İKİNCİ FASLDünyâda hiçkimse, kötülerin iftirâlarından kurtulamamışdır. (Mu’tezile) sapıkları, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve meleklere bile dil uzatdı. Bu iftirâlar, akl ve insâf sâhiblerine, kötülenenlerin temizliğini ve yüksekliğini gösterir. Şeyhaynın üstünlüklerini gösteren vesîkalardan biri de, hasedcilerin, inâdcıların, asrlardan beri sürüklenegelen kalıplaşmış kelimelerden başka birşey söyliyememeleridir. Bu iftirâlardan biri, hazret-i Ebû Bekrin, hazret-i Fâtımaya mîrâs vermemesidir “radıyallahü teâlâ anhümâ”. Hazret-i Ebû Bekr, (Biz, Peygamberler mîrâs bırakmayız. Bize kimse vâris olmaz) hadîs-i şerîfine uyarak mîrâs vermedi. Dâvüd, Süleymân, Yahyâ ve Zekeriyyâ “aleyhimüsselâm”ın sözlerinde mîrâs kelimesini kullanmış olduklarını Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını en iyi anlıyan Peygamberimizdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu âyet-i kerîmelerin mal verâsetini değil, ilm ve hilâfet verâsetini bildirdiklerini anlıyarak, yukarıdaki hadîs-i şerîfi söylemişdir. Bu hadîs-i şerîf, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını açıklamakdadır. Ebû Dâvüd diyor ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Benî Nadîrde ve Hayberde ve Fedekde hurmalıkları vardı. Birincisinin gelirlerini me’mûrlarına, Fedek gelirlerini fakîrlere verirdi. Hayberdekinin gelirini üçe ayırırdı. İkisini müslimânlara, birini Ehl-i beytine, ya’nî âilelerine verirdi. Fazlasını Muhâcirlerin fakîrlerine dağıtırdı. Hazret-i Ebû Bekr halîfe olunca, Resûlullahın yapdığını değişdirmedi.Hazret-i Ömer halîfe olunca, hazret-i Alîyi ve Abbâsı çağırdı. (Yukarıdaki hadîs-i şerîfi Resûlullahdan işitdiniz mi? Allah aşkına doğru söyleyiniz!) dedi. İşitdik dediler. Hazret-i Fâtımanın, bu hadîs-i şerîfi işitdiği hâlde, mîrâs verilmeyince üzülmesi insanlık îcâbı idi ve islâmiyyetin verdiği, tâm halâl olan malı almakla bereketlenmek istemişdi. Hazret-i Alî de, halîfe iken, bunları kendi çocuklarına vermedi. Şeyhaynın yapdığını değişdirmedi. Ömer bin Abdül’azîz de böyle yapdı. Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, hırsızın sol elini kesdi. Bu, islâmiyyete uygun değildir diyorlar. (Muvatta) kitâbı, bunu uzun anlatıyor. O hırsızın sağ eli ve ayağı kesilmişdi. Sıra sol eline gelmişdi. Mâlikî ve Şâfi’î mezheblerinde, hazret-i Ebû Bekr gibi yapılmakdadır. Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde ise, hazret-i Alîden -200- gelen habere uyarak, bir eli ve bir ayağı kesilmiş kimsenin, artık bir yeri kesilmez. Habs olunur. Hazret-i Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh”, Mâlik bin Nuveyrenin kısâsını yapmadığı için de dil uzatıyorlar. Hâlid bin Velîd, Mâlikin sözlerinden, onun mürted olduğunu anladı. Bunun için, onu da öldürdü. Hazret-i Ebû Bekrin ictihâdı, hazret-i Hâlidin doğru söylediğini gösterdiği için, Hâlide kısâs yap-madı. Ebû Bekrin bu hareketine hatâ diyenler, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Osmânın kâtillerine kısâs yapmadığına acabâ ne derler? Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” halîfe olması, ne açıkça, ne de işâret ile bildirilmedi. Bildirilmiş olsaydı, ictihâd ile seçilmez, ictihâda lüzûm kalmazdı diyorlar. Buna cevâb vermek için, yedi önsöz bildirmek iyi olur: 1) Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Vahy) birkaç dürlü gelirdi. Azâb haberlerinin bir kısmı çan sesi gibi, geldi. Cebrâîl aleyhisselâm insan şeklinde görünüp söylerdi. Rü’yâda da vahy olurdu. Vahyin bir çeşidi de, firâset idi. Bu vahylerin çoğu, Kur’ân-ı kerîmde yokdur. Bunun sebebini sormak câiz değildir. Meselâ oruç emrleri Kur’ân-ı kerîmde bildirildi de, nemâzın birçok emrleri Kur’ân-ı kerîmde niçin bildirilmedi denilemez. Bunun gibi, filân emr niçin Kur’ân-ı kerîmde bildirilmedi de, rü’yâda bildirildi denilemez. Bunun gibi, hazret-i Ebû Bekrin halîfe olacağı Kur’ân-ı kerîmde bildirilmedi de, rü’yâda bildirildi denilemez. Bunun gibi, hazret-i Ebû Bekrin halîfe olacağı Kur’ân-ı kerîmde niçin açıkça bildirilmedi de, rü’yâda işâret olundu diye sorulamaz. 2) Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, emrlerden, yasaklardan bir kısmını açıkça bildirdi. Bir kısmını ise, bunu yapana Allah rahmet, şunu yapana Allah la’net eylesin diyerek, işâret ile bildirmişdir. Bunun sebebini sormak câiz değildir. Bunun gibi Şeyhaynın “radıyallahü teâlâ anhümâ” halîfe olacaklarını da, niçin rü’yâ anlatarak bildirdi de, benden sonra, Ebû Bekrle Ömeri halîfe yapınız demedi diye sorulamaz. 3) Ba’zı emrler, haber vermek sûreti ile bildirildi. Îsâ aleyhisselâmın ve Deccâlın gelecekleri ve Deccâlın kötülüğü bildirildi. Bu haber, Îsâ aleyhisselâm gelince ona uyunuz! Deccâl gelince, ona uymayınız demekdir. Şunları yapanları Cennetde gördüm. Şöyle yapanları Cehennemde gördüm demek de böyledir. Emr ve nehy, nass ile açıkça bildirildiği gibi, nassın iktizâsı ile de bildirilmişdir. Filân kimse, Ahmedi âzâd etdi sözünden, Ahmed onun kölesi idi demek de anlaşılır ki, buna iktizâ ile anlamak denir. Bunu size hâ- -201- kim yapdım demek, onun emrlerine uyunuz demekdir ki, bu da iktizâ ile anlaşılmakdadır. Bunun gibi, Allahü teâlâ, bu ümmet içinde halîfe yapacağını açıkca bildirdi. Halîfelerin Şeyhayn olacağını da rü’yâ ile bildirdi. Bunun gibi, âhır-zemân Peygamberinin geleceğini Îsâ aleyhisselâma müjde etmekle, geldiği zemân Ona itâ’at ediniz demiş oldu. (Benim yoluma, benden sonra da Hulefâ-i râşidînin yoluna yapışınız!) hadîs-i şerîfi, Şeyhayna “radıyallahü teâlâ anhümâ” itâ’ati emr etmekdedir. Onların halîfe olacakları, buradan iktizâen anlaşılmakdadır. 4) Şeyhaynın halîfe olacaklarının haber verilmesi, hilâfetlerinin hak ve doğru olduğunu da göstermekdedir. Îsâ aleyhisselâmın, âhır-zemân Peygamberinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” geleceğini müjdelemesi de böyledir. 5) İki mübhem nass birleşdirilince, kesin hâl alır. (Benden sonra Ebû Bekre ve Ömere uyunuz!) hadîs-i şerîfi, Şeyhaynın ismlerini açıkça bildiriyor ise de, halîfe olacakları anlaşılmıyor. (Benden sonra, Hulefâ-i râşidînin yoluna sarılınız!) hadîs-i şerîfi de, halîfeliği açıklıyor. İkisi biraraya gelince, Şeyhaynın halîfe olacakları açıkca anlaşılıyor. Ayrı ayrı bildirilmesinin sebebini, hikmetini ancak sözün sâhibi bilir. 6) (Edille-i şer’ıyye) dörtdür. Bunlardan üçüncüsü, (İcmâ’)dır. İcmâ’ hâsıl olması için, (Kitâb)dan veyâ (Sünnet)den bir (Delîl), ya’nî sened bulunması lâzımdır. Eshâb-ı kirâm, birbirlerine delîlleri hâtırlatarak icmâ’ hâsıl oldu. Bu icmâ’ ile Ebû Bekri “radıyallahü teâlâ anh” halîfe yapdılar. Alînin “radıyallahü teâlâ anh” (O-nun bu işe dahâ lâyık olduğunu biliyoruz) sözü de, böyle olduğunu göstermekdedir. 7) İmâm-ı Nevevînin ve başka âlimlerin, (istihlâf) ve (Sarîh nass) sözleri, çeşidli ma’nâlar bildirirler. Ölüm yaklaşınca, hâl ve akd sâhiblerini, ya’nî devlet işlerinde söz sâhibi olanları toplayıp, buna (Bî’at) ediniz demek, sarîh nass ile istihlâf olur. Yâhud, bu kimsenin halîfe olmağa lâyık olduğunu bildirmek, istihlâf olur. Burada ölümün yakın olması ve devlet adamlarını toplayıp söylemesi lâzım değildir. Emr değil, haber vermek olur. Birini böyle istihlâf etmek, başkasının halîfe olmasına mâni’ olmaz. İstihlâf, ba’zan açıkca bildirilmez. Sözün [Nassın] muktezâsından anlaşılır. Yâhud, iki nassın terkibinden [birleşdirilmesinden] anlaşılır. Fıkh âlimleri, nassın muktezâsını başka başka anlıyabilirler. Yukarıdaki yedi önsöz anlaşılınca, asl cevâba başlıyabiliriz: İmâm-ı Nevevînin mezhebinin reîsi, hattâ bütün hadîs ve fıkh âlimlerinin reîsi olan imâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, (Geldiğin ze- -202- mân beni bulamazsan, Ebû Bekre sor!) hadîs-i şerîfinin, Ebû Bekrin halîfe olacağını açıkca bildirdiğini anlamışdır. İmâm-ı Şâfi’înin ilmi pek derin, idrâki ve muhâkemesi çok kuvvetli idi. Allahü teâlânın âyetlerinden bir âyet idi. O buyuruyor ki, bu hadîs-i şerîf hernekadar bir kadına emr idi ise de, hazret-i Ebû Bekrin halîfe olacağını kinâye yolu ile göstermekdedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunu haber verirken bir hoşnutsuzluk, üzüntü göstermedi. Bu hâli, haber verilen şeyin meşrû’ olduğunu göstermekdedir. Çeşidli yerlerde bildirilen hadîs-i şerîfler, hazret-i Ebû Bekrin halîfe olacağını dahâ açık haber vermekdedirler. Hepsi bir araya gelince, (tevâtür), ya’nî kesinlik hâsıl olmakdadır. İmâm-ı Nevevînin (Nass olsaydı, onu söyler ve ona uyarlardı. Bir nass söylemediler) sözü yerinde değildir. Çünki, çeşidli (Nass)ları, ya’nî açık haberleri söylediler. Meselâ, nemâzda imâm yapılan, halîfe olur dediler. Bunu Eshâb-ı kirâmın hepsi bildiği için, başka nassları araşdırmağa, söylemeğe lüzûm görmediler. Zâten, Resûlullah vefât etdiği için, hepsi üzüntülü, sersem hâlde idi ve arabların mürted olup Medîneye yürüdükleri haberleri geliyordu. Halîfe seçiminin acele olması îcâb etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hasta oldu. Ebû Bekre söyleyiniz! Nemâzı kıldırsın buyurdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât edince düşündük. İslâmın bayrağı ve dînin direği olan nemâzda Resûlullahın önümüze geçirdiğini başımıza halîfe yapmağa râzı olup, Ebû Bekri halîfe seçdik). Süâl: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömeri ve Ebû Ubeydeyi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” göstererek, bu ikisinden birine bî’at ediniz, dedi. Bu davranışı, kendinin halîfe olacağını gösteren bir nass bulunmadığını göstermiyor mu? Nass varken başkasını tercîh etmek harâm olmaz mı? Cevâb: Hazret-i Ebû Bekrin bu hareketi, kendisinin halîfe ya-pılması için bulunan nassı başkalarına da söyletmek için, kurnazca ve nâzikce yapılan bir davranışdır. Kendi bildiğini, başkalarının ağzından herkese duyurmak içindir. Bu ümmetin en üstünü hazret-i Ebû Bekr olduğunu, islâm âlimlerinin çoğu bildirdi. Hazret-i Osmândan sonra en üstün de, hazret-i Alî olduğu sözbirliği ile bildirildi. Hazret-i Alînin, hazret-i Osmândan, hattâ Şeyhayndan üstün olduğunu bildirenler de oldu. (İstî’âb) kitâbında, Abdüllah bin Ebî Kuhâfe isminin bulunduğu sahîfede, Nizâl bin Sebre diyor ki, hazret-i Alî (Peygamberimizden sonra, bu ümmetin en hayrlısı Ebû Bekrdir. Ondan sonra Ömerdir) dedi. Hazret-i Alînin böyle söylediğini, kendi oğlu Mu- -203- hammed bin Hanefiyye ve Abd-i Hayr ve Ebû Cuheyfe de haber verdiler. Hazret-i Alî yine buyurdu ki, (Resûlullah ileriye geçdi.Ondan sonra Ebû Bekr geçdi. Hazret-i Ömer üçüncü oldu. Sonra fitne çıkdı). Abd-i Hayr diyor ki, hazret-i Alîden işitdim: (Allahü teâlâ, Ebû Bekre rahmet eylesin ki, bu ümmeti bir araya ilk toplıyan o oldu) dedi. Abdüllah bin Ca’fer Tayyâr dedi ki, (Ebû Bekr bize halîfe oldu. O çok hayrlı ve çok merhametli idi). Mesrûk dediki, (Ebû Bekr ile Ömeri sevmek ve üstünlüklerine inanmak, Ehl-i sünnet alâmetidir). (İstî’âb)dan alınan yazı burada temâm oldu. İbni Hacer-i Mekkî buyuruyor ki, (Hazret-i Alînin üstün olduğunu söyliyenler, birkaç bakımdan üstün olduğunu bildirmişlerdir. Bu üstünlük, fadl-i küllî değildir). Bu ise, üç halîfeden başka olanlardan dahâ üstün olduğunu gösterir. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin ayrı ayrı üstünlükleri vardı. Tâbi’înin çoğu müctehid değildi. (İcmâ’), müctehidlerin sözbirliği demekdir. Bir mes’elede icmâ’ varken, mukallidin sözüne uymak câiz değildir. İcmâ’ bulunmıyan işlerde çeşidli ictihâdlar bulunur. Münâzara ve mürâce’at olunarak, bu ihtilâflar ortadan kalkar. İcmâ’ hâsıl olur. Selef-i sâlihînin bütün icmâ’ları böyledir. Selmân-ı Fârisînin, (Ebû Bekrin hilâfetinde isâbet oldu ve hatâ oldu) sözü, Ebû Bekrin üstünlüklerinde, çeşidli ictihâdlar olup, seçilmesine icmâ’ hâsıl oldu demekdir. Ebû Cuheyfe diyor ki, (Benim ictihâdım, hazret-i Alînin herkesden dahâ üstün olduğunu gösteriyordu. Hazret-i Alî, minberde bu ümmetin en üstünü Ebû Bekrdir. Sonra Ömerdir deyince, bu ictihâdım yok oldu). İmâm-ı Mâlikin (Ben kimseye Peygamberin parçasından dahâ üstün diyemem) sözü de, fadl-i cüz’î göstermekdedir. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” dahâ üstün olduğunu bildiren azınlığın sözleri hep böyledir. Süâl: Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” dahâ üstün olduğunu bildiren kelâm âlimlerinin sözlerinin kesin olmadığı, zan etdikleri anlaşılmıyor mu? Cevâb: Evet, kesin bildirenler olduğu gibi, zan edenler de oldu. Zan ile bildirenler de, bu zanlarını ters olarak kullanmamış, yine müsbet olarak bildirmişlerdir. Bu da Ebû Bekrin üstünlüğünden dönmenin mümkin olamıyacağını göstermekdedir. Ehl-i sünneti açıklıyanların reîsi olan Ebül-Hasen-i Eş’arî, Ebû Bekrin üstünlüğünü kat’î olarak bildirmekdedir. Başkalarının zan ile, ictihâd ile seçildi demeleri, bu kesinliği değişdiremez. (Eşâ’ire), ya’nî Ehl-i sünnet âlimleri, iki kısmdır: Birinci kısmı, münâzarada hep kazanmışlardır. Bunlar hadîs ilmiyle çok uğraşmamışlardır. Ebû Bekr-i Bâkıllânî ve İmâm-ı Râzî, Kâdî Beydâvî ve Kâdî Adud ve Sa’deddîn-i Teftâzânî böyledir. İkinci kısm, hadîs âlimleridir. Bun- -204- lar da münâzaraya, derinliğe dalmamışlardır. Âcürî ve Beyhekî bunlardandır. Biz mukallidler, her iki sınıf âlimlerin sofralarının artıkları ile geçiniyoruz. Bu yüksek âlimlerin kâselerini yalamakla besleniyoruz. Hazret-i Ebû Bekrin üstünlüğü zannîdir diyenlerin sözlerine dikkat edilirse, Selef-i sâlihînden, zıd haberler geldiği için, böyle söylemişlerdir. Hâlbuki, bu haberlerin hakîkatde zıd [ters] olmadıklarını yukarda açıkladık. Ba’zıları da, üstünlüğü halîfe seçimindeki sözbirliği ile ölçmüşdür. Hâlbuki, üstünlüğün dahâ nice şeylere bağlı olduğunu yukarda bildirdik. Bunlardan biri, önce îmân etmek idi. Selef-i sâlihînin sözlerinden anlaşılıyor ki, halîfe seçimi, üstünlük anlaşıldıkdan sonra oldu. Üstünlük, (Hilâfet-i nübüvvet) de, ya’nî Peygamberin halîfesi olmakda şartdır. Bu halîfeliğin zemânı da otuz senedir. Bundan sonra gelen halîfelerde üstünlük şart değildir. (Şerh-ı mevâkıf) bunu güzel anlatıyor. Kitâbın sonunda diyor ki: (Üstünlük, kesinlikle anlaşılabilen şey değildir. Çünki, yalnız akl ile ölçülüp anlaşılamaz. Meselâ sevâbın çokluğu görülerek üstündür denilemez. Nakle dayanarak anlamak lâzımdır. Fıkh bilgisi de değildir ki, (zann-ı gâlib) ile amel olunabilsin. Bu mes’ele ilm işidir. Bunda yakîn, kesinlik lâzımdır. Birbirlerine uymıyan nasslar, yakîn bilgi vermez. Fazîletin, sevâbın çokluğuna sebeb olan şeylerin çok olması da kesinlik ifâde etmez. Çünki, sevâb, Allahü teâlânın ihsânıdır. İbâdet yapan birine sevâb vermiyebilir. Başkasının ibâdetine ise, çok sevâb verir. Halîfe seçilmek, kesin olsa bile, üstünlüğü kesin olarak göstermez. Olsa olsa, zan hâsıl eder. O hâlde, nasıl olur da, üstün varken üstün olmıyanın imâmeti [ya’nî halîfe seçilmesi] sahîh olmaz sözü kesin olarak söylenebilir? Bununla berâber, hazret-i Ebû Bekrin, sonra hazret-i Ömerin, sonra hazret-i Osmânın ve sonra hazret-i Alînin üstün olduklarını, Selef-i sâlihîn bize haber verdi. Selef-i sâlihîne hüsn-i zan ederek, bunu bilmeselerdi, bildirmezlerdi deriz. Bunun için, onlara tâbi’ olmamız vâcib olur. Doğrusunu Allahü teâlâ bilir deriz. Âmidî [Seyf-uddîn Alî bin Muhammed] diyor ki, efdal olmak, birinin câhil, ötekinin âlim olması veyâ ötekinin birinciden dahâ âlim olması gibi iki dürlü olur. Eshâb-ı kirâm için, böyle üstünlük, kesinlikle söylenemez. Çünki, çoğunda husûsî fazîlet olduğu gibi, müşterek fazîletleri de vardır. Bir fazîlet, birkaç fazîletden dahâ kıymetli olabilir. Bunun için, fazîletleri çok olana en üstün denilemez). Şerh-ı mevâkıfın yazısı burada temâm oldu. [Âmid şehri, Diyâr-ı Bekrin eski ismidir. (Dürr-ül-muhtâr) da şâhidliği anlatırken ve (Fevâid-ül-behiyye) de diyor ki, (Selef-i sâlihîn), hadîs-i şerîfde medh olunan ilk iki asrın âlimleri demekdir. Bunlara (Sadr- -205- ül-evvel) de denir.] (İcmâ’), dört delîlden biridir. Hiç hilâf olmadığı zemân, kat’î kesin olur. Bir hilâf bulunursa, bu hilâf şâz ve nâdir olsa bile, bu icmâ’, zannî olur. Kat’î olmaz. Ehl-i sünnete göre, hazret-i Osmânın hilâfeti hakdır. Bu söz icmâ’ ile bildirilmişdir. Fekat hazret-i Osmânın, hazret-i Alîden üstün olduğunda icmâ’ yokdur. Görülüyor ki, hilâfetin kat’î olması, üstünlüğün kat’î olmasına sebeb olmuyor.Üstünlüğün zannî olması da hilâfetin zannî olmasına sebeb olmuyor. Hakîkî üstünlük, Allahü teâlânın çok sevmesidir. Bu ise, ancak vahy ile anlaşılır. Medh olunmak, üstünlüğü göstermez. Çünki, Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” medh olunmuşdur. Süâl: Hazret-i Ebû Bekrin halîfe olacağını gösteren hadîs-i şerîfler, Allahü teâlânın yaratacağı şeyleri önceden haber vermek gibidir. Hak olduğunu göstermez. Gösterir desek bile câiz olduğunu gösterir. Çünki üstünlükleri müsâvî olan veyâ üstünlüğü az olan, halîfe olabilir. (Benden sonra Ebû Bekre ve Ömere itâ’at ediniz!) hadîs-i şerîfi, Allahü teâlâ bunların halîfe olmasını irâde etdiği için itâ’at ediniz demekdir. Çünki halîfe seçilene, üstün olmasa bile, itâ’at etmek vâcibdir. (Ebû Bekr ile ve Ömer ile birlikde mezârdan kalkarız) hadîs-i şerîfi de, tesâdüfen olacak şeyi haber vermekdedir. Bu haberler üstünlüğü göstermez. Diğer hadîs-i şerîfler ve rü’yâlar da, olacak şeyleri haber vermekdedirler denirse: Cevâb: İrâde-i teşrî’î, irâde-i tekvînîye tâbi’dir. Allahü teâlâ, belli zemânda, belli insanları yaratacağını ezelde bildi. Bunlar için fâideli olacak işleri de bildi. O insanları, o zemânda yaratmağı irâde etdi. Harâmları ve halâlleri ve emrlerini ayırdı. Bunları takdîr etmiş oldu. Zemânları gelince yaratmakdadır. Şeyhaynın halîfe olacaklarını ezelde irâde etdi. Bu irâdesini Resûlüne bildirdi. Resûlullah da (Benden sonra) buyurarak, (İrâde-i tekvînî)yi ve (İtâ’at ediniz!) buyurarak, (İrâde-i teşrî’î)yi bildirdi. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelmesini ve Ona îmânın farz olmasını, ezelde irâde etmesi gibi oldu. Resûlullaha îmânın farz olması, halîfelere itâ’at etmenin vâcib olması, onların fazîletlerini gösterir. Bu fazîletden üstün bir fazîlet olamaz. Şeyhaynın halîfe olacaklarını haber veren elliden fazla delîl vardır. Bunların çoğu açık bildirilmişdir. Süâl: Hazret-i Ömer ve hazret-i Osmân, Müt’a ve Kırân haclarını yasak etdiler. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bunlara karşı geldi. Buna ne dersiniz? Cevâb: Dört mezheb âlimleri bildiriyor ki, hazret-i Ömer -206- Müt’a haccını inkâr etmedi. Mekkeliler için, ifrâd haccı dahâ sevâbdır buyururdu. Haccın birçok nüsükünde, dört mezheb arasında da ihtilâflar vardır. Bunlar ictihâd ayrılıklarıdır. İctihâd ayrılıkları bid’at değildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hac-cı nasıl yapdığını, Eshâb-ı kirâm, bütün ayrıntıları ile haber verdiler. Bu haberler arasında hiç ayrılık yokdur. Ba’zı işleri ne niyyetle yapdığını anlamakda ihtilâf olmuşdur. Şâfi’î ve Mâlikî, Resûlullahın haccı, (İfrâd) idi dediler. Hazret-i Ömer ve Osmân da bunu söylemişlerdir. Süâl: Müt’a nikâhı Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zemânında vardı. Hazret-i Ömer halîfe olunca yasak etdi. Bu, sünneti değişdirmek değil midir? Cevâb: Bunun için olan hadîs-i şerîflerde Eshâb-ı kirâm ihtilâf hâlinde idi. Hazret-i Ömer ihtilâfa son verdi. İcmâ’ hâsıl oldu. Hazret-i Ömerin, Resûlullahın halîfesi olduğu buradan da anlaşılmakdadır. Müt’a nikâhının harâm edildiğini bildiren hadîs-i şerîf Buhârîde, Müslimde ve Muvattada yazılıdır. Bunu haber verenlerden biri de hazret-i Alîdir. Süâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, vefât edeceğine yakın kâğıd, kalem istedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hastalık ağrıları ile söylüyor. Bize Allahın kitâbı yetişir diyerek, bu emre karşı geldi denilirse: Cevâb: Müşâvere âyeti gelince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, birçok işleri, Eshâbına danışırdı. Birçok işde, Eshâb-ı kirâmın dediklerine uygun vahy gelirdi. Abdüllah bin Ubeyyin cenâze nemâzını kılmak da böyle olmuşdu. Hazret-i Ömerin fikrini söylemesi, bunun için idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Ömerin sözünü doğru bulup, bir dahâ istemedi. Perşembeden pazartesiye kadar, bir dahâ bunu tekrâr etmedi. Arzû etseydi, bu günlerde yine emr ederdi. Yazılması lâzım olsaydı, tekrâr istemesi lâzım olurdu. Bu iş, hazret-i Ömerin, Resûlullah ya-nındaki kıymetini, şerefini gösteren vesîkalardan biridir. Kâğıd getirmeği istiyenlere karşı, (Sorunuz. Acabâ sayıklamış olmasın) demesi de suç olmaz. O sayıklamaz. Hep doğru söyler. Bunun için, iyi anlamak için sorunuz, demekdir. Bununla berâber, sayıklıyormu sözünü hazret-i Ömerin dediğini bildiren sağlam haber yokdur. (Resûlullah, hazret-i Alînin halîfe olmasını yazacakdı. Hazret-i Ömer, bunun için mâni’ oldu) demek, boş sözdür. Gâibden haber vermek olur. Halîfe yazmak isteseydi, hazret-i Ebû Bekri “radıyallahü teâlâ anh” yazardı. Çünki, hastalık günlerinde, hazret-i Âişeye (Bana baban Ebû Bekri çağır! Ona yazacağım ki, -207- biri çıkıp, kendisinin Ebû Bekrden hilâfete dahâ lâyık olduğunu söylemesinden korkuyorum. Allahü teâlâ ve mü’minler, yalnız Ebû Bekrden râzıdırlar) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf (Müslim) de yazılıdır. O sırada (Yanımdan gidiniz!) buyurması, (Refîk-ı a’lâ)yı istediğini göstermekdedir. Süâl: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” iş başına akrabâsını getirdi. Bu doğru mudur? Cevâb: Hazret-i Alî de böyle yapdı. Bu işleri için, bu büyüklere dil uzatılamaz. Bunun gibi, hazret-i Alî, hazret-i Osmânın kâtillerine kısâs yapmadı. Ebû Mûsel-Eş’arîye ve Ebû Mes’ûd-i Ensârîye saygı göstermedi. Müslimânların kanlarının dökülmesine mâni’ olmadı. Tebük gazvesinde bulunmadı. Bunlar, hazret-i Alînin şerefini azaltmaz. Hazret-i Osmânın kendi akrabâsına ihsânda bulunması da, islâmiyyetin emr etdiği birşeydir. (Sıla-i rahm) sevâbına kavuşmuşdur. Bunları hep kendi malından verdi. Beyt-ül-mâldan verseydi, suç denilebilirdi. Fekat, beyt-ül-mâlda olan hakkını almayıp, müslimânlara dağıtmak, suç değil, fazîletdir. Hazret-i Osmânın akrabâsı cihâd etdiler. Çok kahramanlık yapdılar. Her mücâhid gibi, bunlara da haklarını verdi. Hazret-i Osmân zemânında, İslâmiyyetin Asyâya, Afrikaya yayılmasında, onun bol ihsânlarının çok fâidesi oldu. Resûlullah da, ganîmetden, Kureyş kabîlesinden olanlara başkalarından dahâ çok verirdi. Hâşim oğullarına bunlardan da çok verirdi. Hazret-i Ömerin (Korkarım ki Osmân, Benî Ümeyyeyi müslimânların başına geçirir) demesi, onun işlerini beğenmediği için değil, fâidesi olmaz demekdir. Müctehidin, kendi ictihâdı ile hareket etmesi suç olmaz. Halîfenin, dilediğini, dilediği işin başına geçirmesi hakkıdır. Hattâ vazîfesidir. Akrabâsı, kendisine dahâ itâ’atli oldukları için, onları tercîh etmesi iyi oldu. Onların yapdığı yanlış işler, onun emri ile değildi. Halîfenin gaybı bilmesi lâzım gelmez. Velîd bin Ukbeye kısâs yapmaması, şikâyetleri değerlendirebilmek içindi. Kûfeliler, Velîd şerâb içdi diye haber verdiler. Doğrusunu anlayınca, hazret-i Alîye emr edip, Velîde had cezâsı vurdurdu. Abdüllah bin Mes’ûdün hâzırladığı Mushafı yakarak, müslimânları Şeyhaynın “radıyallahü teâlâ anhümâ” Mushafı üzerinde birleşdirdi. Bu işi, ona hakâret değildir. İslâmiyyete büyük hizmetdir. Ebû Zer İcmâ’a uymadığı için, onu Medîneden çıkardı. Keyfi için çıkarmadı. Süâl: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Muhammed bin Ebû Bekrin feryâdına yetişmedi. Cevâb: Muhammed bin Ebû Bekr, hatâdan ve günâhdan ma’sûm değildi. Halîfenin onu cezâlandırması vazîfesi idi. (İkisini -208- öldürünüz!) mektûbunu hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” yazmadı. Bunu, kabîlelerin, aşağı insanların yapdığını (Yâfi’î târîhi) yazmakdadır. Süâl: Hazret-i Osmân, Abdüllah bin Ömere “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kısâs yapmadı. Cevâb: Halîfe, maktûlün vârislerine bol mal vererek onları râzı etdi. Fitneyi kaldırdı. Bu da, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” güzel idâreciliğinin bir örneğidir. Süâl: Hazret-i Osmân, çayır, çiftlik yapdı. Cevâb: Evet yapdı. Fekat, kendine mülk olarak yapmadı. Beyt-ül-mâl hayvanları için yapdı. Böylece, Beyt-ül-mâla büyük hizmet etdi. Hazret-i Alînin hazret-i Osmânın şehîd edilmesi ile ilgisi olduğunu gösterecek hiçbir delîl yokdur. Buna hiçbir ihtimâl de yokdur. Kâtiller çok ve kuvvetli oldukları için, hazret-i Alî hemen kısâs yapamadı. Hazret-i Osmânın vârisleri de kısâs yapılmasını istemedi. Kâtil de belli değildi. Kâtiller, hazret-i Osmâna karşı bâğî, âsî idi. Hazret-i Alîye itâ’at etdiler. Hazret-i Alînin halîfe seçilmesi meşrû’ idi. Söz sâhibleri bî’at etdi. Talha ve Zübeyr de hilâfete karşı değildi. Kısâsın yapılmasını istemişlerdi. (İstî’âb) kitâbında diyor ki, (Hazret-i Alîye, hazret-i Osmânın şehîd edildiği gün bî’at olundu. Muhâcirler ve Ensâr bî’at etdiler. Hazret-i Mu’âviye ile Şâmlılar bî’at etmedi. Allahü teâlâ, hepsini afv edeceğini bildirdi.) (İmâmiyye) fırkasına göre, ma’sûm imâmın yapdığı şeyleri, Peygamber yapdı diye haber vermek câizdir. Böyle inandıkları için, çok hadîs uydurdular. Deylemî ve Hatîb ve İbni Asâkir, kendilerinden önce gelen âlimlerin sahîh ve hasen hadîsleri toplamış olduklarını gördüler. Kendileri de za’îf hadîsleri topladılar. (Buhârî) ve (Müslim) hadîslerinin doğru olduklarını, bütün Ehl-i hak, sözbirliği ile bildirmekdedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kucağında vefât etdiği ve hazret-i Alîye vasıyyet yapdığı sözleri doğru değildir. Hazret-i Alînin harb etdikleri ile siz de harb ediniz sözü hadîs değildir. İmâmiyyenin hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” için geldi dedikleri âyet-i kerîmelerin hiç birinde hazret-i Alînin ismi olmadığı gibi, onun için olduğuna bir işâret de yokdur. Hâlbuki, mağara âyetinin ve ba’zı âyetlerin hazret-i Ebû Bekr için “radıyallahü teâlâ anh” olduklarına açık işâretler vardır. Böyle olduğunu şî’î kitâbları da yazmakdadır. Tathîr âyeti, hazret-i Alî için olmayıp, zevcât-ı -209- tâhirât içindir. Mubâhele âyeti de böyledir. (Akrabâmı sevmenizi istiyorum) meâlindeki âyet-i kerîme de, hazret-i Alî için olmayıp, mü’min olan bütün akrabâsı içindir. (Gadîr-i hum) denilen yerdeki hadîs-i şerîf, Ehl-i beyti sevmeği emr etmekdedir. Bu hadîs-i şerîfin sonunda (O, benden sonra halîfedir). (O, benden sonra sizin velînizdir) ve bunlara benzer şeyler yokdur. Bunlar uydurulmuşdur. Böyle uydurulmuş yüzlerce hadîs vardır. Bunları bildirenlerin arasındaki yalancıları islâm âlimleri ortaya koymuşlardır. Süâl: Hadîs-i şerîfde (Kıyâmet günü, tanıdığım çok kimseyi havzımdan uzaklaşdırırlar: Eshâbım, diyerek onları çağırırım. Fe-kat, bir ses işitilir ki: Senden sonra, onların neler yapdığını bilmezsin) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” çoğunun yoldan sapacaklarını göstermiyor mu? Cevâb: Vedâ’ haccı hutbesinde, (Benden sonra kâfir olmayınız! Birbirinizin boynunu vurmayınız!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Şeyhayn “radıyallahü teâlâ anhümâ” ve müslimânlarla harb etmiyenler, bunun dışındadırlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Şeyhaynı ve Eshâb-ı kirâmdan çoğunu Cennet ile müjdeledi. Bu müjde, onların îmân ile öleceklerini ve Resûlullahın havzı yanında ve Cennetde, Onun yanında bulunacaklarını bildirmekdedir. Bundan başka, Mâide sûresinin elliyedinci âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Dinden çıkarsanız, Allahü teâlâ, sizin yerinize başkalarını getirir. Onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı severler) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, mürted olanların karşısında bulunanları Allahü teâlâ sevmekdedir. Bu da, hazret-i Ebû Bekr zemânında oldu. Cennetlik oldukları ismleri ile sıfatları ile bildirilen mubârek insanları kötü bilmek ve kötülemek büyük felâketdir. Bedr gazâsında bulunanların Cennete gidecekleri açıkca bildirildi. Bunlara dil uzatmak, büyük câhillikdir. Süâl: (Allahü teâlâ, oniki halîfe gönderecekdir. Bunların hepsi Kureyş kabîlesindendir) hadîs-i şerîfi oniki imâmı “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” göstermiyor mu? Cevâb: İlk bakışda, bu hadîs-i şerîfden, İmâmiyye fırkasının haklı olduğu anlaşılıyor. Hâlbuki, hadîs-i şerîfler, âyet-i kerîmelerde olduğu gibi, birbirlerini açıklamakdadırlar. Abdüllah bin Mes’ûdün haber verdiği hadîs-i şerîfde, (İslâm değirmeni otuzbeş sene döner. Sonra helâk olanlar bulunur. Dahâ sonra gelenler, islâmiyyeti yetmiş sene kuvvetlendirirler) buyuruldu. Bizim [ya’nî Şâh Veliyyullah-ı Dehlevînin], bu hadîs-i şerîfden anladığımız şudur: Bildirilen vaktin başlangıcı, ilk cihâdın başladığı, hicretin i- -210- kinci senesidir. Otuzbeşinci senede, hazret-i Osmân şehîd edilerek, müslimânlar arasında ayrılık oldu. Cihâd ve islâmiyyetin yayılması durdu. Deve ve Sıffîn muhârebelerinde, müslimânlar birbirlerini öldürdü. Allahü teâlâ, hilâfete tekrâr düzen verip, cihâd tekrârbaşladı. Benî Ümeyye [ya’nî Emevî] devletinin sonuna kadar devâm etdi. Abbâsî devleti kurulurken, ortalık yine karışdı. Çok müslimân öldü. Sonra Allahü teâlâ, hilâfete düzen verip, Hülâgûnün Bağdâdı yakıp yıkmasına kadar sürdü. Sa’d ibni Ebî Vakkâsın haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Allahıma düâ ediyorum ki, ümmetimin kuvvetini, yarım günün sonuna kadar sürdürsün) buyuruldu. Yarım gün ne kadar zemândır denilince Sa’d, beşyüz senedir dedi. Bu hadîs-i şerîf, Abbâsî devletinin ömrünü [ya’nî beşyüzyirmidört seneyi] göstermekdedir. Birinci hadîs-i şerîf (Hilâfet-i nübüvvet)i haber veriyor. Bunun otuz sene olduğunu bildiriyor. Bundan sonra gelen halîfelere (Melik-i adûd) ya’nî (Sultân) ismini veriyor. Her iki hilâfetdeki halîfe sayısının oniki olacağını bildiriyor. Bu oniki halîfeyi oniki imâm sanmak hiç doğru değildir. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Hilâfet) diyor. (İmâmet) demiyor. Şî’îler de söyliyor ki, oniki imâmın çoğu halîfe değildi. Hadîs-i şerîfde, oniki halîfenin Kureyş kabîlesinden olduğu bildirildi. Bu ise, hepsinin Hâşimî olmadığını göstermekdedir. İmâmiyye fırkası, oniki imâmın, islâmiyyeti yaydığını, memleketler aldıklarını söylemiyorlar. (Resûlullah vefât edince, din örtüldü. İmâmlar (Takıyye) yapdı, doğru yolu gösteremediler. Hazret-i Alî bile bildiklerini söyliyemedi) diyorlar. (Hadîs-i şerîf, oniki imâmdan sonra islâmiyyetde gevşeklik olacağını haber veriyor. İmâmiyye ise, oniki imâm temâm olunca, Îsâ aleyhisselâm gökden inecek ve dîni kuvvetlendirecek) diyorlar. Bizim anladığımıza göre, bu oniki halîfe, dört (Halîfe-i râşid) ve bunlardan sonra, hazret-i Mu’âviye ve Abdülmelikve dört oğlu ve Ömer bin Abdül’azîz ve Abdülmelikin torunu Velîddir. Abdüllah bin Zübeyrin bunun dışında kalması lâzımdır.Çünki, hazret-i Ömerin bildirdiği hadîs-i şerîf, Abdüllah bin Zübeyrin halîfe olarak ortaya çıkması ve Mekke-i mükerremede kan dökülerek, Kâ’be-i mu’azzamaya hürmetsizlik yapılmasına sebeb olması, bu ümmete gelecek musîbetlerden biri olacağını göstermekdedir. Yezîd ve Emevîlerin diğer halîfeleri, islâmiyyete hizmet etmedikleri için, oniki halîfeden sayılmazlar. Süâl: Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” çok kerâmetleri vardı. Bunlar, Onun üstünlüğünü göstermiyor mu? Cevâb: Şihâbüddîn-i Sühreverdî “rahime-hullahü teâlâ” buyurdu ki, (Eshâb-ı kirâmda kerâmet az göründü. Hazret-i Alînin kerâmetleri kadar hattâ dahâ çok, Şeyhaynde de görüldü). [Bu -211- kerâmetlerin çoğu, Yûsüf-i Nebhânînin (Câmi’u kerâmât-il-Evliyâ) kitâbında yazılıdır.] Süâl: (Ben ilm şehriyim. Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunun kapısıdır) hadîs-i şerîfine ne denilir? Cevâb: Bu hadîs-i şerîf, elbet bir üstünlük gösteriyor. Fekat, bunun gibi (İlmin dörde birini bu Humeyrâdan alınız!) ve (Bendensonra, Ebû Bekre ve Ömere tâbi’ olunuz!) ve (İbni Ümm-i Abdin râzı olduğu kimseden ben de râzıyım!) ve dahâ nice hadîs-i şerîfler de vardır. (Hümeyrâ), Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Âişeye “radıyallahü teâlâ anhâ” verdiği ismdir. Hazret-i Alînin din bilgilerindeki üstünlüğü ve Neseb ilminde, Eshâb-ı kirâmın çoğundan ileride olduğu meşhûrdur. Fekat bunlar, Şeyhaynden dahâ üstün olduğunu göstermez. Hazret-i Alînin soyundan imâm-ı Muhammed Bâkır ile imâm-ı Ca’fer Sâdıkın “radıyallahü teâlâ anhüm” ilmde, vera’da ve ibâdetlerdeki kemâlleri şübhesizdir. Küleynî, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın tesavvufculara düşman olduğunu yazıyor. [Ebû Ca’fer Muhammed Râzî Küleynî, 329 [m. 940] da Bağdâdda vefât etdi. (Kâfî) kitâbında onaltı bin hadîs vardır.] Zeydiyye fırkası da turuk-ı aliyyeye düşmandır. Evliyânın büyüklerinden Abdüllah-i Ensârî “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, (Binikiyüz Velî gördüm. İçlerinden yalnız Sa’dûn ve İbrâhîm, seyyidlerden idi). Bunların ikisi de meşhûr değildir. Sonraki asrlarda gelen Evliyâ arasında seyyidler varsa da, bunlar seyyid olmıyan mürşidlerden feyz almışlardır. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler açık olarak islâmiyyete uymağı emr etmekdedir. Tesavvuf yolunda hâsıl olan şeyler hiç bildirilmemişdir. Bunun için tâm üstünlük, tesavvuf ile değil, islâmiyyete hizmet etmekdeki ziyâdelikle ölçülür. Süâl: Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” tâbi’ olanlarda, Fenâ, Bekâ, ma’rifetler, Vahdet-i vücûd bilgileri gibi kıymetli şeyler hâsıl oluyor. Kerâmetler veriliyor. İslâmın beş şartını ise, her müslimân yapıyor. İmâm-ı Gazâlî ve Celâleddîn-i Rûmî “rahime-hümullahü teâlâ” gibi büyük âlimler, Tevhîd-i vücûdînin çok kıymetli olduğunu bildiriyor. O hâlde tesavvuf yollarının kaynağı olan hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” dahâ üstün olması lâzım gelmez mi? Cevâb: (İslâmın beş şartı, insanı Allahü teâlâya yaklaşdırmaz. Bunlar, insanların dünyâda iyi huylu olmalarını, iyi geçinmelerini sağlar) diyen kimse (Zındık)dır. İslâmiyyeti yıkmak istemekdedir. İslâmiyyet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşdurur. İslâmiyyete uy- -212- mıyanları Allahü teâlâ sevmez. Bunlara azâb yapacakdır. Fekat, tesavvuf yolu, dahâ kolay kavuşdurur derse, bu kimseye sözünü isbât etmesini söyleriz. Tesavvuf yolunun temeli, islâmiyyetdir. İslâmiyyete uymıyan kimse Velî olamaz. İslâmiyyete uymakda ve uydurmakda Şeyhaynın en ileride olduklarını yukarıda uzun bildirmişdik. Zikr ve Murâkabe ile kalbi temizlemeğe çalışmak, İslâmiyyete uymak demekdir. İslâmiyyetin delîli, (Kitâb), (Sünnet), (İcmâ’ı selef) ve (Kıyâs-ı fukahâ)dır. (Kur’ân-ı kerîm)de beş ilm vardır. 1 - Mahlûkları inceliyerek, Allahü teâlânın var olduğunu ve bir olduğunu anlamağı göstermekdedir. [Fen bilgileri bu kısmdadır.] 2 - Târîhi inceliyerek, îmân edenlerin, islâmiyyete uyanların mes’ûd olduklarını, îmânsızların ise dünyâda azâb içinde yaşadıklarını anlatmakdadır. 3 - Âhıretdeki ni’metleri ve azâbları bildirerek, îmânlı olmağa teşvîk etmekdedir. 4 - Dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmak için, nasıl yaşamak lâzım olduğunu öğretmekdedir. 5 - Müşriklerle, münâfıklarla, yehûdîlerle, hıristiyanlarla ve yetmişiki fırkadaki sapık müslimânlarla nasıl geçinileceği bildirilmekdedir. Tekrâr edilmişlerden başka, onbin kadar hadîs-i şerîf vardır. Tekrâr edilenleri de sayarsak, milyonu aşmakdadır. Bütün bu (Hadîs-i şerîfler), oniki ilmi bildirmekdedirler: 1 - Kitâb-ullaha ve sünnete yapışmak. 2 - İslâmın beş şartı, zikrler ve ihsân, ya’nî kalb bilgileri. Tesavvuf, bu ihsânı elde etmekdir. 3 - Mu’âmelâtdır. Nafaka için ticâret, san’at ve zirâ’at bilgileri ve sosyal haklar bunun içindedir. 4 - İyi ahlâk bildirilmekde ve övülmekdedir. 5 - Köle âzâd etmek. 6 - Fadâil olan ameller ve Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” üstünlükleri. 7 - Peygamberlerin ve mühim kimselerin târîhi. 8 - Kıyâmete kadar olacak mühim olaylar. 9 - Kıyâmet hâlleri. Haşr, neşr, Cennet ve Cehennem. 10 - Resûlullahın hayâtı “sallallahü aleyhi ve sellem”. 11 - Kur’ân-ı kerîmi okumak ve tefsîr etmek. -213- 12 - Melekler, şeytânlar, tabâbet gibi çeşidli ilmler. (Kıyâs), ahkâm-ı islâmiyyede, ya’nî emr ve yasaklarda olur. Bütün bu saydığımız ilmlerde, Tevhîd-i vücûdî bilgileri yokdur. (İslâmiyyet), Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i izâmın [ya’nî, Eshâb-ı kirâmı görenlerin] îmân etdikleri ve yapdıkları şeylerdir. Bunlar zemânında bulunmayıp, sonradan ortaya çıkan din bilgileri, müslimânlık değildir. (Benim ve Eshâbımın yolunda olunuz!) hadîs-i şerîfi, bunu göstermekdedir. Vahdet-i vücûd bilgilerinin birinci kısmda olmadığı meydândadır. Bu bilgiler, Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî zemânında da yokdu. (Mu’tezile), (İmâmiyye), (Zeydiyye), ve (İsmâîliyye) gibi sapık fırkalar da böyledir. Bunlar da, Selef-i sâlihînden sonra ortaya çıkdı. Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” başlıyarak, Eshâb-ı kirâma ve Tâbi’îne ve kalbden kalbe akarak tâ zemânımıza kadar gelen feyzler ise islâmiyyetde vardır. Buna (İhsân) ismi verilmişdir. [Sonradan (Tesavvuf) denildi.] İslâmiyyetden olan şeyler, ihlâs ile, temiz niyyet ile yapılırsa, kıymetli olurlar. Nefsin arzûlarına kavuşmak ve şöhret için olurlarsa, Allahü teâlâdan uzaklaşdırırlar. Cehenneme sürüklerler. Süâl: Tesavvuf büyüklerinin sözleri, tesavvuf bilgilerinin dahâ üstün olduklarını göstermiyor mu? Cevâb: Bir kimseyi Allahü teâlâya [ya’nî Allahü teâlânın rızâsına, sevmesine] yaklaşdıracak işler islâmiyyetde bildirilmişdir. Bunlar arasından insanın hâline ve zemânına göre seçilir. Tesavvuf büyükleri, talebesini terbiye ederken [ya’nî yetişdirirken], onun çeşidli hâllerine göre, ona çeşidli vazîfeler vermişlerdir. Fâideli işlerden birini ötekine tercîh etmesi, ötekinin fâidesiz olduğunu göstermez. Her fâideli işde iyi niyyete ehemmiyyet verirler. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, her işde ihlâsa ehemmiyyet vermekdedir. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, islâma hizmet etmeği emr ediyor. Cihâdın ve ilm öğretmenin fazîletine inanmıyan, (Zındık)dır. Süâl: Şeyh Muhyiddîn-i Arabî “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, (hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yaratıldığı toprakdan kalandan yaratıldı. Resûlullah ile âhıret kardeşi yapılması da bundandır). Bundan dahâ üstün birşey olur mu? Cevâb: Şeyhaynın dahâ üstün olduğu, islâm bilgilerinden anlaşılmakdadır. Burada (Edille-i şer’ıyye) olan Kitâb, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâs bilgilerine bakmak lâzımdır. Tesavvuf büyüklerinin kalbleri ile keşfleri, şer’î şeylere delîl olamaz. İslâmiyyetin hiçbir hük- -214- mü, bu keşflere dayanmaz. Şeyh Muhyiddîn-i Arabî “rahime-hullahü teâlâ”, Allahü teâlâya yaklaşdıran şeyleri sayıyor. Bunlardan en yüksek olan Sıddîkiyyet derecesinin hazret-i Ebû Bekre, Muhaddisiyyet derecesinin hazret-i Ömere, Uhuvvet derecesinin de hazret-i Alîye mahsûs olduğunu bildiriyor. Havâriyyet derecesinin Zübeyre, Emânet derecesinin de Ebû Ubeydeye verildiğini yazıyor. Böyle dahâ nice dereceler bildiriyor. Bunlar, fadl-ı küllîyi göstermez. (Fütûhât) kitâbının birçok yerinde, Eshâb-ı kirâmın, vilâyet derecelerinden başka, Peygamberlere benzetdiği derecelerini de bildiriyor. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra bu derecelerin devâm etdiğini, ancak peygamber olmadıklarını uzun yazıyor. Bizim anladığımız üstünlük de, işte bu Peygamberlere “aleyhimüsselâm” benziyen üstünlükdür. Şeyhaynın “radıyallahü anhümâ” üstünlüğü buradan gelmekdedir. Bu üstünlüğe (Fadl-ı küllî) denir. (Fütûhât) kitâbının birçok yerinde, bu üstünlük anlatılmakdadır. Altmışdokuzuncu bâbının sonunda diyor ki, (Allahümme salli alâ) okurken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, İbrâhîm aleyhisselâma benzetiliyor. Hâlbuki, Ondan dahâ üstündür. Bunun inceliğini, sahîfelerle açıklarken Sıddîklık derecesinin üstünlüğünü uzun anlatıyor. Allahü teâlâ, husûsî feyzlerini, seçdiği, çok sevdiği kullarınaçeşidli sebeblerle, vâsıtalarla göndermekdedir. Önce o kullarını bu feyzlere müste’id, elverişli yaratmakdadır. Hazret-i Alînin bedenindeki toprak maddelerini de, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” toprak maddeleri gibi, nübüvvet feyzlerini almağa müste’id yaratmışdır. Fekat, bu üstünlük, fadl-ı küllî değildir. Fadl-ı cüz’îdir. Vilâyet derecesinin üstünlüğünü göstermekdedir. Peygamberliğe benzemek değildir. Süâl: Tesavvuf büyükleri, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üstünlüğünü gösteren rü’yâ gördüklerini bildiriyorlar. Hadîs-i şerîfde (Mü’minin rü’yâsı, peygamberliğin kırkaltı kısmından biridir) buyuruldu. Bu da, hazret-i Alînin dahâ üstün olduğunu göstermez mi? Cevâb: Dînin hiçbir hükmü rü’yâ ile bildirilmiş değildir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâya hamdolsun ki, beni, Ebû Bekr ile ve Ömer ile kuvvetlendirdi) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Ebû Bekr ve Ömer, benim kulağım ve gözüm gibidirler) buyuruldu. Fadl-ı küllî böyle olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” halîfesinin, onun gibi olması lâzımdır. Bu fakîre göre, Şeyhayn “radıyallahü anhümâ”, güneş etrâfındaki ışık saçan tabaka gibidir. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”, bu ışıkları alıp aks etdiren kamer [ay] gibidir. Şeyhayn “radıyallahü -215- anhümâ” (Nübüvvet yolu)nun ışıklarını, hazret-i Alî de “radıyallahü anh”, (Vilâyet yolu)nun ışıklarını saçmakdadırlar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eğer halîl [dost] edinseydim, Ebû Bekri halîl edinirdim) ve (Benden sonraPeygamber gelseydi, Ömer elbet peygamber olurdu) ve (Alî bendendir. Ben de ondanım) buyurdu. Bu fakîr [Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, murâkabede], Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rûhâniyyetine sordum: Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” nesebi dahâ şerefli ve hükmleri dahâ kuvvetli ve tesavvuf yolunun önderi olduğu hâlde, Şeyhaynın “radıyallahü teâlâ anhümâ” dahâ üstün olmasının sebebi nedir? Rûhuma şöyle cevâb ihsân buyurdu ki, (Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir zâhir [görünen], bir de bâtın [görünmiyen] yüzü vardır. Zâhir yüzü ile, insanlar arasında adâlet yapar, kardeşliği sağlar ve doğru yolu gösterir. Bu vazîfeyi yapmasında Şeyhayn “radıyallahü teâlâ anhümâ”, Onun elleri, ayakları gibidirler. Bâtın vechinden kalblere feyz vermekdedir. Şeyhayn, bunda da ortakdırlar!) “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
Menba-ı feyzu meânî meclis-i
Abdülhakîm, Urvetülvüska Muhammed Ma’sûm Fârûkînin (Mektûbât) kitâbı fârisî olup, üç cilddir. Birinci cildde 239, ikincide 158, üçüncü cildde 255 mektûb vardır. Bu 652 mektûbdan altı adedi terceme edilerek aşağıda yazılmışdır. |