamamladıktan sonra
Şeyhülislam Minkarizade Yahya Efendinin yaptığı imtihanı birincilikle kazandı
ve İbtida-i hariç payesiyle Malulzade Medresesine 1668’de müderris oldu.
Abdülbaki Efendinin, vazifelerinde gösterdiği başarılar sayesinde süratle
dereceleri yükseltildi. Sırasıyla Hüsrev Kethüda (1672), Sekban Ali (1673),
Hayreddin Paşa (1675), Atik Murad Paşa (1676), Mahmud Paşa (1678), Atik Valide
Sultan (1679), Süleymaniye (1680) medreselerinde müderrislik yaptı. 1681
senesinde Selanik kadılığına tayin edildi. 1683’te bu görevden alınan Abdülbaki
Efendi dört sene kadar hattatlıkla meşgul oldu. 1687’de Bursa kadısı oldu.
1692’de Mekke payesi ile Kahire kadılığına getirildi. 1697’de İstanbul payesi
alarak İstanbul kadılığına tayin edildi. Bu vazifede dört sene kaldıktan sonra
1702’de Anadolu, daha sonra da Rumeli kazaskeri oldu (1706). Bu görevden Antep
ve Mudanya arpalık verilerek azl edildi. 1710’da tekrar Rumeli kazaskeri oldu.
Sonra, Bursa’ya mecburi ikamete gönderildi. 1712’de tekrar İstanbul’a dönen
Abdülbaki Efendi, 1713 yılında vefat etti. Eyüp Sultan Camii bahçesinde
yatmaktadır.
Abdülbaki
Efendi, kelam, ahlak, siyer, sarf, nahiv ve belegat ilimlerinde devrinin söz
sahibi alimlerinden olup, Arapça, Farsça ve Türkçe şiirleri olan bir şair idi.
Hat sanatını Mehmed Tebrizi’den öğrenen Abdülbaki Efendi, zamanının “imad”ı
kabul edilen iyi bir ta’lik hatta sahipti. Birçok murakkaa ve kıt'a yazdı ve
kitap çoğalttı. Pekçok talebe yetiştirdi. Katibzade Mehmed Refi Efendi,
Vak’anüvis Raşid Efendi, Şair Seyyid Vehbi, Şeyhülislam İshak Efendi, Ali Rumi
önde gelen talebelerinden idi.
Eserleri: Abdülbaki
Efendinin, edebiyat, sarf, nahiv ve kelam ilimlerinde yazdığı başlıca eserleri
şunlardır:
1) Divan: Türkçe şiirlerinin
yer aldığı eserin yazma nüshaları Süleymaniye ve İstanbul Üniversitesi
kütüphanelerinde mevcuttur. 2) Mi’rac-name: Manzum
bir eserdir. Mirac kandili ile ilgilidir. Yazma nüshaları İstanbul Üniversitesi
ve Süleymaniye kütüphanelerinde mevcuttur. 3)
Siyer-i Nebi: Peygamber efendimizin ecdadından itibaren,
peygamberliğin dördüncü senesine kadar olan olayları manzum şekilde
anlatmaktadır. Abdülbaki Efendi bitirmeden vefat ettiği için, eseri damadı Faiz
Efendi tamamlamıştır. Yazma nüshaları Süleymaniye Kütüphanesinde mevcuttur. 4) Menahic-ül-Usul-id-Diniyye ala
Mevakıf-il-Makasıd-il-Ayniyye: Kelam ilmi ve metodları hakkında
yazılmış Türkçe bir eserdir. Kaynaklarda çok değişik isimlerde geçmektedir.
Yazarın kendi hattıyla bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesinde mevcuttur. 5) Mukaddime-i Ahlak-ı Nasıri Mu’arrebi:
Nasiruddin Tusi’nin eseri olan Ahlak-ı Nasıri’nin
mukaddimesinin Farsçadan Arapçaya tercümesidir. 6)
Makale-i Kandiyye: Sadrazam Fazıl Ahmed Paşanın Uyvar’da kazandığı
başarı ve Kandiye’yi feth üzerine yazılmış manzum bir eserdir. 7) Ma’nel-Bid’a, 8) İmmün ve Nefsühu: Nahiv
ilmiyle ilgili Arapça bir risaledir. Atıf Efendi Kütüphanesinde bir nüshası
mevcuttur. 9) Şerhu Kaside-i Abdullah Paşa. 10)
Ta’ribü Risalet-il-İslam fil Hakikati vel-Mecaz. 11) Risale-i lam. 12) Tahmis-i
Kaside-i Banet Su’ad.
Hindistan'da
yetişen evliyanın büyüklerinden. Derin alim, büyük veli, ikinci bin yılının
müceddidi (yenileyicisi) olan İmam-ı Rabbani'nin babasıdır. Hazret-i Ömer'in
soyundandır. İsmi, Abdülehad bin Zeynelabidin'dir. 1520 (H. 927)de doğdu. 1598
(H.1007)de Hindistan'ın Serhend şehrinde vefat etti.
Genç
yaşında, Hindistan'ın büyük alimi Abdülkuddus'ün ilim meclisinde bulundu.
Hocasının zahiri ve batıni ilimlerdeki üstünlüğü onun yetişmesine vesile oldu.
Hocasının emriyle ilim öğrenmek üzere başka diyarlara gitti. Dönüşünde
hocasının vefat etmesi üzerine, tasavvuf ilminde yarım kalan tahsilini
hocasının oğullarından Rükneddin Çeşti'nin sohbetinde tamamladı. Kadiriyye ve
Çeştiyye yollarının esaslarını, inceliklerini öğrenerek, tasavvufta ilerledi.
Hocasının önde gelen talebelerinden Şeyh Celal Tehaniseri'nin sohbetlerinde
bulundu ve Kadiriyye yolunun ileri gelenlerinden Şah Kemal ile görüştü.
Hocaları tarafından tam bir izinle ders okutmaya ve talebe yetiştirmeye
vazifelendirildi. Yaptığı seyahatler esnasında pekçok ilim ve marifet sahibinin
sohbetinde bulundu. Hindistan'ın meşhur kasabalarından Skendere'ye gidip ilim
öğretti ve orada evlendi. Daha sonra memleketine dönüp vefatına kadar
Serhend'de kaldı. Vaz ve nasihatler ederek ilim öğretti ve talebe yetiştirdi.
Vefatı anında oğlu İmam-ı Rabbani'nin; “Ehl-i beyti sevmek, iman ile gitmeye
sebeb olur.” sözünü hatırlaması üzerine; "Allahü tealaya hamd ve şükürler
olsun ki, o muhabbetle doluyum ve nimet deryasında yüzüyorum." dedi ve
vefat etti.
Alçak
gönüllü, alim ve fazıl bir zat olan Abdülehad hazretleri, geceleri taat ve
ibadetle geçirir, Allah için göz yaşı dökerdi. Ömrünü Resul-i ekreme bağlılıkla
geçirir, bir sünneti bile terk etmezdi. Abdülehad'ın yedi oğlu vardı. İmam-ı
Rabbani dördüncü oğluydu.
Abdülehad hazretleri din bilgilerinde çok güzel
kitaplar yazmıştır. Tasavvuf ile ilgili risaleleri vardır. Bu eserlerinden bazıları,
Künuz-ül-Hakayık, Mi’rac-ı Nebi, Risale-i
Esrar-üt-Teşehhüd'dür.
İstanbul'da
yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Abdülehad Nuri bin Muslihuddin, künyesi
Ebü'l-Mekarim'dir. 1593 (H. 1002) senesinde Sivas'ta doğdu. 1651 (H. 1061)
senesinde İstanbul'da vefat etti.
Üç
yaşındayken Şemseddin Sivasi'nin (Kara Şems'in) iltifatlarına kavuşan Abdülehad
Nuri'nin babası küçük yaşta vefat etti. Babasının vefatından sonra dayısı
Abdülmecid Sivasi ve iki ağabeyi ile İstanbul'a geldi. Zamanın büyük alimlerinden
din ve fen ilimlerini öğrendi. Abdülmecid Sivasi'nin huzurunda tasavvuf yoluna
girdi. Kısa sürede kemale gelip, olgunlaşarak, icazet aldı. İnsanlara Allahü
tealanın emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirildi. Yirmi yaşından
itibaren kitap yazmaya başladı. Peygamber efendimizin işaretiyle Midilli'ye
gitti. Gayri müslimlerden yetmiş kişi onun vasıtasıyla İslamiyeti kabul etti.
Midilli'de pek çok kimsenin hidayete ermesine ve doğru yola kavuşmasına vesile
oldu. Kendisi için yaptırılan bir cami ve dergahta insanlara vaz ve
nasihatlerde bulundu. Zamanın şeyhülislamı Yahya Efendinin isteği ile
İstanbul'a getirildi. Kendisi için tahsis edilen Mehmed Ağa dergahına yerleşti.
Bu dergahta yirmi sekiz sene müddetle insanlara vaz ve nasihatta bulundu. 1635
senesinden itibaren Ayasofya, Fatih ve Sultanahmed camilerinde vaz vermeye
başladı. Vefatına yakın bütün derslerine ve vazlarına son vererek tamamen
ibadet ve taate yöneldi. Yerine talebelerinden Belbakizade Şeyh Abdülkadir
Efendiyi bıraktı. 1650 (H. 1061) senesi Muharrem ayının sonunda hastalandı.
Hastalığının yedinci günü vefat etti. Cenazesini, Dergah Camii İmamı Tatar Ali
Efendi yıkadı. Yıkama esnasında Ali Efendi, cenazeyi hangi tarafa çevirmek
istediyse, Abdülehad Nuri'nin bedeninin o tarafa çevrildiği görüldü. Cenaze
namazını Azizzade Şeyh Abdülbaki Efendi kıldırdı. Eyyub Nişancasındaki
dergahına defnedildi. Sevenlerinden Yusufağazade Mustafa Efendi kabrinin
üzerine türbe yaptırdı.
Alim,
faziletli ve evliya bir zat olan Abdülehad Nuri Efendinin pekçok kerametleri
görüldü.
Padişah
Sultan Dördüncü Mehmed Hanın ve diğer devlet adamlarının iltifatlarına kavuştu.
Pekçok talebe yetiştirip ilim ve feyz kaynağı oldu.
Buyurdu
ki: "Talebeyi celal ve kahr (sertlik) ile terbiye etmek, talebenin
kemaline (olgunluğuna) sebeptir. Fakat her talebenin buna tahammülü
olmadığından, nasibsiz kalmasınlar diye lütuf ve cemal ile (yumuşaklıkla)
terbiye ederiz. Çoğunlukla talebe, kabiliyetine göre terbiye olunur."
"İki
kalbin yok ki biri ile Allahü tealaya, diğeri ile Allahü tealadan başkalarına
yönelesin."
Osmanlı
Devletinin son zamanlarında yetişen ve Yunan Harbinde (1897) şehid düşen
kıymetli bir komutan. 1827 (H.1243) senesinde Konya’nın Hadim kazasında doğdu.
On
altı yaşındayken er olarak orduya girip asker oldu. On iki sene kadar
Arabistan’da kalıp, Osmanlı ordusunda sadakatla hizmet etti. Bu sadık ve
gayretli hizmetleri neticesinde çok sevilip subaylık rütbesi verildi. 1853’te
Hüsrev Paşanın yaveri olarak Kırım Muharebesine katıldı. 1857’de Karadağ, 1868’de
Girid isyanlarını bastırmak için vazife aldı. Gösterdiği başarılar üzerine her
vazifesinin akabinde bir rütbe, çeşitli nişanlar ve madalyalar verildi. 1872
senesinde binbaşı rütbesi ile Giresun taburuna tayin edildi. Bu taburla
birlikte Sırbistan Muharebesine katıldı. Bu seferde, Aleksin mevkiindeki
savaşta büyük kahramanlık gösterdi.
Plevne
Muharebesine de katıldı. Bu sırada mirliva yani albay idi. Savaşta fevkalade
kahramanlık gösterdi. İstanbul’a dönünce, İkinci Abdülhamid Han tarafından
göğsüne Plevne madalyası takıldı. Bundan sonra, jandarma teşkilatına tayin
edilerek Hicaz’a gönderildi. Bir müddet sonra tekrar İstanbul’a geldi ve
paşalığa yükseldi.
Anadolu
terbiyesi ile büyüyen ve erlikten paşalığa yükselen bu köylü çocuğu, dinin
emirlerine bağlı salih bir müslüman idi. Kur’an-ı kerimi ezberlemişti. Sesi
güzel olup, seri okurdu. Yakın dostları onun devamlı hatim okuduğunu ve buna
aralıksız elli sene devam ettiğini söylemişlerdir. Memleketi Hadim’i ziyarete
geldiğinde, dostlarından birine; “Cenab-ı Hak, hafızlık nimeti ve paşalık gibi
iki rütbe bahşetti. Şimdi bir üçüncüsünü istiyorum, o da şehidlik rütbesidir!”
diyerek şehid olma arzusunu dile getirmiştir.
Nitekim
Abdülezel Paşa, 1897 senesinde vuku bulan Osmanlı-Yunan harbinde, Milona
geçidine taarruz eden kuvvetlerin başında savaşırken şehid düştü. Önce
Pürnartepe’ye defnedildi. Sonra Alasonya’ya naklolundu. Kahramanlıkları dilden
dile anlatılan bu şehid kumandanın kabri üzerine, Sultan Abdülhamid Han bir
türbe yaptırdı.
Büyük
veli, doğru yolu göstericilerin önderlerinden. Mevlana Halid-i Bağdadi'nin
seçilmiş talebelerindendir. İrşad sahibi olduğu gibi, fıkıh sahasında da
alimdi. 1778 (H. 1192)de Bağdat'ta doğdu. 1865 (H. 1281) senesinde İstanbul'da
vefat etti. Kabri, Üsküdar'da Nuh Kuyusu mevkiindedir.
Küçük
yaşta Bağdat'ın tanınmış alimlerinden ilim öğrenmeye başladı. Çok zeki idi.
Kısa sürede Kur'an-ı kerimi ezberledi. Gayretli çalışmalarıyla arkadaşlarının
ve hocalarının dikkatini çekti. Genç yaşta fıkıh, tefsir, hadis ilimlerinde
mütehassıs bir alim oldu. Tasavvufa yönelip, zamanın en büyük alim ve
velilerinden Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerine talebe oldu. Hocasının her
emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Mevlana Halid-i Bağdadi
hazretlerinin sohbetlerinde kemale, olgunluğa ulaştı. Hocası onu İstanbul’daki
zamanın sultanına iki defa gönderdi. Bu yolculuklarının ikisinde de yaya gidip
geldi. Genç yaşta icazet (diploma) aldı. Şeyh Abdullah-ı Herati vefat edince,
onun yerine talebe yetiştirmeye ve ders vermeye başladı. Mevlana Halid-i
Bağdadi’nin ilminin derinliği, evliyalık derecesinin üstünlüğü dünyanın her
tarafına yayılmıştı. Dünyanın her tarafından talebeler, akın akın Mevlana Halid
hazretlerinin ilminden istifade etmek için Bağdad'a geliyorlardı. İsteklilerin
hepsinin Bağdad'a gitmesi mümkün değildi. Mevlana Halid hazretleri bunu telafi
etmek için Abdülfettah-ı Akri'yi irşad vazifesiyle İstanbul'a gönderdi.
İstanbul'a gelen Abdülfettah-ı Akri, Üsküdar semtinde Karacaahmet Kabristanı
ile Bağlarbaşı arasında Nuh Kuyusu mevkiindeki dergaha yerleşti. Kısa zamanda
ismi duyuldu. Devlet erkanından vezirler, komutanlar, paşalar, alimler onun
sohbet ve ilim meclislerine devam edip talebe oldular. Senelerce hizmette
bulunup vaz ve nasihat eden Abdülfettah-ı Akri hazretleri birçok insanın ilahi
nimetlere kavuşmasına vesile oldu. Vefatından birkaç gün evvel talebeleri ve
tanıdıklarıyla helalleşti ve vasiyetini bildirdi.
1864
(H. 1281) senesi Muharrem ayının dokuzuncu Cuma günü vefat etti. Üsküdar'da
Eski Valide Camii'nden Karacaahmed Mezarlığına çıkan yol ile,
Selimiye-Bağlarbaşı Caddesinin kesiştiği köşedeki şeyhülislam Arif Hikmet Beyin
kabristanına defnedildi. İstanbul'daki Eyyub Sultanda medfun bulunan Halid bin
Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari ve diğer Eshab-ı kiramdan sonra İstanbul'da medfun
olan en büyük üç evliyadan biri olan Abdülfettah-ı Akri hazretlerinin mübarek
kabri, sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir. Diğer iki büyük evliya ise
Edirnekapı-Eyüp arasındaki Murad-ı Münzevi ile Zeyrek'teki Muhammed Emin
Tokadi'dir.
Din
ve tasavvuf ilimlerinde büyük bir alim olan Abdülfettah-ı Akri hazretleri güzel
ahlak nümunesiydi. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, nefsin istemediği
şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli olur korkusuyla mübahların
fazlasını dahi terk eder, dünyaya meyletmezdi. Dertlere ve sıkıntılara çok
dayanıklı olup, gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teala
olduğunu düşünerek sevinirdi. Hocasının emrettiği en zor işleri seve seve
yapardı. Uzak yolculuklara bile yaya giderdi. Hocasının yanından hiç ayrılmaz,
hizmetini ve evinin işlerini görürdü.
Osmanlılar
devrinde yetişen, alimlerden ve evliyadan. İsmi, Abdülgani, babasının adı
İsmail olup, Nablüsi diye meşhur olmuştur. 1640 (H. 1050) senesinde Şam'da
doğdu. 1731 (H. 1143)de aynı yerde vefat etti ve oraya defnedildi.
Babası
ona küçük yaşta Kur'an-ı kerim okumayı öğretti. On iki yaşına kadar İslam
terbiyesiyle yetiştirdi. On iki yaşındayken babası vefat edince, ilim tahsiline
başlayıp, zamanın en büyük alimlerinden edebiyat, fıkıh, tefsir, hadis,
tasavvuf ve diğer ilimleri öğrendi. Nakşibendiyye yolunu Şeyh Sa'id Belhi'den
talim eyledi. Yirmi yaşına geldiği zaman, ders okutmaya, talebe yetiştirmeye ve
kitap yazmaya başladı.
Peygamber
efendimizi metheden çok güzel bir şiir yazdığında, bazıları bu şiirin kendisine
aid olmadığını iddia edip, inanmadılar. Bunun üzerine Peygamber efendimize
bağlılığını ifade eden bir şerh (açıklama) ve ikinci bir şiir daha yazdı.
Bir müddet sonra insanlardan uzak kalmak, dünyayı terk etmek için evinde
inzivaya çekildi. Yedi sene sonra kapısını ilim öğrenmek isteyenlere tekrar
açtı. Şöhreti çok yayıldı. Çok uzaklardan akın akın talebeler geldi. Çeşitli
ilimlerde iki yüze yakın değerli kitab yazdı. 1664 senesinde İstanbul’a gelip
bir müddet burada kaldı ve ders okuttu. Mısır, Bağdad ve Hicaz'a giderek
ilminden istifade etmek için koşanlara dersler verdi. Tasavvufta ilerleyip,
evliyalıkta yüksek derecelere erişti. Gerek zamanının meşhur evliyasını tanımak
ve sohbetlerinde bulunmak, gerekse önceki evliyanın kabirlerini ve mukaddes
makamları bulup ziyaret etmek için çeşitli yerlere seyahatlerde bulundu.
1688'de Bika'ya, bir sene sonra Lübnan, Kudüs ve Halilürrahman'a, 1693'te
Mısır'a, 1696'da Hicaz ve 1700'de Trablus'a gitti. 1702'de yeniden Şam'a gelerek
Salihiyye'ye yerleşti. Şam'daki Selimiyye Cami-i şerifinde ders okutmaya devam
etti. Şam’da vefat etti.
Fıkıh,
tefsir, hadis ilimlerinde emsali az bulunur alimlerden olan Abdülgani Nablüsi,
güzel ahlak ve beğenilen sıfatlar ve huylar ile süslenmişti. Herkese iyilik
yapmak için elinden geleni yapardı. Çok kerametleri görülmüştür.
Eserleri:
İslam aleminde çok kitab yazan alimlerdendir. Kamus-ül-A'lam ve Esma-ül-Müellifin
kitaplarında 180'den fazla kitabının adı yazılıdır. Bazıları şunlardır: Hadika kitabı, büyük alim İmam-ı Birgivi'nin Tarikat-ı Muhammediyye'sinin açıklamasıdır.
Ahlak, fıkıh ve tasavvuf bilgilerinden bahseder. Keşf-ün-Nur
an Eshab-il-Kubur kitabında, evliyanın öldükten sonra da keramet
sahibi olduklarını ve ruhlarından istifade edilebileceğini çok güzel izah
etmektedir. Hülasat-üt-Tahkik kitabı;
mezheblerin birleştirilemeyeceğini isbat etmektedir. İsmi geçen kitaplar, İhlas
Vakfı tarafından İstanbul'da basılmıştır.
Tanzimat
döneminde batı tesirlerini Türk şiirine sokan şair, tiyatro yazarı ve diplomat.
5 Şubat 1851’de İstanbul’da doğdu. Babası, dedesi ve soyu ilim aleminde isim
yapmış şahsiyetlerdi. Dedesi Abdülhak Molla, İkinci Mahmud ile Abdülmecid Hanın
hekimliğini yapmış, şiir ve tarihle uğraşmıştı. Babası Hayrullah Efendi ise,
meşhur bir tarihçi ve diplomattı.
Abdülhak
Hamid ilk tahsiline Evliya Hoca, Behaeddin ve Hoca Tahsin Efendi gibi özel
hocaların huzurunda başladı. Özellikle Hoca Tahsin Efendinin Abdülhak Hamid
üzerindeki etkisi büyüktür Daha sonra Bebek Köşk Kapısındaki mahalle mektebi
ile Rumelihisar Rüşdiyesine kısa süre devam etti. Ailesi tarafından Paris’te
eğitim yapması uygun görülünce ağabeyi Nasuhi Bey ile 1863 Ağustosunda Paris’e
gitti. Orada özel bir koleje başladı. Kısa zamanda Fransızcasını ilerletti. 1,5
sene tahsilden sonra, yanlarına gelen babası ile İstanbul’a döndü. İstanbul’da
Fransız mektebine başladı ve Fransızcasını ilerletmek için Babı ali’de tercüme
odasına girdi. On dört yaşlarındayken, Tahran büyükelçiliğine tayin edilen
babasıyla birlikte İran’a gitti ve 1,5 sene özel olarak Farsça dersleri aldı.
Babasının 1867’de vefatı üzerine İstanbul’a döndü.
İstanbul’a döndükten sonra, önce Maliye mektubi, daha
sonra sadaret kaleminde vazife yapan Abdülhak Hamid, buralarda Ebüzziya Tevfik
ve Recaizade Mahmud Ekrem'le tanıştı. Sami Paşa’dan Hafız
Divanı’nı okudu. Bu arada Tahran hatıralarını anlatan Macera-yı Aşk adlı ilk eserini yazdı ve meşhur Makber mersiyesini yazmasına sebeb olan Fatma
Hanımla evlendi. 1876 senesinde hariciye mesleğini seçen Abdülhak Hamid Paris
Sefareti ikinci katibliğine tayin edildi ve iki buçuk sene vazife yaptı. Bu
arada Fransız edebiyatını yakından tanıma fırsatını buldu. Paris dönüşü bir
süre açıkta kalan Abdülhak Hamid, 1881’de Poti, 1882’de Golos, bir sene sonra
da Bombay başşehbenderliklerine tayin edildi. Bombay’da üç sene kaldı. Eşi
Fatma Hanımın rahatsızlığının artması üzerine, İstanbul’a dönmek için yola
çıktı ise de, Fatma Hanım Beyrut’ta vefat etti.
Abdülhak Hamid Bombay dönüşünde Londra elçiliği
başkatipliğine tayin edildi. Fakat Zeynep
isimli manzum piyesi yüzünden vazifeden alındı. Bir süre boşta gezdikten sonra
edebiyatla uğraşmayacağına söz vermesi üzerine, tekrar Londra’daki eski
görevine gönderildi. Bu gidişinde İngiliz olan Nelly Hanım ile evlendi. 1895 senesinde
Lahey büyükelçiliğine iki sene sonra tekrar Londra elçiliği müsteşarlığına
tayin edildi. Hanımının rahatsızlanması üzerine, 1900’de İstanbul’a dönen
Abdülhak Hamid, 1906’ya kadar İstanbul’da kaldı. 1906’da Brüksel
büyükelçiliğine tayin edildi. 1911’de hanımı Nelly’nin ölümü üzerine Belçikalı
Lüsyen Lucienne Hanım ile evlendi. Balkan savaşları sırasında kabine tarafından
azledilince İstanbul’a döndü. Maarif nezareti teklif edildi ise de kabul
etmedi. Bir süre açıkta kaldıktan sonra ayan üyeliğinde bulundu. Mütareke
yıllarında Viyana’ya gitti. Burada sıkıntılı günler geçirdi. Cumhuriyetin
ilanından sonra anavatana döndü. 1928 senesinde İstanbul Milletvekili seçildi
ve ölünceye kadar mebus olarak kaldı. Kendisine vatana üstün hizmet fonundan
maaş bağlandı. Ayrıca belediye de, dayalı döşeli bir apartman dairesi verdi. 12
Nisan 1937’de İstanbul’da öldü. Mezarı Zincirlikuyu’dadır.
Abdülhak
Hamid, Tanzimat sonrası bütün edebi ve siyasi devirleri yaşamış bir şairdir.
Tanzimatı, meşrutiyetleri ve cumhuriyeti görmüştür. Bu devirlerdeki Tanzimat,
Servet-i Fünun, Edebiyat-ı Cedide, Milli Edebiyat ve Cumhuriyet devri
edebiyatlarını yakından tanıdı. Ayrıca uzun seneler doğuda ve batıda diplomat
olarak bulunması her iki edebiyatı tanımasına sebep oldu. Bu sebeple Türk
şiirine batıdan yeni konular, serbest düşünce ve şekiller getirdi. İlk başlarda
Tanzimat ekolünün tesirinde kalmış sonra batıyı tanıyınca, klasik edebiyattan
ayrılarak batı tekniği ile eser vermiştir. Edebiyatımızın yeni bir çehre
kazanmasında Recaizade Ekrem daha çok teorik yönünü işlerken, Hamid
yazdıklarıyla bunu uygulamıştır. Eserlerinde batı edebiyatından bilhassa
Shakespeare ve Victor Hugo’nun tesirleri açıkça görülür. Şiirlerindeki başlıca
konu romantik ve felsefi düşünceler, ölüm duyguları ve insan kaderi
hakkındadır. Şiirlerinde pekçok yabancı kelime vardır. Batı yazarlarından
etkilenerek yazdığı dramalar Türk tiyatrosuna felsefi düşünceyi sokmuştur.
Kendisine son zamanlarda Şair-i azam (en büyük şair) ünvanı verilmiştir.
Abdülhak
Hamid’in eserleri iki grupta toplanmaktadır:
Şiirleri: Makber, Ölü (1885),
Kahpe (1885),
Bala’dan Bir Ses (1911), Validem
(1913), Yadigar-ı Harb (1913), İlham-ı Vatan (1918),
Tayflar Geçidi (1919), Garam (1919),
Yabancı Dostlar (1924).
Tiyatroları: Hamid’in tiyatroları mensur ve manzum
olmak üzere iki kısımdır. Mensur tiyatroları: Macera-ı
Aşk (1873), Sabrü Sebat (1875), İçli Kız (1875), Duhter-i
Hindu (1876), Tarık yahut Endülüs’ün
Fethi (1879), İbn-i Musa (1880),
Finten (1898). Manzum tiyatroları: Nesteren (1878), Tezer
(1880), Eşber (1880), Sardanapal (1908), Liberte
(1913).
MAKBER’den
Eyvah! Ne yer ne yar kaldı.
Gönlüm dolu ah u zar kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede, gelip ezelden,
Ben gittim, o hak-sar kaldı.
Bir guşede tarumar kaldı.
Baki o enis-i dilden eyvah,
Beyrut’ta bir mezar kaldı.
Hekim
ve şair. 1786 (H. 1201)da İstanbul’da doğdu. 1853 (H. 1270)te vefat etti.
Devrinin meşhur şahsiyetlerinden olup, pekçok ilim ve fikir adamı yetiştirmiş
bir aileye mensuptur. Babası Osmanlı Devletinde Divan-ı hümayun haceganlığı
vazifesinde bulunan şairliği ile de meşhur Mehmed Emin Şükuhi Efendidir.
Abdülhak
Molla, büyük kardeşi Behçet Efendi gibi medrese öğrenimi yanında hekimlik (tıp)
tahsili de yaptı. Eski sarayda hekim olarak vazife aldı. Halet Efendi hem onu
hem de ağabeyi Behçet Efendiyi himaye etti. Ancak aleyhinde bulundukları
gerekçesiyle, 1821’de Mustafa Behçet Efendi ile birlikte İstanbul’dan Keşan’a
sürüldüler. Küçük kardeşleri Hızır İlyas Efendinin aracılığı ile bir sene sonra
affedilip İstanbul’a döndüler.
Abdülhak
Efendi bundan sonra Yeni Saray hekimliğine, 1827'de Asakir-i hassa
hekimbaşılığına tayin edildi. Medresede yetişmiş olması sebebiyle ona o devrin
ilim rütbelerinden Selanik sonra da Yenişehir Mollalığı; 1829’da Mekke payesi,
1832’de İstanbul payesi verildi. 1833’te hekimbaşılığa ve Mekteb-i Tıbbiyye-i
Adliyye-i Şahane nazırlığına seçildi. 1836’da Anadolu kadıaskerliği payesi
verildi. Fakat aynı sene payesi alınıp, hekimbaşılıktan çıkarıldı. 1839 (H.
1255)da yeniden vazife verilip Anadolu kadıaskeri ve ikinci defa hekimbaşı
oldu. 1841’de Rumeli kadıaskerliği payesi verildi. 1845’te hekimbaşılığı
vazifesinden ayrıldı. 1847’de Maarif Meclisi başkanlığına ve üçüncü defa
hekimbaşılığa tayin edildi. 1852 senesinde de Reis-ül-ülema ünvanı verildi. Bu
vazifeyi aldıktan bir sene sonra altmış yedi yaşında iken İstanbul’da Bebek
semtinde vefat etti. Sultan İkinci Mahmud Han Türbesinin bahçesine defnedildi.
Abdülhak
Molla, hekimliğinin yanında ayrıca şairliği ile de tanınmıştır. Divan edebiyatında
kuvvetli şiirleri vardır. Bu şiirleri matbu değildir. Şiirlerinden başka
eserleri şunlardır:
1. Tarih-i Liva: Elli bir yaprak
olan bu vakayiname, İkinci Mahmud Hanın Rami Kışlasında bulunduğu zamana ait
kayıtlardır. Matbu değildir.
2. Rüzname: Yazma olan bu
eseri, Sultan İkinci Mahmud Hanın hastalığı ile ilgili olarak hekimbaşı
sıfatıyla yazmıştır. O devirde yaptığı tıbbi incelemelerinden bahsetmiştir.
3. Hezar Esrar: Hekimlik ile ilgili
bir eserdir. Ağabeyi Mustafa Behçet ile birlikte hazırlamıştır. Bu eser yarım
kalmış, bilahare oğlu Hayrullah Efendi tarafından tamamlanıp, 1867’de
yayınlanmıştır.
Abdülhak Molla bir
takım tıbbi yeniliklerin getirilmesinde ön ayak olmuştur. Hekimbaşı iken
Tıbbiyye okulunda yeni bir proje uygulandı. Salgın hastalıklara karşı karantina
teşkilatını kurdurdu ve Çiçek aşısı yapılmasını mecburi hale getirdi. Bebek’te
kendi yalısında bir eczahane açmış ve burada bir nükte olarak “Ne ararsan
bulunur derde devadan gayrı” mısraını levha halinde asmıştır.
Cumhuriyet dönemi romancılarından, yazar. 1888’de
İstanbul’da doğdu. Münevver ve Hazine-i Evrak gazetelerini çıkarmış olan Mahmud
Celaleddin Beyin oğludur. Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi)den mezun
olduktan sonra yüksek tahsilini Paris’te Ecol Libre des Science Politiques’te
yaptı.
Küçük
yaşta bir Fransız mürebbiyeden Fransızca, Tevfik Fikret’ten de Türkçe dersleri
aldı. Çocukluğu Boğaziçi, Büyükada ve Çamlıca gibi İstanbul’un en güzel
yerlerinde geçti.
Mektep
ve çevresinin tesiri ve batılı tarzda eğitilmiş olmasının bir neticesi olarak;
geçmişe karşı menfi görüş ve geçmişi hafife alış ve peşin hükümlerle dolu ruh
ve kafa ile Paris’e giderek Jön Türklerin faaliyetlerine katıldı. Paris’te
bulunan Fransız yazar ve şairlerle tanıştı. Bazılarının hayranı oldu. İkinci
Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’a döndü (1908). Bir Fransız şirketinde
memur olarak çalıştı. Stines Şirketinde Osmanlı Hükumetinin umumi katipliğini
yaptı (1913 - 1920).
İstanbul’da
çeşitli yerlerde çalıştıktan sonra, Ankara’da Hamdullah Suphi’nin tavassutu ile
Balkan Birliği Cemiyetinde umumi katip ve dış işlerinde müşavir olarak çalıştı
(1931-1945). Barış konferansı için Amerika’ya gitti. Dönüşte İstanbul’a
yerleşti. Çeşitli bankaların idare meclis azalığında çalıştı. Hayatında hiç evlenmedi.
Niçin evlenmediği sorulduğunda; “Oğlum olsa komünist, kızım olsa saçını uzatıp
film yıldızı olur; evlenmek mi? Allah korusun!” demiştir. 3 Mayıs 1963’te vefat
etti.
Abdülhak Şinasi, yazı yazmaya mütareke yıllarında
başladı. Dergah, İleri, Medeniyet, Ağaç, Türk
Yurdu, Milliyet ve Dünya gibi
dergi ve gazetelerde tenkit ve deneme türünde yazılar yazdı.
Önceleri
geçmişi tenkid eden Abdülhak Şinasi, Fransa’ya gittikten sonra, geçmiş zamanı
övmeye başladı. Mazi şuurunu canlandırmaya çalıştı. “Bir millete yapılabilecek
en sinsi ve en şeytani hücum, onun vicdanından mazisini almak, hafızasından
mazisini yok etmektir.” diyerek mazinin önemini belirtmiştir.
Yazdığı
romanlarda da geçmiş zamanın özlemini anlatır. Olaylara değil, zamana, mekana,
eşyaya, duygu ve düşüncelere, insanlara ve onların kıyafetlerine çok değer
verir. Üslubu şahsi ve orijinaldir. Dilde hiç bir zaman uydurukçaya gitmemiş,
dilin ahenginden istifade etmesini bilmiş ve şiire kaçan bir dil kullanmıştır.
Eserleri:
Fehim Bey ve Biz, Çamlıca’daki Eniştemiz,
Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği adlı romanları yanında, Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman
Köşkleri gibi hatıra, deneme, şiir türünden eserler de vermiştir. İstanbul ve Pierre Loti ile Yahya Kemal’e Veda diğer
eserlerindendir. Ahmet Haşim’le ilgili olarak; Ahmet
Haşim, Şiiri ve Hayatı adlı eseri yazmıştır.