A, Türk ve Sâmî alfabesinden türemiş birçok alfabenin
ilk sesli harfi. Kalın geniş-düz, orta damak seslisi.
Eski Mısır, Sümer, Akad, Sâmîlerden kalma hiyeroglif
sistemlerde A harfini gösteren bir çok işâret vardı. Sâmî hiyografilerinde
öküzü A harfi işâretiyle gösteriyorlardı. Bunlardan Fenikeliler almışlar ve
buna Alf, onlardan da İbrâniler alarak Aleph (Alef) demişlerdir. Arap dilinde
“Elif”, Yunanca’da Alpha olmuştur. Sâmî alfabesi ünsüz (konson) olduğu için A
ünlüsü Arap dilinde hareke ile, yâni fetha ile gösterilir. Elif harfi ise tek
ünlü harf olan hemzeden türemiştir. Araplardan “Alpha” olarak Yunanlılar,
onlardan da Romalılar almışlardır.
Orhun-Yenisey, Uygur, Peçenek gibi eski Türklerin
kullandıkları alfabelerde de, A harfi çeşitli şekillerde yazılmıştır. Göktürk
alfabesinde Z işâreti ile gösterilen A harfi, kelime sonlarında mutlaka
gösterilmiş, kelime içinde ise çok az yazılmıştır. Uygurlarda ise A harfi
Arapçada olduğu gibi başta, sonda farklı yazılırdı. Pehlevî olan bu yazı Arâmî
aslından gelmektedir. Daha sonraki Uygurların kullandığı Nasturî, Manihaî
alfabeleri de hep Arâmî asıllıdır. A harfi Uygur alfabesinde şekil olarak
değişik tarzlarda yazılmıştır. Arap harfleri ile  sesi bâzan medli, bâzan
medsiz, bâzan ayın harfi ile gösterilmiştir. Cumhuriyetin îlânından sonra kabûl
edilen Latin alfabesindeki A harfi ile Türkçe A sesi karşılanmaya çalışılmış,
ancak uzun A’lı (Â) olan kelimelerin yeni harflerle yazılması konusu
tartışılmıştır. "Asmaktan", âsar ile asar (eserler) kelimesi birbirinden
nasıl ayrılacaktır? Bu şimdilik halledilememiş bir meseledir. Bu konuda kabûl
edilmiş herhangi bir kâide yoktur. Yazı yazan kimseler istedikleri gibi
yazmakta, bâzısı iki A harfi yazmakta, bâzısı hiç koymamakta, bâzısı da bâzan
yazmakta, bâzan yazmamaktadır. Bu durum yazıların anlaşılmasını
güçleştirmektedir.
A harfi bir orta damak ünlüsü olup, ön taraftan, e, i,
arka taraftan o, u harfleri arasından telaffuz edilir. A harfi tabii olarak
telaffuz edildiği zaman, ses yolu gerilmez, bu yolun açık olmasından dolayı
yedinci dereceye varır. Ağız biraz açılır, küçük dil geniz yolunu kapar, dil
hafifçe öne kayarak soluğa yol verir. Solukta hiçbir maniyle karşılaşmadan ağız
kovuğunda A sesi meydana getirilir. A harfine ağzın çeşitli durumlarına göre
husûsiyetler kazandırılır; alçak, ince, düz, açık vb.
Alm. Lebenselexier
Lebenswasser (n), Fr. Eau
de Fontaine de jouvence, İng. Elixir of life.
Dirilik suyu. Ayrıca ab-ı hayvan, ab-ı Hızır, ab-ı cavidani, ab-ı zindegi,
ab-ı İskender, ab-ı cüvan ve aynü’l -hayat da denilmektedir. Bazı rivayetlerde
bu suyu, karanlıklar ülkesinde rastlayarak içen Hızır ile İlyas
aleyhimesselamdır. Hızır aleyhisselamın ruhu, bazı velilere feyz vermiştir.
Öldükten sonra, ruhu insan şeklinde görünüp, gariplere ve darda kalıp sıkıntıya
düşenlere yardım etmektedir. Ab-ı hayatın kaynağı karanlıklar içindedir ve
nerede olduğu bilinmemektedir. Hızır aleyhisselamın teyzesinin oğlu olan
İskender-i Zülkarneyn de bu suyu karanlıklar ülkesinde aramış, fakat bulup
kavuşamamıştır. Dünya tarihinde üç İskender’e rastlanmaktadır. Bunlardan
birincisi İskender-i Zülkarneyn olup peygamber veya veli olduğu bilinmektedir.
Yafes’in soyundan olan bu zat, Yemen’de yaşayan Münzir İskender ile Aristo’nun
talebesi olan Makedonyalı İskender’den önce yaşamıştır. İbrahim aleyhisselamla
birlikte haccetmiş, Hızır’ı kumandan yapmış ve dünyayı şirk ehlinden
temizlemiştir.
İslami kaynaklarda, canlılık veren ve diriliğe sebeb
olan başka bir sudan da bahsedilmektedir. Musa aleyhisselam genç arkadaşı ile
(Yuşa aleyhisselam) ile birlikte Hızır’ı (aleyhisselam) iki denizin kavuştuğu
yerde aramaya gitmiştir. Hızır’ı bulmasına alamet olarak da Allahü teala ona,
zenbil içine tuzlanmış bir balık koymasını ve balığın canlanıp denize aktığı
yerde o zatı bulacağını bildirmiştir. Bunun üzerine yolculuğa çıkmışlar, iki
denizin birleştiği mevkide konaklamışlar ve dinlenmek için başlarını yere koyup
uzanmışlardır. Bu anda sepetteki balık canlanıp bir yol bulup, denize
gitmiştir. Bir rivayette Yuşa aleyhisselamın abdest suyundan damlayan sular bu
canlanmaya sebep olmuştur. Yuşa aleyhisselam bunu unutmuş, tekrar yolculuğa
başlamışlar daha sonra hatırlayınca geriye dönerek konakladıkları yerde
hazret-i Hızır’ı bulmuşlardır. Artık hazret-i Musa ile Hızır aleyhisselamın
arkadaşlığı başlamıştır. Hızır aleyhisselam, hazret-i Musa’ya Allahü tealanın
kendisine bir ilim verdiğini bunu onun, bilmediğini; Musa aleyhisselamdaki
bilgileri de kendisinin bilmediğini ve sabır etmesini söylemiştir. Hızır
aleyhisselamdaki bu ilim ledünni bilgidir. Bu sebeple tasavvuf ehlinin
ıstılahında Hızır bast-ı kalb, yani kalb genişliğinden kinaye olduğu için Ab-ı
hayat da ilm-i ledün yerinde kullanılmıştır. Bunun için bir mürşidin (rehberin)
sözleri ve nasihatları insanları hak yola çağırmada mühim rol oynar. Böylece
ölü kalbler dirilmiş olur. Velilerin batınları yani kalbleri de ab-ı hayattır.
Bunlardan bir damla nasibi olan ebedi hayatı bulmuş ve saadete kavuşmuş olur.
Bundan başka olarak, yine tarikat ehline göre, hakiki
aşk ve gerçek sevgi de ab-ı hayattır. Çünkü kalpler aşkla dirilmiş ve Hakk’a
yönelmişlerdir.
Şairlere göre ise, sevgilinin ağzından çıkan sözler de
ab-ı hayatı andırır. Bu sözler, tıpkı mutasavvıflardaki gibi, ister mecazi
(gerçek olmayan), ister hakiki aşkta olsun; saf, nazik ve latiftir. Aşık bu
sözlerle dirilir.
Coğrafyada da ab-ı hayata yer verilmiştir. Bu durumda,
Katip Çelebi ve Ebü’l - Fida’ya göre İbn-i Battuta Çin’deki Buzun veya Puzine
(Wosung) Çayı için Ab-ı hayat veya Aynü’l-Hayat demektedir. Bu çayın kaynağı
Pekin şehri yakınlarındaki Büzüne (Maymun) veya Kurt Dağıdır.
Alm. Aba, Dicker
Wollstoff, Fr. Bure, Etoffe de
laine, İng. Aba, Stout Coarse
Woolen cloth. Yünden dokunan, sonra dövülerek veya tepilerek yapılan,
kalın, kaba bir kumaş. Bugün memleketimizde pek rastlanmaz. Bazı yörelerimizde
çobanlar tarafından giyilen yünün serilip dövülmesiyle yapılan kalın keçe ise
kepenek yapımında kullanılır. Kepenek, sırtta taşınan, başlıklı, kalın, paltoya
benzeyen kolsuz bir giyecektir. Soğuk ve yağmur geçirmediği ve sıcak tuttuğu
için çobanlar tarafından tercih edilir.
Eskiden abadan cübbe, hırka, çakşır ve terlik gibi
giyecek de yapılırdı. Bazı tarikatlarda sabır makamında olan dervişlere aba
giydirilirdi. O tarikatın mensupları arasında aba giyen dervişin sırtına el ile
vurulurdu. Onu her gördükleri yerde sırtına vururlar, o da hareketlere sabr
ederek zamanla olgunlaşır, başına gelen çeşitli sıkıntılara katlanarak, sabrı
ve razı olmayı öğrenirdi. Bunun için “vur abalıya” sözü meşhur olmuştur.
Aba, fereci sıkıntılardan kurtulmak için giyilir. Bu
durum peygamberlerde de vardır.
Hazret-i İbrahim ateşe, hazret-i Yusuf da kuyuya
atılırken gömlek giymişler ve sıkıntıdan kurtulmuşlardır. Buna aba yani fereci
denmiştir.
İran-İlhanlı Devletinin ikinci hükümdarı. Zulmü ile
meşhur olan Hülagu’nun oğlu. 1234 senesinde doğdu.
Dedesi Cengiz Han ve babası Hülagu gibi kan dökücü ve
zalim bir kimse olan Abaka Hanın çocukluğu ve gençliği, doğduğu yer olan
Moğolistan’da geçti. 1256 senesinde, babasıyla birlikte İran’a geldi.
Hülagu’nun 1258 senesinde Bağdat’ı yakıp-yıktığı ve sekiz yüz binden fazla
müslümanı katlettiği sırada, onunla beraber bulundu. Babasının ölümü üzerine,
hanedan temsilcileri tarafından hükümdarlığa seçildi. Hülagu, Bizans
İmparatorunun kızını istemişti. Fakat kız yolda iken, Hülagu öldü. Abaka Han
babasının yerine bu kızla evlendi.
Babasının Mısır Memluklerine ve Müslümanlara karşı
başlattığı zalimane mücadeleye devam etti. Koyu bir budist olan Abaka Han,
Bizans İmparatorunun kızıyla evli olduğundan, Müslümanlara karşı düşmanca,
Hıristiyanlara karşı ise dostça bir siyaset takib etti. Bu davranışları,
Avrupa’da memnuniyetle karşılandı. Bütün gayret ve çalışmalarına rağmen,
Avrupalılarla birleşip Memlukler üzerine hakimiyet sağlayamadı. Ayrıca
Kafkasya’da yaşayan kabileler üzerinde hakimiyet kurmak istediyse de önceleri
muvaffak olamadı.
1243 Kösedağ Savaşından sonra Moğollar, Türkiye
Selçukluları üzerinde hakimiyet kurmuşlar ve Anadolu’yu işgale başlamışlardı.
Moğollar taraflısı görünerek Anadolu’yu daha büyük bir tahribattan koruyan
Pervane Muinüddin Süleyman, daha sonra Memluk hükümdarından yardım istedi. Bu
davet üzerine Anadolu’ya büyük bir sefer düzenleyen SultanBaybars, Moğol
ordusunu Elbistan’da bozguna uğrattı. Halkın sevgi gösterileri arasında
Kayseri’ye kadar geldi. Moğol ordusunun yenilgiye uğradığını haber alan Abaka
Han, büyük bir ordu hazırlayarak Anadolu’ya girdi. Bu sırada Melik Baybars,
geri çekilip Suriye’ye döndü. Abaka Han ise hıncını Anadolu Türklerinden
çıkardı. Kayseri ve Erzurum arasında yaptığı mezalimlerde binlerce masum kişiyi
katlettirdi. Pervane Muinüddin Süleyman idam edildi (1277).
Abaka Han, batıdaki muvaffakiyetsizliğine rağmen,
doğuda birçok galibiyetler elde etti. Burak komutasındaki büyük bir Çağatay
ordusu, 1270 senesinde yenilgiye uğratıldı. Abaka Han, doğudan gelecek bazı
hücumlarda üs olarak kullanabilmek için, devrin büyük ilim merkezi olan
Buhara’yı 1273 senesinde yağmalatıp yıktırdı.
Dedesi Cengiz Han ve babası Hülagu gibi ilim ve
medeniyet düşmanı, kan dökücü ve zalim olan Abaka Han, babasının kurduğu İlhanlı
Devletinin sınırlarını güçlükle koruyabildi. Halk üzerindeki ağır vergi yükünü
hafifleterek içeride huzuru sağlamak istediyse de, gayesiz ve kuru bir
cihangirlik sevdası için pekçok İslam memleketlerini talan ve pekçok müslümanı
şehid etmiş, ilmin ve faziletin yayılmasını engellemişti. Budizmin yayılmasına
çalıştı ve birçok Budist tapınakları yaptırdı. 1282 senesinde Hemedan’da öldü.
Bazı kaynaklar onun zehirlenerek öldürüldüğünü, bazıları ise tutulduğu bir
hastalıktan kurtulamadığını kaydederler. Abaka Hanın ölümünden sonra yerine
yeni müslüman olan kardeşi Ahmed Han (Teküdar) geçti.
Alm. Ebenholz (n),
Fr. Ebenier (m), İng. Ebony. Familyası:
Abanozgiller (Ebenaceae). Türkiye’de yetiştiği
yerler: Tabii yayılışı yoktur.
Tropik ve subtropik bölgelerin odunlu bitkileri. Çok
ağır, siyah renkte bir odunu vardır. Vatanı Japonya, Malezya, Asya, Amerika ve
Afrika olup, çeşidi çoktur.
Kullanıldığı yerler: Eskiden, gömme süs
işlerinde, fırçacılıkta, piyano tuşları ve bıçak sapları yapılmasında, ince
marangoz sanatlarında kullanılırdı. Çekmeceler, yazı takımları yapımında
kullanılırken on altıncı yüzyılda yaygın olarak kaplama işlerinde
faydalanılmaya başlandı. İnce tabakalar haline getirilebildiğinden bilhassa
Fransa’da yaygın ince marangozluğun en önemli malzemesi oldu. Zamanla abanozun
kullanılması ve buna dayanan ince sanat unutuldu.
Türkiye’nin kuzeybatı kesiminde, Bolu ilinin güney
batısında etrafı çamlık tepelerle çevrili, tabii manzarası çok güzel bir göl.
Batı Karadeniz sıradağlarına dahil, Bolu, Düzce ve Mudurnu arasında uzanan
Abant Dağlarının kuzey batısında olup, Bolu’nun 34 km güney batısında yer alır.
Yüzölçümü 1.28 kilometrekaredir. Denizden yüksekliği 1298 metredir. Abant
Deresi vadisinde heyelan sonucu meydana gelmiş set (tabii baraj) gölüdür.
Suyunun bir kısmı Abant Deresi ile Bolu Çayına dökülür. Suyu tatlı ve durudur.
Gölün suyu o derece berraktır ki, 20-25 m derinlikteki taşlar görülür.
Etraftaki çamları ve yeşilliği bir ayna gibi aksettirir.
Gölün etrafı çam, kayın, gürgen ve köknar ağaçları ile
süslüdür. Kuzeybatı bölümünde geniş bir alanı kaplayan yarı bataklık, hızla
genişleyerek zamanla gölün daralmasına sebep olmuştur.
Kıyı boyunca 7600 m uzunluğunda bir gezinti yolu
vardır. Gölde sandal, kayık ve motorla gezilir. Şiddetli kışlarda göl buz
tutar. Etrafını çevreleyen dağlar kış sporlarına elverişli olmasına rağmen, bu
yönde fazla bir faaliyet yoktur. Etrafında turistik oteller, dinlenme evleri ve
halka açık piknik yerleri vardır.
Göl, İstanbul-Ankara yoluna 25 kilometreyi bulan asfalt
bir yolla bağlıdır. Bu yolun her iki tarafı çam ormanıdır. Yayla havası, çam
kokusu fevkalade manzarası ile görülmeye değer bir yerdir.
Sultan Dördüncü Mehmed Han devrinde Osmanlı tarihinin
en büyük celali isyanını çıkaran asi reisi. Silahdar bölüğüne mensup kapıkulu
süvarilerindendir. Anadolu’da Türkmen boylarının ağası olan Haydaroğlu
Mehmed’in çıkardığı isyanı bastırarak meşhur oldu. Bu başarısı dolayısıyla Yeni
İl Türkmen voyvodalığına tayin edildi. Ancak bir süre sonra görevden alınmasına
kızarak isyan etti. Gerede ve Bolu arasındaki sahayı hükmü altına aldı ve bu
sırada isyan etmiş olan İbşir Paşa ile birleşerek üzerine gönderilen
Katırcıoğlu’nu yendi. Bunun üzerine isyanını önlemek gayesiyle yeniden Türkmen
ağalığına tayin edildi.
Abaza Hasan Paşa, İbşir Mustafa Paşanın sadrazamlığı
sırasında ona müşavirlik görevinde bulundu. Ancak bir takım hadiselere sebeb
olduğundan dolayı İbşir Mustafa Paşa idam edilince Abaza Hasan Paşa onun
intikamını almak gayesiyle tekrar isyan etti. Osmanlı ordusu Macaristan
seferinde iken büyük bir kuvvetle İstanbul üzerine yürüdü. İsyan hareketinin
büyümesi üzerine Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa, Erdel’den İstanbul’a dönmek
mecburiyetinde kaldı.Köprülü Mehmed Paşanın sadrazamlıktan azlini temin etmek
üzere ileri harekata geçen Abaza Hasan Paşanın üzerine Anadolu serdarı
Diyarbakır valisi Murteza Paşa gönderildiyse de, Hasan Paşa, gelen orduyu Ilgın
civarında mağlub etti. Daha sonra kış bastırıp, ordunun iaşesini te’minde
zorluk başgösterince, Abaza Hasan Paşa da ordusunu dağıttı. Bu esnada Murteza
Paşa ile Halep valisi Tutsak Ali Paşanın tekliflerine kanarak Haleb’e gelen
Abaza Hasan Paşa üzerine bir gece baskını yapıldı. Suç ortakları ile birlikte
gerekli cezayı gördü (1658).
Batı Kafkasya’nın Karadeniz sahillerinde oturan bir
kavim. Abaza memleketi, Karadeniz’in doğu sahilini ve Kafkasya’nın batı
kıyısını teşkil eden arazinin kuzey tarafındadır. Abazalar, Kafkas
Sıradağlarının en yüksek yeri olan Elbürz Tepesinin batıya doğru olan kısmının
üzerinde yerleşmişlerdir.
Abaza memleketinin iklim ve havası mutedil ve rutubetli
olup, çok güzeldir. Dağ ikliminin toprağa verdiği rutubet, ülkenin verimini
arttırmıştır. Vadileri ve bayırları çok münbittir. Mer'aları boldur. Ziraat
gelişmiş, hayvancılık çok ilerlemiştir. Dağlarında her çeşit av hayvanı ve
kürkü kıymetli pekçok hayvan yaşar. Evcil hayvanlar da vardır. Bilhassa çok
güzel cins atlar yetiştirilir.
Abazalar mert yaratılışlı ve sağlam ahlaklı
insanlardır. Sözünde durmak, vazifeden kaçmamak, misafire hürmet etmek adet ve
şiarlarıdır. Abazalarda zina en büyük suç sayılır ve en büyük cezayı
gerektirir. Zina yapanlar memleketi terke mecbur edilir yahut köle kabul
edilerek satılır veya öldürülür. Abaza kadınlarının kocalarına hizmetlerinde
adete çok dikkat ederler, onların yanına oturmazlar. Çocuksuzlara nazaran
çocuklu kadınlar daha imtiyazlıdır.
Aralarında kıymet ölçüsü olarak top ve karış dedikleri
sayı ve uzunluk ölçüsü kullanırlardı.
Abaza lisanı başlı başına bir dildir. Bu lisan Çerkez
dili kökenli olduğu halde, Abaza dili Çerkez dilinden ayrılmıştır. Birbirlerine
benzemezler. Hatta metod ve telaffuzları bile değişiktir. Abaza lisanının
yazısı yoktur.
Kuzeyindeki yolun sapa olması ve güneyindeki dağların
bir silsile takip etmesi, memleketi istilalardan devamlı korumuştur. Abaza
arazisi, dik, geçilmesi ve çıkılması güç sarp bir yer olduğundan, bu dağlar
arasında oturan halk çevre ülkelerdeki hadiselerden etkilenmemiştir. Bundan
dolayı Abazalar kendi örf ve adetlerini uzun zaman korumuşlardır. Osmanlılarla
yüzyıllardan beri münasebeti olan Abaza ülkesine ıslahat yapmak üzere aynı
ülkede doğup büyümüş ve Osmanlı hizmetine girmiş bulunan Ferah Ali Paşa tayin
edildi (1781). Ferah Ali Paşa ülkesine geldiği zaman bu memleketi hiç değişmemiş
buldu ve burada dört yıl çalıştı. İmar edip, geliştirdi. Anapa Kalesini inşa
etti ve büyük bir şehir haline getirdi. Anapa şehrinin kurulması bölgenin
ticari faaliyetlerini artırdı. Abazalar ve Çerkezler, Ferah Ali Paşa ve
adamlarıyla iyi münasebetlerde bulundular. Alınan çok iyi tedbirler neticesinde
kabileler, Osmanlı Devletini artık yadırgamayıp, Müslüman oldular. Kurtuluşu
İslamiyette buldular. Batıl alışkanlıklarını ve yabaniliklerini bırakan
Abazalar, Osmanlı’nın itaatkar bir tebası haline geldiler.
1827 yılında Osmanlı donanması Navarin’de batırılınca,
Ruslar büyük kuvvetlerle Osmanlı Devletine karşı savaş açtı ve hızla
ilerleyerek Edirne önlerine geldiler. Bu savaş sonunda Çerkezistan, Abaza
eyaleti ve Ahıska civarı Rusların eline geçti. Buradaki müslüman halk Osmanlı
topraklarına göç etti. Abazaların nüfusu, Ferah Ali Paşa zamanında Çerkezlerle
beraber 100.000 haneydi. Bunlardan ancak 80.000 kişi Osmanlı topraklarına göç
edebilmiştir. Kalanların bir kısmı savaşlarda ölmüş ve etrafa dağılmış, çok azı
da vatanlarında kalmışlardır.
Abazalardan bir çok zat Osmanlı hizmetine girmiştir.
Bunlardan yalnız ikisi Abaza lakabıyla anılır. En meşhurları; Siyavuş Paşa,
Süleyman Paşa, Hasan Paşa, Mehmed Paşa, İbşir Mustafa Paşa, Damat Ahmed Paşa,
Mehmed Paşa, Abaza Mehmed Paşa ve Abaza Hasan Paşadır.
İspanya’da
Endülüs Emevilerinin yıkılışından sonra kurulan emirliklerin en
kuvvetlilerinden biri. Beni Lahm kabilesi mensuplarından Endülüslü kumandan
Muhammed bin Abbad’ın oğlu kadı Ebü’l-Kasım Muhammed tarafından kuruldu. 1023
(H.414)te bağımsızlığını kazandı. 1091 (H.484)e kadar devam etti.
Abbadiler,
İşbiliyye ve çevresinde hakimiyet kurdular. Ebü’l-Kasım Muhammed’in vefatından
sonra beyliğin başına oğlu Abbad geçti. Abbad, babasının Berberi Hanedanlarına
karşı başlattığı savaşı sürdürdü. Devletinin topraklarını büyük ölçüde
genişletti. Ölümünden sonra yerine oğlu El-Mu’temid geçti.
El-Mu’temid,
saltanatının ilk yıllarında Beni Cevher Hanedanlığını ortadan kaldırarak,
Kurtuba’yı yönetimi altına aldı. Ancak Kastille Kralı Altıncı Alfonso 1089
senesinde Abbadilere hücum ederek büyük bir yenilgiye uğrattı. Abbadi
topraklarının büyük kısmını ele geçirdi. Bunun üzerine El-Mu’temid, Afrika’da
hüküm süren Murabıtların Padişahı Yusuf bin Tafşin’den yardım istedi. Bu daveti
kabul eden İbn-i Tafşin, Endülüs’ün Ez-Zellaka mevkiinde Altıncı Alfonso ile
karşılaştı. Emri altındaki yirmi bin kişilik orduyla Alfonso’yu mağlub etti.
Altıncı Alfonso canını zor kurtardı. Yusuf bin Tafşin, bu seferden sonra Afrika’ya
geri döndü ise de, bir süre sonra İspanya’nın verimli topraklarını ele geçirmek
için harekete geçti. Endülüs’e yürüyerek, 1090 senesinin Kasım ayında
Gırnata’yı aldı. Bunu takiben İşbiliyye ve diğer şehirleri ele geçirdi.
El-Mu’temid’i, Fas’ın Agmad kasabasına sürdü. Böylece bütün Endülüs
müslümanları, Murabıtların himayesine alındı. Son Abbadi meliki olan
El-Mu’temid, hayatının geri kalan kısmını Agmad kasabasında sefil ve acınacak
bir halde geçirdi. Nihayet 1095 senesinde öldü.
Abbadi
Hükümdarları |
Tahta
Çıkış Tarihi |
Birinci
Muhammed bin Abbad |
1023 |
Abbad
el-Mu’tedid |
1042 |
İkinci
Muhammed el-Mu’temid. |
1069-1091 |
Eshab-ı kiramdan ve Peygamber efendimizin amcalarından.
Abdülmuttalib'in en küçük oğlu. Peygamber efendimizin doğumundan iki veya üç
yıl önce Mekke'de doğdu. 652 (H. 32) senesinde Medine-i münevverede vefat etti.
Peygamber efendimiz, annesinin vefatından sonra dedesi
Abdülmuttalib'in yanında kaldığı sırada, hazret-i Abbas ile birlikte büyüdü.
Gençliğinde ticaretle uğraşan Abbas bin Abdülmuttalib, Peygamber efendimiz
İslamiyeti anlatmaya başlayınca, karşı çıkmayıp, akrabalık gayretiyle O’na
yardımda bulundu. Müslüman olmadığı halde Akabe biatinde Peygamber efendimizin
yanında bulunup, orada te’sirli konuşmalar yaptı. Müslüman olmadan önce Kabe’yi
ziyarete gelen hacılara su dağıtma "sikaye" ve onlara yemek verme
"rifade" ve Kabe'nin tamiri vazifelerini yapardı. Müslüman olduktan
sonra da bu vazifeleri devam ettirdi. Bedr Savaşına istemiyerek, Mekke’den kafirlerle
birlikte geldi. Savaşta müslümanlar zafer kazanınca esir edilip, Medine'ye
götürüldü. Kendisi ve kardeşinin oğulları için para verip kurtuldu. O yıl iman
etmekle şereflendi. Müslüman olunca, Peygamber efendimiz onu Mekke'de
vazifelendirdi. Mekke'de Müslümanlar onun himayesinde rahat ettiler. Mekke
fethi hazırlıklarının tamamlandığı sırada Medine'ye hicret yani göç etmek için
yola çıktı. Zülhuleyfe denilen yerde Resulullah'a kavuştu. Ailesini Medine'ye
gönderip, Mekke’nin fethinde Peygamber efendimizin yanında bulundu. Peygamber
efendimiz ona; "Ey Abbas! Ben peygamberlerin
sonuncusu olduğum gibi sen de muhacirlerin sonuncususun."
buyurdu.
Mekke'nin fethinden sonra yapılan Huneyn Gazasında da
bulunan hazret-i Abbas, Peygamber efendimiz vefat edinceye kadar O’nun yanından
ayrılmadı. Peygamber efendimiz vefat edince, cenaze tekfin ve gasl (yıkama)
işleriyle ilgilendi. Hazret-i Ali yıkadı, hazret-i Abbas ve oğulları su
döktüler. Kefenledikten sonra, hazret-i Aişe'nin odasına defnettiler. Hazret-i
Ebu Bekr, Ömer ve Osman, halifelik zamanlarında hazret-i Abbas'a büyük ilgi ve
hürmet gösterdiler. Hazret-i Ömer fetihlerden elde edilen ganimetlerden
hazret-i Abbas'a hisse ayırdı. Hazret-i Ömer, Mescid-i Nebevi'yi genişletmek
isteyince, Abbas genişletme sahasında olan evini ve yerini hediye etti.
Hazret-i Ömer'in halifeliği zamanında Medine'de kuraklık olunca, hazret-i Ömer;
"Ya Rabbi! Resulullah'ın amcası hürmetine sana yalvarıyor ve onun hürmeti
için senden mağfiret ve ihsan diliyoruz.” diye Abbas bin Abdülmuttalib'i vesile
ederek dua etti. Halifenin emriyle o da dua edip, duası bereketiyle, daha duası
bitmeden yağmur yağdı. Yağmur neticesinde meydana gelen seller sebebiyle Medine
sokaklarından geçilemez oldu.
Abbas radıyallahü anh ömrünün sonuna doğru göremez
oldu. Hazret-i Osman'ın şehid edilmesinden evvel Medine-i münevverede vefat
etti. Cenaze namazını hazret-i Osman kıldırdı. Cennet-ül-Baki Kabristanına
defnedildi.
Hazret-i Abbas, beyaz tenli, güzel yüzlü, yakışıklı,
iri yapılı ve uzunca boylu idi. Sesi pek kuvvetli ve gür idi. Peygamber
efendimize yakınlığı ve faziletlerinin çokluğundan dolayı herkes tarafından
sevilir, sayılır ve hürmet edilirdi. Çok zengin ve cömert olup, ikram ve
ihsanları boldu. Köleleri satın alıp hürriyetine kavuştururdu. Yakın akrabayı
ziyaret etmeğe dikkat eder, muhtac olanlara yardımda bulunurdu. Kızlarından
başka on erkek evladı vardı. Bunlardan Abdullah bin Abbas ilimde çok yüksekti.
Abbasi halifeleri hazret-i Abbas'ın soyundandır. Peygamber efendimiz onun
üstünlüğüyle ilgili olarak buyurdu ki:
Abbas bendendir. Ben
Abbas'danım.
Abbas amcamdır. Beni korumuştur.
Ona eziyet eden, bana eziyet etmiş olur.
Bu, Abdülmuttalib oğlu
Abbas'tır. Kureyş'te en cömerd ve akrabalık bağlarına en saygılı olandır.
Abbasoğullarından melikler
olacak, ümmetimin başına geçecekler, Allahü teala dini onlarla aziz ve hakim
kılacak.
Abbas radıyallahü anh buyurdu ki:
"Kendisine iyilik yaptığım hiç kimsenin kötülüğünü
görmedim. Kendisine kötülük yaptığım hiç kimsenin de iyiliğini görmedim. Onun
için herkese iyilik ve ihsanda bulunun. Çünkü bunlar sizi kötülüğün
zararlarından korur."
Hazret-i Abbas, Peygamber efendimizden otuz beş hadis-i
şerif rivayet etti. Rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
Rab olarak Allah'ı, din olarak
İslam'ı, peygamber olarak da Muhammed'i (aleyhisselam) kabul
eden, imanın tadını tadar.
Allah korkusundan mü'minin kalbi
ürperdiği vakit, ağacın yaprakları düşer gibi günahları dökülür.
Mısır valilerinden. Babası Ahmed Tosun Paşadır.
Vehhabiler üzerine sefer yapıp, onların fitne hareketlerine mani olmak için
vazifelendirilen Mehmed Ali Paşanın çok sevdiği torunudur. 1813 (H.1228)te
Cidde'de doğdu. Mısır’da yetişti.
Abbas Hilmi, amcası İbrahim Paşanın 1848 senesinde
vefatı üzerine Mısır valiliğine tayin edildi. Bu sırada Osmanlılarda Tanzimat
devri başlatılmış ve Mısır’da da Avrupa’nın tesiri ile bir takım reformlar
yapılmaya başlanmış, Avrupai tarzda bazı müesseseler açılmıştı. Avrupalıların
menfaatlerine olan işlere, Abbas Hilmi karşı çıktı. Reformlara uyularak açılan
bu neviden bir takım kuruluşları kapattı. Bu kuruluşlarda misyoner gibi
faaliyet gösteren pekçok Avrupalı danışman ve eğitimciyi vazifelerinden aldı.
Devrin alimlerinden Tahtavi’yi 1850 senesinde Hartum’a gönderip, bir medrese
açmasını istedi. Diğer taraftan masrafları kontrol altına aldığı gibi,
vergilerde indirim yaparak halkın iktisadi durumunu oldukça iyi bir hale
getirdi. Kahire’de bir harp okulu kurdu.
Tanzimatın Mısır’da uygulanması konusunda Osmanlı
Devleti ile ortaya çıkan meseleleri çözmek üzere Fuad Efendi (Paşa) Mısır’a
gönderildi. Fuad Efendi bu hususta bazı düzenlemeler yaptı ve şikayet konusu
meseleleri halletti. Bu zamanda bir İngiliz şirketi, Kahire ile İskenderiye
arasında demiryolu inşaatına başladı ve 1853’te tamamladı. Böylece İngilizler,
kısa yoldan Mısır içlerine ulaşma fırsatını da elde ettiler.
Abbas Hilmi, dedesi Mehmed Ali Paşaya verilen fermanı
değiştirerek, valiliğe, ailenin en yaşlısının geçmesi usulünü kaldırmak ve
kendi yerine oğlu İbrahim Paşayı bırakmak istiyordu. Bu maksatla oğlunu Abdülmecid
Hana damad yaptı. Fakat vefat etmesi ile bu işi gerçekleştiremedi. Abbas Hilmi,
Kırım Harbinde Osmanlı sultanı Abdülmecid Hana yirmi bin kişilik bir ordu ve
bir donanma göndererek yardımda bulundu. Bu yardımı gönderdiği sıralarda
Kahire’deki köşkünde aniden öldü. Zehirlenerek öldürüldüğü de rivayet
edilmektedir.
Osmanlı Devleti tarafından Mısır’a gönderilen son
hidiv. 14 Temmuz 1874 (H.1291) senesinde İskenderiye’de doğdu. Hidiv Tevfik
Paşanın oğludur. Mısır’da prenslere ait mektepte okuduktan sonra İsviçre’de
tahsil gördü. Kardeşi Mehmed Ali ile beraber Viyana’daki Theresianum okuluna
devam etti. 1892’de babasının vefatı üzerine on sekiz yaşında Osmanlı Devleti
tarafından Mısır hidivliğine getirildi.
Abbas Hilmi Paşanın genç ve idari işlerde tecrübesiz
olması sebebiyle, Osmanlı hükumeti, Mısır’da senelerce Osmanlı Devleti Mısır
fevkalade komiserliği yapan ve Mısır’ın idaresiyle ilgili işlerde tecrübesi ile
tanınan Ahmed Muhtar Paşayı kendisine müsteşar-ı has tayin etti. Böylece İngiltere’nin,
hidiv Abbas Hilmi Paşa üzerindeki tesir ve telkinleri önlenmek istendi. Fakat
İngilizler, Mısır’ın içişlerine karıştılar ve Mısır’daki işgal kuvvetlerini
arttırdılar. Mısır ordusundaki yüksek rütbeleri ele geçirdiler. Mısır
idarecilerini elde etmeye başladılar. Osmanlı komiseri olan Gazi Ahmed Muhtar
Paşa vazifesine devam ediyordu. Ancak İngiliz komiseri Lord Cromer ve ondan
sonra yerine tayin edilen Lord Kitchener ön planda rol oynuyordu. Lord
Kitchener, ekseriyetini Mısır halkından topladığı bir ordu ile Sudan’a
saldırınca, İngilizler ile Fransızlar arasında uzun süren siyasi tartışmalara
sebeb olan Paşoda meselesi ortaya çıktı ise de, Fransız ve İngiliz ileri
gelenlerinin savaş istememeleri üzerine kapanıp gitti.
İkinci Abdülhamid Hanın Abbas Hilmi Paşaya verdiği
hidivlik fermanında, Mısır’ın idaresi ve hududları hakkında bazı
değişikliklerden bahsedilmişti. O zamana kadar Mısır jandarması tarafından
beklenen Akabe’nin Hicaz iline katılarak Osmanlı askerinin koruması altına
verilmesi istenmişti. Bu durum, Akabe Körfezi ağzındaki Tran Adasının,
Hindistan yolu üzerindeki çok elverişli bir deniz üssü haline gelmesi
ihtimalinden dolayı, İngiltere’nin şiddetli itirazlarına ve uzun tartışmalara
sebeb oldu. Sonra mesele Akabe’nin yine eski halinde kalması şeklinde ve
İngilizlerin isteğine göre bırakıldı.
Vazifesinin ilk senelerinde İngilizlerin idaresine
muhalif bir siyaset takib eden Abbas Hilmi Paşa, nazırların reisliğine Fahri
Paşayı tayin etmek istedi. Bu sebeple Kahire’deki konsolos temsilcileri ile anlaşmazlığa
düştü. Çok şiddetli bir hal alan bu anlaşmazlık, Riyaz Paşa tarafından kurulan
nazırlar heyeti tarafından halledildi. Abbas Hilmi Paşanın, İngilizlere karşı
muhalefeti de uzun sürmedi. Mısır daimi komiseri Ahmed Muhtar Paşa, Osmanlı
Devletinin Mısır üzerindeki haklarının belli bir ölçüde, şeklen de olsa
korunmasında büyük gayret göstermesine karşılık, Abbas Hilmi Paşa bu derecede
istikrarlı bir siyaset güdemedi.
Abbas Hilmi Paşa, 1893’te Ahmed Muhtar Paşa ile
İstanbul’a gitti. Sultan İkinci Abdülhamid Han onu alaka ile karşılayıp,
hediyeler verdi. Abbas Hilmi Paşa, İstanbul’a geldiği senenin ertesi senesi
Avrupa seyahatlerine çıkmaya karar verdi. Onun bu seyahatleri neticesinde
Mısır’da idari bir boşluğun doğması tehlikesi vardı. Bu sebeple Osmanlı
Devleti, Avrupa devletlerinin Mısır hidivi üzerinde etkili olmaması için Ahmed
Muhtar Paşadan bu seyahatlere mani olmasını istedi. Fakat Abbas Hilmi Paşa
bütün ısrarlara rağmen seyahatten vazgeçmeyince, Osmanlı Devleti gittiği her
Avrupa ülkesinde onu takip etmeye çalıştı.
Mısır’da ölçülü ve dengeli bir siyaset sürdüremeyen
Abbas Hilmi Paşa’nın, hem Mısır’da hem de diğer dış ülkelerde muhalifleri
artmaya başladı. Neticede çeşitli suikastlere maruz kaldı. 1894’te suikast
yapmak üzere olan bir İtalyan, İskenderiyye’de yakalandı. 1914’te ise,
İstanbul’da uğradığı bir suikastte yaralandı. Bundan sonra da Birinci Dünya
Savaşı çıkması sebebiyle bir daha Mısır’a dönemedi. İstanbul’da ve Avrupa’da
yaşadı. Birinci Dünya Savaşı esnasında Almanlarla işbirliği yaparak Fransızları
müttefiklerinden koparmaya çalıştı ise de muvaffak olamadı. Birinci Dünya
Harbinin başlaması ile İngilizler 19 Aralık 1914’te Mısır’ı himayelerine alıp,
Osmanlıların Mısır’daki haklarını da sona ermiş saydılar. Abbas Hilmi Paşayı da
hidivlikten azlettiler. Osmanlılar ise Abbas Hilmi Paşanın hidivliğini Lozan
Antlaşmasına kadar geçerli saydılar.
Abbas Hilmi Paşadan sonra, amcası ve hidiv İsmail
Paşanın oğlu olan Hüseyin Kamil, İngilizler tarafından Mısır’da sultan ilan
edilerek hidivlik kaldırıldı. Böylece Mısır’ı Osmanlı idaresinden ayırarak
kendi emellerine hizmet ettirdiler. 1923 senesinden sonra hayatını İstanbul ve
Viyana’da geçiren Abbas Hilmi Paşa, Mısır’ın bağımsızlığa kavuşmasından ve
Hüseyin Kamil’in yerine Fuad’ın kral olarak getirilmesiyle 1922’de hidivlik
haklarını tamamen kaybetti ve malları müsadere edildi. Kendisi de, ömrünün son
günlerini geçirdiği İsviçre’nin Cenevre şehrinde 1944 senesinde öldü.
Osmanlılar zamanında on sekizinci asırda yetişen,
hekim, hattat ve astronomi alimlerinden. Kambur Vesim Efendi ve Derviş Abbas
Tabib isimleriyle de bilinen Abbas Vesim Efendi, on yedinci yüzyılın sonlarında
doğdu. 1760 (H. 1174) senesinde İstanbul'da vefat etti. Kabri Edirnekapı
dışındaki kabristandadır.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abbas Vesim Efendi,
Bursalı Tabib-i Sultani Ali Efendi ile babası Ömer Şifai Efendiden tıp, Yanyalı
Es'ad Efendiden hikmet ve Farsça, Ahmed Mısri'den astronomi ve astroloji,
Katibzade Mehmed Refi Efendiden tıp ve ta'lik yazı, ayrıca Latince ve Fransızca
öğrendi. Bazı İtalyanca tıp metinlerini Türkçeye tercüme ettirerek, Avrupa'daki
gelişmeleri takib etti. Bir ara tahsil maksadıyla Hicaz, Şam ve Mısır'a gitti.
Bir çok ilmi araştırmalarda bulunup tıb alanındaki bilgisini geliştirdi. İstanbul'a
dönüşünde Sultan Selim Camii civarında eczahane ve muayenehane açtı.
İstanbul'da kırk sene müddetle doktorluk yapıp, hem insanlara hizmet etti hem
de tıb alanındaki bilgisini arttırdı. Aynı zamanda tasavvufa yönelip
Nakşibendiyye yolu büyüklerinden Mehmed Emin Tokadi hazretlerinden tasavvuf
bilgilerini öğrendi ve tatbik etti.
Osmanlı tababetini (doktorluğunu) olgunluğa götürmekte
büyük hizmeti olan Abbas Vesim Efendinin şahsi tecrübeleri ve verem hakkında en
son keşiflere yakın araştırma ve incelemeleri vardır. Tıbbı iyice anlayabilmek
için fizik, mekanik ve tecrübi kimyayı bilmenin gerekli olduğunu savunurdu. Bu
konuda Tıbb-ı Cedid-i Kimyevi adlı bir
eser yazdı. Ayrıca deontolojinin (tıp tarihi ve tıp ahlakı) gelişmesine ve
uygulama şekline yön verdi. İbn-i Sina gibi eski tabiplerin eserlerinden ve
kendi hocalarından öğrendiği bilgilerle, İstanbul'a gelen bazı batılı
tabiplerin eserlerinden istifade ederek Düstur-ül-Vesim
fi Tıbb-il-Cedid vel-Kadim adlı eserini yazdı. Doğu ve batı tıbbını
karşılaştıran ve mükemmel bir külliyat olan bu eser tıb tarihimiz bakımından
önemlidir. İki cild ve 2083 sayfadan ibaret olan bu eserin birinci bölümünde
baştan sona kadar organ hastalıkları, ikinci bölümünde kadın ve çocuk
hastalıkları, üçüncü bölümünde şişler ve ülserler, dördüncü bölümünde basit ve
bileşik ilaçlar anlatılmaktadır. 1748 yılında yazdığı bu eserin üç nüshasından
biri Bayezid, ikisi de Ragıp Paşa Kütüphanesindedir.
Abbas Vesim Efendinin ikinci önemli eseri Uluğ Bey Zici'nin Türkçe şerhi olan Nehc-ül-Büluğ fi Şerh-i Zic-i Uluğ'dur. Açık
Türkçe ile yazılmış olan bu eser, bütün tatbikata ait misalleri, İstanbul arz
(enlem) ve tulüne (boylam) göre tertib etmiştir. Eski Türk takvimini incelemiş
ve metinde olmayan İbrani ve Rumi takvimlerini ilave etmiştir. Bir derecenin
sinüsünü bulmakta, Uluğ Beyin tarif ettiği Gıyasüddin Cemşid'e ait usulü çok
güzel izah etmiştir. Bu eserin yazma nüshaları Bayezid Kütüphanesi 4646 ve
Kandilli Rasadhanesi Kütüphanesi 247/1 numarada kayıtlıdır. Ayrıca astronomi
ile ilgili Risale-i Rü'yet-i Hilal adlı
eseriyle şiirlerinin toplandığı Divan’ı
ve Risalet-ül-Vefk adlı eseri yanında
Macar Georgios'tan tercüme ettiği Vesilet-ül-Metalib
fi İlm-it-Terakib adlı bir farmakoloji kitabı vardır.