Alm. Abbasiden,
Fr. Les Abbasides, İng. Abbasides. Peygamber efendimizin
amcası hazret-i Abbas’ın soyundan gelen ve Emevilerin yerini alan halifeler
sülalesi. Bu hanedana ilk atalarına nisbetle “Haşimiler” de denilmektedir.
Abbasilerin
iktidara gelmesi, Emevi idaresinden memnun olmayan grupların lider kadrolarının
yoğun propagandası ve bunların etrafında toplanan büyük bir kitlenin faaliyeti
neticesinde mümkün olmuştur. Gerçekten de Emevi hanedanından İkinci Velid’in
halifelikten hal’ edilmesiyle aile arasında iç mücadele ortaya çıkmış ve yıllardan
beri Emevilerin hakim olduğu Suriye ikiye bölünmüştü. Neticede bu ihtilaf çok
büyüdü ve son Emevi Halifesi İkinci Mervan, Dımaşk’ı terk ederek kendisine
hilafet merkezi olarak Harran’ı seçti.
Emeviler
arasındaki iç mücadeleler sırasında Abbasi Hanedanından Ali bin Abdullah’ın
oğlu Muhammed, Humeyme’de gizli olarak halifeliğin kendi ailesine geçmesi
düşüncesi ile faaliyetlerde bulunuyordu. Bu arada cemiyeti arasına sızmış olan
muhaliflerini ortadan kaldırdı. Onun tesbit ettiği prensiplere göre bu hareket
başarıya ulaştığında Ehl-i beytten her kim halife seçilirse ona razı
olunacaktı.
Muhammed
bin Ali’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu İbrahim çok teşkilatçı ve iyi bir
idareciydi. Emevilere karşı çıkış hareketini yürütmesi için Ebu Müslim’i kendi
tarafına çekerek Horasan’a gönderdi. Ebu Müslim’in Horasan’a giderek hareketin
idaresini ele alması, Abbasiler için bir dönüm noktası olmuştur. Nitekim
bölgedeki elverişli durumdan faydalanan Ebu Müslim, kısa zamanda Horasan’ı
Emevi tarafdarlarından temizledi. Ebu Müslim bundan sonra Rey’e yöneldi.
Karşısına çıkan Emevi kuvvetlerini yendi. Nihavend’i ele geçirerek Irak’a
yaklaştı.
Doğuda
bu olaylar olurken Halife İkinci Mervan, İbrahim’i tutuklatarak Harran’da
hapsettirdi. Vefatına kadar burada hapis hayatı yaşayan İbrahim, yerine kardeşi
Ebü’l-Abbas’ı tayin ettiğini bildirmişti.
Ebü’l-Abbas
Abdullah bin Muhammed yakınlarını da yanına alarak kendi tarafına geçmiş olan
Kufe şehrine gitti. Horasanlılar, 28 Kasım 749 Cuma günü Kufe Camiinde
Ebü’l-Abbas’a biat ettiler. Ebü’l- Abbas halife olarak okuduğu ilk hutbede
hakimiyet hakkının Abbasilere aid olduğunu çeşitli delillerle izah etmeye
çalıştı. Ebü’l-Abbas bundan sonra şiilerin çoğunlukta bulunduğu Kufe şehrinde
durmayı kendisi için tehlikeli bularak karargahını Hammam-A’yen’e nakletti. Bu
sırada Ebü’l-Abbas’ın, Abbasi hilafetinin kuruluşunda büyük rolü olan Ebu
Seleme el-Hallal ile arası açıldı. Ancak Ebu Müslim’in yardımıyla onu da
ortadan kaldıran Ebü’l-Abbas böylece hakimiyeti tamamen ele geçirdi.
Bu
sırada, Halife İkinci Mervan, Suriye ve el-Cezire Araplarından topladığı büyük
bir ordu ile harekete geçmişti. Ebü’l-Abbas’ın amcası Abdullah bin Ali, bu
orduyu büyük Zap Irmağı kenarında karşıladı. 16 Ocak 750 tarihinde başlayan
savaş, aralıksız on gün devam etti. Bu sırada Mervan’ın birlikleri arasında
anlaşmazlık ve kumandanlar arasında ihtilafların çıkması üzerine Abdullah
savaşı kazandı. Bu zafer, Suriye kapılarını Abbasilere açtı. Başta Dımaşk olmak
üzere o havalideki bütün kaleler birer birer Abbasi ordusuna teslim oldu.
Nitekim savaş sonunda Harran’a çekilen Halife Mervan burada da tutunamıyacağını
anlayarak, Dımaşk’a oradan da Ürdün'deki Ebüfutrus'a kaçtı. Ancak onu takib
eden birlikler, Yukarı Mısır’da Busir adı verilen yerde yetişerek kendisini
çevirdiler. Halife Mervan ümitsizce girdiği mücadele sırasında öldürüldü
(Ağustos 750). Aynı yılın sonlarında Vasıt’ta Emevi hanedanından İbn-i Hubeyre
de teslim olunca, Emevi hilafeti tarihe karıştı. Ancak Emevilerden Abdurrahman
bin Muaviye, İspanya’ya geçerek Endülüs Emevi Devletini kurdu.
Ağustos
750 tarihinde Mervan’ın öldürülmesi üzerine Ebü’l-Abbas es-Saffah’ın
halifeliği, Endülüs hariç, bütün İslam ülkelerinde kabul edilerek kesinleşti.
Eski Enbar şehrini imar eden Es-Saffah, burayı devletinin hilafet merkezi yaptı.
Halife Saffah dört yıl süren hilafeti boyunca, ülke içinde çıkan isyanlarla
uğraştı. Nitekim onun hilafetini tanımak istemeyen Kuzey Afrika’da Berberiler,
Basra ve çevresinde Hariciler, Fars’ta Bessam bin İbrahim, Sind’de Mansur bin
Cumhur ve Maveraünnehr’de Ziyad bin Salih isyan etmişlerdi. Ancak Ebü’l-Abbas
bu isyanların hepsini bastırarak oğlu Mansur’a iç problemlerini halletmiş
sağlam bir devlet bıraktı. (754).
Hazret-i
Abbas’ın torununun torunu olan halife Ebü’l-Abbas yumuşak huylu, ağır başlı, haya
ve iyilik sahibi bir insan idi. Verdiği sözü mutlaka ve zamanında yerine
getirirdi. Cömertliği dillere destan olup, bu hali dolayısıyla kendisine
“Saffah” lakabı verilmiştir.
Hilafet
makamında dört sene dokuz ay kaldıktan sonra vefat eden Halife Ebü’l-Abbas
es-Saffah’ın ölümü ile yerine oğlu Mansur geçti (Haziran 754). Heybet, cesaret,
ileri görüşlülük bakımından Abbasi halifelerinin en seçkinlerinden olan Mansur,
henüz Saffah’ın hayatta olduğu dönemde bile onun güçlü bir desteği ve
yardımcısıydı. Halife Mansur ilk olarak Bağdat şehrini kurarak başkent yaptı.
Bazı halifeler, Samarra ve başka merkezlerde ikamet etmelerine rağmen, Bağdat
asıl merkez olarak nihayete kadar devam etti. Bu arada yaptığı muharebeler ve
kazandığı zaferlerle nüfuz ve itibarı devamlı artan Ebu Müslim gün geçtikçe
halifeye olan bağlılığını azaltıyordu. Halife gönderdiği nasihat yollu
mektupların bir işe yaramadığını görünce, Ebu Müslim’i öldürttü. Ebu Müslim’in
öldürülmesi üzerine, bilhassa nüfuzunun kuvvetli olduğu Horasan ve başka yerlerde
çeşitli isyanlar görüldü ise de hepsi bastırıldı.
Halife
Mansur 775 senesinde hac etmek üzere giderken yolda hastalanarak vefat etti.
Mansur, vakar ve güzel ahlak sahibi idi. Halka karşı gayet yumuşak ve hoşgörülü
olmasına karşılık, devlete karşı hareket edenleri asla affetmezdi.
Mansur’un
ölümünden sonra oğlu Mehdi halife oldu. O zamana kadar kuruluş dönemini
geçirmiş olan devlet onun zamanında kuvvetlendi. Hazine zenginleşti ve halkın
hayat seviyesi yükseldi. Devleti içerisinde ıslahatlarda bulundu. Fevkalade
yargı işlerine bakmak için bizzat mahkeme kurduran ilk Abbasi halifesidir.
Yolcuların barınması ve korunması için Mekke yolu üzerinde konaklama mahalleri
yapılmasını emretti. Bunlardan mevcud olanlarını iyileştirdi, kullanılır hale
getirdi. Bağdad ile diğer İslam beldeleri arasındaki posta işlerini düzene
koydu. Ayrıca veziri Abdullah’a bütün valilere gönderilmek üzere, vergi veren
kimselere haksızlık etmemeleri için talimatname yazdırdı.
Halife
Mehdi döneminde Bizans’a karşı başarılı seferler düzenlendi. Bu arada Merv
şehrinde ortaya çıkan ve ilahlık taslayan El-Mukanna’nın başlattığı isyan
bastırıldı.
Mehdi’nin
785 yılında vefatı ile yerine oğlu Hadi halife oldu. Hadi; uyanık, gayretli,
cömert, büyük işler yapmaya kabiliyetli, kuvvetli, tuttuğunu koparan cesur bir
zattı. Ancak saltanat müddeti çok kısa sürüp 786 yılında vefat etti ve yerine
kardeşi Harun Reşid halife seçildi.
Halife
Harun Reşid dönemi (786-809), Abbasilerin en parlak zamanı oldu. O, Yahya bin
Halid el-Bermeki’yi tam yetkiyle vezirliğe getirdi. Yahya, iki oğluyla birlikte
devleti bir hükümdar gibi yönetti. Çıkan ayaklanmaları bastırdı. Bizans’a karşı
olan seferlere büyük ehemmiyet veren Harun Reşid, bunlardan bazılarına bizzat
kendisi de katılmıştır. 790 yılında Mısır’dan Kıbrıs üzerine yürüyen İslam
donanması, Antalya açıklarında karşısına çıkan Bizans donanmasının büyük
bölümünü batırmış ve donanma komutanlarını esir etmiştir. 797 yılında bizzat
sefere çıkan Harun Reşid, Ankara’ya kadar ilerledi. Ancak İmparatoriçe
İrene’nin isteği ve yıllık vergi vermelerini kabul ile sulh yapıldı. Fakat
Nikeforos’un imparator olmasından sonra Bizans, antlaşmayı fesh etti. Bunun
üzerine Halife, ikinci Bizans seferine çıktı. Kendisi Heraklea (Ereğli) Kalesi
üzerine yürürken bazı komutanlarını da diğer kaleler üzerine gönderdi.
İmparator Nikeforos, Halife’nin karşısına çıktı ise de, tutunamadı ve sulh
istedi. Halife kış mevsiminin gelmesi üzerine imparatorla, yıllık haraç
göndermesi şartıyla antlaşma yaptı.
Ancak
sözünde durmayan imparator, ertesi sene Abbasilerin elindeki Tarsus üzerine
büyük bir ordu gönderdi ve Tarsus işgal edildi. Huduttaki Bizans kaleleri
sağlamlaştırıldı. Bu olaylar üzerine güçlü bir ordu ile Bizans üzerine üçüncü
seferine çıkan Harun Reşid Ereğli, Tuvana ve daha bir çok kaleleri fethetti.
Tuvana’da bir cami inşa ettirdi. Bu arada Balkanlarda da Bulgarlar tarafından
sıkıştırılan İmparator, Halife’nin yaptığı fetihleri kabul etmek, tahkim
ettirdiği kaleleri yıktırmak ve haraç vermek şartıyla yeni bir sulh yapmaya
mecbur oldu (806).
Harun
Reşid, devletin idari teşkilatında bazı değişiklikler yaptı. Vilayetleri
küçülterek daha kolay idare edilir bir hale getirdi. Merkez teşkilatında bazı
divanlar kurarak bunları vezire bağladı. Daha önce valilere bağlı kadıları
müstakil hale getirdi. Ancak onlara merkezdeki baş kadıya (kadı-ül kudat) hesap
verme mecburiyetini koydu. Bu dönemde başkadı, İmam-ı Azam hazretlerinin
talebesi İmam-ı Yusuf rahmetullahi aleyh idi.
Harun
Reşid, ilim ve sanata çok ehemmiyet veriyordu. Zamanında Bağdat, dünyanın en
meşhur ve en muhteşem şehirlerinden biri haline geldi. Halifenin sarayında ilim
ve fikir adamları, sanatkarlar toplanır ve onun huzurunda münazara ederlerdi.
Halife onları maddi ve manevi bakımdan desteklerdi.
Harun
Reşid, Horasan’da isyan çıkaran Rafi bin Leys’i ortadan kaldırmak üzere
ordusunun başında giderken yolda hastalandı. Yerine oğlu Me’mun’u veliahd tayin
ettiğini bildirdikten sonra, 24 Mart 809 tarihinde kırk dört yaşındayken vefat
etti.
Harun
Reşid’in ölümünden sonra oğulları arasında başgösteren halifelik kavgasında
Emin’i Iraklılar, Me’mun’u ise İranlılar destekledi. Emin’in hilafet merkezine
hakim olmasına karşılık, Me’mun da Horasan bölgesine yerleşerek bağımsız
hareket etmeye başladı. Emin’in üç yıl kadar devam eden kısa halifelik müddeti
kardeşi ile mücadele içerisinde geçti. Bu sebeple Emin dışa karşı askeri bir
harekata girişemediği gibi, içte de idari, fikri ve imar sahalarında bir
gelişme gösteremedi.
Emin’in
813 yılında öldürülmesi üzerine bütün ülke Me’mun’un halifeliğinde birleşti.
Me’mun başta Irak olmak üzere imparatorluğun çeşitli bölgelerinde çıkan
ayaklanmaları bastırdı. Sadece El-Bazz ve civarında başgösteren Babek
ayaklanması sürdü. Me’mun hilafeti döneminde bilhassa Anadolu’yu fethetme
gayesini ön planda tuttu. Bu sebeple 830 yılından itibaren devletin askeri
kuvveti daha ziyade Anadolu’ya yöneltildi. Halife Me’mun fethettiği Bizans
şehirlerine müslümanları iskan etmek ve böylece fetihleri daimi hale getirmek
istiyordu. Ancak 833 yılında ölümü üzerine bu tasavvurunu gerçekleştiremedi.
Halife
Me’mun, bilhassa saltanatının son yıllarında Türkleri birlikleri arasına almaya
başlamış ve ölümünde bunların sayısı 8-10 bini bulmuştu. Nitekim Me’mun’un
ölümünden sonra kardeşi Mu’tasım bu Türk kuvvetlerinin desteği sayesinde
hilafet makamına geçti. Mu’tasım da ağabeyi gibi çeşitli Türk ülkelerinden
birlikler getirmeye devam ederek kısa zamanda ordunun büyük kısmını Türklerden
meydana getirdi. 836’da Samerra şehrini kurarak Türk birlikleriyle beraber
hilafet merkezini oraya nakletti. Böylece 892 yılına kadar devam edecek olan
Samerra devri başlamış bulunuyordu. Halife Mu’tasım döneminde yıllardan beri
devam eden Babek isyanı bastırıldı. Bizans üzerine başarılı seferlere devam
edildi. Dicle’ye yeni kanallar açtırıp ziraati geliştirdi. Dikkatli ve tutumlu
idaresi sonucu, vefat ettiğinde haleflerine milyonlarca dinar ve dirhem bulunan
dolu bir hazine devretti.
Halife
Mu’tasım’ın ölümünden sonra (842), başa geçen Vasık (842-847), Mütevekkil
(847-861), Muntasır (861-862), Müstain (862-866), Mu’tez (866-869), Mühtedi
(869-870) ve Mu’temid (870-892) dönemlerinde devletin her köşesinde ortaya
çıkan isyanlar, merkezi otoriteyi zayıflattı. Devlet içte ve dışta sarsıntılar
geçirmeye başladı. Nitekim bu dönemde Kuzey Afrika’da siyasi bir güç olarak ortaya
çıkan Fatimiler, doğuya doğru ilerlemeye başladılar. Karmatiler, Irak ve Hicaz
bölgelerini tehdit ederken, Sacoğulları Azerbaycan’da bağımsızlık kazandılar.
Ancak Abbasi hilafeti için bütün bunlardan çok daha kötü bir gelişme 945
yılında Büveyhilerin Bağdat’ı işgal etmeleri olmuştur. İranlı ve şii bir
hanedan olan Büveyhiler, dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru Fars, Huzistan,
Kirman ve Kuhistan bölgelerinde hakimiyet kurmuşlardı. Büveyhilerin Bağdat’ı
işgalinden sonra Abbasi halifelerinin hiç bir maddi gücü kalmadı. İktidar,
Büveyhilerin eline geçti. Büveyhiler, Abbasi halifelerini sadece dini bir lider
olarak başta tutuyorlar ancak istediklerini tahttan indirip istediklerini
çıkarıyorlardı. Bağdat artık İslam dünyasının bir merkezi olmaktan çıkmıştı. Bu
durum yaklaşık bir asır kadar devam etti.
On
birinci yüzyılın ortalarında Büveyhiler eski güçlerini kaybettiler. Bu dönemde
Türk asıllı Büveyhi komutanı Arslan el-Besasiri, Bağdad’a hakim olarak hutbeyi
Fatimi halifesi adına okutmaya başladı. Bu sırada İran’da güçlü bir devlet
kurmaya muvaffak olan Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat’a
girerek Abbasi Hanedanını şii hakimiyetinden kurtardı ve Halife Kaim
Biemrillah’a büyük hürmet gösterdi. Halife de Tuğrul Beye Sultan ünvanını
vererek onun siyasi ve askeri hakimiyetini tanıdı. Selçuklular, Abbasi
hilafetini siyasi bakımdan şii hanedanlarının tahakküm ve tehdidinden
kurtarmakla kalmadılar; yeni bir öğretim müessesesi olan medreseleri kurarak
fikri bakımdan da onlarla mücadeleye giriştiler. Böylece Selçuklular sayesinde
Abbasi hilafeti Fatimilerin tehdidinden kurtulmuş oluyordu.
Zamanla
Selçukluların zayıflamaları ve hilafete Muktefi (1136-1160) ve Nasır
(1180-1225) gibi dirayetli şahısların geçmesi üzerine Abbasiler tekrar
güçlenmeye başladılarsa da, eski kudretli hale gelemediler. Diğer taraftan
Moğollar Cengiz Han idaresinde Çin’e karşı yaptıkları akınlardan sonra, 1218
yılından itibaren batıya yönelerek İslam dünyasını istila etmeye başlamışlardı.
Harezmşahlar Devletini ortadan kaldıran Moğollar, Semerkant, Buhara, Taşkent,
Harezm ve Belh gibi şehirleri yerle bir ettiler. Cengiz’in 1227 yılında
ölmesinden sonra da Moğol istila hareketi devam etti. Nitekim torunu Hülagu
1258 yılının Ocak ayında Bağdad önlerine geldi ve şehri kuşattı. Mukavemetin
çaresiz olduğunu gören halife Mu’tasım teslim oldu (10 Şubat 1258). Ancak
Bağdat’a giren Moğollar, dünya tarihinin en büyük tahribatını yaptılar. Halife,
yanındakilerle birlikte idam edildi. Dört yüz binden fazla Müslüman kılıçtan
geçirildi. Mescidler medreseler yerle bir edildi. Milyonlarca İslam kitabı
yakılarak külleri Dicle Nehrine serpildi. Böylece beş asırdan beri devam eden
Bağdat-Abbasi hilafeti sona erdi.
Mısır Abbasileri:
Hülagu’nun zulmünden kurtulan otuz beşinci
Abbasi halifesi Zahir’in oğullarından Ebü’l-Kasım Ahmed, 1261’de Mısır’a gitti.
Orada hüküm sürmekte olan Türk sultanlarından Melik Baybars tarafından halife
tanındı. Hilafet Osmanlılara geçinceye kadar halifeler bu zatın neslinden geldi.
Kahire’deki Abbasi halifeleri, bazı Müslüman hükümdarlara hükümdarlık menşuru
gönderiyorlar, fırsat buldukları takdirde siyasi hadiselere de karışıyorlardı.
Nitekim 1412 yılında sultan Nasır’ın ölümü üzerine halife Adil, kendisini sultan
ilan etti. Ancak sultanlığı üç gün sürdü. Sultan Müeyyed Şah tarafından
makamından indirilerek öldürüldü. Bu arada bazı halifeler, sultanlara cephe
almaları sebebiyle azlediliyorlardı. Bu durum 1517 tarihine kadar devam etti.
Nihayet Yavuz Sultan Selim Han’ın 1517’de Mısır’ı fethetmesinden sonra halife
bulunan Mütevekkil, kendi arzusuyla hilafeti bu padişaha teslim etti. Böylece
hilafet, Osmanlılara geçmiş oldu.
Teşkilat:
Abbasiler, devlet müesseselerini İslam
esaslarına göre kurup teşkilatlandırmışlardır. Halifelik alameti olarak
Abbasiler, yüzük, asa, hırka, hutbelerde adlarının okunması vb. şeyleri
kullanmışlardır. Halife, divandaki tahtına bayram tebriklerinin dışında pek
oturmaz, divanı vezirlerin idaresine bırakırdı. Divana bakan pencereli yüksek
bir mahalden divan müzakerelerini dinleyip kendisi gözükmezdi.
Abbasilerde halifeden sonra vezirlik en büyük mevki
idi. Bu tabir ilk defa Abbasilerde kullanıldı. Halifeden sonra gelen en önemli
icra organı olması dolayısıyla geniş yetkilere sahipti. Zaman zaman mahkemelere
başkanlık eder, savaşlara karar verir, hazineden gerekli gördüğü harcamaları
yapar, valileri tayin ve azledebilirdi. Abbasilerde iki tip vezirlik vardı: 1) Vezir-i tefviz: Halifenin azli ve veliahd
tayininden başka bütün yetkilere sahipti. 2)
Vezir-i tenfiz: Sadece halifenin kendisine verdiği vazifelere bakardı.
Bu gruptaki vezirler genellikle mahir katipler, basiretli ve parlak zekalı
kişiler arasından seçilirdi. Merkezi idare, vezirlerin başkanlığında bir çok
divandan yani vezirliklerden meydana geliyordu. Bu divanların en önemlileri
devletin mali işlerine bakan Divanü’l-harac,
Divan-ı beytülmal, askeri işlere bakan Divanü’l-ceyş,
para basma işlerini yürüten Divan-ı darü’d-darb,
haksızlıkların ve adli hataların görüşüldüğü Divanü’l–mezalim,
resmi yazışmaları yürüten Divanü’l-resail,
Divanü’t-tevki ile posta ve gizli istihbarat hizmetlerini yürüten Divanü’l-berid idi.
Vilayetlerde ise halife adına icraya valiler yetkili
idi. Ordu hazırlamak, askeri barındırmak, vilayetinde hukuki meseleleri
halletmek, kadı ve hakimler ile vergi ve zekat işlerini yürütecek memurlar
tayin etmek valilerin başlıca vazifeleri idi. Hilafet merkezinden uzak
eyaletlere bilhassa hanedana mensub kişiler veya son derece güvenilir
kumandanlar vali tayin edilirdi. Hilafet merkezi olan Bağdat ve diğer büyük
şehirlerde asayiş, şurta teşkilatı tarafından sağlanırdı. Bu teşkilat; suç ve
cinayetleri takip ederek, suçluları yakalayıp cezalandırmakla vazifeli idi.
Teşkilatın başında bulunan ve Sahibü’ş-şurta
yani emniyet müdürü denilen memurun derece ve selahiyetleri pekçoktu. Daha
sonraları ehemmiyeti iyice artan bu makam, vezirliğe hatta mabeynciliğe
yükselme basamağı haline geldi.
Merkez teşkilatındaki önemli görevlerden biri de
hacipliktir. Haciplik; halifeyi
suikastlere karşı korumak ve halkın önemli işlerle uğraşan halifeyi meşgul
etmelerini önlemek için kurulmuştu. Bundan dolayı halifelere, halkın
kendileriyle görüşmesi ve isteklerini iletebilmeleri için belli vakitler
ayrılmış ve daireler tahsis edilmiştir.
Abbasi ordusunun esasını murtazıka (ücretli) denilen
nizami ve daimi statüdeki muvazzaf askerler teşkil etmekteydi. Bunlar
yaptıkları askeri hizmet karşılığında devlet bütçesinden maaş alırlar ve her
türlü ihtiyaçları devlet tarafından karşılanırdı. Abbasi ordusunda normal,
ücretli askerlerden başka bir de gönüllü askerler vardı. Kendilerine hazineden
herhangi bir ücret veya maaş ödenmeyen bu askerler, sadece zekat ve ganimetten
pay alırlardı. Komutanlara ise, maaş karşılığı olarak, toprak verilirdi ki,
buna ikta denirdi. İkta ilk defa Peygamber efendimiz tarafından
Temim-i Dari’ye verilmiş, daha sonra da İslam devletlerinde tatbik edilmiştir.
Abbasi
ordusu şu beş gruptan meydana gelirdi: 1) Merkezde bulunan ve doğrudan halifeye
bağlı olarak görev yapan muhafız birliği, 2) Büyük devlet adamlarının emrinde
bulunan birlikler, 3) Vilayetlerde bulunan kuvvetler, 4)Garnizonlarda bulunan,
Avasım ve Sugur adı verilen birlikler, 5) Yardımcı kuvvetler.
Abbasiler,
savaş halinde yaklaşık olarak sayısı 100 bini aşan düzenli bir ordu
çıkarabilmekteydiler. Bu ordu savaş alanında beşli tertibi esas alırdı. Bunlar,
öncü (talid, mukaddime), merkez (kalbü’l-ceyş), sağ kol (meymene), sol kol
(meysere) ve artçı (saka) düzeninde yeralırdı. Savaşlarda kullandıkları başlıca
silah, araç ve gereçler; mızrak, topuz, ok, yay, kılıç, miğfer, kalkan, balta,
zırh, merdiven ve mancınıkdan ibaret idi.
Abbasiler, kara kuvvetlerine olduğu kadar, deniz
kuvvetlerine ve denizciliğe de büyük önem vermişlerdir. Muhtelif şehirlerde
kurdukları tersanelerde Bizans gemilerinden daha büyük gemiler inşa
etmişlerdir. Nitekim güçlü donanmaları ile her yıl Bizans üzerine sefere
çıkmışlardır. Donanma kumandanına Emirü’l-bahr adı
verilirdi.
Abbasilerde
adliye teşkilatı düzenli ve muntazam işleyen bir müessese idi. Her memlekette
oradaki Müslümanların ekserisi hangi mezhepten ise, o mezhepten olan bir kadı
vazife yapardı. Ancak zamanla her vilayette dört mezhebin de kadıları
bulundurulmaya başlandı. Başlangıçta eyaletlerdeki kadılar vali tarafından
tayin ediliyordu. Ancak daha sonra halifeler merkezde veya eyaletlerde kendi
adlarına görev yapacak kadıları bizzat tayin etmeye başladılar. Harun Reşid
devrinden itibaren ise, Kadıü’l-kudatlık müessesesi kuruldu ve bu göreve ilk
olarak İmam-ı Ebu Yusuf getirildi. Kadıü’l-kudat hilafet merkezinde bulunur,
bölgelerde ve çeşitli merkezlerde vazife yapacak kadıları tayin ederdi.
Kadılık
teşkilatı içinde kadıların bakmaktan aciz oldukları davalara bakan ve mezalim
mahkemeleri denen mahkemeler vardı. Bunlara bakan kadılara Sahibü’l-mezalim
denirdi. Sahibü’l-mezalim olan kadılar, diğer kadılardan daha üstün ve geniş
selahiyetlere sahip idiler. Bazı Abbasi halifeleri, ehemmiyeti icabı, mezalim
mahkemelerindeki duruşmaları bizzat kendileri idare ederlerdi.
Yine adliye teşkilatına bağlı olmak üzere bir de hisbe teşkilatı vardı. Hisbe işini yapan
vazifeliye “muhtesib” denirdi. Bu teşkilatın görevi iyiliği yaymak ve
kötülükten vazgeçirmek (emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker), fazilet ve ahlak
kaidelerinin muhafazasını, dinin emirlerine uyulmasını, çarşı ve pazarların
düzen ve kontrolünü sağlamak, borçluların borçlarını ödemelerini temin etmek,
ölçü ve tartıda hile yapılmasına mani olmak için hususi aletlerle esnafın ölçü
ve tartı aletlerini kontrol etmek ve alış verişte fiyatları fahiş miktarda
yükseltenleri cezalandırmak idi.
Abbasiler iktisadi
bakımdan çok güçlü bir durumda idi. Bilhassa halifelerin, memleketin iktisadi
meseleleriyle de yakından alakadar olmaları, ziraat, ticaret ve iktisad ile
alakalı meselelere ehemmiyet vermeleri halkın refah seviyesini yükseltmiş ve
devleti de güçlendirmiştir. Kazdırılan su arkları ve kanallarla Arabistan’a
kadar olan geniş ve uzun arazinin tamamı sulanabilir hale geldi. Dicle ve
Fırat’tan kanallar ile alınan sular, kireç ve tuğladan yapılan muhkem su
kemerleri vasıtası ile Bağdad’a ulaştırıldı. Ziraate ehemmiyet verildi ve bu
işle uğraşanlara kolaylıklar sağlandı. Faizsiz krediler ile çiftçiler
desteklendi. Endüstriye gereken önem verildi. Fars ve Horasan’da demir, bakır
kurşun ve gümüş madenleri işletilmeye başlandı. Yeraltı kaynaklarından, kükürt,
tuz, ham petrol ve zift çıkarıldı. Sabun ve cam fabrikaları, kağıt, kumaş ve
tuğla imalathaneleri kuruldu. Hilafet merkezi olan Bağdat’ta demirci, marangoz
ve manifaturacı gibi her sanata ait çarşılar vardı. Kuyumculukta ve mücevher
işlemeciliğinde bir hayli ilerleme oldu.
Abbasiler, çeşitli bayındırlık eserleri meydana
getirdiler. Medreselerle birlikte mescidlerde de ilim meclisleri bulunurdu. Ebu
Cafer Mansur devrinde Arapça, bir gramere kavuştu. Eski Yunan, Hind ve İran
eserleri Arapçaya tercüme edildi. Me’mun devrinde Beyt-ül-hikme (İlim heyeti)
kurularak bu işe hız verildi. Meşhur dört mezheb imamları Abbasiler devrinde
yaşadılar. Öğrencileri de, hocalarının mezheblerini öğrettiler ve tasnif
ettiler. Yine en büyük hadis kitapları olan Kütüb-i
Sitte de bu devirde yazıldı. Dünyada ilk hukuk usul kitabını (Hukuk
metodolojisini) yine bu zamanda İmam-ı Şafii,
Risale ismiyle telif etti.
Yine Abbasiler devrinde birçok ilimlerin temeli atıldı.
İmam-ı Muhammed Şeybani, Siyer-i Kebir kitabı
ve bunun İmam-ı Serahsi tarafından yapılan şerhi ile devletler hukukunun;
Maverdi ve Kadi Ebu Ya’la Ahkam-us-Sultaniyye
adlı eserleri ile amme hukukunun; Endülüs alimlerinden Batruci bugünkü
astronominin; Cabir bin Hayyan kimyanın; Harezmi de cebir ilimlerinin temelini
kurdular. Bu devirde yüzlerce büyük alim yetişti. Bunlardan dört mezheb imamı
hukukta; İmam-ı Eş’ari, İmam-ı Maturidi, İmam-ı Gazali kelamda; Razi, Kurtubi,
Taberi, Beydavi tefsirde söz sahibi büyük alimlerden idiler.
ABBASİ HALİFELERİ
Halifelerin isimleri |
Doğumu |
Hilafeti |
Vefatı |
Ebül
Abbas Abdullah Seffah bin |
|
749
(H.132) |
|
Mensur
Ebu Ca'fer bin Muhammed bin Ali |
713 |
754
(H.136) |
775 |
Mehdi
bin Mensur |
745 |
775
(H.158) |
785 |
Hadi
Musa bin Mehdi |
762 |
785
(H.169) |
786 |
Harun
Reşid bin Mehdi |
765 |
786
(H.170) |
809 |
Me'mun
bin Harun |
786 |
813
(H.198) |
833 |
Emin
Muhammed bin Harun |
787 |
809
(H.193) |
813 |
Mu'tasım
bin Harun |
796 |
833
(H.218) |
842 |
Vasık
bin Mu'tasım |
812 |
842
(H.227) |
847 |
Mutevekkil
bin Mu'tasım |
821 |
847
(H.232) |
861 |
Mühtedi
bin Vasık |
835 |
869
(H.255) |
870 |
Müste'in
bin Mu'tasım |
836 |
862
(H.248) |
865 |
Müstansır
bin Mütevekkil |
839 |
861
(H.247) |
862 |
Mu'temid
bin Mütevekkil |
844 |
870
(H.256) |
892 |
Mu'tez
bin Mütevekkil |
847 |
865
(H.252) |
869 |
Mu'tedid
bin Muvaffak bin Mütevekkil |
857 |
892
(H.279) |
902 |
Müktefi
bin Mu'tedid |
878 |
902
(H.289) |
908 |
Muktedir
bin Mu'tedid |
895 |
908
(H.295) |
932 |
Kahir
bin Mu'tedid |
899 |
932
(H.320) |
934 |
Müktefi
bin Mu'tedid |
905 |
944
(H.333) |
949 |
Radi
bin Muktedir |
910 |
934
(H.322) |
940 |
Mütteki
bin Muktedir |
910 |
940
(H.329) |
944 |
Muti'
bin Muktedir |
914 |
946
(H.334) |
975 |
Tayı'
bin Muti' |
932 |
974
(H.363) |
1003 |
Kadir
bin İshak bin Muktedir |
947 |
991
(H.381) |
1031 |
Kaim
bin Kadir |
1001 |
1031
(H.422) |
1075 |
Muktedi
bin Ahmed bin Kaim |
1056 |
1075
(H.467) |
1094 |
Müstazhir
bin Muktedi |
1076 |
1094
(H.487) |
1118 |
Müsterşid
bin Müstazhir |
1091 |
1118
(H.512) |
1135 |
Müktefi
bin Müstazhir |
1096 |
1136
(H.530) |
1160 |
Raşid
bin Müsterşid |
1109 |
1135
(H.529) |
1138 |
Müstencid
bin Muktefi |
1124 |
1161
(H.555) |
1171 |
Müstedi
bin Müstencid |
1142 |
1172
(H.566) |
1179 |
Nasır
bin Müstedi |
1158 |
1180
(H.575) |
1225 |
Zahir
bin Nasır |
1175 |
1225
(H.622) |
1226 |
Müstensır
bin Zahir |
1192 |
1226
(H.623) |
1242 |
Müsta'sım
bin Müstensır |
1212 |
1242
(H.640) |
1258 |
Mısırdaki Abbasi Halifeleri
Halifelerin isimleri |
Doğumu |
Hilafeti |
Vefatı |
Müntasır
Ahmed bin Zahir |
(?) |
1258
(H.656) |
1261 |
Hakim
Ahmed bin Hasen bin Ali |
(?) |
1261
(H.660) |
1301 |
Müstekfi
bin Hakim Ahmed |
1285 |
1301
(H.701) |
1338 |
Vasık
bin Hakim Muhammed |
(?) |
1338
(H.740) |
1348 |
Hakim
Ahmed bin Müstekfi |
(?) |
1339
(H.741) |
1352 |
Mu'tedid
bin Müstekfi |
(?) |
1352
(H.754) |
1367 |
Mütevekkil
bin Mu'tedid |
(?) |
1361
(H.763) |
1405 |
Mu'tasım
bin Hakim |
(?) |
1377
(H.779) |
(?) |
Mütevekkil
(tekrar) |
(?) |
1377
(H.779) |
1405 |
Vasık
bin Hakim |
(?) |
1383
(H.785) |
1384 |
Mu'tasım
(tekrar) |
(?) |
1386
(H.788) |
(?) |
Mütevekkil
(tekrar) |
(?) |
1389
(H.791) |
1405 |
Müste'in
bin Mütevekkil |
1392 |
1405
(H.808) |
1430 |
Mu'tedid
bin Mütevekkil |
1380 |
1412
(H.815) |
1441 |
Müstekfi
bin Mütevekkil |
(?) |
1441
(H.845) |
1450 |
Kaim
bin Mütevekkil |
(?) |
1450
(H.854) |
1459 |
Müstencid
bin Mütevekkil |
1392 |
1455
(H.859) |
1479 |
Mütevekkil
bin Ya'kub |
1416 |
1479
(H.884) |
1498 |
Müstemsik
bin Ya'kub |
(?) |
1515
(H.922) |
(?) |
Ya'kub
bin Müstemsik-billah |
(?) |
1516
(H.923) |
(?) |
(Bkz. Kimyasal
Silahlar, Nükleer Silahlar)
Alm. Abdal, Fr. Abdal, İng.
Abdal. Allahü tealaya yakın sevgili (evliya) kullardan biri.
Arapçada, ikisi de "karşılık, birinin yerine geçen" manalarına gelen
bedel ve bedil kelimelerinin çoğulu olmakla beraber, Türkçede teklik manada
kullanılmıştır. Halkın açıkça bilmediği ve dünyanın nizamı (düzeni) ile
vazifeli olan bu kimselerden biri vefat edince, yerine başka bir veli bedel
kılındığından yani görevlendirildiğinden ve çok olduklarından "ebdal"
sözü ile tanınmışlardır.
Ebdal olan mübarek zatlar yeryüzünde devamlı bulunur.
Biri vefat edince yerine bir başkası geçirilir. Sayıları yine aynı olur. Allahü
tealanın Müslümanlara ihsan ettiği kerametlerden birisi de halk arasında
“Ebdal” lerin de bulunmasıdır. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Allahü teala onların hürmetine yağmur yağdırır, ot bitirir,
belayı def eder.” Onların hususiyetleri hakkında da bir hadis-i
şerifte: “Kendilerine zulmedeni affederler. Kötülük
edene iyilik ederler.” Ebu Nuaym’ın merfu olarak bildirdiği hadis-i
şerifte de buyruldu ki: “Ümmetim arasında her zaman
kırk kişi bulunur. Bunların kalpleri İbrahim aleyhisselamın kalbi gibidir.
Allahü teala, onların sebebi ile kullarından belaları giderir. Bunlara Ebdal
denir. Bunlar bu dereceye namaz ve oruç ile yetişmediler.” İbn-i
Mes’ud radıyallahü anh; “Ya Resulallah! Ne ile bu
dereceye vardılar?” diye sorunca; “Cömertlikle
ve müslümanlara nasihat etmekle yetiştiler.” buyurdular.
Halk arasında kırklar olarak
bilinen kimseler de yukarıda izah edildiği gibi Ebdal’dir.
Afganistan’da Abdali kabilesinin kurduğu devlet. Aslen
bir Türk boyu olan Abdaliler, Gazneliler zamanında Müslüman oldular. Uzun süre
dağlarda yaşayan bu Türk boyu, Babürlüler Devleti ile Safevi Devletinin
arasının bozuk olduğu bir sırada, Tarnak ve Argandab vadilerine indiler.
Bölgenin durumu itibariyle iki büyük devlet arasında yaşamalarına rağmen, kendi
başlarına hareket ediyorlardı.
Bir süre sonra Herat eyaletinin yönetimini ele geçiren
Abdaliler, üzerlerine gelen Safi Kuli Han komutasındaki İran ordusunu hezimete
uğrattılar ve Nadir Şah devrine kadar bölgenin hakimi oldular. Nadir Şah,
Safevi Devletini yıktıktan sonra, zamanın karışıklıklarından faydalanarak,
Meşhed’i ele geçiren Abdalileri yenilgiye uğrattı. Nadir Şah, Abdalilerin
askeri gücünden faydalanmak ve Gılzaler kabilesini kontrol altında tutmak için,
onları Kandehar bölgesine yerleştirdi.
Abdalilerin reisi Ahmed Han, Nadir Şahın vefatından
sonra Kandehar’ı ele geçirerek hükümdarlığını ilan etti (1747). Hindistan
üzerine yürüyerek birçok şehri ele geçirdi ve Delhi’ye kadar ilerledi (1757).
Ahmed Şahın 1773 yılında ölümünden sonra yerine geçen
oğlu Timur Şah, hükumetin merkezini Kandehar’dan Kabil’e nakletti. 1800’den
1842’ye kadar karışıklık ve kardeş kavgalarının devam ettiği Abdaliye Devleti,
bu tarihte yeni Afgan Devleti emiri Dost Muhammed Han tarafından ortadan
kaldırıldı.
Alm. Rituelle Waschung
(f),
Fr. Ablution (f), İng. Ritual Ablution. İslamiyette
ibadetlerden önce yapılan temizlik (hadesten taharet). Abdest kelimesi; “el
suyu, el yıkama suyu” anlamında Farsça birleşik bir kelimedir. Arapçada ise
"vudu" denir. Bu da temizlik, güzellik anlamındadır.
Vahiy meleği Cebrail aleyhisselam, ilk vahyi
getirdikten sonra Mekke'nin yukarısındaki vadide Peygamber efendimizin yanında
abdest aldı. O da melekten gördüğü gibi abdest aldı. Böylece İslamiyette ilk
abdest alınmış oldu. Bundan sonra Cebrail aleyhisselam imam oldu, iki rek'at
namaz kıldılar. Sonra melek göklere doğru yükselip gözden kayboldu. Peygamber
efendimiz büyük bir ferahlık içinde evine döndü. Durumu hanımı hazret-i
Hadice'ye anlattı; ona melekten gördüğü gibi abdest almayı öğretti ve iki
rek'at namaz kıldırdı.
Böylece İslamiyetin başlangıcında abdest ve namaz
ibadeti de yapılmaya başlandı. Abdestle ilgili olarak Kur'an-ı kerimin Maide
suresi altıncı ayet-i kerimesinde mealen; "Ey
iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman, yüzünüzü ve dirseklerinizle beraber
ellerinizi yıkayın, başınızı meshedin ve ayaklarınızı da topuklarınızla beraber
yıkayın..." buyruldu. Bu ayet-i kerime ile abdestin, namaz ve
diğer bazı ibadetler için lazım olduğu açıklandı.
Abdestin farzları, sünnetleri, edebleri ve bozan
şeyleri vardır. Farzları dörttür: 1) Yüzü yıkamak, 2) İki kolu dirseklerle
beraber yıkamak, 3) Başın dörtte birini meshetmek (yaş eli sürmek), 4) İki
ayağı iki yandaki topuk kemikleri ile birlikte bir kere yıkamak.
Abdestin sünnetlerinden bazıları: Besmele ile başlamak.
Yıkanacak yerleri sıra ile üçer kere yıkamak, yüzü yıkarken niyet etmek. Elleri
bileklerle birlikte üç kere yıkamak. Ağzı, burnu ayrı ayrı su ile üç kere
yıkamak. Dişleri bir şey ile oğmak, temizlemek, başın tamamını iki kulağı ve
enseyi bir kere meshetmek. Yıkanan yerleri oğmak ve her uzvu birbiri ardından
yıkayıp ara vermemek.
Abdestin edeblerinden bazıları ise şöyledir: Namaz
vakti gelmeden abdest almak, kıbleye yönelerek abdest almak, abdest alırken
konuşmamak, her uzvu yıkarken Kelime-i şehadet veya abdest dualarını okumak,
ağıza ve buruna sağ el ile su vermek, burnu sol el ile temizlemek, su bol ise
de israf etmemek, abdestten sonra sübha, yani iki rek'at namaz kılmaktır.
Sünnete uygun abdest almak için, önce eller bileklere
kadar üç kere yıkanır. Parmak araları hilallenir. Sağ el ile ağza üç kere su
verilip, misvakla veya parmakla dişler oğulur. Sonra burna üç kere su verilip,
sol el ile temizlenir. Avuçlara su alınıp yüz üç kere yıkanır. Suyu yüze
çarpmamak lazımdır. Önce sağ kol, sonra sol kol dirseklerle birlikte üç kere
oğularak yıkanır. Kollar yıkandıktan sonra başın dörtte biri meshedilir. (Yaş
el sürülür.) Başın hepsini kaplama mesh yapmak sünnettir ve çok sevaptır. Sağ
ve sol elin şehadet parmakları ile iki kulağın delikleri meshedilir.
Başparmaklar ile de kulakların arkası, sonra da ellerin dış yüzü ile ense
meshedilir. Bu meshler bir defa yapılır. Ense meshedildikten sonra, sol elin
küçük parmağı ile, sağ ayağın küçük parmağından başlayarak, ayak parmaklarının
arasını hilallemek suretiyle topuklarla birlikte önce sağ ayak, sonra sol ayak
üç kere yıkanır. Her uzvu yıkarken, abdest dualarını okumalıdır. Bilmeyenler
kelime-i şehadet söylerler.
Abdesti bozan şeyler: Önden ve arkadan çıkan şeyler
(tabii ihtiyaç giderme, yellenme gibi). Ağız dolusu kusmak, kan ve katı kan;
safra, mideden gelen yemek, ağız dolusu olursa abdesti bozarlar. Deriden çıkan
kan, irin, sarı su, ağrılı çıkan renksiz su bozar. Yatarak veya bir yere
yaslanarak uyumak, bayılmak, deli olmak ve sara tutmak, yürürken sallanacak
kadar sarhoş olmak, namazda kahkaha ile gülmek.
Abdestsiz olarak namaz kılınmaz, Kabe tavaf edilmez,
Kur'an-ı kerim ele alınmaz ve okunmaz, tilavet secdesi yapılmaz.
Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerde buyurdu ki:
Müslüman abdest alınca,
günahları kulağından, gözünden, elinden ve ayağından çıkar. Oturunca mağfiret
olunmuş
(bağışlanmış) olarak oturur.
Abdestli olarak ölen, ölüm acısı
çekmez. Çünkü abdest imanlı olmanın alametidir. Abdest namazın anahtarı,
bedenin günahlardan temizleyicisidir.
Amellerin en hayırlısı namazdır.
Abdeste devam edenler ancak mü'minlerdir. Mü'min, gündüz abdestli olmalı, gece
de abdestli yatmalıdır. Böyle yapınca Allahü teala onu korur. Abdestli iken
yiyip içenin karnındaki yemek ve su zikr eder. Karnında kaldıkları müddetçe
onun için istiğfar ederler (bağışlanmasını isterler).
Abdestin insan sağlığına pekçok faydaları vardır. Kan
dolaşımını sağlayan damarların esnekliklerinin korunmasını temin ederek damar
sertliği ve tıkanıklığını önler. Ağzın, burnun ve ensenin su ile teması,
beyindeki kan dolaşımının güçlenmesini temin eder. Vücudun temel koruma sistemi
olan beyaz kan hücrelerini (lenfositleri) vücuda dağıtan lenf damarlarının
düzenli çalışmasını temin eder. İnsan vücudundaki statik elektriğin fazlasının
atılmasını sağlar ve sinir sistemi rahatsızlıklarını önler.
Abdest cilt hastalıkları ve iltihapları için en güzel
bir korunmadır. Mikroplar, parazitler vücuda hep deri yoluyla girerler, abdest
buna mani olur. Solunum sisteminde önemli bir rolü olan burun, abdestte
yıkanınca, toz ve mikropların vücuda girmesi önlenir.
Yüzün yıkanması da cildi kuvvetlendirir. Baştaki
ağrıları ve yorgunluğu hafifletir. Damarları ve sinirleri harekete geçirir.
Devamlı abdest alanlar ihtiyarlasalar bile yüzlerindeki güzellikler kaybolmaz.
Gazeteci, yazar. 1929 senesinde İstanbul’da doğdu.
İlköğrenimini gördükten sonra Galatasaray Lilesini bitirdi. Sonra bir müddet
Hukuk Fakültesine devam etti. Yeni Sabah, Yeni
İstanbul ve İstanbul Ekspres
gibi çeşitli gazetelerde spor muhabiri, sayfa sekreteri ve yazı işleri müdürü
olarak çalıştı. Ali Naci Karacan'ın çıkardığı Milliyet
Gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Bir müddet sonra da genel
yayın müdürü oldu. 1961 senesinden 1 Şubat 1979 tarihine kadar aynı gazetenin
başyazarlığını da yürüten Abdi İpekçi, Türkiye Gazeteciler Sendikesi, Türkiye
Basın Enstitüsü Başkanlığı, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ve Uluslararası Basın
Enstitüsünün ikinci başkanlığı, Basın Şeref Divanı genel sekreterliği gibi
vazifelerde bulundu. Hayatı boyunca Atatürk ilkelerinin ve özellikle laikliğin
savunuculuğunu yaptı. 1 Şubat 1979 gecesi İstanbul’daki evinin yakınlarında bir
terörist tarafından öldürüldü. Abdi İpekçi’nin Afrika,
İhtilalin İçyüzü, Dünyanın Dört Bucağından gibi eserleri vardır.
Osmanlı Devletinin
Budin eyaletindeki son valisi ve meşhur Budin kahramanı. Asıl adı
Abdurrahman’dır. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. Yeniçerilikten yetişti.
Yüksek zekası ve kabiliyeti ile 1668 yılında Yeniçeri ağası oldu. Girit
savaşlarında büyük kahramanlıklar göstermesi üzerine vezirlik rütbesine terfi
etti. Bundan sonra sırasıyla; Bağdad, Mısır, Bosna ve Budin valiliklerinde
bulundu. 1684 yılında Halep valiliğine, aynı yıl tekrar Budin valiliğine tayin
edildi. Budin valisiyken az bir kuvvetle 1686 yılında doksan bin kişilik Haçlı
ordusuna karşı durdu. Düşmanın teslim tekliflerini geri çeviren Abdi Paşa,
1686’da çıkarma harekatı yaparken şehid oldu. Bu sırada 80 yaşlarındaydı. Haçlı
ordusu ancak bundan sonra şehre girebildi. Macarlar, Abdi Paşaya hürmet
etmişler ve hatırasına kabrini imar ederek üzerine Türkçe ve Macarca Abdi
Paşayı metheden ve şehadet tarihi bulunan bir mezartaşı koymuşlardır.
Osmanlı devlet adamı ve tarihçi. Asıl adı
Abdurrahman’dır. İstanbul’un Anadoluhisarı semtinde dünyaya geldi. Doğum tarihi
belli değildir.
Eğitim ve öğretimini Enderun-ı hümayunda tamamladı.
1648’de Saray-ı Hümayunun Büyük Oda kısmında ilk resmi vazifesine başladı. İki
sene sonra Seferli Koğuşuna atandı. Bu vazifede 1659’a kadar kalan Abdi Paşa,
Has Oda’ya tayin edildi. 1665’te tuğra çekme vazifesi verildi. 1668’de sır
katipliğine getirilen Abdi Paşa ertesi sene Temmuz ayında vezirlik rütbesi ile
nişancılık nasbına tayin edilerek saraydan ayrıldı. Uzun süre bu vazifede kalan
Abdi Paşa Çehrin Seferi sırasında İstanbul kaymakamı oldu (1678). Ertesi sene
dördüncü vezirliğe terfi etti. İkinci vezir iken 1682’de Basra valiliğine tayin
edildi. On sene kadar çeşitli illerde valilik yaptı. 1690’da Kandiye, sonra
Sakız muhafızlığına getirildi. Sakız muhafızı iken 1692 yılında vefat etti.
Abdi Paşa, devlet hizmetleri dışında Vekayiname adlı Osmanlı tarihi ile meşhur
olmuştur. Bu eserini Has Oda’da vazifeliyken Dördüncü Mehmed Hanın isteği
üzerine yazmaya başlamıştır. Eserin dili oldukça sade olup, üslubu güzeldir.
Dördüncü Mehmed Han zamanı için birinci derecede kaynak olan bu eser, daha
sonraki tarihçiler tarafından kullanılmıştır. Eser henüz yayınlanmamış olup,
yazma nüshası Topkapı Sarayı Kütüphanesinde mevcuttur.
Abdi Paşanın, ayrıca edebi sahada da çalışmaları
vardır. Abdi mahlası ile yazdığı şiirlerini bir Divan’da
toplamıştır. Ayrıca Ka’b bin Züheyr’in Kaside-i
Bürde’sine ve Divan-ı Urfi’deki
bazı şiirlere şerhler yazmıştır.
Mısırlı yazar ve din adamı. İsmi Muhammed Abduh olup,
Abduh diye meşhur olmuştur. 1849'da Mısır'da doğdu. 1905'te yine burada öldü.
İlk tahsiline Tanta'da başladı. Bir müddet sonra medreseyi terk ederek köyüne
döndü ve ziraatle meşgul oldu. Babasının ısrarı ile tekrar tahsile başladı.
1866'da Kahire'ye giderek Cami-ül-Ezher Medresesine girdi. Bu sırada tasavvufla
meşgul oldu. 1872'de Ehl-i sünnet itikadına aykırı sözleri yüzünden
İstanbul'dan kovulup, Mısır'a gelen Cemaleddin Efgani ile tanışıp, onun
derslerine devam etti. Onun din ve siyasette ıslah adını verdiği reformcu
fikirlerinin tesirinde kaldı. Bu suretle İslam alimlerinin nakli esas alıp,
aklı onun hizmetçisi yapan yolundan ayrıldı. Bundan sonra dini meselelerde
İslam alimlerine bağlı kalmadan kendi görüşüyle konuşmaya ve hüküm vermeye
başladı. Fransızcayı öğrenerek bu dille yazılmış eserleri okudu. Avrupalı
müsteşriklerin (doğu ilimleri ile uğraşan Avrupalıların) tesirinde kaldı.
Felsefi fikir ve yorumlarla yazılmış kitaplara yöneldi.
Mısır'da kaldığı müddetçe hiç ayrılmadan, devamlı
Cemaleddin Efgani'nin konferanslarını takib eden Abduh, kitaplar neşretmeye ve
Mısır'ın önde gelen gazetelerinden El-Ahram'da
yazılar yazmaya başladı. 1879'da Dar-ül-ulum'a hoca olarak tayin edildi. Aynı
yıl içinde dini ve siyasi konulardaki zararlı fikirleri sebebiyle hocası
Cemaleddin Efgani Mısır'dan sürülünce, o da köyüne gönderildi. Hidiv İsmail
Paşa çekilip, Hidiv Tevfik Paşa iktidara gelince, Muhammed Abduh önce Matbuat Gazetesi yazarlığına, daha sonra da
tahrir heyeti reisliğine (başyazarlığa) tayin edildi.
1881'de meydana gelen Arabi Paşa isyanı ile alakasının
görülmesi sebebiyle, önce hapsedildi, 1882'de de Mısır'dan çıkarıldı. Beyrut'a
geldi. Fikirlerini yaymak için faaliyetlerde bulunduysa da, kendisine buradaki
Ehl-i sünnet alimleri fırsat vermediler. Sonra Cemaleddin Efgani'nin daveti
üzerine Paris'e gitti. 1884 yılı başında buluştular. Hocasıyla birlikte El-Urvet-ül-Vüska adıyla bir cemiyet kurup, bu
isimle bir de gazete çıkardılar. Gazetenin, İslam dünyasında Arap
milliyetçiliği fikirlerinin uyandırılmasında büyük tesiri oldu. Sekiz ay sonra
gazetenin yayını durdurulunca, Efgani ile Abduh gizli konferanslar vererek,
fikirlerini yaymak üzere birbirlerinden ayrıldılar. Tunus'a giden Muhammed
Abduh, burada fikirlerinin propagandasını yaptı. 1885'te Beyrut'a döndü ve üç
buçuk sene kalarak Tevhid Risalesi'ni
yazdı.
Bazı kimselerin arabuluculuğuyla affedilen Abduh,
1888'de tekrar Mısır'a döndü. Hidiv Tevfik Paşa hükumeti onun zararlı
fikirlerini bildiği için, mahkeme memurluklarında vazifelendirdi. Bir müddet
sonra Cami-ül-Ezher Medresesi idare heyetine girdi. İlk iş olarak ders
programlarını değiştirdi. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırdı. Daha önce,
Mason Reşid Paşanın tanzimat ile Osmanlı medreselerinde yaptığı gibi lise ve
orta kısmındaki kitabların yüksek sınıflarda okutulmasını sağlayarak eğitim ve
öğretimdeki kaliteyi düşürdü. Hocası ile masonluğa da giren Abduh, masonluğun
Ezher'e girmesini temin etti. Bütün dinlerdeki insanların kardeş olduklarını
iddia etti. 1899'da İngilizlerin desteği ile Mısır müftiliğine getirildi. Bu
sırada banka faizinin caiz olduğuna dair fetva verdi.
İbn-i Teymiyye'nin zararlı fikirlerine sıkı bağlılığı
bulunan Abduh, mezheb imamlarını taklitten (onların sözlerine bağlanmaktan)
kurtulmayı ve serbest bir akılla hareket edilmesini istedi. Medeniyet-i İslamiyye kitabının müellifi (yazarı)
Corci Zeydan onun hakkında: "Öncekilerin sözlerine bağlanmamış, onların
koyduğu kaidelere değer vermemiştir." der.
Abduh, ayet-i kerimelere batılılaşmaya uyacak şekilde
kendi aklına göre mana vererek tefsir alimlerine muhalefet etti. Fil suresinde
bildirilen Ebabil kuşlarına "sivrisinek", attıkları taşlara
"mikrop" dedi. Musa aleyhisselamın asası ile denizi yarma mucizesini
med ve cezir hadisesidir diye tevil etti. Zilzal suresindeki "Zerre ağırlığında hayır yapan, karşılığına
kavuşur." mealindeki ayet-i kerimeyi tefsir ederken;
"Müslüman olsun, kafir olsun, salih (iyi) amel işleyen herkes Cennet'e
girecektir." diyerek Ehl-i sünnet alimlerinden ayrıldı. Ayet-i kerime ile
göke çıkarıldığı bildirilen hazret-i İsa'nın öldüğünü ve ruhunun göke
çıkarıldığını iddia etti. Kur'an-ı kerimden sonra İslamiyette en kıymetli kitaplar
olan Sahih-i Buhari ve Müslim'deki bazı hadis-i şeriflerin zayıf veya
uydurma olduğunu söyleyerek binlerce hadis alimine muhalefette bulundu.
Asırlarca, medreselerde matematik, mantık, tarih ve coğrafya dersleri
okutulduğu halde, İslam alimlerinin bu ilimlerden haberleri olmadığını, İslamı
anlayamadıklarını söyleyerek, onları gözden düşürmeye çalışdı. Önce geçen İslam
alimlerinin büyüklüğünü, üstünlüğünü anlayamadı. Her şeyi ben bilirim tavrı
içerisine girdi. İslam alimlerinin din gayreti sebebiyle mes'eleleri kılı kırk
yararcasına incelemelerini beğenmedi.
Abduh'un reformcu fikirleri, selefilik adıyla
talebeleri ve sevenleri tarafından günümüze kadar devam ettirilmişdir. Bugün
mezhepleri birleştirme ve mezheb sahibi alimler gibi dinde kendilerini yetkili
görmek, Abduh'un hayranlarının en bariz (açık) hususiyetlerindendir.
Abduh'un fikirleri, talebelerinden bilhassa Reşid Rıza
tarafından yayıldı. Yazdığı Tefsir-i Menar,
Reşid Rıza tarafından tamamlanıp neşredildi. Reşid Rıza'nın, mezheb taklidini
reddeden El-Muhaverat isimli kitabı,
Ahmed Hamdi Akseki tarafından Mezheblerin Telfiki
ve İslamın Bir Noktaya Cem'i adıyla ilk defa Türkçeye tercüme
edildi. Aynı eser son olarak Hayreddin Karaman tarafından neşre hazırlanmış ve
Diyanet İşleri Yayınları arasında yer almıştır.
Abduh'un zararlı fikirleri, selahiyetli alimler
tarafından reddedilmiştir. Muhammed Hüseyin Zehebi, Ebu Hamid bin Merzuk, Yusuf
Decvi, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Zahid-ül-Kevseri, Muhammed Hamdi Yazır
ve Ahmed Davudoğlu bunların önde gelenlerindendir.