ABDULLAH CEVDET

Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamış siyaset adamı ve yazar. Jön Türkler hareketlerini başlatanlardan ve İttihad ve Terakki Cemiyetinin kurucularından. Babası Diyarbekir Birinci Tabur Katibi Ömer Vasfi Efendi olup, 9 Eylül 1869'da Arapkir'de doğdu. 1932'de İstanbul'da öldü.

İlk tahsilini Arapkir'de ve Hozat'ta yaptıktan sonra Mamüretü'l-Aziz (Elazığ) Askeri Rüşdiyesini bitirdi. Kuleli Askeri Tıbbiye İdadisinden de mezun olduktan sonra Mekteb-i Tıbbiyeye girdi. Biyolojik materyalist fikirlerin tesirinde kaldı. Dinin insan üzerindeki fonksiyonlarını inkar eden ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışan materyalist görüşlere yer veren bazı eserler yazdı.

Talebeyken 1889'da tıbbiyeli arkadaşları ile sonradan İttihad ve Terakki Cemiyeti adını alacak olan İttihad-ı Osmani adlı gizli cemiyeti kurdu. Siyasi faaliyetleri sebebiyle birçok defa tutuklandı. 1894'te Mekteb-i Tıbbiyeden mezun oldu. Haydarpaşa Hastahanesinde vazife aldı. Geçici olarak Diyarbakır'a vazifeli gönderildi. Orada İttihad-ı Osmani Cemiyetine Ziya Gökalp gibi pekçok kimseyi üye kaydetti. İstanbul'a döndükten sonra siyasi faaliyetlere devam ettiği ve devlete karşı olan faaliyetleri sebebiyle arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. 1896'da Bakanlar Kurulu kararıyla Trablusgarb'a sürüldü. Burada da siyasi faaliyetlere devam etti.

Mizan ve Meşveret adlı dergilere imzasız ve "Bir Kürt" takma adıyla yazılar gönderdi. Fizan'a sürüldü ise de oradan Tunus'a kaçtı. Paris'e geçerek Osmanlı Devletini yıkmak için faaliyet gösteren Jön Türklere katıldı. 1897'de Cenevre'ye giderek İttihad ve Terakki Cemiyetinin merkez komitesinde yer aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde takma adıyla yazılar yazdı. 1899'da Viyana sefareti tabipliğine tayin edildi. 1903'te tekrar Cenevre'ye giderek bir matbaa kurdu ve İctihad Mecmuası'nı çıkarmaya başladı. 1904'te Osmanlı İttihad ve İnkılap Cemiyetinin kurucuları arasında yer aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı yazılarda Sultan İkinci Abdülhamid Han ve diğer hükumet erkanı hakkında çirkin ifadeler kullandı. 20 Ekim 1904’te İsviçre'den sınır dışı edilince, İctihad Dergisi ve kütüphanesini Mısır'a naklederek bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine devam etti. Şura-yı Osmani Cemiyetinin idaresinde vazife aldı. Bu sırada İslam düşmanı ve müsteşrik Dozy'nin eseri Essai Sur l'histoire de l'İslamisme adlı kitabını Tarih-i İslamiyet adıyla tercüme etti. Bu kitapta Peygamberimize karşı saygısız ifadeler kullandığı için dindar insanların samimi duygularını rencide etti. Bu yüzden pekçok kimse tarafından, kendi yanlış fikirlerinden başkasını kabul etmeyen, Allah düşmanı manasında "Adüvvullah Cevdet" diye anıldı. Bozuk fikirlerine zamanın hakiki alimleri tarafından cevaplar verildi.

İkinci Meşrutiyetin ilanından ve İkinci Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesinden sonra 1910 senesi sonlarında İstanbul'a dönen Abdullah Cevdet, İttihad ve Terakki ileri gelenleriyle arası açık olduğundan Cağaloğlu'nda İctihad Evi adını verdiği binaya yerleşerek İctihad Dergisini çıkarmaya devam etti. Aynı sene içinde kurulan Osmanlı Demokrat Fırkasının ikinci başkanı oldu. Bu fırka, Hürriyet ve İtilaf Fırkasıyla birleşince de, siyasi faaliyetlerini Kürt Teali Cemiyetine girerek devam ettirdi. Çıkardığı İctihad Dergisi, din ve devlet aleyhinde yazılar yazdığı için birçok defa kapatıldı. Bir ara İsviçre'ye giderek Osmanlı Devleti aleyhinde çalışan muhaliflere katılmak istediyse de isteği İsviçre hükumeti tarafından reddedildi. Daha sonra İttihadcıların desteğiyle çıkan Hak Gazetesinin yazarlarından oldu. Birinci Dünya Harbinden sonra yeniden siyaset ve yayın faaliyetlerine başladı. 1 Kasım 1918'den itibaren İctihad Dergisini yeniden çıkardı. Tekrar İttihadcıların aleyhinde yazılar yazdı. İngiliz Muhibler Cemiyetini kurdu. Ayrıca İngilizlerle işbirliği yapan Kürdistan Teali Cemiyetinde de önemli roller aldı. İctihad Mecmuasıında dini tezyif edici yazılar neşr etmeye devam etti. Bir ara Sıhhıye Müdürü olduysa da bu vazifeden alındı. 25 Mayıs 1920'de bu vazifeye yeniden tayin edildi. Fakat yedi ay sonra tekrar alındı. Yeniden neşr etmeye başladığı İctihad Dergisinin 1 Mart 1922 tarihli 144. sayısında Bahailiğin yeni bir din olarak kabul edilmesini tavsiye etti. İstiklal Harbinden sonra İctihad Dergisinde yeni idareyi öven yazılar yazarak nüfuz kazanmak istedi. Bu mecmuada Türkiye'nin nüfus politikasıyla ilgili olarak; "Neslimizi ıslah etmek, kuvvetlendirmek için Avrupa'dan ve Amerika'dan damızlık erkek getirmek gerekir." şeklindeki iddiasının yer aldığı bir yazıyı kendi imzasıyla yayınladı. Bu yazısı bütün yurtta büyük ve derin bir nefrete sebep oldu.

Ömrünün sonuna doğru tamamen yalnız kalan Abdullah Cevdet 29 Kasım 1932'de öldü.

ABDULLAH HAN

Maveraünnehr bölgesinde kurulan Şeybani Hanedanlığının büyük hükümdarlarından. İsmi, Abdullah bin İskender bin Ebü’l-Hayr’dır. 1533 (H.940) senesinde Aferinkend’de doğdu. Doğduğu zaman babası İskender Han, duasını almak için büyük alim Ubeydullah-ı Ahrar’ın talebesi ve zamanın alimi Hace Kasım Kaşani’ye götürdü. Hace Kaşani, Abdullah Hanın salih bir kişi olması için dua ettikten sonra; “Bu çocuk, ileride büyük bir sultan olacak.” dedi ve belindeki deve tüyünden yapılmış olan kuşağını çıkarıp, Abdullah Hana sardı. Onun, alimler elinde terbiye edilmesini tavsiye etti. Aklı ve zekasının çokluğu, üstün kabiliyeti ile devrin kıymetli alimlerinden ders alarak çok iyi bir şekilde yetiştirildi. Kur’an-ı kerimi, akli ve nakli ilimleri ve devlet idaresini çok mükemmel öğrendi. Babasının, devlet erkanının, alimlerin ve çevresinin takdirini kazandı. İskender Han, oğlu Abdullah’a çok itimad ettiğinden, şehzadeliğinde devlet idaresiyle vazifelendirdi.

Babası tarafından Kermine bölgesine vali olarak tayin edilince, idarecilikteki kabiliyetini ortaya koydu. Bu bölgede ilk işi, topraklarına saldıran çevre beyliklerin hücumlarını önlemek oldu. Taşkent ve Semerkand hakimlerine karşı mücadele etti. Onları tesirsiz hale getirdi. Buhara ve Şehr-i Sebz istikametinde seferler yaptı. Abdullah Han, 1557 senesi ilkbaharında Buhara’yı alıp, payitaht yaptı. Babası, memleketin idaresini Abdullah Hana bıraktı. Babasının vefatına kadar, on üç sene onun namına ülkeyi idare etti. Babasının vefatından sonra Abdullah Han, ülke topraklarını, Kuzey Türkistan’a kadar genişletti. Onun hakim olması ile bu bölgelerdeki halk, sulh ve sükuna kavuştu.

Abdullah Han, sapık Safevilere ve Ruslara karşı, zamanın en büyük devleti Osmanlılarla münasebet kurdu. Hindistan’daki büyük İslam devleti Babürlüler (Gürganiler) ile de dostane münasebetlerde bulunup, müttefik oldular. Özbek Sultanı Abdullah Han ve Osmanlı sultanları, doğu ve batı Türklüğü ile Ehl-i sünnet Müslümanları birbirinden ayıran rafizi Safevileri ortadan kaldırmak istediler. Devrin en mükemmel silah ve tekniğine sahib olan Osmanlılar, Özbeklere ateşli silahlar, teknik alet ve edevat ile bunları kullanacak eleman gönderdiler. Abdulah Hanın Osmanlılardan aldığı teknik yardım, Özbeklerin hakimiyetini kuvvetlendirdi. Bu yardımlarla Safevilere, Rus ve asilere karşı daha da üstün duruma geçti. Ruslara karşı destanlaşan mücadeleler verdi.

Doğu ve Batı İslam alemini birleştirmek, Safevi-İran engelini aşmak ve Rusların Asya’ya yayılmasını önlemek için, Don-Volga kanalını açmaya teşebbüs edildi. Bu kanalla Osmanlılar, Don ve Volga nehirleri vasıtasıyla Hazar Denizine ulaşmak ve Asya’daki Ehl-i sünnet itikadındaki Türkler ile daha yakın münasebet kurmak istiyorlardı. Abdullah Han, 1587 senesinde Osmanlılara elçi göndererek, Ejderhan da denilen Astırhan Hanlığı arazisine sefer tertiplenmesini istedi. Osmanlılar, Ejderhan ve Kazan seferi olarak bilinen seferler düzenlediler. Abdullah Han ise, Rusların; Astırhan ve Hazar Denizindeki faaliyetleriyle, Orta Asya’ya yayılma teşebbüsü ile ciddi şekilde ilgilendi. Tabıl’daki Küçüm Hana maddi ve manevi yardımda bulundu. Başkurdistan’daki Nogaylı Urus Mirza’ya da külliyetli mikdarda yardımda bulundu. Rus aleyhdarı faaliyetleri başlattı. Rusların, daha on altıncı asrın sonlarında Orta Asya’da görünmesinin önüne geçti. İdil Nehrinin doğusundaki bütün memleketleri, Türkistan’ı nüfuzu altına aldı. 1588’de Safeviler üzerine sefere çıkarak Herat’ı fethetti. Sapıkları cezalandırıp, müslümanları rahatlattı. Kendisi Nişapur, Sebzvar ile diğer şehir ve kaleleri fethederken, oğlu Abdülmü’min de, İran’ın Meşhed, İsfehan ve daha bazı mühim şehirlerini zabtetti. 1594 (H.1003) senesi başında İstanbul’a bir elçi gönderip, muvaffakiyetlerini halife-i müslimine arz etti. Osmanlılar da, Abdullah Hana bir elçilik hey’eti ile birlikte, teknik yardım ve eleman gönderdiler. Abdullah Han 1595 (H.1004) senesinde, Semerkand’da 62 yaşında iken vefat etti. Kırk beş senelik hükümdarlığının; on üç senesinde babasının yerine, otuz iki senesinde de kendi namına icraatta bulundu.

On altıncı asırda Maveraünnehr ve Türkistan’da en büyük Özbek hanı olan Abdullah Han, memleket içinde merkeziyetçi bir idare, dışarda da güçlü ittifak sistemleri kurdu. Maveraünnehr’e sulh, sükun ve huzur getirdi. Adaleti ve refahı sağladı. İmara ehemmiyet verdi. Yaptırdığı cami, medrese, han, hamam, hastahane ve su sarnıçlarının sayısı bine ulaştı. Kermine ve Murata taraflarındaki çorak sahaları sulayarak, imar etti. Zerefşan ve Kaşka Derya’daki köprüleri yaptırdı. Ziraat gelişip, tahıl, meyve, sebze ve bilhassa pamuk istihsali arttı.

Abdullah Han, halkın hem eğitim ve öğretimi, hem de refahı için büyük gayret sarfetti. Zamanında, medreseler, talebeler ile dolup taştı. Medreselerin ihtiyaçları, vakıflar tarafından karşılanırdı.

Medreselerde yetiştirilen tasavvuf ehli alimleri imar edilen yerlere iskan ederek, o mahallin, maddi ve manevi bakımdan kalkınmasını sağladı. Belh şehri çok mamurlaşıp, nüfusu arttı. Yeni mahaller kuruldu. Etrafı surlarla çevrildi. Başşehir Buhara, yol ağı ile örüldü. Kara ve deniz yoluyla, dünyanın her tarafıyla irtibat kuruldu. Buhara-Rusya, Belh-Hindistan ve daha başka ticaret merkezleriyle, ülkelerarası, deniz aşırı memleketlerle ticaret yapıldı. Bilhassa Özbekler ile Babürlüler arasındaki ticaret yolu emniyet altına alınıp, her mevsim, kervanlar çalışır hale geldi. Edres, kamka, kendek, kitat, zendeni adı verilen kumaşlar ihraç edilip; çay, baharat, deri, kösele, mutfak ve ev eşyası, süs eşyası, ateşli silahlar, Frenk kumaşları ithal edildi. Malların toplanıp mahzenlenmesi ve pazarlanması için, Maveraünnehr tam bir ticaret merkezi haline geldi.

Devrin evliya ve alimlerine, maddi ve manevi imkanlar sağladı. Arazi verdi. İslamiyetin yayılması için, Sibirya dahil, çevre memleketlere rehber alimler gönderdi. Maveraünnehr, Türkistan, Horasan ve havalisinde Ehl-i sünnet itikadının yayılması için çalıştı. Memleketinde medfun bulunan kıymetli şahsiyetlerin ve Belh’de medfun Eshab-ı kiramdan Ukaşe bin Muhsan’ın (radıyallahü anh) kabrini muhteşem bir şekilde imar ve tezyin ettirdi. Hace Ebu Nasr Parisa hazretlerinin de kabrini yaptırdı.

ABDULLAH REFET BEY

On sekizinci yüzyıl Osmanlı şair ve hattatlarından. İsmi, Abdullah Refet olup, babası Rami Mehmed Paşadır. İstanbul’da doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1774 (H. 1157) tarihinde hac dönüşü Vadi-i Fatıma denilen yerde vefat etti.

Abdullah Refet Bey, küçük yaşta ilim tahsiline başlayıp, Osmanlı terbiyesi ile büyüdü. Önce Çinicizade Abdurrahman Efendiden sülüs ve nesih yazıyı öğrendi. Sonra zamanının en değerli hattatlarından Mehmed Rasim Efendiden hüsn-i hattın (güzel yazının) inceliklerini tahsil ederek icazetname aldı. Kırma ta’lik, divani ve siyakat yazılarında eşsiz hüner sahibi oldu. Nevşehirli İbrahim Paşanın oğlu Mehmed Paşanın Divan Efendiliğinde, Divan-ı hümayun kaleminde bulundu. Yeniçeri katibi oldu. Sürre eminliği, her sene Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevverede oturan seyyidlere, şeriflere ve ileri gelenlere dağıtılmak üzere Osmanlı padişahları tarafından gönderilen para ve hediyelerin dağıtılma vazifesiyle hacca gitti. Emanetlerin yerine ulaşmasını sağladı. Dönüşünde yolda vefat etti.

ABDULLAH ZÜHDİ

Gazeteci, yazar. 1869’da İstanbul’da doğdu. 1890’da İstanbul’da Galatasaray Sultanisini bitirdi. Saadet Gazetesinde yazılar yazdı. Tarik, Tercüman-ı Hakikat, İkdam ve Sabah gazetelerinde çalıştı ve yazıları yayınlandı. Maarif Nezaretinde vazife aldı. 1897 Türk-Yunan Savaşında Dömeke’ye doğru yürüyen Türk ordusu içinde gazete muhabirliği yaptı. 1908’den sonra Yeni Gazeteyi çıkardı. Ali Kemal’den sonra Sabah’ın baş muharrirliğini yaptı. 1920’de Matbuat Umum Müdürü oldu. Ömrünün sonuna doğru, Bab-ı Ali ile bütün münasebetlerini keserek antikacılıkla uğraştı. 1925’te İstanbul’da öldü.

Abdullah Zühdi, eserlerindeki kahramanlığı, işlediği konular, dil ve üslubu, anlatım tekniği ve anlattığı muhitler açılarından zaman zaman Tanzimat yazarlarına benzemekte, zaman zaman da Servet-i Fünun topluluğunun realizmi edebi dava yapan bir mensubuymuş gibi davranmaktadır. Servet-i Fünunun dışında kalan edebiyatçılarla (Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi, Vecihi gibi) ortak yanları vardır ve çok yönlü bir edib ve gazetecimizdir.

Eserleri:

Güller, Dikenler (roman, 1896), Rehgüzar-ı Matbuatta (hikaye, 1896), Şanlı Asker (roman, 1897), Bir Gece (roman, 1898), Bahr-i Müncemid-i Cenubide (roman, 1904) adlı eserleri dışında kalan beş telif ve değişik dillerden tercüme on yedi eseri daha bulunmaktadır.

ABDULLAH ZÜHDİ EFENDİ

Osmanlıların son devrinde yetişen meşhur hattatlardan. İsmi, Abdullah Zühdi’dir. Babası, 1835 (H. 1251) senesinde Şam’dan Kütahya’ya gelen Temim-i Dari sülalesinden Nabluslu Abdülkadir Efendidir. Bu sebeple yazılarının altına;" Abdullah Zühdi min Sülaleti Temim-i Dari" yazardı. Şam’da doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1878 (H. 1296) tarihinde Mısır’da vefat etti. Kurafe Kabristanında İmam-ı Şafii’nin (rahmetullahi aleyh) kabri civarına defnedildi.

Abdullah Zühdi Efendi, Kütahya’dan İstanbul’a geldikten sonra önce Eyyub Türbedarı Reşid Efendiden, sonra zamanının büyük hattatı Kazasker Mustafa İzzet Efendiden sülüs ve nesih öğrendi. Nuruosmaniye Mektebine ve Mühendishane-i Berr-i Hümayuna yazı muallimi tayin edildi.

Sultan Abdülmecid Han zamanında Hicaz’da yeniden tamir edilen Harem-i şerifin kitabelerini yazmak için 1858 tarihinde hattatlar arasında açılan müsabakada, kendisi de hattat olan Sultan Abdülmecid Han yazıları gözden geçirirken Abdullah Zühdi Efendinin hattına hayran kaldı ve saraya davet ederek; “Allahü teala feyzini müzdad etsin. Sana kayd-ı hayat şartı ile yedi bin beş yüz kuruş maaş tahsis ettim ve seni Harem-i şerifin yazılarını yazmaya memur ettim.” buyurdu ve Mecidi nişanı ile taltif etti. Bu muvaffakiyet ve padişahın fevkalade alakası henüz pek genç olan Abdullah Zühdi Efendinin en meşhur hattatlar arasına girmesine sebeb oldu.

Abdullah Zühdi Efendi bu şerefli vazifeyle Hicaz’a gitti. Sultan Abdülmecid Hanın vefatına kadar Medine-i münevverede kalarak Mescid-i Nebevi’nin tamir edilen kısımlarını güzel yazılarıyla süsledi.

Abdullah Zühdi Efendi daha sonraları İstanbul’a döndü. Oradan Mısır’a gitti. Hidiv İsmail Paşa ile tanıştı. Paşa, kendisine çok itibar etti. “Mısır Hattatı” ünvanı ile vazife verdi. Mısır’da cami ve resmi dairelerin kitabelerini yazdı. Mekteplerde hat hocalığı yaptı. Celi ve sülüs tarzında pek çok eserler bıraktı. Mısır’da yetişmiş hattatlardan pek çoğu Abdullah Zühdi Efendinin talebesidir. Devrin vezirlerinden İbn-ül-Emin Hasib Paşaya bir tek mushaf-ı şerif yazmıştır. Paşa’nın terikesinde (mirasında) bu mushaf-ı şerifin 300 altına satıldığı rivayet edilmektedir.

ABDULLAH-I DEHLEVİ

Hindistan'da yetişen alimlerin ve evliyanın büyüklerinden. İnsanlara hak yolu anlatan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen büyük alim ve velilerin yirmi sekizincisidir. Peygamber efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Gulam-ı Ali diye bilinir. Babasının ismi Abdüllatif'tir. 1745 (H. 1158)te Hindistan'ın Pencap eyaletinin Bitale kasabasında doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi'de vefat etti.

Babası Abdüllatif Efendi, rüyasında hazret-i Ali'yi görerek onun emri ile adını Ali koydu. Annesi ise Abdülkadir-i Geylani'yi gördüğünden dolayı Abdülkadir koydu. Fakat kendisine rüyasında Peygamber efendimizin Abdullah diye hitab etmesi üzerine Abdullah diye meşhur oldu. Küçük yaşta dini ilimleri öğrenmeye başladı. On üç yaşına geldiğinde, babası onu Delhi'ye götürüp Nasırüddin Kadiri hazretlerinden ilim öğrenmesi için çalıştı. Ancak o sırada Nasirüddin Kadiri vefat ettiği için görüşmek mümkün olmadı. Delhi'de Abdülaziz Dehlevi, Hace Zübeyr gibi bir çok alimden tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerini öğrenip, yüksek derecelere ulaştı. Yirmi iki yaşına geldiği zaman, zamanın en büyük alim ve velisi Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerini tanıdı. Kendisine talebe olmak istediğini bildirince; "Oğlum seni kabul ettim. Yalnız bizim yolumuz tuzsuz taş yalamak gibidir. Siz daha çok zevk verecek başka bir yola başvurunuz." dedi. Abdullah-ı Dehlevi; "Ben de tuzsuz taş yalamayı çok seviyorum." diye cevab verdi. Bunun üzerine Mazhar-ı Can-ı Canan onu kabul etti ve Nakşibendiyye yolunun edeplerini öğreterek tasavvufda kemale ulaştırdı. İlim ve tasavvufta yüksek derecelere ulaşınca Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri ona mutlak icazet (diploma) verdi ve talebe yetiştirmekle vazifelendirdi. Abdullah-ı Dehlevi, hocasının vefatından sonra talebe yetiştirmeye başladı. Alim ve salihlerden yüzlerce kimse gelip onun ilim meclisiyle ve sohbetiyle şereflendi. Bunların en başta geleni Bağdat'tan gelen Mevlana Halid hazretleridir.

Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin cömertliği dillere destandı. Talebelerinin bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılardı. Hayası o kadar çoktu ki, insanlarla göz göze gelmemeye çalışırdı. Merhamet sahibi olup, kendine kötülük yapanlara bile dua ederdi. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli olur korkusuyla mübahların (izin verilenlerin) fazlasını terk eder, dünyaya meyl etmezdi.

Sabah namazından ikindiye kadar tefsir, fıkıh ve hadis ilimlerini, ikindiden sonra, tasavvuftan Mektubat-ı Rabbani, Avarif-ül-Mearif, Risale-i Kuşeyriyye gibi eserleri okutur ve açıklardı. Pekçok kerametleri görülmüş olan Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin duası bereketiyle pekçok kimse muradına arzusuna kavuşur, hastalıklardan şifa bulurdu. Dillerde dolaşanlar toplansa ciltler doldurur. En meşhurlarından birkaçı şunlardır:

Talebelerinden Mevlevi Kerametullah, zatülcenb hastalığına yakalanmıştı. Abdullah-ı Dehlevi elini hastanın üzerine temas ettirdi ve hastalık, Allahü tealanın izniyle hemen geçti.

Bir gün Delhi'de, kıtlık, kuraklık oldu. Abdullah-ı Dehlevi hazretleri mescidin avlusuna çıkıp, kızgın güneşin altında oturdu ve ; "Ya Rabbi, Rahmetini istiyoruz. Yağmur yağdırman için yalvarıyoruz" diye dua etti. Bir saat sonra yağmur yağdı.

Abdullah-ı Dehlevi hazretleri binlerce alim ve evliya yetiştirdi. Bunların en meşhurları; Mevlana Halid-i Bağdadi, Ebu Sa'id Faruki, Mevlana Beşaretullah gibi zatlardır.

Allahü tealanın azabından çok korkardı. Buyururdu ki:

"Bir kere Cehennem azabı korkusu beni kapladı. Günlerce ağladım. O günlerde Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyada gördüm. Buyurdu ki: "Sen bizi seviyorsun. Bizi seven Cehennem'e girmez."

Basur hastalığından 82 yaşında vefat etti. Vefatı esnasında, cenazesi taşınırken, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin aşağıdaki beyitlerinin okunmasını vasiyet etti:

Huzuruna müflis olarak geldim.

Yüz güzelliğinden bir şey isterim.

 

Şu boş zembilime elini uzat,

O mübarek eline güvenirim.

 

Kerimin önüne azıksız geldim,

Ne iyiliğim var ne doğru kalbim.

 

Bundan daha çirkin, bir şey olur mu?

Azık götürürsün, o ise kerim. 

Abdullah-ı Dehlevi buyurdular ki: "Dünya sevgisi, bütün kötülüklerin, günahların başıdır. Günahların başı da küfürdür."

"Nefsinin arzularına tabi olan, Allahü tealaya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tabi isen onun kulu olursun."

Eserleri:

Makamat-ı Mazhariyye: Üstadı Mazhar-ı Can-ı Canan'ı anlatan en güzel eserdir. Mekatib-i Şerife: Çeşitli yerlere yazdıkları mektupları ihtiva eder. Dürr-ül-Mearif: Sohbetlerini ihtiva eder. Her üçü de İstanbul'da İhlas Vakfı tarafından neşredilmiştir.

ABDULLAH-I ENSARİ

Tefsir, hadis, fıkıh alimlerinden ve evliyanın büyüklerinden. İsmi Abdullah, babasının ismi Ebu Mansur Muhammed bin Ali el-Ensari el-Hirevi, künyesi Ebu İsmail'dir. Eshab-ı kiramdan Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari'nin soyundandır. 1006 (H. 396) senesinde Herat'ta doğdu, 1088 (H. 481)de orada vefat etti.

Dört yaşındayken ilim öğrenmeye başladı. Dokuz yaşından itibaren Kadı Ebü'l-Mansur ve Caruzi'nin derslerine devam etti. Zamanının diğer alimlerinden çeşitli ilimleri tahsil etti. Gece-gündüz ilim tahsiliyle uğraştı. Geceleri kandil ışığında hadis-i şerif yazardı. Hadis-i şerif toplamak için çeşitli şehirlere gitti. Üç yüz hadis aliminden hadis dinledi. 300.000 hadis-i şerifi ezbere bilirdi. Hace Yahya İmari'den tefsir okudu. Ebü'l-Hasan Harkani'nin sohbetlerinde bulundu ve tasavvufta yetişti. Şeyhülislam idi. Büyük alim ve veli olup, pekçok kerametleri görüldü. Vaz ve derslerinde Ehl-i sünneti müdafaa eder, mezhepsizlik ve bid'atlerin kötülüğünü anlatırdı. Allahü tealanın rızasına kavuşturan yolda yürümek isteyenlerin evliyaya ve hakiki din alimlerine çok bağlı olmasını isterdi. O büyüklere dil uzatanların zavallılıklarını her defasında ifade eder ve; "Ya Rabbi! Her kimi felakete düşürmek istersen onu İslam alimleri üzerine atarsın. Ya Rabbi! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan sana kavuşuyor ve sana kavuşamayan onları tanımıyor." buyururdu.

Kendisinden Ebü'l-Vakt Abdülevvel, Ebü'l - Feth Nasr bin Seyyar gibi alimler ilim öğrendi.

Abdullah-ı Ensari'nin güzel sözlerinden bazıları şunlardır:

"Malı seviyorsan yerinde kullan ki, sana sonsuz arkadaş olsun. Sevmiyorsan ye de yok olsun."

"Sabır; nefsi istenilmeyen bir şeyden, dili şikayetten alıkoymaktır. Sabır üç derecedir: Birincisi, Allahü tealanın nimetlerini ve azabını düşünerek günah işlemekten kaçınmaktır. İkincisi ibadete ihlas ile ve şartlarını yerine getirerek devam etmeye sabretmektir. Üçüncüsü de belalara sabretmektir."

Eserleri:

Menazil-üs-Sairin (Tasavvufa dairdir), Şems-ül-Mecalis, Envar-üt-Tahkik, Tefsir-ül-Kur'an, Hulasa fi Şerh-i Hadis, Şerh-ut-Tearrüf li-Mezhebi Ehl-it-Tasavvuf, Menakıb-ı İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Tabakat-üs-Sufiyye.  Molla Cami bu son eserden istifade ederek Nefahat-ül-Üns kitabını yazmıştır.

ABDULLAH-I İLAHİ

Anadolu'da yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Abdullah'tır. Molla İlahi, Şeyh-i Simavi olarak da bilinir. O zamanki Germiyan vilayetinin (Kütahya'nın), Simav kasabasında doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1490 (H. 896) senesinde Rumeli Vardar Yenicesi'nde vefat etti. Kabri oradadır.

İlk öğrenimini doğum yerinde yapan Abdullah-ı İlahi daha sonra İstanbul'a giderek Zeyrek Medresesine girdi. Zamanın en meşhur alimlerinin derslerinde bulundu. Hocası Alaüddin Ali Tusi ile birlikte İran'a gitti. Kirman'da hocasının ve diğer alimlerin derslerine devam etti. Daha sonra Semerkand'a gidip devrin en meşhur velisi, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine talebe olup, onun sohbetlerinde bulundu ve tasavvufta yetişti. İcazet (diploma) aldıktan sonra hocasının işaretiyle Buhara'ya gitti. Şah-ı Nakşibend hazretlerinin kabrini ziyaret edip, burada bir yıl kaldı. İbadetle meşgul oldu. Sonra Semerkand'a dönüp hocasının sohbetlerine devam etti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri onu Anadolu'ya gitmek üzere vazifelendirdi. Yolda zamanın evliyasından Molla Abdurrahman Cami ile görüştü. Sonra memleketi olan Simav'a yerleşerek bir dergah kurdu. İnsanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını anlattı. Etrafına pekçok alim ve talebe topladı. Şöhreti kısa zamanda etrafa yayıldı. Osmanlı veziri ve kazasker Manisalı Çelebi Muhyiddin Efendinin ısrarı üzerine İstanbul'a gitti. Zeyrek Camiinin medresesine yerleşti. İstanbul’daki evliyanın büyüklerinden Şeyh Vefa ile görüştü. Bir müddet Zeyrek Camii Medresesinde ilim öğrettikten sonra Evrenoszade Ahmed Beyin isteği üzerine, yerine talebesi Seyyid Ahmed Buhari'yi bırakarak Vardar Yenicesi'ne gitti. Ömrünün sonuna kadar burada kalıp, insanlara İslam ahlakını öğretmekle meşgul oldu.

Emir Ahmed Buhari, Müslihiddin Tavil ve Abid Çelebi gibi büyük alimler yetiştiren Abdullah-ı İlahi, ilim ve ahlakta yüksek bir zat idi. Herkesin gönlünü alırdı. Sohbette bulunanlardan birinin bir sıkıntısı olsa onun halini bilirdi. Alçak gönüllü idi. Küçük-büyük, fakir-zengin, yanına kim gelse ayağa kalkardı.

Eserleri: Abdullah-ı İlahi'nin en meşhur eserleri şunlardır:

1) Keşf-ül-Varidat li Talib-il Kemalat ve Gayet-id-Derecat, 2) Meslek-üt-Talibin vel-Vasilin (Tasavvufi bir eser olup, Türkçe yazılmıştır.), 3) Zad-ül-Müştakin (Tasavvuf ıstılahlarıyla ilgili bir eserdir.), 4) Esrarname, 5) Risale-i Vücud (Vahdet-i vücud mevzuu ile ilgilidir, Arapçadır.), 6) Risale-i Ehadiyye, 7) Menazil-ül-Kulub. Ayrıca, Kenz-ül-Esrar, Necat-ül-Ervah, Risale-i Molla İlahi veya Risale-i Es'ile ve Ecvibe ve Mi'raciyye adlı eserler de Molla İlahi'ye nisbet edilmektedir.

ABDURRAHMAN - 1

Endülüs Emevi Devletinin kurucusu. 731 (H.113)de Şam’da doğdu. Emevi halifelerinden, Hişam’ın torunudur.

Emeviler yıkılıp, idare Abbasilere geçince kaçarak beş sene kendisini gizledi. Bu süre zarfında Filistin, Mısır ve Afrika’da kendisine taraftar bulmaya çalıştı. Sonra Mısır yoluyla Fas’a ve oradan Endülüs’e geçti. Burada Berberi Zenata kabilesi ile Yemen’den gelip yerleşen kabileleri etrafında topladı.

756 senesinde Endülüs Valisi Yusuf el-Fihri’yi yenerek idaresine son verdi. Kurtuba’yı merkez yapıp orada yerleşti. Emir ünvanını alarak istiklalini ilan etti.

Memlekette asayiş ve güveni yerleştirdi. Tarım ve sanayii geliştirdi. Ticaret filosu kurarak İstanbul’a kadar ticari münasebetler kurdu. Camiler, yollar ve surlar yaptırdı.

Bu gelişmelerle beraber içte ve dışta bir çok ayaklanmalar oldu. İlk defa Fihriler ayaklandı. Fihrilerle yaptığı El-Musara Savaşında galib geldi. Bu sırada Abbasi halifesi Mansur, Abdurrahman-I’in üzerine bir ordu gönderdi. Abdurrahman-I, bu orduyu da yendi. 769 senesinde büyük bir Berberi ayaklanmasını bastırdı ve Endülüs’te iç huzuru sağladı.

777’de Frank İmparatoru Charlemagne, Pirene Dağlarını aşarak Endülüs üzerine sefere çıktı. Ancak ülkesinde karışıklıklar yüzünden bir netice elde edemeden geri döndü. Abdurrahman-I, Frankların bu hareketi üzerine 783’te onların müttefiki olan Saragossa Hakimi Hüseyin bin Yahya’yı cezalandırmak için sefere çıktı ve kendisini yakalatarak şiddetle cezalandırdı.

Abdurrahman-I’i en çok meşgul eden isyan; Şakya el-Berberi’nin Endülüs’te Fatımilerin desteğinde şii bir devlet kurmak maksadıyla yaptığı ayaklanmadır. Bu ayaklanma on sene süren bir mücadeleden sonra bastırıldı.

Emir Abdurrahman’ın kurduğu devlet, zamanla önemli büyük bir kültür, medeniyet ve ilim merkezi oldu. Avrupa’nın aydınlanması, fen ve teknolojide ilerlemesi, buradan aldığı kültür ve ilim sayesinde gerçekleşti. İslam dini İspanya’dan Avrupa’ya yayıldı.

Yumuşak huylu ve sabırlıydı. İlmi çok, fikrinde isabetli ve çabuk kavrayışlıydı. Çok temkinli olup, hareketlerinde seri ve kararlarını uygulamakta sertti. İşlerinde istişare eder, başkasına bırakmazdı. Rahatına düşkün değildi. Cesur ve atılgandı. Fakat ferdi, taşkın hareketlerden uzaktı. Edebiyata meraklı olup, kuvvetli bir şair ve hatipti. Cömert, tatlı dilli ve güler yüzlüydü. Beyaz elbise giymeyi ve başına sarık sarmayı severdi. Cenaze namazlarında bulunur, Cuma ve bayram namazlarında hutbe okurdu. Hastaları ziyaret eder, halkın arasına sık sık çıkarak onlarla görüşüp sohbet eder, dertlerini dinlerdi. İslamiyete tam uyar, haramlardan, dinin yasakladığı şeylerden son derece sakınırdı.

ABDURRAHMAN - 2

Endülüs Emevi Devletinin dördüncü sultanı. 792 (H.176) senesinde Tuleytula’da doğdu. Babası Birinci Hakem’in vefatı üzerine 23 Mayıs 822 tarihinde otuz yaşında tahta çıktı.

İlk olarak iç isyanları ve karışıklıkları bastırdı. Sonra fetih ve gaza hareketlerine girişen Sultan Abdurrahman, ilk altı sene İspanyollara karşı, Kuzey Endülüs bölgelerine sefer yaptı. Frank topraklarında ilerliyerek, Narbon’a kadar fethetti.

826 senesinde yerli Berberiler ve gayri müslimler tarafından Takoronna şehrinde Tusil isminde bir Berberinin liderliğinde yapılan isyanı; Ganim komutasında gönderdiği bir ordu vasıtasıyla bastırdı. 844 senesinde Endülüs sahillerine saldıran Normanları büyük bir bozguna uğrattı. 848'de Mayorka Adasında oturan halkın çıkardığı isyanı bastırmak üzere üç yüz gemilik bir filo gönderdi. İsyan, ada fethedilerek bastırıldı. Böylece memleket sükun ve huzura kavuşturuldu. Kaleleri tekrar tamir ve inşa ettirdi. Bir tersane yaptırarak denizciliği geliştirdi.

Sultan Abdurrahman, otuz senelik iktidarı boyunca, memleketi adaletle yönetti. Müslümanlar ve gayri müslimler rahat içinde yaşadılar. Memleket imar edildi. Şehirlere su getirildi. Bilhassa adliye, vezirlik, hazine, maliye ile ilgili hizmetlere tayin olunacak kimselerin tesbitinde çok hassas davranırdı. Kadıların, alim, faziletli, dinin emirlerine uyan ve adaletli olanlarını tayin ederdi.

Kendisi mührüne şu yazıları yazdırmıştı: “Allahü tealaya kulluk eden ve O’nun hükümlerine razı olan, devletini halkı için yöneten hükümdarın mührü.”

Sultan Abdurrahman, 851 (H.237) senesinde Kurtuba’da vefat etti. Vefatından sonra daha önce veliahd tayin ettiği oğlu Muhammed tahta geçti.

ABDURRAHMAN - 3

Endülüs Emevi Devletinin en büyük hükümdarı ve ilk halifesi.

891 (H. 278) yılı Ramazan ayında Kurtuba’da doğdu. Küçük yaşta babasını kaybetti. Dedesi Abdullah bin Muhammed onu yanına alarak sarayda terbiye edip büyüttü. Üçüncü Abdurrahman zeki, cesur, kültürlü, cömert, hoş görülü ve sağlam bir iradeye sahib olarak yetişti.

Üçüncü Abdurrahman tahta çıktıktan sonra, yarı bağımsız durumda olan prenslikleri ortadan kaldırdı. Başta Hafsoğulları ayaklanması olmak üzere, çıkan bütün isyanları bastırdı. Merkezi idareyi kuvvetlendirdi. Devletin posta, ordu, emniyet ve maliye gibi teşkilatını yeniden ele alıp, düzenledi. İnsanların her bakımdan rahat ve huzur içinde yaşamaları için gayret sarf etti.

Üçüncü Abdurrahman, içteki birliği sağladıktan sonra, her yıl sınırlarındaki hıristiyan krallıkların politik tutumlarını dikkatle takibe başladı. Devleti için en büyük tehlike kaynağı Leon Krallığı idi. İkinci Ordono’nun 913 yılında Müslüman topraklarına karşı hücumu ve Talevera’yı alarak halkını kılıçtan geçirmesi, büyük üzüntüye sebeb oldu. Bu olay üzerine Sultan, Ahmed bin Muhammed kumandasında kuvvetli bir orduyu Leon topraklarına gönderdi. Bu ordu Leon Krallığı topraklarına şiddetli baskınlar düzenledikten sonra geri döndü. 920’de bizzat sefere çıkan Abdurrahman, Osma ve San Esteban de Gormaz kalelerini ele geçirdi ve ardından birleşik Leon ve Navarra ordularını büyük bir bozguna uğratdı. 924 yılında Navarra’ya bir sefer daha düzenleyerek Pamplona’ya girdi. Bu olayı takib eden yedi yıl süresince Leon Kralı İkinci Ramiro’nun tahta çıkışına kadar Üçüncü Abdurrahman, topraklarında hiç bir saldırıya maruz kalmadı.

Öte yandan İspanya’da gizlice çalışmalarına rağmen kendilerine oldukça büyük sayıda tarafdar toplayan şii-Fatımiler, geniş bir propagandaya girişmişlerdi. Bunlar hemen hemen Sultan’ın aile çevresine kadar etki etmeye başlamışlardı. Fatımilerin bu faaliyetleri üzerine Kurtuba’da sünni Müslümanların reisi durumundaki Üçüncü Abdurrahman, bunların Kuzey Afrika’daki hakimiyetlerine son vermek gayesiyle harekete geçti. Güçlü donanmasını göndermek suretiyle Fatımilerin önemli sahil şehirlerini bombardıman ettiren Sultan, ayrıca yöredeki sünni aşiret ve boyları destekleyerek bir dizi ayaklanma başlattı. 931 yılında Cauta şehrini Fatimilere karşı üs olarak kullanmak gayesiyle tahkim ettirdi.

Üçüncü Abdurrahman, 928 yılında Halife, Emiri’l-mü’minin ve En-Nasır Lidinillah (Allah’ın dinine yardım eden) ünvanlarını aldı. Halife Abdurrahman en-Nasır gücünün ve şöhretinin zirvesindeyken 15 Ekim 961 (2 Ramazan 350)de Kurtuba’da vefat etti.

Tahta geçtiği andan, ölümüne kadar yaklaşık yarım asırlık devrede büyük bir devlet meydana getirmeye çalıştı ve bunda başarılı oldu. Kurtuba’da bütün iç savaşlara, Arap kabilelerinin rekabetine ve birbiriyle devamlı sürtüşen etnik gruplara rağmen haleflerine zengin ve huzurlu bir ülke bıraktı. Sadakatsizlik gösterenleri silah kuvvetiyle yola getirdi. Fatimi tehlikesini soğukkanlılıkla ve usta bir siyasetle bertaraf etmeyi bildi. Kurtuba bir ilim ve kültür merkezi haline geldi.

Üçüncü Abdurrahman hırslı, azimli, çevresiyle istişare eder, özellikle edebiyatçı ve hukukçulara değer verirdi. Dini vecibelerini eksiksiz yerine getirirdi. Alimlere ve ilim ehline büyük yardım ve ihsanlarda bulunmayı adet haline getirmişti. Ayrıca başta Kurtuba olmak üzere ülkenin her tarafını cami, mescid, medrese, han, hamam ve çeşme gibi eserlerle süslemişti.

ABDURRAHMAN ARVASİ

Doğu Anadolu'da yetişen evliyanın büyüklerinden. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) soyundan olup, seyyiddir. Seyyid Abdullah'ın oğludur. Van'ın Müküs (Bahçesaray) kazasına bağlı Arvas köyündendir. On sekizinci (hicri on üçüncü) asırda yaşamıştır. Kabri Hoşab  (Güzelsu)dadır.

Babası, henüz o doğmadan vefat etmiş olan Abdurrahman Arvasi'nin yetişmesine annesi çok ihtimam gösterdi. Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başladı. Yedi-sekiz yaşlarına geldiği zaman Arabi ilimlerde geniş bilgi sahibi oldu. Biraz büyüyünce, babasının talebeleri kendisini babası yerine koyup ondan okudular. Din ve fen ilimlerinde daha yüksek derecelere ulaştı. Ömrünü ilim ve tasavvufun yayılması için harcayan Abdurrahman Arvasi "Alim-i Arvasi", "Havas ve Avamın Mürşidi" yahud "Kutb-i Arvasi" diye meşhur oldu. Bir medrese ve bir dergahı Arvas'ta, bir medrese ve bir dergahı Hoşab'da olmak üzere iki medrese ve iki dergahı vardı. İstanbul, Mısır, Irak, Hicaz ve diğer yerlerde çözülemeyen meseleler onda hallolurdu. Abdurrahman Arvasi, Sultan İkinci Mahmud Han-ı Adli'nin iltifat ve ihsanlarına kavuştu. Kadiri ve Çeşti yollarında talebe yetiştirir,  binlerce halk aşığı sohbetine gelir istifade ederlerdi. Nasihat ve irşad için uzak memleketlere mektuplar gönderirdi. Pekçok kerametleri görülmüştü.

Bir gün hanımı, Seyyid Abdurrahman Arvasi hazretlerine; "Efendim, gelenimiz, gidenimiz çok. Beylerin, paşaların, havassın ve avamın hanımları da geliyorlar. Büyük bir kapıya geldiklerini bildiklerinden, çeşitli elbiseler ve kıymetli entariler giyiyorlar. Benim üstümde ise sadece bu entari durur. Mümkünse bir entari daha yaptırsanız da arada bir onu giysem." dedi. Seyyid Abdurrahman Arvasi; "Sen git mutfağında teknedeki hamurla meşgul ol." buyurdu. Tekneyi hamurla değil altınla dolu buldu. Koşup efendisine geldi. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da; "Beni affet, bundan sonra senden bir şey istemeyeceğim." deyip özür diliyordu.

Seyyid Molla Abdullah, Hacülharemeyn, Seyyid Molla Lütfullah, Seyyid Molla Efendi, Seyyid Molla Muhammedzade, Seyyid Molla Ubeyd, Seyyid Molla Abdülhamid, Seyyid Şeyh Muhammed, Seyyid Tahir, neslini devam ettiren oğullarıdır.

ABDURRAHMAN BİN AVF

Eshab-ı kiramın büyüklerinden. Cennet'le müjdelenen on kişiden ve ilk Müslüman olan sekiz kişiden biri. Babasının ismi, Avf bin Abd-i Avf, annesinin ismi Şifa binti Avf'tır. Soyu, dedelerinden Kilab bin Mürre'de Resulullah efendimizle birleşmektedir. Müslüman olmadan önce ismi Abd-i Amr, Abdülkabe veya Abdülharis idi. Müslüman olduğu zaman Peygamber efendimiz tarafından Abdurrahman olarak değiştirildi. Fil Vak'asından on yıl sonra 580 senesinde Mekke'de doğdu, 651 (H. 31)'de Medine-i münevverede vefat etti.

Hazret-i Ebu Bekr'in teşvikiyle Müslüman olan Abdurrahman bin Avf, Müslüman olmadan önce ticaretle meşgul olurdu. Müslüman olduktan sonra müşriklerin (puta tapanların) çeşitli zulüm ve işkencelerine maruz kaldı. İlk defa Habeşistan'a, sonra da Medine-i münevvereye hicret etti. Peygamber efendimizin bütün gazalarında bulundu. Uhud Muharebesinde 20 yerinden yaralandı. Bu yaralarından birisi sebebiyle ayağı topal kaldı. Ayrıca 12 dişi kırıldı. Peygamber efendimiz onu Medine'de Sa'd bin Rebi ile kardeş yaptı. Sa'd bin Rebi ona malının yarısını teklif etti ise de, bu teklifi kabul etmedi. Medine'nin Kaynuka Çarşısında ticaret yaparak kısa zamanda çok zengin oldu. "Taşa uzansam, o taşın altında ya altına veya gümüşe rastladığımı görürüm." buyururdu.

Abdurrahman bin Avf, Resulullah'ın sağlığında Allah yolunda çok mal harcadı. Uhud Savaşı esirlerinden 31 tanesinin fidyelerini ödeyerek azad ettirdi. Muhtaçlara 40 bin dirhem altın ve Tebük Seferi için 500 at ve 500 yüklü deve verdi.

Tebük Gazasından dönüşte Resulullah efendimiz bir yere gitmişlerdi. O sırada Eshab-ı kiram sabah namazı geçiyor diye Abdurrahman bin Avf'ı imamete geçirdiler. Peygamber efendimiz gittikleri yerden dönerek ikinci rek'atte ona uydular ve namazdan sonra; "Bir peygamber salih bir kimsenin arkasında namaz kılmadıkça ruhu kabz olunmaz." buyurarak, Abdurrahman bin Avf'ın kıymetini ifade ettiler.

Dumet-ul Cendel'e giden orduya, Resulullah'ın emriyle kumandanlık yaptı. Resulullah'ın vefatından sonra Eshab-ı kiramın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) müşküllerini hallederdi. Hazret-i Ebu Bekr ve hazret-i Ömer zamanlarında şura (danışma) üyesiydi. Ticareti de elden bırakmazdı. Hazret-i Ömer vefat ederken halifeliğe aday gösterdiği 6 kişiden biriydi. Bu adaylar arasında kendi hakkından feragat ederek (vaz geçerek) hakem oldu. Hazret-i Osman halife seçildi ve ilk önce kendisi biat etti. Hazret-i Osman zamanında sakin bir hayat yaşayan Abdurrahman bin Avf 651 (H. 31)de 75 yaşındayken vefat etti. Cenaze namazını halife hazret-i Osman kıldırdı. Cennet-ül-Baki Kabristanına defnedildi.

Çok cömert ve hayırsever bir zat olan Abdurrahman bin Avf, Peygamber efendimizin zamanında üç defa malının yarısını Allah yolunda verdi. Birinci defasında dört bin, ikinci defasında kırk bin dirhem ve üçüncü defasında kırk bin altın tasaddukta bulundu. İri yapılı, beyaz tenli, güzel yüzlü olup, sevimli idi. Her halinde ve işinde Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı olan Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh, Resulullah'ın feyz ve ilminden çok istifade etmiş, fazilet ve kemalat itibariyle yüksek dereceye kavuşmuştu. Allah korkusu, Resulullah sevgisi, doğruluk, iffet ve şefkatle doluydu. Dünya malına ve servetine hiç değer vermezdi. 65 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Bazı büyük sahabiler kendisinden hadis-i şerif rivayetinde bulunmuşlardır.

Cennet'le müjdelenenlerdendi. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem onun hakkında; "Göktekiler ve yerdekiler katında sen eminsin." buyurdu.

Resulullah'tan bizzat rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları:

Dikkat edin, Cennet için hazırlanan yok mudur? Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, Cennet'te tehlike diye bir şey yoktur. Cennet parlayan bir nur, etrafa yayılan bir kokudur. Binaları kuvvetlidir. Irmakları devamlı akar, bol ve kemale ermiş meyve yeridir. Orada huriler vardır. Cennet'te üzüntü ve keder yoktur. Nimetleri devamlıdır. Eshab-ı kiram;  "Biz O'na hazırlanmışız." dediler. Bunun üzerine Resul-i ekrem: "İnşaallah deyiniz." buyurdu ve cihadı anlattı.

Bir yerde veba hastalığının çıktığını duyduğunuz vakit oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde veba görüldüğü vakit kaçarcasına oradan uzaklaşmayınız.

Serveti çoğaltanlar helak oldu. Ancak Allah'ın fakir kullarına verip, bu servet ile hayırlı amel işleyenler müstesna. Ne yazık ki bu gibiler de azdır.

ABDURRAHMAN BİN MEHDİ

Basra’da yetişen büyük hadis ve fıkıh alimi. Tebe-üt-Tabiinin büyüklerindendir. İsmi, Abdurrahman bin Mehdi bin Hassan el-Basri el-Anberi’dir. Künyesi Ebu Said’dir. İnci ticaretiyle meşgul olduğu için El-Lü’lüi nisbesiyle bilinir. 752 (H.135) senesinde Basra’da doğdu. 813 (H.198) senesinde Basra’da vefat etti.

Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abdurrahman bin Mehdi, Kur’an-ı kerimi ezberledi. Kıraat yani Kur’an-ı kerimi okuma ilmini öğrendikten sonra devrin tanınmış alimlerinin ilim meclislerine devam etti. On beş yaşından itibaren hadis öğrenmeye başladı. Şu’be, Malik bin Enes, Süfyan bin Uyeyne, Süfyan es-Sevri, Eymen bin Nabil, Cezir bin Hazım, İkrime bin Ammar, Mehdi bin Meymun gibi zatlardan hadis-i şerif dinledi ve rivayet etti. Hadis ilminde hafız derecesine ulaşıp yüz bin hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezberledi. Bu alimlerden fıkıh ilmi de öğrenip kendini yetiştirdi. Fıkıh ilminde imam sayılabilecek dereceye yükseldi. Onun zamanında Basra’da kadılık ünvanına ondan daha layık birinin bulunamaması, onun fıkıh ilmindeki derecesini göstermektedir.

Hadis ve fıkıh ilminde yüksek derece sahibi olan Abdurrahman bin Mehdi, ilim öğretip pekçok alim yetiştirdi. Ahmed bin Hanbel, Yahya bin Main, İshak bin Raheveyh ve Abdullah bin Mübarek gibi zatlar ondan ilim öğrendiler ve hadis-i şerif rivayet ettiler. 796 senesinden itibaren Bağdat’a yerleşti. Orada ilim öğretmekle ve hadis-i şerif rivayetiyle meşgul oldu. Basra muhaddislerinin ilmini, rivayet yollarını, şeyhlerin ve ravilerin hallerini iyi bilen hadis hafızı olarak tanındı. Bundan dolayı onun şöhreti her tarafa yayıldı. Onun Bağdat’taki ilim meclisleri büyük rağbet gördü. İmam-ı Malik’in fıkıh metodunun Basra ve yöresine yayılmasında önemli rol oynadı. Mu’tezile ve Cehmiyye fırkalarının Allah’ın sıfatları konusundaki bozuk fikirlerine şiddetle karşı çıktı. Müslümanlar arasında ihtilaf, fitne ve karışıklığa sebep olan bozuk fikir cereyanlarına karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını savundu. Bu sapık fikirleri yaymaya çalışanlarla mücadele etti.

Yüksek ilim ve güzel ahlak sahibi olan Abdurrahman bin Mehdi, kuvvetli bir hafızaya sahip, titiz ve sika (güvenilir) bir hadis alimiydi. Zamanındaki bütün hadis alimleri onun üstünlüğünü kabul etmişlerdi. Ahmed bin Hanbel hazretleri onun için; “Sanki hadis için yaratılmıştır.”  derdi. Hadis-i şerifleri yazmaktan çok ezberlemeye önem verir, hadisleri manalarıyla değil lafızlarıyla rivayet ederdi. 20.000 hadis-i şerifi ezbere yazdırması onun hafızasının kuvvetliliğini ve hadis ilmindeki derecesini gösterir.

Abdurrahman bin Mehdi hazretleri ilmiyle amel eden, İslam dininin emirlerini nefsinde yaşıyan bir zat idi. Kahkaha ile gülmez, sadece tebessüm ederdi. Her gece Kur’an-ı kerimin yarısını okur, iki günde bir hatim ederdi. Onun sohbetine ve ilim meclisine gelenler huzurunda oturdukları zaman başlarında sanki kuş varmış gibi gayet edepli ve dikkatli otururlardı. Onun bulunduğu mecliste, ilim, edep ve ciddiyet hakimdi. Gece sabaha kadar ibadetle meşgul olurdu.

Abdurrahman bin Mehdi’nin rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları:

İlim hususunda birbirinize faydalı olunuz. Birbirinizden gizlemeyiniz.

İlimdeki hıyanet maldaki hıyanetten daha kötüdür.

Bütün çocuklar müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan, Yahudi ve dinsiz yapar.

Kıyamet gününde sizin ve babalarınızın isimleriyle çağrılırsınız. Onun için güzel isimler koyunuz.

Abdurrahman bin Mehdi hazretleri buyurdu ki: “İnsanın ilme olan ihtiyacı, yemeye içmeye olan ihtiyacından daha fazladır.”

“Mü’minde küfürden sonra yalandan daha kötü bir haslet yoktur. Çünkü yalan, en şiddetli bir nifak (münafıklık) alametidir.”

“Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadına sarıl, Ehl-i bid’at ile oturup kalkma. Onların yanına gitmek onlara kıymet vermek olur.”

ABDURRAHMAN GAZİ

Osmanlı Devletinin kuruluşunda büyük hizmetleri geçen mücahid kumandan, fethi dillere destan olan Aydos Kalesinin fatihi. Doğum tarihi ve yeri bilinmemektedir. Ertuğrul Gazi zamanında başlayan cihad hizmetini Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi devirlerinde de devam ettirdi. Osman Gazi ve Orhan Gazinin gözü pek kumandanlarından ve silah arkadaşlarındandı.

Abdurrahman Gazi ve diğer mücahid gaziler, sonradan üç kıt’a ve yedi iklime hükmeden Osmanlı Devletinin kuruluşunda en önemli rolü oynadılar. Akça Koca, Samsa Çavuş ve Konur Alp, Akyazı, İznik ve İzmit ile meşgul olurken, Abdurrahman Gazi de İstanbul tarafındaki hisarlara akınlar düzenledi. Bursa fethedilinceye kadar, Bizans sınırında uç beyi olarak hizmetlerde bulundu.

1328 senesinde Orhan Gazi, Abdurrahman Gazi ile Konur Alp’i Aydos Kalesinin fethi ile görevlendirdi. Bu kalenin istihkamları çok sağlam olduğundan, kalenin fethi uzadı. Bu arada kale tekfurunun kızının gördüğü rüyadan sonra yazdığı mektup üzerine yapılan hareket neticesinde kale fethedildi. Orhan Gazi kale tekfurunun Müslüman olan kızını Abdurrahman Gazi ile evlendirdi. Abdurrahman Gazi bundan sonra İznik üzerine akınlarda bulundu.

Tarihe altın harflerle geçen bir çok kale fethine ve meydan muharebelerine iştirak eden Abdurrahman Gazi, 1329 senesinde vefat etti. Kabrinin Eskişehir yakınında kendi adı ile anılan köyde olduğu rivayet edilmektedir.

ABDURRAHMAN HIBRİ

Osmanlı alimi, tarihçi ve şair. 1603 (H. 1012)te Edirne’de doğdu. 1676 (H.1087)da Serez’de vefat etti. Ulemadan Hüseyin Efendinin oğludur. İlk tahsilini Edirne’de, medrese tahsilini ise İstanbul’da yaptı. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik ve değişik şehirlerde kadılık yaptı. Siroz’da kadı iken vefat etti.

Din ilimlerinde ehil bir alim olduğu gibi, tarih ve edebiyata da vakıftı. Pekçok eser yazmıştır. Başlıca eserleri şunlardır:

1. Riyad-ül-Arifin; Hüseyin Vaizi’nin Hadis-i Erbain adlı eserinin tercümesi ve şerhidir.

2. Enis-ül-Müsamirin; on dört bölümden meydana gelen bu eser bir cilttir. Konusu tarih olup, Edirne’nin fethi ve fethinden sonraki hadiselerden bahseder. Ayrıca bu eserde Edirne’de yetişmiş olan meşhur zevatın hayatlarını kısaca yazmıştır. Edirneli Ahmed Efendi tarafından üç büyük cild halinde şerh edilmiştir.

3. Defter-i Ahbar; tarihe dair bir eser olup, altı defter ve bir hatimedir.

4. Hadayık-ul-Cinan; sekiz bab halinde olup, dini hikayeleri ihtiva eden bir eserdir.

5. Divançe,

6. Nücumdan Evkat-ı Hamseye Dair Risale,

7. Tarih-i Feth-i Bağdad,

8. Tarih-i Feth-i Revan.