Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamış siyaset
adamı ve yazar. Jön Türkler hareketlerini başlatanlardan ve İttihad ve Terakki
Cemiyetinin kurucularından. Babası Diyarbekir Birinci Tabur Katibi Ömer Vasfi
Efendi olup, 9 Eylül 1869'da Arapkir'de doğdu. 1932'de İstanbul'da öldü.
İlk tahsilini Arapkir'de ve Hozat'ta yaptıktan sonra
Mamüretü'l-Aziz (Elazığ) Askeri Rüşdiyesini bitirdi. Kuleli Askeri Tıbbiye
İdadisinden de mezun olduktan sonra Mekteb-i Tıbbiyeye girdi. Biyolojik
materyalist fikirlerin tesirinde kaldı. Dinin insan üzerindeki fonksiyonlarını
inkar eden ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışan materyalist görüşlere yer
veren bazı eserler yazdı.
Talebeyken 1889'da tıbbiyeli arkadaşları ile sonradan
İttihad ve Terakki Cemiyeti adını alacak olan İttihad-ı Osmani adlı gizli
cemiyeti kurdu. Siyasi faaliyetleri sebebiyle birçok defa tutuklandı. 1894'te
Mekteb-i Tıbbiyeden mezun oldu. Haydarpaşa Hastahanesinde vazife aldı. Geçici
olarak Diyarbakır'a vazifeli gönderildi. Orada İttihad-ı Osmani Cemiyetine Ziya
Gökalp gibi pekçok kimseyi üye kaydetti. İstanbul'a döndükten sonra siyasi
faaliyetlere devam ettiği ve devlete karşı olan faaliyetleri sebebiyle
arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. 1896'da Bakanlar Kurulu kararıyla
Trablusgarb'a sürüldü. Burada da siyasi faaliyetlere devam etti.
Mizan ve Meşveret adlı dergilere imzasız ve "Bir
Kürt" takma adıyla yazılar gönderdi. Fizan'a sürüldü ise de oradan Tunus'a
kaçtı. Paris'e geçerek Osmanlı Devletini yıkmak için faaliyet gösteren Jön
Türklere katıldı. 1897'de Cenevre'ye giderek İttihad ve Terakki Cemiyetinin
merkez komitesinde yer aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde takma adıyla yazılar
yazdı. 1899'da Viyana sefareti tabipliğine tayin edildi. 1903'te tekrar
Cenevre'ye giderek bir matbaa kurdu ve İctihad
Mecmuası'nı çıkarmaya başladı. 1904'te Osmanlı İttihad ve İnkılap
Cemiyetinin kurucuları arasında yer aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı
yazılarda Sultan İkinci Abdülhamid Han ve diğer hükumet erkanı hakkında çirkin
ifadeler kullandı. 20 Ekim 1904’te İsviçre'den sınır dışı edilince, İctihad Dergisi ve kütüphanesini Mısır'a
naklederek bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine devam etti. Şura-yı Osmani
Cemiyetinin idaresinde vazife aldı. Bu sırada İslam düşmanı ve müsteşrik
Dozy'nin eseri Essai Sur l'histoire de l'İslamisme adlı kitabını Tarih-i İslamiyet adıyla tercüme etti. Bu kitapta
Peygamberimize karşı saygısız ifadeler kullandığı için dindar insanların samimi
duygularını rencide etti. Bu yüzden pekçok kimse tarafından, kendi yanlış
fikirlerinden başkasını kabul etmeyen, Allah düşmanı manasında "Adüvvullah
Cevdet" diye anıldı. Bozuk fikirlerine zamanın hakiki alimleri tarafından
cevaplar verildi.
İkinci Meşrutiyetin ilanından ve İkinci Abdülhamid
Hanın tahttan indirilmesinden sonra 1910 senesi sonlarında İstanbul'a dönen
Abdullah Cevdet, İttihad ve Terakki ileri gelenleriyle arası açık olduğundan
Cağaloğlu'nda İctihad Evi adını verdiği binaya yerleşerek İctihad Dergisini çıkarmaya devam etti. Aynı sene
içinde kurulan Osmanlı Demokrat Fırkasının ikinci başkanı oldu. Bu fırka,
Hürriyet ve İtilaf Fırkasıyla birleşince de, siyasi faaliyetlerini Kürt Teali
Cemiyetine girerek devam ettirdi. Çıkardığı İctihad
Dergisi, din ve devlet aleyhinde yazılar yazdığı için birçok defa
kapatıldı. Bir ara İsviçre'ye giderek Osmanlı Devleti aleyhinde çalışan
muhaliflere katılmak istediyse de isteği İsviçre hükumeti tarafından reddedildi.
Daha sonra İttihadcıların desteğiyle çıkan Hak
Gazetesinin yazarlarından oldu. Birinci Dünya Harbinden sonra yeniden siyaset
ve yayın faaliyetlerine başladı. 1 Kasım 1918'den itibaren İctihad Dergisini yeniden çıkardı. Tekrar
İttihadcıların aleyhinde yazılar yazdı. İngiliz Muhibler Cemiyetini kurdu.
Ayrıca İngilizlerle işbirliği yapan Kürdistan Teali Cemiyetinde de önemli
roller aldı. İctihad Mecmuasıında dini
tezyif edici yazılar neşr etmeye devam etti. Bir ara Sıhhıye Müdürü olduysa da
bu vazifeden alındı. 25 Mayıs 1920'de bu vazifeye yeniden tayin edildi. Fakat
yedi ay sonra tekrar alındı. Yeniden neşr etmeye başladığı İctihad Dergisinin 1 Mart 1922 tarihli 144.
sayısında Bahailiğin yeni bir din olarak kabul edilmesini tavsiye etti.
İstiklal Harbinden sonra İctihad Dergisinde
yeni idareyi öven yazılar yazarak nüfuz kazanmak istedi. Bu mecmuada
Türkiye'nin nüfus politikasıyla ilgili olarak; "Neslimizi ıslah etmek,
kuvvetlendirmek için Avrupa'dan ve Amerika'dan damızlık erkek getirmek
gerekir." şeklindeki iddiasının yer aldığı bir yazıyı kendi imzasıyla
yayınladı. Bu yazısı bütün yurtta büyük ve derin bir nefrete sebep oldu.
Ömrünün sonuna doğru tamamen yalnız kalan Abdullah
Cevdet 29 Kasım 1932'de öldü.
Maveraünnehr bölgesinde kurulan Şeybani Hanedanlığının
büyük hükümdarlarından. İsmi, Abdullah bin İskender bin Ebü’l-Hayr’dır. 1533
(H.940) senesinde Aferinkend’de doğdu. Doğduğu zaman babası İskender Han,
duasını almak için büyük alim Ubeydullah-ı Ahrar’ın talebesi ve zamanın alimi
Hace Kasım Kaşani’ye götürdü. Hace Kaşani, Abdullah Hanın salih bir kişi olması
için dua ettikten sonra; “Bu çocuk, ileride büyük bir sultan olacak.” dedi ve
belindeki deve tüyünden yapılmış olan kuşağını çıkarıp, Abdullah Hana sardı.
Onun, alimler elinde terbiye edilmesini tavsiye etti. Aklı ve zekasının
çokluğu, üstün kabiliyeti ile devrin kıymetli alimlerinden ders alarak çok iyi
bir şekilde yetiştirildi. Kur’an-ı kerimi, akli ve nakli ilimleri ve devlet
idaresini çok mükemmel öğrendi. Babasının, devlet erkanının, alimlerin ve
çevresinin takdirini kazandı. İskender Han, oğlu Abdullah’a çok itimad
ettiğinden, şehzadeliğinde devlet idaresiyle vazifelendirdi.
Babası tarafından Kermine bölgesine vali olarak tayin
edilince, idarecilikteki kabiliyetini ortaya koydu. Bu bölgede ilk işi,
topraklarına saldıran çevre beyliklerin hücumlarını önlemek oldu. Taşkent ve
Semerkand hakimlerine karşı mücadele etti. Onları tesirsiz hale getirdi. Buhara
ve Şehr-i Sebz istikametinde seferler yaptı. Abdullah Han, 1557 senesi ilkbaharında
Buhara’yı alıp, payitaht yaptı. Babası, memleketin idaresini Abdullah Hana
bıraktı. Babasının vefatına kadar, on üç sene onun namına ülkeyi idare etti.
Babasının vefatından sonra Abdullah Han, ülke topraklarını, Kuzey Türkistan’a
kadar genişletti. Onun hakim olması ile bu bölgelerdeki halk, sulh ve sükuna
kavuştu.
Abdullah Han, sapık Safevilere ve Ruslara karşı,
zamanın en büyük devleti Osmanlılarla münasebet kurdu. Hindistan’daki büyük
İslam devleti Babürlüler (Gürganiler) ile de dostane münasebetlerde bulunup,
müttefik oldular. Özbek Sultanı Abdullah Han ve Osmanlı sultanları, doğu ve
batı Türklüğü ile Ehl-i sünnet Müslümanları birbirinden ayıran rafizi
Safevileri ortadan kaldırmak istediler. Devrin en mükemmel silah ve tekniğine
sahib olan Osmanlılar, Özbeklere ateşli silahlar, teknik alet ve edevat ile
bunları kullanacak eleman gönderdiler. Abdulah Hanın Osmanlılardan aldığı
teknik yardım, Özbeklerin hakimiyetini kuvvetlendirdi. Bu yardımlarla
Safevilere, Rus ve asilere karşı daha da üstün duruma geçti. Ruslara karşı
destanlaşan mücadeleler verdi.
Doğu ve Batı İslam alemini birleştirmek, Safevi-İran
engelini aşmak ve Rusların Asya’ya yayılmasını önlemek için, Don-Volga kanalını
açmaya teşebbüs edildi. Bu kanalla Osmanlılar, Don ve Volga nehirleri vasıtasıyla
Hazar Denizine ulaşmak ve Asya’daki Ehl-i sünnet itikadındaki Türkler ile daha
yakın münasebet kurmak istiyorlardı. Abdullah Han, 1587 senesinde Osmanlılara
elçi göndererek, Ejderhan da denilen Astırhan Hanlığı arazisine sefer
tertiplenmesini istedi. Osmanlılar, Ejderhan ve Kazan seferi olarak bilinen
seferler düzenlediler. Abdullah Han ise, Rusların; Astırhan ve Hazar
Denizindeki faaliyetleriyle, Orta Asya’ya yayılma teşebbüsü ile ciddi şekilde
ilgilendi. Tabıl’daki Küçüm Hana maddi ve manevi yardımda bulundu.
Başkurdistan’daki Nogaylı Urus Mirza’ya da külliyetli mikdarda yardımda
bulundu. Rus aleyhdarı faaliyetleri başlattı. Rusların, daha on altıncı asrın
sonlarında Orta Asya’da görünmesinin önüne geçti. İdil Nehrinin doğusundaki
bütün memleketleri, Türkistan’ı nüfuzu altına aldı. 1588’de Safeviler üzerine
sefere çıkarak Herat’ı fethetti. Sapıkları cezalandırıp, müslümanları
rahatlattı. Kendisi Nişapur, Sebzvar ile diğer şehir ve kaleleri fethederken,
oğlu Abdülmü’min de, İran’ın Meşhed, İsfehan ve daha bazı mühim şehirlerini
zabtetti. 1594 (H.1003) senesi başında İstanbul’a bir elçi gönderip,
muvaffakiyetlerini halife-i müslimine arz etti. Osmanlılar da, Abdullah Hana
bir elçilik hey’eti ile birlikte, teknik yardım ve eleman gönderdiler. Abdullah
Han 1595 (H.1004) senesinde, Semerkand’da 62 yaşında iken vefat etti. Kırk beş
senelik hükümdarlığının; on üç senesinde babasının yerine, otuz iki senesinde
de kendi namına icraatta bulundu.
On altıncı asırda Maveraünnehr ve Türkistan’da en büyük
Özbek hanı olan Abdullah Han, memleket içinde merkeziyetçi bir idare, dışarda
da güçlü ittifak sistemleri kurdu. Maveraünnehr’e sulh, sükun ve huzur getirdi.
Adaleti ve refahı sağladı. İmara ehemmiyet verdi. Yaptırdığı cami, medrese,
han, hamam, hastahane ve su sarnıçlarının sayısı bine ulaştı. Kermine ve Murata
taraflarındaki çorak sahaları sulayarak, imar etti. Zerefşan ve Kaşka
Derya’daki köprüleri yaptırdı. Ziraat gelişip, tahıl, meyve, sebze ve bilhassa
pamuk istihsali arttı.
Abdullah Han, halkın hem eğitim ve öğretimi, hem de
refahı için büyük gayret sarfetti. Zamanında, medreseler, talebeler ile dolup
taştı. Medreselerin ihtiyaçları, vakıflar tarafından karşılanırdı.
Medreselerde yetiştirilen tasavvuf ehli alimleri imar
edilen yerlere iskan ederek, o mahallin, maddi ve manevi bakımdan kalkınmasını
sağladı. Belh şehri çok mamurlaşıp, nüfusu arttı. Yeni mahaller kuruldu. Etrafı
surlarla çevrildi. Başşehir Buhara, yol ağı ile örüldü. Kara ve deniz yoluyla,
dünyanın her tarafıyla irtibat kuruldu. Buhara-Rusya, Belh-Hindistan ve daha
başka ticaret merkezleriyle, ülkelerarası, deniz aşırı memleketlerle ticaret
yapıldı. Bilhassa Özbekler ile Babürlüler arasındaki ticaret yolu emniyet
altına alınıp, her mevsim, kervanlar çalışır hale geldi. Edres, kamka, kendek,
kitat, zendeni adı verilen kumaşlar ihraç edilip; çay, baharat, deri, kösele,
mutfak ve ev eşyası, süs eşyası, ateşli silahlar, Frenk kumaşları ithal edildi.
Malların toplanıp mahzenlenmesi ve pazarlanması için, Maveraünnehr tam bir
ticaret merkezi haline geldi.
Devrin evliya ve alimlerine, maddi ve manevi imkanlar
sağladı. Arazi verdi. İslamiyetin yayılması için, Sibirya dahil, çevre
memleketlere rehber alimler gönderdi. Maveraünnehr, Türkistan, Horasan ve
havalisinde Ehl-i sünnet itikadının yayılması için çalıştı. Memleketinde medfun
bulunan kıymetli şahsiyetlerin ve Belh’de medfun Eshab-ı kiramdan Ukaşe bin
Muhsan’ın (radıyallahü anh) kabrini muhteşem bir şekilde imar ve tezyin
ettirdi. Hace Ebu Nasr Parisa hazretlerinin de kabrini yaptırdı.
On sekizinci yüzyıl Osmanlı şair ve hattatlarından.
İsmi, Abdullah Refet olup, babası Rami Mehmed Paşadır. İstanbul’da doğdu. Doğum
tarihi bilinmemektedir. 1774 (H. 1157) tarihinde hac dönüşü Vadi-i Fatıma
denilen yerde vefat etti.
Abdullah Refet Bey, küçük yaşta ilim tahsiline
başlayıp, Osmanlı terbiyesi ile büyüdü. Önce Çinicizade Abdurrahman Efendiden
sülüs ve nesih yazıyı öğrendi. Sonra zamanının en değerli hattatlarından Mehmed
Rasim Efendiden hüsn-i hattın (güzel yazının) inceliklerini tahsil ederek icazetname
aldı. Kırma ta’lik, divani ve siyakat yazılarında eşsiz hüner sahibi oldu.
Nevşehirli İbrahim Paşanın oğlu Mehmed Paşanın Divan Efendiliğinde, Divan-ı
hümayun kaleminde bulundu. Yeniçeri katibi oldu. Sürre eminliği, her sene
Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevverede oturan seyyidlere, şeriflere ve ileri
gelenlere dağıtılmak üzere Osmanlı padişahları tarafından gönderilen para ve
hediyelerin dağıtılma vazifesiyle hacca gitti. Emanetlerin yerine ulaşmasını
sağladı. Dönüşünde yolda vefat etti.
Gazeteci, yazar. 1869’da İstanbul’da doğdu. 1890’da
İstanbul’da Galatasaray Sultanisini bitirdi. Saadet
Gazetesinde yazılar yazdı. Tarik, Tercüman-ı
Hakikat, İkdam ve Sabah
gazetelerinde çalıştı ve yazıları yayınlandı. Maarif Nezaretinde vazife aldı. 1897
Türk-Yunan Savaşında Dömeke’ye doğru yürüyen Türk ordusu içinde gazete
muhabirliği yaptı. 1908’den sonra Yeni Gazeteyi
çıkardı. Ali Kemal’den sonra Sabah’ın
baş muharrirliğini yaptı. 1920’de Matbuat Umum Müdürü oldu. Ömrünün sonuna
doğru, Bab-ı Ali ile bütün münasebetlerini keserek antikacılıkla uğraştı.
1925’te İstanbul’da öldü.
Abdullah Zühdi, eserlerindeki kahramanlığı, işlediği
konular, dil ve üslubu, anlatım tekniği ve anlattığı muhitler açılarından zaman
zaman Tanzimat yazarlarına benzemekte, zaman zaman da Servet-i Fünun
topluluğunun realizmi edebi dava yapan bir mensubuymuş gibi davranmaktadır.
Servet-i Fünunun dışında kalan edebiyatçılarla (Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi,
Vecihi gibi) ortak yanları vardır ve çok yönlü bir edib ve gazetecimizdir.
Eserleri:
Güller, Dikenler (roman, 1896), Rehgüzar-ı Matbuatta (hikaye, 1896), Şanlı Asker (roman, 1897), Bir Gece (roman, 1898), Bahr-i Müncemid-i Cenubide (roman, 1904) adlı
eserleri dışında kalan beş telif ve değişik dillerden tercüme on yedi eseri
daha bulunmaktadır.
Osmanlıların son devrinde yetişen meşhur hattatlardan.
İsmi, Abdullah Zühdi’dir. Babası, 1835 (H. 1251) senesinde Şam’dan Kütahya’ya
gelen Temim-i Dari sülalesinden Nabluslu Abdülkadir Efendidir. Bu sebeple
yazılarının altına;" Abdullah Zühdi min Sülaleti Temim-i Dari"
yazardı. Şam’da doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1878 (H. 1296) tarihinde
Mısır’da vefat etti. Kurafe Kabristanında İmam-ı Şafii’nin (rahmetullahi aleyh)
kabri civarına defnedildi.
Abdullah Zühdi Efendi, Kütahya’dan İstanbul’a geldikten
sonra önce Eyyub Türbedarı Reşid Efendiden, sonra zamanının büyük hattatı
Kazasker Mustafa İzzet Efendiden sülüs ve nesih öğrendi. Nuruosmaniye Mektebine
ve Mühendishane-i Berr-i Hümayuna yazı muallimi tayin edildi.
Sultan Abdülmecid Han zamanında Hicaz’da yeniden tamir
edilen Harem-i şerifin kitabelerini yazmak için 1858 tarihinde hattatlar
arasında açılan müsabakada, kendisi de hattat olan Sultan Abdülmecid Han
yazıları gözden geçirirken Abdullah Zühdi Efendinin hattına hayran kaldı ve
saraya davet ederek; “Allahü teala feyzini müzdad etsin. Sana kayd-ı hayat
şartı ile yedi bin beş yüz kuruş maaş tahsis ettim ve seni Harem-i şerifin
yazılarını yazmaya memur ettim.” buyurdu ve Mecidi nişanı ile taltif etti. Bu
muvaffakiyet ve padişahın fevkalade alakası henüz pek genç olan Abdullah Zühdi
Efendinin en meşhur hattatlar arasına girmesine sebeb oldu.
Abdullah Zühdi Efendi bu şerefli vazifeyle Hicaz’a
gitti. Sultan Abdülmecid Hanın vefatına kadar Medine-i münevverede kalarak Mescid-i
Nebevi’nin tamir edilen kısımlarını güzel yazılarıyla süsledi.
Abdullah Zühdi Efendi daha sonraları İstanbul’a döndü.
Oradan Mısır’a gitti. Hidiv İsmail Paşa ile tanıştı. Paşa, kendisine çok itibar
etti. “Mısır Hattatı” ünvanı ile vazife verdi. Mısır’da cami ve resmi
dairelerin kitabelerini yazdı. Mekteplerde hat hocalığı yaptı. Celi ve sülüs
tarzında pek çok eserler bıraktı. Mısır’da yetişmiş hattatlardan pek çoğu
Abdullah Zühdi Efendinin talebesidir. Devrin vezirlerinden İbn-ül-Emin Hasib
Paşaya bir tek mushaf-ı şerif yazmıştır. Paşa’nın terikesinde (mirasında) bu
mushaf-ı şerifin 300 altına satıldığı rivayet edilmektedir.
Hindistan'da yetişen alimlerin ve evliyanın
büyüklerinden. İnsanlara hak yolu anlatan ve kendilerine "Silsile-i
aliyye" adı verilen büyük alim ve velilerin yirmi sekizincisidir.
Peygamber efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Gulam-ı Ali diye bilinir.
Babasının ismi Abdüllatif'tir. 1745 (H. 1158)te Hindistan'ın Pencap eyaletinin
Bitale kasabasında doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi'de vefat etti.
Babası Abdüllatif Efendi, rüyasında hazret-i Ali'yi
görerek onun emri ile adını Ali koydu. Annesi ise Abdülkadir-i Geylani'yi
gördüğünden dolayı Abdülkadir koydu. Fakat kendisine rüyasında Peygamber
efendimizin Abdullah diye hitab etmesi üzerine Abdullah diye meşhur oldu. Küçük
yaşta dini ilimleri öğrenmeye başladı. On üç yaşına geldiğinde, babası onu
Delhi'ye götürüp Nasırüddin Kadiri hazretlerinden ilim öğrenmesi için çalıştı.
Ancak o sırada Nasirüddin Kadiri vefat ettiği için görüşmek mümkün olmadı.
Delhi'de Abdülaziz Dehlevi, Hace Zübeyr gibi bir çok alimden tefsir, hadis ve
fıkıh ilimlerini öğrenip, yüksek derecelere ulaştı. Yirmi iki yaşına geldiği
zaman, zamanın en büyük alim ve velisi Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerini
tanıdı. Kendisine talebe olmak istediğini bildirince; "Oğlum seni kabul
ettim. Yalnız bizim yolumuz tuzsuz taş yalamak gibidir. Siz daha çok zevk
verecek başka bir yola başvurunuz." dedi. Abdullah-ı Dehlevi; "Ben de
tuzsuz taş yalamayı çok seviyorum." diye cevab verdi. Bunun üzerine
Mazhar-ı Can-ı Canan onu kabul etti ve Nakşibendiyye yolunun edeplerini
öğreterek tasavvufda kemale ulaştırdı. İlim ve tasavvufta yüksek derecelere
ulaşınca Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri ona mutlak icazet (diploma) verdi ve
talebe yetiştirmekle vazifelendirdi. Abdullah-ı Dehlevi, hocasının vefatından
sonra talebe yetiştirmeye başladı. Alim ve salihlerden yüzlerce kimse gelip
onun ilim meclisiyle ve sohbetiyle şereflendi. Bunların en başta geleni
Bağdat'tan gelen Mevlana Halid hazretleridir.
Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin cömertliği dillere
destandı. Talebelerinin bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılardı. Hayası o kadar
çoktu ki, insanlarla göz göze gelmemeye çalışırdı. Merhamet sahibi olup,
kendine kötülük yapanlara bile dua ederdi. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli
olur korkusuyla mübahların (izin verilenlerin) fazlasını terk eder, dünyaya
meyl etmezdi.
Sabah namazından ikindiye kadar tefsir, fıkıh ve hadis
ilimlerini, ikindiden sonra, tasavvuftan Mektubat-ı
Rabbani, Avarif-ül-Mearif, Risale-i Kuşeyriyye gibi eserleri okutur
ve açıklardı. Pekçok kerametleri görülmüş olan Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin
duası bereketiyle pekçok kimse muradına arzusuna kavuşur, hastalıklardan şifa
bulurdu. Dillerde dolaşanlar toplansa ciltler doldurur. En meşhurlarından
birkaçı şunlardır:
Talebelerinden Mevlevi Kerametullah, zatülcenb
hastalığına yakalanmıştı. Abdullah-ı Dehlevi elini hastanın üzerine temas
ettirdi ve hastalık, Allahü tealanın izniyle hemen geçti.
Bir gün Delhi'de, kıtlık, kuraklık oldu. Abdullah-ı
Dehlevi hazretleri mescidin avlusuna çıkıp, kızgın güneşin altında oturdu ve ;
"Ya Rabbi, Rahmetini istiyoruz. Yağmur yağdırman için yalvarıyoruz"
diye dua etti. Bir saat sonra yağmur yağdı.
Abdullah-ı Dehlevi hazretleri binlerce alim ve evliya
yetiştirdi. Bunların en meşhurları; Mevlana Halid-i Bağdadi, Ebu Sa'id Faruki,
Mevlana Beşaretullah gibi zatlardır.
Allahü tealanın azabından çok korkardı. Buyururdu ki:
"Bir kere Cehennem azabı korkusu beni kapladı.
Günlerce ağladım. O günlerde Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem)
rüyada gördüm. Buyurdu ki: "Sen bizi seviyorsun. Bizi seven Cehennem'e
girmez."
Basur hastalığından 82 yaşında vefat etti. Vefatı
esnasında, cenazesi taşınırken, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin aşağıdaki beyitlerinin
okunmasını vasiyet etti:
Huzuruna müflis olarak geldim.
Yüz güzelliğinden bir şey isterim.
Şu boş zembilime elini uzat,
O mübarek eline güvenirim.
Kerimin önüne azıksız geldim,
Ne iyiliğim var ne doğru kalbim.
Bundan daha çirkin, bir şey olur
mu?
Azık götürürsün, o ise kerim.
Abdullah-ı Dehlevi buyurdular ki: "Dünya sevgisi, bütün kötülüklerin, günahların başıdır. Günahların başı da küfürdür."
"Nefsinin arzularına tabi olan, Allahü tealaya
nasıl kul olur? Ey insan! Kime tabi isen onun kulu olursun."
Eserleri:
Makamat-ı Mazhariyye: Üstadı Mazhar-ı Can-ı Canan'ı
anlatan en güzel eserdir. Mekatib-i Şerife: Çeşitli
yerlere yazdıkları mektupları ihtiva eder. Dürr-ül-Mearif:
Sohbetlerini ihtiva eder. Her üçü de İstanbul'da İhlas Vakfı tarafından neşredilmiştir.
Tefsir,
hadis, fıkıh alimlerinden ve evliyanın büyüklerinden. İsmi Abdullah, babasının
ismi Ebu Mansur Muhammed bin Ali el-Ensari el-Hirevi, künyesi Ebu İsmail'dir.
Eshab-ı kiramdan Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari'nin soyundandır. 1006 (H.
396) senesinde Herat'ta doğdu, 1088 (H. 481)de orada vefat etti.
Dört
yaşındayken ilim öğrenmeye başladı. Dokuz yaşından itibaren Kadı Ebü'l-Mansur
ve Caruzi'nin derslerine devam etti. Zamanının diğer alimlerinden çeşitli
ilimleri tahsil etti. Gece-gündüz ilim tahsiliyle uğraştı. Geceleri kandil
ışığında hadis-i şerif yazardı. Hadis-i şerif toplamak için çeşitli şehirlere
gitti. Üç yüz hadis aliminden hadis dinledi. 300.000 hadis-i şerifi ezbere
bilirdi. Hace Yahya İmari'den tefsir okudu. Ebü'l-Hasan Harkani'nin
sohbetlerinde bulundu ve tasavvufta yetişti. Şeyhülislam idi. Büyük alim ve
veli olup, pekçok kerametleri görüldü. Vaz ve derslerinde Ehl-i sünneti müdafaa
eder, mezhepsizlik ve bid'atlerin kötülüğünü anlatırdı. Allahü tealanın rızasına
kavuşturan yolda yürümek isteyenlerin evliyaya ve hakiki din alimlerine çok
bağlı olmasını isterdi. O büyüklere dil uzatanların zavallılıklarını her
defasında ifade eder ve; "Ya Rabbi! Her kimi felakete düşürmek istersen
onu İslam alimleri üzerine atarsın. Ya Rabbi! Dostlarını öyle yaptın ki, onları
tanıyan sana kavuşuyor ve sana kavuşamayan onları tanımıyor." buyururdu.
Kendisinden
Ebü'l-Vakt Abdülevvel, Ebü'l - Feth Nasr bin Seyyar gibi alimler ilim öğrendi.
Abdullah-ı
Ensari'nin güzel sözlerinden bazıları şunlardır:
"Malı
seviyorsan yerinde kullan ki, sana sonsuz arkadaş olsun. Sevmiyorsan ye de yok
olsun."
"Sabır;
nefsi istenilmeyen bir şeyden, dili şikayetten alıkoymaktır. Sabır üç
derecedir: Birincisi, Allahü tealanın nimetlerini ve azabını düşünerek günah
işlemekten kaçınmaktır. İkincisi ibadete ihlas ile ve şartlarını yerine
getirerek devam etmeye sabretmektir. Üçüncüsü de belalara sabretmektir."
Eserleri:
Menazil-üs-Sairin (Tasavvufa
dairdir), Şems-ül-Mecalis, Envar-üt-Tahkik,
Tefsir-ül-Kur'an, Hulasa fi Şerh-i Hadis, Şerh-ut-Tearrüf li-Mezhebi
Ehl-it-Tasavvuf, Menakıb-ı İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Tabakat-üs-Sufiyye.
Molla Cami bu son eserden istifade ederek Nefahat-ül-Üns
kitabını yazmıştır.
Anadolu'da
yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Abdullah'tır. Molla İlahi, Şeyh-i Simavi
olarak da bilinir. O zamanki Germiyan vilayetinin (Kütahya'nın), Simav
kasabasında doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1490 (H. 896) senesinde Rumeli
Vardar Yenicesi'nde vefat etti. Kabri oradadır.
İlk öğrenimini
doğum yerinde yapan Abdullah-ı İlahi daha sonra İstanbul'a giderek Zeyrek
Medresesine girdi. Zamanın en meşhur alimlerinin derslerinde bulundu. Hocası
Alaüddin Ali Tusi ile birlikte İran'a gitti. Kirman'da hocasının ve diğer
alimlerin derslerine devam etti. Daha sonra Semerkand'a gidip devrin en meşhur
velisi, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine talebe olup, onun sohbetlerinde bulundu
ve tasavvufta yetişti. İcazet (diploma) aldıktan sonra hocasının işaretiyle
Buhara'ya gitti. Şah-ı Nakşibend hazretlerinin kabrini ziyaret edip, burada bir
yıl kaldı. İbadetle meşgul oldu. Sonra Semerkand'a dönüp hocasının sohbetlerine
devam etti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri onu Anadolu'ya gitmek üzere
vazifelendirdi. Yolda zamanın evliyasından Molla Abdurrahman Cami ile görüştü.
Sonra memleketi olan Simav'a yerleşerek bir dergah kurdu. İnsanlara Allahü
tealanın emir ve yasaklarını anlattı. Etrafına pekçok alim ve talebe topladı.
Şöhreti kısa zamanda etrafa yayıldı. Osmanlı veziri ve kazasker Manisalı Çelebi
Muhyiddin Efendinin ısrarı üzerine İstanbul'a gitti. Zeyrek Camiinin
medresesine yerleşti. İstanbul’daki evliyanın büyüklerinden Şeyh Vefa ile
görüştü. Bir müddet Zeyrek Camii Medresesinde ilim öğrettikten sonra
Evrenoszade Ahmed Beyin isteği üzerine, yerine talebesi Seyyid Ahmed Buhari'yi
bırakarak Vardar Yenicesi'ne gitti. Ömrünün sonuna kadar burada kalıp,
insanlara İslam ahlakını öğretmekle meşgul oldu.
Emir
Ahmed Buhari, Müslihiddin Tavil ve Abid Çelebi gibi büyük alimler yetiştiren
Abdullah-ı İlahi, ilim ve ahlakta yüksek bir zat idi. Herkesin gönlünü alırdı.
Sohbette bulunanlardan birinin bir sıkıntısı olsa onun halini bilirdi. Alçak
gönüllü idi. Küçük-büyük, fakir-zengin, yanına kim gelse ayağa kalkardı.
Eserleri: Abdullah-ı
İlahi'nin en meşhur eserleri şunlardır:
1) Keşf-ül-Varidat li Talib-il
Kemalat ve Gayet-id-Derecat, 2) Meslek-üt-Talibin vel-Vasilin (Tasavvufi bir
eser olup, Türkçe yazılmıştır.), 3) Zad-ül-Müştakin
(Tasavvuf ıstılahlarıyla ilgili bir eserdir.), 4)
Esrarname, 5) Risale-i Vücud (Vahdet-i vücud mevzuu ile ilgilidir,
Arapçadır.), 6) Risale-i Ehadiyye, 7)
Menazil-ül-Kulub. Ayrıca, Kenz-ül-Esrar,
Necat-ül-Ervah, Risale-i Molla İlahi veya Risale-i Es'ile ve Ecvibe ve Mi'raciyye
adlı eserler de Molla İlahi'ye nisbet edilmektedir.
Endülüs
Emevi Devletinin kurucusu. 731 (H.113)de Şam’da doğdu. Emevi halifelerinden,
Hişam’ın torunudur.
Emeviler
yıkılıp, idare Abbasilere geçince kaçarak beş sene kendisini gizledi. Bu süre
zarfında Filistin, Mısır ve Afrika’da kendisine taraftar bulmaya çalıştı. Sonra
Mısır yoluyla Fas’a ve oradan Endülüs’e geçti. Burada Berberi Zenata kabilesi
ile Yemen’den gelip yerleşen kabileleri etrafında topladı.
756
senesinde Endülüs Valisi Yusuf el-Fihri’yi yenerek idaresine son verdi.
Kurtuba’yı merkez yapıp orada yerleşti. Emir ünvanını alarak istiklalini ilan
etti.
Memlekette
asayiş ve güveni yerleştirdi. Tarım ve sanayii geliştirdi. Ticaret filosu
kurarak İstanbul’a kadar ticari münasebetler kurdu. Camiler, yollar ve surlar
yaptırdı.
Bu
gelişmelerle beraber içte ve dışta bir çok ayaklanmalar oldu. İlk defa Fihriler
ayaklandı. Fihrilerle yaptığı El-Musara Savaşında galib geldi. Bu sırada Abbasi
halifesi Mansur, Abdurrahman-I’in üzerine bir ordu gönderdi. Abdurrahman-I, bu
orduyu da yendi. 769 senesinde büyük bir Berberi ayaklanmasını bastırdı ve
Endülüs’te iç huzuru sağladı.
777’de
Frank İmparatoru Charlemagne, Pirene Dağlarını aşarak Endülüs üzerine sefere
çıktı. Ancak ülkesinde karışıklıklar yüzünden bir netice elde edemeden geri
döndü. Abdurrahman-I, Frankların bu hareketi üzerine 783’te onların müttefiki
olan Saragossa Hakimi Hüseyin bin Yahya’yı cezalandırmak için sefere çıktı ve
kendisini yakalatarak şiddetle cezalandırdı.
Abdurrahman-I’i
en çok meşgul eden isyan; Şakya el-Berberi’nin Endülüs’te Fatımilerin desteğinde
şii bir devlet kurmak maksadıyla yaptığı ayaklanmadır. Bu ayaklanma on sene
süren bir mücadeleden sonra bastırıldı.
Emir
Abdurrahman’ın kurduğu devlet, zamanla önemli büyük bir kültür, medeniyet ve
ilim merkezi oldu. Avrupa’nın aydınlanması, fen ve teknolojide ilerlemesi,
buradan aldığı kültür ve ilim sayesinde gerçekleşti. İslam dini İspanya’dan
Avrupa’ya yayıldı.
Yumuşak
huylu ve sabırlıydı. İlmi çok, fikrinde isabetli ve çabuk kavrayışlıydı. Çok
temkinli olup, hareketlerinde seri ve kararlarını uygulamakta sertti. İşlerinde
istişare eder, başkasına bırakmazdı. Rahatına düşkün değildi. Cesur ve
atılgandı. Fakat ferdi, taşkın hareketlerden uzaktı. Edebiyata meraklı olup,
kuvvetli bir şair ve hatipti. Cömert, tatlı dilli ve güler yüzlüydü. Beyaz elbise
giymeyi ve başına sarık sarmayı severdi. Cenaze namazlarında bulunur, Cuma ve
bayram namazlarında hutbe okurdu. Hastaları ziyaret eder, halkın arasına sık
sık çıkarak onlarla görüşüp sohbet eder, dertlerini dinlerdi. İslamiyete tam
uyar, haramlardan, dinin yasakladığı şeylerden son derece sakınırdı.
Endülüs
Emevi Devletinin dördüncü sultanı. 792 (H.176) senesinde Tuleytula’da doğdu.
Babası Birinci Hakem’in vefatı üzerine 23 Mayıs 822 tarihinde otuz yaşında
tahta çıktı.
İlk
olarak iç isyanları ve karışıklıkları bastırdı. Sonra fetih ve gaza
hareketlerine girişen Sultan Abdurrahman, ilk altı sene İspanyollara karşı,
Kuzey Endülüs bölgelerine sefer yaptı. Frank topraklarında ilerliyerek,
Narbon’a kadar fethetti.
826
senesinde yerli Berberiler ve gayri müslimler tarafından Takoronna şehrinde
Tusil isminde bir Berberinin liderliğinde yapılan isyanı; Ganim komutasında
gönderdiği bir ordu vasıtasıyla bastırdı. 844 senesinde Endülüs sahillerine
saldıran Normanları büyük bir bozguna uğrattı. 848'de Mayorka Adasında oturan
halkın çıkardığı isyanı bastırmak üzere üç yüz gemilik bir filo gönderdi.
İsyan, ada fethedilerek bastırıldı. Böylece memleket sükun ve huzura
kavuşturuldu. Kaleleri tekrar tamir ve inşa ettirdi. Bir tersane yaptırarak
denizciliği geliştirdi.
Sultan
Abdurrahman, otuz senelik iktidarı boyunca, memleketi adaletle yönetti.
Müslümanlar ve gayri müslimler rahat içinde yaşadılar. Memleket imar edildi.
Şehirlere su getirildi. Bilhassa adliye, vezirlik, hazine, maliye ile ilgili
hizmetlere tayin olunacak kimselerin tesbitinde çok hassas davranırdı.
Kadıların, alim, faziletli, dinin emirlerine uyan ve adaletli olanlarını tayin
ederdi.
Kendisi
mührüne şu yazıları yazdırmıştı: “Allahü tealaya kulluk eden ve O’nun
hükümlerine razı olan, devletini halkı için yöneten hükümdarın mührü.”
Sultan
Abdurrahman, 851 (H.237) senesinde Kurtuba’da vefat etti. Vefatından sonra daha
önce veliahd tayin ettiği oğlu Muhammed tahta geçti.
Endülüs
Emevi Devletinin en büyük hükümdarı ve ilk halifesi.
891
(H. 278) yılı Ramazan ayında Kurtuba’da doğdu. Küçük yaşta babasını kaybetti.
Dedesi Abdullah bin Muhammed onu yanına alarak sarayda terbiye edip büyüttü.
Üçüncü Abdurrahman zeki, cesur, kültürlü, cömert, hoş görülü ve sağlam bir
iradeye sahib olarak yetişti.
Üçüncü
Abdurrahman tahta çıktıktan sonra, yarı bağımsız durumda olan prenslikleri
ortadan kaldırdı. Başta Hafsoğulları ayaklanması olmak üzere, çıkan bütün
isyanları bastırdı. Merkezi idareyi kuvvetlendirdi. Devletin posta, ordu,
emniyet ve maliye gibi teşkilatını yeniden ele alıp, düzenledi. İnsanların her
bakımdan rahat ve huzur içinde yaşamaları için gayret sarf etti.
Üçüncü
Abdurrahman, içteki birliği sağladıktan sonra, her yıl sınırlarındaki
hıristiyan krallıkların politik tutumlarını dikkatle takibe başladı. Devleti
için en büyük tehlike kaynağı Leon Krallığı idi. İkinci Ordono’nun 913 yılında
Müslüman topraklarına karşı hücumu ve Talevera’yı alarak halkını kılıçtan
geçirmesi, büyük üzüntüye sebeb oldu. Bu olay üzerine Sultan, Ahmed bin Muhammed
kumandasında kuvvetli bir orduyu Leon topraklarına gönderdi. Bu ordu Leon
Krallığı topraklarına şiddetli baskınlar düzenledikten sonra geri döndü. 920’de
bizzat sefere çıkan Abdurrahman, Osma ve San Esteban de Gormaz kalelerini ele
geçirdi ve ardından birleşik Leon ve Navarra ordularını büyük bir bozguna
uğratdı. 924 yılında Navarra’ya bir sefer daha düzenleyerek Pamplona’ya girdi.
Bu olayı takib eden yedi yıl süresince Leon Kralı İkinci Ramiro’nun tahta
çıkışına kadar Üçüncü Abdurrahman, topraklarında hiç bir saldırıya maruz
kalmadı.
Öte
yandan İspanya’da gizlice çalışmalarına rağmen kendilerine oldukça büyük sayıda
tarafdar toplayan şii-Fatımiler, geniş bir propagandaya girişmişlerdi. Bunlar
hemen hemen Sultan’ın aile çevresine kadar etki etmeye başlamışlardı.
Fatımilerin bu faaliyetleri üzerine Kurtuba’da sünni Müslümanların reisi
durumundaki Üçüncü Abdurrahman, bunların Kuzey Afrika’daki hakimiyetlerine son
vermek gayesiyle harekete geçti. Güçlü donanmasını göndermek suretiyle
Fatımilerin önemli sahil şehirlerini bombardıman ettiren Sultan, ayrıca
yöredeki sünni aşiret ve boyları destekleyerek bir dizi ayaklanma başlattı. 931
yılında Cauta şehrini Fatimilere karşı üs olarak kullanmak gayesiyle tahkim
ettirdi.
Üçüncü
Abdurrahman, 928 yılında Halife, Emiri’l-mü’minin ve En-Nasır Lidinillah
(Allah’ın dinine yardım eden) ünvanlarını aldı. Halife Abdurrahman en-Nasır
gücünün ve şöhretinin zirvesindeyken 15 Ekim 961 (2 Ramazan 350)de Kurtuba’da
vefat etti.
Tahta
geçtiği andan, ölümüne kadar yaklaşık yarım asırlık devrede büyük bir devlet
meydana getirmeye çalıştı ve bunda başarılı oldu. Kurtuba’da bütün iç
savaşlara, Arap kabilelerinin rekabetine ve birbiriyle devamlı sürtüşen etnik
gruplara rağmen haleflerine zengin ve huzurlu bir ülke bıraktı. Sadakatsizlik gösterenleri
silah kuvvetiyle yola getirdi. Fatimi tehlikesini soğukkanlılıkla ve usta bir
siyasetle bertaraf etmeyi bildi. Kurtuba bir ilim ve kültür merkezi haline
geldi.
Üçüncü
Abdurrahman hırslı, azimli, çevresiyle istişare eder, özellikle edebiyatçı ve
hukukçulara değer verirdi. Dini vecibelerini eksiksiz yerine getirirdi.
Alimlere ve ilim ehline büyük yardım ve ihsanlarda bulunmayı adet haline
getirmişti. Ayrıca başta Kurtuba olmak üzere ülkenin her tarafını cami, mescid,
medrese, han, hamam ve çeşme gibi eserlerle süslemişti.
Doğu
Anadolu'da yetişen evliyanın büyüklerinden. Peygamber efendimizin (sallallahü
aleyhi ve sellem) soyundan olup, seyyiddir. Seyyid Abdullah'ın oğludur. Van'ın
Müküs (Bahçesaray) kazasına bağlı Arvas köyündendir. On sekizinci (hicri on
üçüncü) asırda yaşamıştır. Kabri Hoşab (Güzelsu)dadır.
Babası,
henüz o doğmadan vefat etmiş olan Abdurrahman Arvasi'nin yetişmesine annesi çok
ihtimam gösterdi. Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başladı. Yedi-sekiz
yaşlarına geldiği zaman Arabi ilimlerde geniş bilgi sahibi oldu. Biraz
büyüyünce, babasının talebeleri kendisini babası yerine koyup ondan okudular.
Din ve fen ilimlerinde daha yüksek derecelere ulaştı. Ömrünü ilim ve tasavvufun
yayılması için harcayan Abdurrahman Arvasi "Alim-i Arvasi",
"Havas ve Avamın Mürşidi" yahud "Kutb-i Arvasi" diye meşhur
oldu. Bir medrese ve bir dergahı Arvas'ta, bir medrese ve bir dergahı Hoşab'da
olmak üzere iki medrese ve iki dergahı vardı. İstanbul, Mısır, Irak, Hicaz ve
diğer yerlerde çözülemeyen meseleler onda hallolurdu. Abdurrahman Arvasi,
Sultan İkinci Mahmud Han-ı Adli'nin iltifat ve ihsanlarına kavuştu. Kadiri ve
Çeşti yollarında talebe yetiştirir, binlerce halk aşığı sohbetine gelir
istifade ederlerdi. Nasihat ve irşad için uzak memleketlere mektuplar
gönderirdi. Pekçok kerametleri görülmüştü.
Bir
gün hanımı, Seyyid Abdurrahman Arvasi hazretlerine; "Efendim, gelenimiz,
gidenimiz çok. Beylerin, paşaların, havassın ve avamın hanımları da geliyorlar.
Büyük bir kapıya geldiklerini bildiklerinden, çeşitli elbiseler ve kıymetli
entariler giyiyorlar. Benim üstümde ise sadece bu entari durur. Mümkünse bir
entari daha yaptırsanız da arada bir onu giysem." dedi. Seyyid Abdurrahman
Arvasi; "Sen git mutfağında teknedeki hamurla meşgul ol." buyurdu.
Tekneyi hamurla değil altınla dolu buldu. Koşup efendisine geldi. Bir yandan
ağlıyor, bir yandan da; "Beni affet, bundan sonra senden bir şey
istemeyeceğim." deyip özür diliyordu.
Seyyid
Molla Abdullah, Hacülharemeyn, Seyyid Molla Lütfullah, Seyyid Molla Efendi,
Seyyid Molla Muhammedzade, Seyyid Molla Ubeyd, Seyyid Molla Abdülhamid, Seyyid
Şeyh Muhammed, Seyyid Tahir, neslini devam ettiren oğullarıdır.
Eshab-ı
kiramın büyüklerinden. Cennet'le müjdelenen on kişiden ve ilk Müslüman olan
sekiz kişiden biri. Babasının ismi, Avf bin Abd-i Avf, annesinin ismi Şifa
binti Avf'tır. Soyu, dedelerinden Kilab bin Mürre'de Resulullah efendimizle
birleşmektedir. Müslüman olmadan önce ismi Abd-i Amr, Abdülkabe veya Abdülharis
idi. Müslüman olduğu zaman Peygamber efendimiz tarafından Abdurrahman olarak
değiştirildi. Fil Vak'asından on yıl sonra 580 senesinde Mekke'de doğdu, 651
(H. 31)'de Medine-i münevverede vefat etti.
Hazret-i
Ebu Bekr'in teşvikiyle Müslüman olan Abdurrahman bin Avf, Müslüman olmadan önce
ticaretle meşgul olurdu. Müslüman olduktan sonra müşriklerin (puta tapanların)
çeşitli zulüm ve işkencelerine maruz kaldı. İlk defa Habeşistan'a, sonra da
Medine-i münevvereye hicret etti. Peygamber efendimizin bütün gazalarında
bulundu. Uhud Muharebesinde 20 yerinden yaralandı. Bu yaralarından birisi
sebebiyle ayağı topal kaldı. Ayrıca 12 dişi kırıldı. Peygamber efendimiz onu
Medine'de Sa'd bin Rebi ile kardeş yaptı. Sa'd bin Rebi ona malının yarısını
teklif etti ise de, bu teklifi kabul etmedi. Medine'nin Kaynuka Çarşısında
ticaret yaparak kısa zamanda çok zengin oldu. "Taşa uzansam, o taşın
altında ya altına veya gümüşe rastladığımı görürüm." buyururdu.
Abdurrahman
bin Avf, Resulullah'ın sağlığında Allah yolunda çok mal harcadı. Uhud Savaşı esirlerinden
31 tanesinin fidyelerini ödeyerek azad ettirdi. Muhtaçlara 40 bin dirhem altın
ve Tebük Seferi için 500 at ve 500 yüklü deve verdi.
Tebük Gazasından dönüşte Resulullah efendimiz bir yere
gitmişlerdi. O sırada Eshab-ı kiram sabah namazı geçiyor diye Abdurrahman bin
Avf'ı imamete geçirdiler. Peygamber efendimiz gittikleri yerden dönerek ikinci
rek'atte ona uydular ve namazdan sonra; "Bir
peygamber salih bir kimsenin arkasında namaz kılmadıkça ruhu kabz
olunmaz." buyurarak, Abdurrahman bin Avf'ın kıymetini ifade
ettiler.
Dumet-ul
Cendel'e giden orduya, Resulullah'ın emriyle kumandanlık yaptı. Resulullah'ın
vefatından sonra Eshab-ı kiramın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının)
müşküllerini hallederdi. Hazret-i Ebu Bekr ve hazret-i Ömer zamanlarında şura
(danışma) üyesiydi. Ticareti de elden bırakmazdı. Hazret-i Ömer vefat ederken
halifeliğe aday gösterdiği 6 kişiden biriydi. Bu adaylar arasında kendi
hakkından feragat ederek (vaz geçerek) hakem oldu. Hazret-i Osman halife
seçildi ve ilk önce kendisi biat etti. Hazret-i Osman zamanında sakin bir hayat
yaşayan Abdurrahman bin Avf 651 (H. 31)de 75 yaşındayken vefat etti. Cenaze
namazını halife hazret-i Osman kıldırdı. Cennet-ül-Baki Kabristanına
defnedildi.
Çok
cömert ve hayırsever bir zat olan Abdurrahman bin Avf, Peygamber efendimizin
zamanında üç defa malının yarısını Allah yolunda verdi. Birinci defasında dört
bin, ikinci defasında kırk bin dirhem ve üçüncü defasında kırk bin altın
tasaddukta bulundu. İri yapılı, beyaz tenli, güzel yüzlü olup, sevimli idi. Her
halinde ve işinde Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı olan
Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh, Resulullah'ın feyz ve ilminden çok
istifade etmiş, fazilet ve kemalat itibariyle yüksek dereceye kavuşmuştu. Allah
korkusu, Resulullah sevgisi, doğruluk, iffet ve şefkatle doluydu. Dünya malına
ve servetine hiç değer vermezdi. 65 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Bazı büyük
sahabiler kendisinden hadis-i şerif rivayetinde bulunmuşlardır.
Cennet'le müjdelenenlerdendi. Resulullah sallallahü
aleyhi ve sellem onun hakkında; "Göktekiler ve
yerdekiler katında sen eminsin." buyurdu.
Resulullah'tan
bizzat rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
Dikkat edin, Cennet için
hazırlanan yok mudur? Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, Cennet'te tehlike diye
bir şey yoktur. Cennet parlayan bir nur, etrafa yayılan bir kokudur. Binaları
kuvvetlidir. Irmakları devamlı akar, bol ve kemale ermiş meyve yeridir. Orada
huriler vardır. Cennet'te üzüntü ve keder yoktur. Nimetleri devamlıdır. Eshab-ı
kiram; "Biz O'na hazırlanmışız." dediler. Bunun üzerine Resul-i
ekrem: "İnşaallah deyiniz."
buyurdu ve cihadı anlattı.
Bir yerde veba hastalığının
çıktığını duyduğunuz vakit oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde veba görüldüğü
vakit kaçarcasına oradan uzaklaşmayınız.
Serveti çoğaltanlar helak oldu.
Ancak Allah'ın fakir kullarına verip, bu servet ile hayırlı amel işleyenler
müstesna. Ne yazık ki bu gibiler de azdır.
Basra’da
yetişen büyük hadis ve fıkıh alimi. Tebe-üt-Tabiinin büyüklerindendir. İsmi,
Abdurrahman bin Mehdi bin Hassan el-Basri el-Anberi’dir. Künyesi Ebu Said’dir.
İnci ticaretiyle meşgul olduğu için El-Lü’lüi nisbesiyle bilinir. 752 (H.135)
senesinde Basra’da doğdu. 813 (H.198) senesinde Basra’da vefat etti.
Küçük
yaşta ilim tahsiline başlayan Abdurrahman bin Mehdi, Kur’an-ı kerimi ezberledi.
Kıraat yani Kur’an-ı kerimi okuma ilmini öğrendikten sonra devrin tanınmış
alimlerinin ilim meclislerine devam etti. On beş yaşından itibaren hadis
öğrenmeye başladı. Şu’be, Malik bin Enes, Süfyan bin Uyeyne, Süfyan es-Sevri,
Eymen bin Nabil, Cezir bin Hazım, İkrime bin Ammar, Mehdi bin Meymun gibi
zatlardan hadis-i şerif dinledi ve rivayet etti. Hadis ilminde hafız derecesine
ulaşıp yüz bin hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezberledi. Bu alimlerden
fıkıh ilmi de öğrenip kendini yetiştirdi. Fıkıh ilminde imam sayılabilecek
dereceye yükseldi. Onun zamanında Basra’da kadılık ünvanına ondan daha layık
birinin bulunamaması, onun fıkıh ilmindeki derecesini göstermektedir.
Hadis
ve fıkıh ilminde yüksek derece sahibi olan Abdurrahman bin Mehdi, ilim öğretip
pekçok alim yetiştirdi. Ahmed bin Hanbel, Yahya bin Main, İshak bin Raheveyh ve
Abdullah bin Mübarek gibi zatlar ondan ilim öğrendiler ve hadis-i şerif rivayet
ettiler. 796 senesinden itibaren Bağdat’a yerleşti. Orada ilim öğretmekle ve
hadis-i şerif rivayetiyle meşgul oldu. Basra muhaddislerinin ilmini, rivayet
yollarını, şeyhlerin ve ravilerin hallerini iyi bilen hadis hafızı olarak
tanındı. Bundan dolayı onun şöhreti her tarafa yayıldı. Onun Bağdat’taki ilim meclisleri
büyük rağbet gördü. İmam-ı Malik’in fıkıh metodunun Basra ve yöresine
yayılmasında önemli rol oynadı. Mu’tezile ve Cehmiyye fırkalarının Allah’ın
sıfatları konusundaki bozuk fikirlerine şiddetle karşı çıktı. Müslümanlar
arasında ihtilaf, fitne ve karışıklığa sebep olan bozuk fikir cereyanlarına
karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını savundu. Bu sapık fikirleri yaymaya
çalışanlarla mücadele etti.
Yüksek
ilim ve güzel ahlak sahibi olan Abdurrahman bin Mehdi, kuvvetli bir hafızaya
sahip, titiz ve sika (güvenilir) bir hadis alimiydi. Zamanındaki bütün hadis
alimleri onun üstünlüğünü kabul etmişlerdi. Ahmed bin Hanbel hazretleri onun
için; “Sanki hadis için yaratılmıştır.” derdi. Hadis-i şerifleri
yazmaktan çok ezberlemeye önem verir, hadisleri manalarıyla değil lafızlarıyla
rivayet ederdi. 20.000 hadis-i şerifi ezbere yazdırması onun hafızasının
kuvvetliliğini ve hadis ilmindeki derecesini gösterir.
Abdurrahman
bin Mehdi hazretleri ilmiyle amel eden, İslam dininin emirlerini nefsinde
yaşıyan bir zat idi. Kahkaha ile gülmez, sadece tebessüm ederdi. Her gece
Kur’an-ı kerimin yarısını okur, iki günde bir hatim ederdi. Onun sohbetine ve
ilim meclisine gelenler huzurunda oturdukları zaman başlarında sanki kuş varmış
gibi gayet edepli ve dikkatli otururlardı. Onun bulunduğu mecliste, ilim, edep
ve ciddiyet hakimdi. Gece sabaha kadar ibadetle meşgul olurdu.
Abdurrahman
bin Mehdi’nin rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
İlim hususunda birbirinize
faydalı olunuz. Birbirinizden gizlemeyiniz.
İlimdeki hıyanet maldaki
hıyanetten daha kötüdür.
Bütün çocuklar müslümanlığa
elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan,
Yahudi ve dinsiz yapar.
Kıyamet gününde sizin ve
babalarınızın isimleriyle çağrılırsınız. Onun için güzel isimler koyunuz.
Abdurrahman
bin Mehdi hazretleri buyurdu ki: “İnsanın ilme olan ihtiyacı, yemeye içmeye
olan ihtiyacından daha fazladır.”
“Mü’minde
küfürden sonra yalandan daha kötü bir haslet yoktur. Çünkü yalan, en şiddetli
bir nifak (münafıklık) alametidir.”
“Ehl-i
sünnet vel-cemaat itikadına sarıl, Ehl-i bid’at ile oturup kalkma. Onların
yanına gitmek onlara kıymet vermek olur.”
Osmanlı
Devletinin kuruluşunda büyük hizmetleri geçen mücahid kumandan, fethi dillere
destan olan Aydos Kalesinin fatihi. Doğum tarihi ve yeri bilinmemektedir.
Ertuğrul Gazi zamanında başlayan cihad hizmetini Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi
devirlerinde de devam ettirdi. Osman Gazi ve Orhan Gazinin gözü pek
kumandanlarından ve silah arkadaşlarındandı.
Abdurrahman
Gazi ve diğer mücahid gaziler, sonradan üç kıt’a ve yedi iklime hükmeden
Osmanlı Devletinin kuruluşunda en önemli rolü oynadılar. Akça Koca, Samsa Çavuş
ve Konur Alp, Akyazı, İznik ve İzmit ile meşgul olurken, Abdurrahman Gazi de
İstanbul tarafındaki hisarlara akınlar düzenledi. Bursa fethedilinceye kadar,
Bizans sınırında uç beyi olarak hizmetlerde bulundu.
1328
senesinde Orhan Gazi, Abdurrahman Gazi ile Konur Alp’i Aydos Kalesinin fethi
ile görevlendirdi. Bu kalenin istihkamları çok sağlam olduğundan, kalenin fethi
uzadı. Bu arada kale tekfurunun kızının gördüğü rüyadan sonra yazdığı mektup
üzerine yapılan hareket neticesinde kale fethedildi. Orhan Gazi kale tekfurunun
Müslüman olan kızını Abdurrahman Gazi ile evlendirdi. Abdurrahman Gazi bundan
sonra İznik üzerine akınlarda bulundu.
Tarihe
altın harflerle geçen bir çok kale fethine ve meydan muharebelerine iştirak
eden Abdurrahman Gazi, 1329 senesinde vefat etti. Kabrinin Eskişehir yakınında
kendi adı ile anılan köyde olduğu rivayet edilmektedir.
Osmanlı
alimi, tarihçi ve şair. 1603 (H. 1012)te Edirne’de doğdu. 1676 (H.1087)da
Serez’de vefat etti. Ulemadan Hüseyin Efendinin oğludur. İlk tahsilini
Edirne’de, medrese tahsilini ise İstanbul’da yaptı. Medrese tahsilini
tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik ve değişik şehirlerde
kadılık yaptı. Siroz’da kadı iken vefat etti.
Din
ilimlerinde ehil bir alim olduğu gibi, tarih ve edebiyata da vakıftı. Pekçok
eser yazmıştır. Başlıca eserleri şunlardır:
1. Riyad-ül-Arifin; Hüseyin Vaizi’nin Hadis-i Erbain adlı eserinin tercümesi ve
şerhidir.
2. Enis-ül-Müsamirin; on dört bölümden
meydana gelen bu eser bir cilttir. Konusu tarih olup, Edirne’nin fethi ve
fethinden sonraki hadiselerden bahseder. Ayrıca bu eserde Edirne’de yetişmiş
olan meşhur zevatın hayatlarını kısaca yazmıştır. Edirneli Ahmed Efendi
tarafından üç büyük cild halinde şerh edilmiştir.
3. Defter-i Ahbar; tarihe dair bir
eser olup, altı defter ve bir hatimedir.
4. Hadayık-ul-Cinan; sekiz bab halinde
olup, dini hikayeleri ihtiva eden bir eserdir.
5. Divançe,
6. Nücumdan Evkat-ı Hamseye Dair
Risale,
7. Tarih-i Feth-i Bağdad,
8. Tarih-i Feth-i Revan.