Geri

   

 

 

İleri

 

MEKTÛBÂTIN İKİNCİ CİLDİ, ONBEŞİNCİ MEKTÛBUDUR

İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” hazretleri buyuruyor ki; Sâmâne şehrinin mubârek ve muhterem âlimlerini ve hâkimlerini ve ehl ve me’mûrlarını bu mektûbumla râhatsız etmeğe sebeb, şehrinizin hatîbinin, kurban bayramı hutbesini okurken, Hulefâ-i Râşidînin, ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dört halîfesinin “radıyallahü teâlâ anhüm” ismlerini söylemediğini ve nemâzdan sonra bir kısm cemâ’atin, kendisine bunu söyledikleri zemân, unutdum veyâ şaşırdım gibi bir özrde bulunmıyarak, ismleri söylenmezse ne olurmuş? diye inâd da etdiğini haber aldım. Ehâlîden ileri gelenlerin bu hâle seyirci kalıp ehemmiyyet vermediklerini ve o insâfsız hatîbe haddini bildirmediklerini öğrendim. Mısrâ’

Yazıklar, bir değil, yüzlerce yazıklar olsun!

Evet! Hulefâ-i Râşidînin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ismlerini okumak, hutbenin şartı değil ise de, Ehl-i sünnet vel-cemâ’atin şiârıdır. Ya’nî, alâmet-i fârikası, nişânıdır. Onu, bile bile, inâd ederek ancak kalbi bozuk kimse okumamak ister. Eğer te’as-

-78-


 

sub ve inâd ile söylemedi ise de, hadîs-i şerîfe ne cevâb verecek ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bir kimse, hangi millete benzemeğe özenirse, o da onlardan olur!) buyuruyor. Bu kimse, (Töhmet getirecek, şübhe uyandıracak yerlerden ve şeylerden kaçınınız!) meâlindeki âyet-i kerîmesinin tehlükesinden kendini nasıl kurtaracak? Eğer, Şeyhayn hazretlerinin, ya’nî Ebû Bekr ileÖmerin “radıyallahü anhümâ” üstünlüklerine inanmıyorsa, Ehl-i sünnetden ayrılmış, şî’î olmuşdur. Eğer Osmân ile Alîyi “radıyallahü anhümâ” sevmek lâzım olduğuna inanmıyorsa, yine doğru yoldan sapmışdır. Doğru yoldan çıkmış olan bu hatîbin Kişmirli olduğunu sanırım. Bu pisliği, Kişmirin sapıklarından almış olmalıdır.

O adam şunu bilsin ki, Şeyhaynın “radıyallahü teâlâ anhümâ”, bu ümmetin en yükseği olduğuna, Sahâbe-i kirâmın ve Tâbi’în-i i’zâmın hepsi inanmış ve her vesîle ile bunu bildirmişlerdir. Bunu, büyüklerden çoğu bize haber vermişdir. Bunlardan biri, imâm-ı Muhammed Şâfi’îdir “rahime-hullahü teâlâ”. İ’tikâdda mezhebimizin iki imâmından biri olan Ebül Hasenil Eş’arî “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, bu ümmetin en yükseği, Ebû Bekr, ondansonra Ömer “radıyallahü anhümâ” olduğu muhakkakdır. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” halîfe iken, kendini seven büyük bir kalabalık içinde, (Biliniz ki, bu ümmetin en yükseği Ebû Bekr, ondansonra Ömer “radıyallahü anhümâ”dir) buyurduğunu, imâmı Zehebî “rahmetullahi aleyh” söylüyor. Ve (Bunu imâm-ı Alîden “radıyallahü anh” işiten seksenden ziyâde kimse bize haber verdi diyerek, bunlardan çoğunun ismlerini de bildiriyor. Allahü teâlâ, râfızîlerin cezâsını versin ki, bunu bilmiyorlar) diyor. Allahü teâlânın kitâbı Kur’ân-ı kerîmden sonra, dîn-i islâmın en kıymetli kitâbı olan (Buhâriyyi şerîf) de, İmâm-ı Muhammed Buhârî “rahimehullahü teâlâ” diyor ki: İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra, bu ümmetin eniyisi, yükseği Ebû Bekr, ondan sonra Ömerdir “radıyallahü anhümâ”. Onlardan sonra da bir başkasıdır). Oğlu Muhammed bin Hanefiyye (O da sensin) dedikde, ben de, müslimânlardan biriyim, buyurdu.

İşte, imâm-ı Alîden ve Sahâbe-i kirâmın “radıyallahü anhüm” ve Tâbi’în-i izâmın büyüklerinin çoğundan bunun gibi haberler gelmiş ve her tarafa yayılmışdır. Bunlar karşısında da, inanmamak, yâ koyu câhillik veyâ kuru inâdcılıkdır. O insâfsız hatîbe demeli ki, bize Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbının “radıyallahü anhüm” hepsini sevmek ve hiçbirini incitmemek emr olundu. Hazret-i Osmân ile hazret-i Alî “radıyallahü anhümâ” de Eshâbdandır. Onların büyüklerindendir. Peygamberi-

-79-


 

mizin “sallallahü aleyhi ve sellem” dâmâdlarıdır. O hâlde, onları sevmek, hem de çok sevmek lâzımdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki, (Ey Sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Onlara de ki: Dîn-i islâma çağırdığım, se’âdet-i ebediyye yolunu gösterdiğim için, sizden yalnız bir karşılık istiyorum. O da, akrabâmı, bana yakın olanları sevmenizdir). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâdan korkunuz, Allahü teâlâdan korkunuz da, eshâbımı “radıyallahü anhüm” incitmeyiniz! Benden sonra, onlara garez olmayınız, düşmanlık etmeyiniz! Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden de, bana düşman olduğu için eder. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitir. Allahü teâlâ da, kendisini incitene azâb eder.)

İslâmiyyetin başlangıcından tâ bu zemâna gelinceye kadar, böyle pis kokulu güllerin Hindistânda açıldığı bilinmiyor. Bu çirkin hareketden, Sâmâne şehri halkının hepsinin suçlu tutulması mümkindir. Belki bütün Hindistândan i’timâd kalkar. Zemânımız pâdişâhı “Allahü teâlâ, din düşmanlarına karşı ona yardım etsin” Ehl-i sünnetdendir ve hanefî mezhebindendir. Böyle bir Sultân zemânında, böyle bid’at çıkarmak, ne büyük cesâretdir? Belki de, devlete karşı gelmek, ülül-emre karşı gelmek demekdir. Bununla berâber, asl şaşılacak şey, o şehrin muhterem eşrâfının, ileri gelen müslimânlarının, bu vak’a karşısında kımıldamamaları, gevşek davranmalarıdır.

Mâide sûresinde, yehûdîleri ve hıristiyanları red eden altmışüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlar yalan söylerken, rüşvet alırken, fâiz yirken, âlimleri ve zâhidleri, onlara niçin mâni’ olmuyor? Onları yaparken görüp de, men’ etmemek, elbette çok kötü ve çok çirkindir) ve yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ba’zıları günâh işlerken, başkaları görüp men’ etmiyorlardı. Men’ etmeğe güçleri yetdiği hâlde susmaları, elbette çok fenâdır) buyuruldu.

Müslimânlığı bozmak isteyenlere, Allahü teâlânın emrlerini ayb ve çirkin göstererek ve harâmlara, dinsizliğe moda ve asrîlik gibi ismler takarak, müslimân evlâdlarını aldatmağa çalışanlara karşı susmak, bu din düşmanlarını cesârete getirir. İşi azıtırlar ve islâmiyyet yaralanır. Müslimânların hep bu gevşekliği yüzünden değil mi ki, islâm düşmanları, islâm çocuklarını, açıkça dinsiz yap-mağa, tutdukları, kurdukları yola sürüklemeğe çalışıyorlar. Kurdlar gibi, kuzuları sürüden birer ikişer kopararak, harâb ediyorlar. Sizleri fazla sıkmak istemezdim. Fekat, bu tüyler ürpertici haberi duyar duymaz aklım başımdan gitdi. Fârûkî damarım harekete

-80-


 

geldi ve bu yazılar kalemimden çıkdı. Afv buyurmanızı umarım. Allahü teâlâ, sizleri ve doğru yola yapışanları ve Muhammed Mustafânın “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyâtü velberekât” izinde gidenleri selâmete erdirsin! Âmîn.

Ahmed Fârûkî

 

Allahü teâlâ hep vardır. Hiç yok olmaz. Herşeyi O var etmekdedir. Yaratdıklarını her an varlıkda durdurmakdadır. Hastalara şifâ veren, insanlara ve hayvanlara rızk veren, açları doyuran, öldüren, gaybları bilen, herşeyi gören, işiten, herşeye gücü yeten yalnız Odur. Yimez, içmez, anası, babası, çocuğu, benzeri yokdur. Zâtında ve sıfatlarında hiç değişiklik olmaz. Bu sıfatlar Ona mahsûsdur. Bunlara (Ülûhiyyet sıfatları) denir. İnsanlar, ilâclar, makinalar, silâhlar, birşey yaratamaz. Onun yaratmasına sebeb, vâsıta olmakdadırlar. O, sebeblere ve hiçbir şeye muhtâc değildir. Mahlûklardan herhangi birinde, meselâ insanda, bir hayvanda, güneşde, yıldızlarda, ülûhiyyet sıfatlarından birinin bulunduğuna inanmağa (Şirk) denir. Böyle inanan kimseye (Müşrik) denir. Böyle inandığı şeyi, Allahü teâlâya (Şerîk=ortak) yapmış olur. Bu şeye veyâ heykeline, resmine, mezârına karşı yalvarmak, dilekde bulunmak, ta’zîm etmek, ona (ibâdet etmek=putperestlik) olur. O şey (Sanem=put) olur. Böyle şeylerin bulunduğu yerlere, türbelere (puthâne) denir. Ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanmayıp da, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğu için veyâ insanlara, memlekete, hizmet, iyilik etdiği için, kendisine, resmine ve mezârına ta’zîm etmek, puta tapmak olmaz. Böyle yapan, müşrik olmaz. Îsâ aleyhisselâm semâya çıkarıldıkdan sonra, Onun peygamber olduğuna inananlar, kıyâmet günü, kendilerine şefâ’at etmesi için, onun resmlerine, heykellerine ta’zîm etdiler. Bu hurmetleri, ona tapınmak, onu putlaşdırmak olmadı. Fekat, Romadaki müşrikler, îsevî olunca ve Eflâtûnun (Trinite=Teslîs) felsefesi yayılınca, onda ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inananlar oldu. (Allahın oğludur veyâ üç tanrıdan biridir) diyenler çoğaldı. Böylece yayılan şirk, İznik meclisinde, resmî din yapıldı. Bu müşriklere (Hıristiyan) denildi. Onun resmlerine, heykellerine ve (Salîb=Haç) denilen, dik iki çubuğa tapınıyorlar. Kiliselerinin hepsi puthânedir. Kiliseye, ayazmaya gidip, papazdan düâ, şifâ istiyen müslimân, müşrik olur. Müşrik, kâfirlerin en kötüsünden dahâ fenâdır. Kesdiği yinmez. Kızı alınmaz. Îsevîlerin ve yehûdîlerin hepsi, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için (Kâfir) oldu. Bu kâfirlerden, müşrik olmıyanlarına (Ehl-i kitâb) denildi. Bunların kesdikleri yinilir. Kız-

-81-


 

ları nikâh edilir. Kur’ân-ı kerîm, yehûdîlerin ve müşriklerin, müslimânlara düşman olduklarını bildiriyor. Bunlar, yalan ve hîlelerle ve hâin plânlarla, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışıyorlar. Bu işe, önce yehûdîler, üçüncü halîfe Osmân “radıyallahü anh” zemânında başladı. Sonra, hıristiyanlar, hücûma geçdi. Eshâb-ı kirâmın yolunda olan (Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) ismindeki hakîkî müslimânlara karşı, (Şî’î) ve (Vehhâbî) fırkalarını meydâna çıkardılar. Şî’îlik, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı demekdir. (Eshâb, Alîye düşmanlık etdi) diyorlar. Hâlbuki Kur’ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâmın, birbirlerini çok sevdiklerini ve hepsinin Cennete gideceklerini haber veriyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” de, (Eshâb-ı kirâmın hepsini seviniz ve yollarında bulununuz!) ve (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangi birisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz!) buyurdu. Hazret-i Alîyi çok seven müslimâna (Alevî) denir. Sünnî müslimânlar, Eshâb-ı kirâmın hepsini sevdikleri için, hakîkî alevîdirler. Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmın düşmanlarına (Râfizî) dedi. Râfizîlerin Cehenneme gideceklerini haber verdi. Şî’îler, müslimânları aldatmak için, kendilerine alevî diyorlar. Alevî olsalardı, hazret-i Alînin yolunda olurlardı. O, Eshâb-ı kirâmın hepsini çok severdi. Hazret-i Ebû Bekrin halîfe seçildiğini işitince,hemen tasdîk etdi. Kızı Ümm-i Gülsümü hazret-i Ömere vererek, kendine dâmâd yapdı. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” fârisî ve arabî (Mektûbât)ı, birinci cildinin ve bunun (Mektûbât Tercemesi) ismindeki türkce tercemesinin, sekseninci mektûbuna ve ikiyüzaltmışüçüncü sahîfeye bakınız!

İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Mektûbât) kitâbının 1.ci cild, 275.ci mektûbunda buyuruyor ki:

Sizin bu ni’mete kavuşmanız, islâmiyyet bilgilerini öğretmekle ve fıkh hükmlerini yaymakla olmuşdur. Oralara cehâlet yerleşmişdi ve bid’atler yayılmışdı. Allahü teâlâ, sevdiklerinin sevgisini sizeihsân etdi. İslâmiyyeti yaymağa sizi vesîle eyledi. Öyle ise, din bilgilerini öğretmeğe ve fıkh ahkâmını yaymağa elinizden geldiği kadar çalışınız. Bu ikisi bütün se’âdetlerin başı, yükselmenin vâsıtası ve kurtuluşun sebebidir. Çok uğraşınız! Din adamı olarak ortaya çıkınız! Oradakilere emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak, doğru yolu gösteriniz! Müzzemmil sûresinin ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Rabbinin rızâsına kavuşmak istiyen için, bu elbette bir nasîhatdir) buyuruldu.

-82-