İCTİHÂDİctihâd, gücü, kuvveti yetdiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demekdir. İctihâddan maksad, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, ma’nâları açıkça anlaşılmıyanları, açıkça bildiren diğer ahkâm-ı islâmiyyeye kıyâs ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükmler çıkarmağa uğraşmak, çalışmak demekdir. Meselâ anaya, babaya itâ’ati emr eden âyet-i kerîmenin meâl-i âlîsi, (Onlara, öf sıkıldım demeyin!)dir. Döğmekden, söğmekden bahs buyurulmamışdır. Âyet-i kerîmede, yalnız bunların en hafîfi olan öf kelimesi açıkça bildirildiğine göre, müctehidler, döğmenin, söğmenin ve hakâret etmenin elbette harâm olacağını ictihâd etmişlerdir. Yine meselâ, Kur’ân-ı kerîmde şerâb içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemişdir. Şerâbın harâm olmasının sebebi, hamr kelimesinden de anlaşılacağı üzere, tahmîr-i akl, ya’nî aklı karışdırdığı, giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şerâbın harâm olmasındaki sebeb, herhangi bir içkide bulunsa harâmdır, diye ictihâd etmişler. Her serhoş eden şeyin harâm olduğunu emr buyurmuşlardır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, ictihâd ediniz! diye emr ediyor. Birçok âyet-i kerîmelerden, ilmleri derin olan yüksek derecedeki âlimlerin ictihâd ile emr olundukları anlaşılmakdadır. O hâlde, ehliyyeti ve liyâkati ve ilmde ihtisâsı tâm olanların, ya’nî ma’nâları açıkça anlaşılmıyan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin içlerinde saklı bulunan ahkâmı ve mes’eleleri, mefhûmen, mantûkan, delâleten anlıyabilecek kuvvet ve kudretde olanların ictihâd etmesi farzdır. İctihâd makâmına lâyık olabilmek için, birçok kayd ve şartlar vardır. Evvelâ arabî yüksek ilmleri temâm bilmekle berâber, Kur’ân-ı kerîmin hepsi ezberinde olmak, sonra, âyet-i kerîmelerin ma’nâ-i murâdîsini, ma’nâ-i işârisini, ma’nâ-i zımnî ve iltizâmîsini bilmek ve âyet-i kerîmelerin, indiği zemânları ve sebebleri ve ne hakkında geldiklerini, küllî, cüz’î olduklarını, nâsih, mensûh olduklarını, mukayyed ve mutlak olduklarını ve bunlar gibi diğer vechelerini ve kırâet-i seb’a ve aşereden ve kırâet-i şâzzeden nasıl istihrâc edildiklerini bilmek, kütüb-i sitte ve diğer hadîs kitâblarında bulunan hadîs-i şerîflerin hepsini ezberden bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne için söylendiğini ve şümûl derecesini, hangi hadîsin diğerinden evvel veyâ sonra olduğunu, âid oldukları cihetleri, hangi vak’a ve hâdise üzerine söylendiklerini ve kimler tarafından nakl ve rivâyet edildiklerini ve bunların her birinin hâl tercemelerini bil- -51- mek, fıkh ilminin üsûl ve kâ’idelerine vâkıf olmak, oniki ilmi, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin rümûz ve işâretlerini, sûrî ve ma’nevî tefsîrlerini anlayıp kavrıyabilecek ayrı bir irfâna, nûr-i îmân ve itmi’nân ile dolu münevver ve muaffâ bir kalb ve vicdâna sâhib bulunmak lâzımdır. Bu yüksek vasflar ve husûsiyyetler, ictihâd mevkı’ ve makâmının îcâbları ve lüzûmlu şartlarıdır. Fekat, böyle fazîletleri taşıyan, aklları kuvvetli kimseler, ancak Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” asr-ı se’âdetinde ve Sahâbe-i kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” zemânında ve Tâbi’în ve Tebe’i tâbi’în devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketi ile yetişiyordu. Zemân ilerleyip, asr-ı se’âdetden uzaklaşıldıkça, fikrler, re’yler bozulmuş, dağılmış, bid’atler türemiş, böyle üstün, kıymetli kimseler yavaş yavaş azalmış, dördüncü asrdan sonra, bu sıfatlara mâlik bir âlim ortada kalmamışdır. Böyle olduğu, (Mîzân-ül-kübrâ) ve (Redd-ül-muhtâr) ve (Hadîka) kitâblarında, açıkça yazılıdır. (Fa’tebirû) âyet-i kerîmesinin meâl-i âlîsi, (Ey akl sâhibleri! Akl erdiremediğiniz mes’elelerde, onları bilen ve derinliklerine tâm ermiş olanlara tâbi’ olunuz) demekdir. İctihâd makâmına varmış bulunan yüksek kimseler, kendi ictihâdlarına göre hareket etmek mecbûriyyetindedir. Başka müctehidlerin ictihâdlarına tâbi’ olamazlar. Hattâ Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” zemânlarında da, sahâbîlerden biri, ken-di Peygamberinin ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunursa, kendi ictihâdına göre hareket ederdi. Burada bir süâl sorulabilir. Peygamberler de “aleyhimüssalevâtü vesselâm” ictihâd eder mi idi? Evet, onlar da, Allahü teâlânın açıkça bildirmediği emrleri, açık bildirilmiş olan emrlere kıyâs ederek, benzeterek ictihâd ederlerdi. Fekat ictihâdlarda hatâ edip yanılmak ihtimâli olduğundan, ictihâdlarında hatâ ederlerse, Allahü teâlâ, derhâl Cebrâîl aleyhisselâmı göndererek, hatâları vahy ile düzeltilirdi. Ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” ictihâdları hatâlı kalmazdı. Meselâ, Bedr gazasında alınan esîrlere yapılacak şey için, Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ba’zı Sahâbe-i kirâm ile birlikdebir dürlü, Ömer “radıyallahü anh” ise, başka dürlü ictihâd etmişlerdi. Sonra, âyet-i kerîme gelerek, Allahü teâlâ, imâm-ı Ömerin “radıyallahü anh” ictihâdının doğru olduğunu bildirdi. Bunun gibi (Abese) sûresi de, bir ictihâd hatâsını düzeltmek için nâzil olmuşdu. [Tefsîr-i Hüseyn Kâşifî.] Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtları sırasında, hokka ve kalem hakkındakiemrlerinin anlaşılmasında hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” ictihâdı, yine böyledir ki, ileride bildireceğiz. Eshâb-ı kirâmdan sonra “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” -52- meşhûr dört imâm ve bunların mezheblerine göre ictihâd eden imâm-ı Ebû Yûsüf, imâm-ı Muhammed, imâm-ı Züfer, ibni Nüceym, imâm-ı Râfi’î, imâm-ı Nevevî, imâm-ı Gazâlî ve benzerleri “rahime-hümullahü teâlâ” gibi yüksek âlimler yetişdi. Asr-ı se’âdet uzaklaşdıkça, hadîs-i şerîfleri nakl ve rivâyet eden oniki silsilenin, ya’nî haber verme zincirinin halkaları artdı. Hadîs-i şerîflerin hangi silsileden ve hangi kimselerden alınacağı, düşünülecek bir mes’ele oldu ve çok güç ve belki imkânsız oldu. Bundan dolayı, dördüncü asrdan sonra, ictihâd edebilecek bir âlim yetişemez oldu. Bütün müslimânlar, bu dört imâmdan birine tâbi’ olup, o imâmın mezhebine uymağa mecbûr oldu. Dîn-i islâmı yıkmak için uğraşanlardan bir kısmı, o kadar kurnaz oldukları hâlde, islâmiyyetin inceliklerini kavrayamadıklarından, kitâblarında ve konferanslarında (ictihâd kapısı kapandı) sözüne saldırıyor. Fekat kürsîlerden saçdıkları rakı kokuları ile berâber, çürük ve boş kafalarından, ağızlarına sızan hezeyânları, dinleyicilere gülünç olmakdan başka te’sîr yapamıyor. Elhamdülillah, islâm semâsını kaplıyan korkunç irtidâd bulutlarının karartmakda olduğu gençliğin saf ve berrak rûh deryâsı, hakîkat güneşinin beliren tektük şuâ’ları ile ışıldamağa başlamakdadır. İctihâd, bir ibâdet olduğundan, ya’nî Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez. Çünki, her müctehide, kendi ictihâdı hakdır ve doğrudur. Meselâ, imâm-ı Şâfi’î “rahime-hüllahü teâlâ”, Hanefî mezhebinde olmadığı hâlde, (İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi aleyh” re’y ve ictihâdını beğenmiyene, Allahü teâlâ la’net etsin!) ya’nî merhamet etmesin buyurmuşdur. İmâm-ı Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed ve diğer imâmların “rahime-hümullahü teâlâ”, İmâm-ı a’zama uymayan sözleri, onu beğenmemek, kabûl etmemek değildir. Kendi ictihâdlarını bildirmekdir. Bunu bildirmeğe me’mûrdurlar. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” uzak memleketlere gönderdikleri Sahâbe-i kirâma, güçlük karşısında kalınca, âyet-i kerîmelere mürâce’at etmelerini, orada bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere mürâce’at etmelerini, orada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile hareket etmelerini emr buyururdu. Kendilerinden dahâ yüksek ilmli ve fikrli olsalar dahî, başkalarının fikr ve ictihâdına uymamalarını emr buyururdu. İşte bunun gibi, imâm-ı Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed de “rahime-hümallahü teâlâ” hocaları, üstâdları olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyhim” hazretlerinin fikr ve re’yine tâbi’ olmayıp, kendi ictihâdları ile hareket ederlerdi. Hâlbuki, İmâm-ı a’zamın “rahmetullahi aleyh” ilmi, fikri, onların üstünde i- -53- di ve onların üstâdı idi. Dört mezheb arasındaki farklar da, bundan ileri gelmekdedir. Meselâ Hanefî mezhebinde kan akınca abdest bozulduğu hâlde, imâm-ı Şâfi’înin ictihâdında bozulmuyor. Şâfi’î mezhebinde bulunan biri, elinden kan akınca, abdest almadan nemâz kılarsa, hiçbir hanefî, ona abdestsiz nemâz kıldı diyemez. Çünki onun tâbi’ olduğu mezheb imâmının ictihâdı böyledir. Hanefî mezhebinde bulunan bir kimse, yabancı bir kadının [nikâhla alması ebedî harâm olan onsekiz kadından başkasının] derisine dokundukdan sonra, abdestini yenilemeden nemâz kılsa, hiçbir şâfi’î de, o hanefînin abdestsiz nemâz kıldığını söyliyemez. O hâlde abdestde, nemâzda, nikâhda, mîrâsda, vasiyyetlerde, talâkda, cürm ve cinâyetlerde, alışverişde ve bunlar gibi birçok şeylerde imâmlarımızın [ya’nî en büyük din âlimlerinin] birbirine uymıyan sözleri, hep ictihâdları olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememişdir. Sahâbe-i kirâm da “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” böylece birçok işlerde birbirlerine uymamışlarsa da, hiçbiri diğerinin ictihâdına yanlış dememiş, dalâlet, fısk demeği hâtırlarına bile getirmemişlerdir. Meselâ, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” halîfe iken, müslimân olmasını teşvîk için, bir muhtedîyi, bir sahâbînin yanına katarak, beyt-ül-mâlın muhâfaza me’mûru olan hazret-i Ömere “radıyallahü anh” gönderdi. Buna zekât hissesini versin! diye emr eyledi.Ömer “radıyallahü anh” ise, bu parayı vermedi. (Müellefe-i kulûb) ismi verilen bu gibi kimselere zekât verilmesi, âyet-i kerîmede emredilmiş iken, neye vermedin? diye sorunca, imâm-ı Ömer “radıyallahü anh” (kâfirlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allahü teâlânın va’d etdiği zafer ve gâlibiyyet başlamadan evvel, kâfirlerin azgın olduğu zemânda idi. Şimdi ise, müslimânlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlûb ve âciz olmuşdur. Şimdi kâfirlerin kalblerini mal ile kazanmağa lüzûm kalmamışdır) buyurdu. (Müellefe-i kulûb) denilen kâfirlere zekât verilmesi emrini nesh eden, ya’nî yürürlükden kaldıranâyet-i kerîmeyi ve Mu’âz hadîsini okudu. İmâm-ı Ömerin “radıyallahü anh” bu ictihâdının, Sıddîk-ı a’zamın re’y ve ictihâdına uymaması, onun bu emrini red etmek değildir. Beyt-ül-mâlin [ya’nî, müslimânlara âid para ve eşyânın] muhâfazasına ve idâresine me’mûr olduğu için, ictihâdını söylemişdi. Ebû Bekr de “radıyallahü anh” bu ictihâdından dolayı ona bir şey dememişdi. Hattâ, ictihâdını değişdirerek, Eshâb-ı kirâmın hepsi, hazret-i Ömer gibi ictihâd eylediler. İmâm-ı Rabbânî, 2.ci cild, otuzaltıncı (36) mektûb sonlarında, Eshâb-ı kirâmın, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâdından ayrılmasına misâl olarak, şunu da yazmakdadır: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, vefât etmesine -54- yakın bir zemânda, (Bana kâğıd veriniz, size birşeyler yazacağım!) buyurmuşdu. Orada bulunanlardan bir kısmı, kâğıd verelim dedi.Bir kısmı da vermiyelim dedi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh”, bu kısmdan idi. (Allahü teâlânın kitâbı, bize yetişir) dedi. Bu yüzden de ona dil uzatıyor, kötülüyorlar. İşin iç yüzünü anlasalar, birşey söyliyemezler. Çünki, Fârûk “radıyallahü anh”, vahyin son bulduğunu, Cebrâîl aleyhisselâmın gökden artık haber getirmiyeceğini ve re’y ve ictihâddan başka bir yolla ahkâm çıkarılamıyacağını bilmişdi. O ânda Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yazacağı şeyler, ictihâdla bulunacak şeyler olacakdı. Allahü teâlânın (İctihâd ediniz!) emri ile, başka müctehidler de, bunları bulabilirdi. İşte Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, bunları hemen düşünerek, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” o veca’lı, sıkıntılı anda üzmek, yormak istemedi. Başkalarının yapacağı ictihâdları kâfî gördü ve (Bize Kur’ân-ı kerîm yetişir) buyurdu. Ya’nî (Müctehidlerin kıyâs ve ictihâd etmeleri için, Kur’ân-ı kerîm kâfîdir) dedi. Yalnız Kur’ân-ı kerîmi söylemesinden anlaşılıyor ki, hâllerden ve işâretlerden anlamışdı ki, yazılacak ahkâmın ictihâdı, hadîs-i şerîflerden çıkarılmayıp, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılacak şeylerdi. O hâlde, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kâğıd getirmeğe mâni’ olması, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” hastalığın şiddeti, ağrıların kesreti zemânında üzmemek, yormamak için merhamet ve şefkatinden idi. Zâten, kâğıd istemeleri de emr şeklinde değil, başkalarını ictihâd zahmetinden kurtarmak için acıdıklarından idi. Çünki, emr şeklinde olsaydı, emrleri bildirmek lâzım olduğundan, kâğıdı istemeğe ehemmiyyet verir. Eshâbının “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” uyuşmaması ile vazgeçmezdi. Süâl: Fârûk “radıyallahü anh” o zemân (Durun bakalım sayıklıyor mu?) demişdi. Bunu niçin söyledi? Cevâb: İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”, buna şöyle cevâb buyuruyor: Fârûk “radıyallahü anh”, belki o sözün, hastalığın ateşli ânında istemiyerek söylendiğini sanmışdı. Nitekim (yazacağım) buyurmaları, buna işâretdir. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ömründe birşey yazmamışdı. Bundan başka, (Benden sonra yoldan çıkmıyasınız!) buyurmuşdu. Hâlbuki, din kâmil olmuş, ni’met temâm olmuş ve Allahü teâlâ râzı olmuş iken, yoldan çıkmak nasıl olabilir? Bu temâmlık ve bu kemâl ile berâber, yoldan çıkılacaksa, bunu durdurmak için bir ânda ne yazılabilir? Yirmiüç senede yazılanın durduramıyacağı bir dalâleti önliyecek ne yazılabilir? Fârûk “radıyallahü anh”, bunlardan anlamışdı ki, bu söz insanlık îcâbı, istemeden söylenmişdi. Bir kısmı soralım dedi. İkinci kısmı, sormıyalım, râhatsız etmiyelim, dedi ve sesler yüksel- -55- di. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kalkınız, birbirleriniz ile çekişmeyiniz! Peygamberin huzûrunda çekişmek iyi değildir) buyurdu ve artık, böyle şey söylemedi. Kalem, kâğıd istemedi. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, ictihâd ile çıkarılacak ahkâmda Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılmaları eğer [Allah göstermesin] keyf ve inâd ile olsaydı mürted olurlardı. Dîn-i islâmdan çıkarlardı. Çünki, Server-i âleme “sallallahü aleyhi ve sellem” karşı ufak bir edebsizlik küfrdür. Böyle şeyden Allahü teâlâya sığınırız. Hâlbuki, bu ayrılıkları (Fa’tebirû) emrine uymak için idi. Çünki, ictihâd mertebesine yükselen bir kimsenin, ictihâdla bulunan hükmlerde, başkasının ictihâdına uyması hatâdır ve yasakdır. Evet Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen hükmlerde ictihâd olmaz. Bu hükmlere uymak her müslimâna lâzımdır. Hülâsa ve netîce olarak deriz ki, Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gösteriş yapmakdan uzak, kimseye beğendirilmelerini düşünmeyip, yalnız kalblerini, huylarını temizlemeğe uğraşırlardı. Görünüşe aldırmazlar, öze ve hakîkate ehemmiyyet verirlerdi. Birinci işleri, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” emrlerini yapmak, Onu gücendirmekden sakınmak idi. Analarını, babalarını, çocuklarını, âilelerini, o Servere fedâ etmişlerdi. Ona olan îmânları, ihlâsları o kadar çokdu ki, mubârek tükürüğünün ye-re düşmesine zemân bırakmazlar, âb-ı hayât gibi içerlerdi. Tıraş olunca, mubârek saçlarını, sakal kesintilerini yere düşmeden kapışırlar, bir kılını taşımağı, tâc ve tahtdan kıymetli bilirlerdi. Koca Roma ordularını yere seren, kal’aları, memleketleri feth eden Hâlid ibni Velîd “radıyallahü anh”, bütün bu muvaffakıyyetlerinin, başında taşıdığı bir (sakal-ı şerîf) sâyesinde olduğunu söylemişdi. Evlâddan evlâda yâdigâr kalan bu sakal-ı şerîfler, câmi’lere vakf edilmişdir. Mubârek günlerde ziyâret edilmekdedir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” o Servere olan îmân ve ihlâslarının çokluğundan, kan aldırınca, içdikleri meşhûrdur. Yalandan ve iftirâdan uzak olan o mubârek insanlardan, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” karşı edebe yakışmaz görünen bir söz çıkarsa, buna iyi ma’nâ vermeğe çalışmalı, kelimeyi değil, maksadı düşünerek selâmete ermeliyiz! Süâl: Ahkâm-ı ictihâdiyyede hatâ ihtimâli olunca, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen ahkâm-ı islâmiyyenin hepsine nasıl güvenilebilir? Cevâb: Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ahkâm-ı ictihâdiyyeleri, sonradan ahkâm-ı semâviyye olur. Ya’nî Peygamberlerin -56- “aleyhimüsselâm” hatâ üzerinde kalmaları câiz değildir. Ahkâm-ı ictihâdiyyede müctehidler ictihâd edip ayrılıklar belli oldukdan sonra, Allahü teâlâ doğru hükmü bildirir. Doğru belli olur. O hâlde Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtda iken çıkarılan ahkâm-ı ictihâdiyyenin hepsinde vahy gelerek doğruları bildirilmiş, şübhelileri hiç kalmamışdır. Demek ki, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen ahkâmın hepsi doğrudur. Hepsi kat’îdir. Çünki, hepsi vahy ile bildirilmişdir. Sonradan vahy ile doğrusu bildirilecek olan bu ahkâmda ictihâd etmeği emr etmekden maksad, müctehidlere derece ve sevâb vermek içindir. Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra bulunan ahkâm-ı ictihâdiyye ise, böyle kat’î olmayıp, zannîdir, şübhelidir. Bunları yapmak lâzım ise de, inanmıyan kâfir olmaz. Fekat, bunlardan da, bütün müctehidlerin birbirlerine uygun ictihâdları ile çıkarılan bir hükmü inkâr eden, yine kâfir olur. Hülâsa, bizler, kalblerimizi, Ehl-i beytin hürmet ve sevgisi ile nûrlandırmalı ve Sahâbe-i kirâmın hepsini, hiç birini ayırmadan, büyük ve yüksek bilmeliyiz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Her birini Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin ta’yîn buyurdukları derece ve yükseklikde tanımalıyız! Aralarında olan münâkaşaların ve muhârebelerin, güzel niyyet ve iyi sebeblerden ileri geldiğine inanmalı, hiçbirine kusûr ve kabâhat bulmamalı ve söylememeliyiz! İmâm-ı Şâfi’î ve imâm-ı Ahmed “radıyallahü anhümâ” buyuruyorlar ki, (Ellerimiz o kanlara bulaşmadığı gibi, dillerimizi de bulaşdırmakdan muhâfaza edelim!) O hâlde Sahâbe-i kirâmın hepsini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” talebeleri oldukları için, sâf ve temiz bilmemiz ve çok sevmek, hurmet etmek lâzım geldiğini i’tikâd etmemiz îcâb eder. Sahâbe-i kirâmın, Tabi’în-i izâmın ve Tebe’i tâbi’înin ve müctehidlerin ve mütekellimîn, fukahâ, muhaddisîn, müfessirîn ve bu ümmetin sâlihlerinin hepsi böyle i’tikâd etmişlerdir. Ehl-i sünnet ve cemâ’at denilen zümre-i nâciyyenin de mezheb ve i’tikâdları bu doğru yoldur. Bir kimse, bu ümmet-i necîbenin evliyâsından birinin birkaç gün meclisinde bulunup, onun sohbeti ile güzel huylarından, fazîletlerinden edinerek, fâidelenince, buna bütün dünyâda kıymet biçilmez iken, nasıl olur da Eshâb-ı kirâmın birbirleri ile olan ayrılıkları ve muhârebeleri kötü maksadlı kimselerin, kendilerine benzeterek söyledikleri ve kitâblarında yazdıkları gibi çirkin ve uygunsuz bilinir? Çünki, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” Resûl-i ekremi “sallallahü aleyhi ve sellem” aşırı severlerdi. Uğrunda canlarını, mallarını, mülklerini, evlâdla- -57- rını, ezvâc, baba ve analarını ve vatanlarını, terk ve fedâ ederlerdi. Uzun zemânlar sohbetlerinde bulunarak her cihetden fâidelenmiş ve Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ahlâkı ile ahlâklanmış, aşağı huylardan temizlenmiş, kalbleri, nefsleri saf ve pâk olmuşdu. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” için böyle söylemek ve zan etmek aslâ câiz değildir. Böyle söyliyen ve yazan zevâllılar, bilmiyorlar mı ki, onlara düşmanlık edenler, doğrudan doğruya Server-i âleme “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanlık etmiş oluyorlar. Onları kusûrlu bilmekle, Fahr-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” kusûrlu göstermiş oluyorlar. Bunun içindir ki, dînimizin büyükleri, (Peygamberimizin “aleyhissalâtü vesselâm” Eshâbına hurmet etmiyen, onları kusûrlu bilen, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” îmân etmemiş olur) buyurdular. Cemel ve Sıffîn vak’aları, onları kötülemeğe sebeb olamaz. İki tarafdakiler de, günâha girmedi, belki sevâb kazandılar. Zîrâ, hadîs-i şerîfde bildirildiği gibi, ictihâdda hatâ eden müctehide bir sevâb, isâbet edene iki veyâ on sevâb vardır. Şübhe yokdur ki, ayrılık, gizli maksadlar ve dünyâ arzûları için olmayıp ancak ictihâdların uymaması sebebi iledir. İmâm-ı Muhammed Kurtubînin Tezkiresi Muhtasarında, imâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî buyuruyor ki: (Mu’âviye ve Alî “radıyallahü anhümâ” arasındaki muhârebe ve ayrılıklar, ictihâd ayrılığından doğan dînî bir mes’ele idi. Dünyâ arzûlarına kavuşmak için değildi. Ya’nî, saltanat ve reîslik sevdâsı ile değildi ki, söz edilsin. Belki, din için olduğundan iyi ve makbûl idi.) İmâm-ı Kurtubî ve Abdülvehhâb-ı Şa’rânî bu dînin büyüklerindendir. Yine aynı kitâbda diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bundan sonra, [ya’nî benden sonra], eshâbım arasında fitne çıkarak muhârebe olacakdır. Cenâb-ı Hak bunları, benimle olan sohbetlerinden dolayı afv ve mağfiret eder. Bunlardan sonra gelen müslimânlar arasında bu sebeble çıkacak fitnede kimse afv olunmıyacakdır). Çünki, onlar, sahâbî değildir, ya’nî sohbetde bulunmamışlardır. İnsan, dünyâda iken sevdiği kimse ile haşr olacakdır. Sahâbe-i kirâmın hepsi, Server-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” çok severdi. Yine aynı sahîfede yazılı olan bir hadîs-i şerîfden anlaşılıyor ki, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebelerde hem ölen, hem de öldüren Cennetlikdir. Onların hepsi büyük müctehid idi. Bir müctehid, kendinden dahâ yüksek bir müctehidin ictihâdından başka ictihâd edince, kendi ictihâdı ile amel etmesi lâzımdır. Başkasının ictihâdına uyması câiz değildir. İmâm-ı a’zam Ebû -58- Hanîfenin talebesi olan imâm-ı Ebû Yûsüfün ve imâm-ı Muhammedin ve yine imâm-ı Muhammed Şâfi’înin talebesinden olan Ebû Sevrin ve Müzenînin, üstâdlarının re’ylerine uymıyan ne kadar ictihâdları var. Onların harâm dediklerine halâl, halâl dediklerine harâm demişlerdir. Bunlara, günâh işledi, hatâ etdi denilemez. Kimse de böyle dememişdir. Zîrâ, ayrılmaları, ictihâd yüzündendir. Kendileri de müctehiddir. Eshâb-ı kirâmın her biri de böyle müctehiddi. Vahşîden “radıyallahü anh” hazret-i Ebû Bekre “radıyallahü anh” kadar hepsi, hazret-i Mu’âviye de “radıyallahü anh”, müctehid idiler. Her biri, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” kalblere işliyen mubârek nazarlarına ve düâlarına kavuşmakla şereflenmişdir. Meselâ, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh”, (Yâ Rabbî! Onu hâdî ve mehdî kıl!) düâsına kavuşmuşdu. Hâdî, doğru yolu bulmuş, hidâyete ermiş, Mehdî, hidâyete getirici demekdir. Düşünülürse, bu düâ, dünyâ ve âhıretin en yüksek derecesini göstermekdedir. Şübhe eden, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” düâsının kabûl olmıyacağını iddi’â etmiş olur. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” Sahâbenin büyüklerini sayarken, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” için,(Ümmetimin en merhametlisidir) buyurdukları gibi, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” için de, (Ümmetimin en halîmi ve en cömerdidir) buyurmuşlardı. İyi düşünmelidir ki, bu iki kıymetli huy ve sıfatın derecesi, nerelere kadar yükselmekdedir? İbni Hacer-i Mekkî “rahime-hullahü teâlâ” (Tathîr-ül-cenân) kitâbının yirmiyedinci sahîfesinde şöyle yazıyor: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyuruyor ki: Cebrâîl “aleyhisselâm” Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” efendimize geldi. Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” sana tavsıye ederim. Kur’ân-ı kerîmi yazdırmakda ona emniyyet et, güven! dedi. Yine aynı sahîfede yazıyor ki, Resûl-i ekrem“sallallahü aleyhi ve sellem”, birgün mubârek zevcesi Ümm-i Habîbenin “radıyallahü anhâ” odasına geldi. O esnâda hazret-iMu’âviye “radıyallahü anh” başını, kız kardeşi Ümm-i Habîbenin “radıyallahü anhâ” kucağına koymuş uyuyordu. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hâli görünce, buyurdu ki, (Yâ Ümm-i Habîbe! Kardeşini bu kadar çok mu seviyorsun?) Kardeşimi çok seviyorum, dedi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Onu Allahü teâlâ ve Resûlü de seviyor). O kitâbda yine yazıyor ki, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem”, yakın akrabâolmak ile şereflenmişdir. Çünki, kız kardeşi Ümm-i Habîbe “radıyallahü anhâ”, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sel- -59- lem” zevcelerinden idi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîflerinde buyuruyor ki, (Allahü teâlâ, bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim âileler Cennetde benimle berâber olacaklardır). Hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” fazîletlerini bildiren hadîs-i şerîflerden birisi de budur ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Sen melik olduğun zemân, ya’nî halîfe olduğun zemân, vazîfeni iyi yap!) Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” buyuruyor ki, benim halîfe olmağa arzû ve hevesim, bu hadîs-i şerîfi işitdiğim zemân başladı. Zîrâ bu hadîs-i şerîf benim halîfe olacağımı müjdeliyordu. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” ileride halîfe olacağını haber vermişdi. Bu haber de mu’cizelerinden biridir. Mu’âviye “radıyallahü anh”, bu hadîs-i şerîfin muhakkak meydâna çıkacağına îmânı olduğundan, halîfe olacağı zemânı bekliyordu. Fekat bunun hakîkî zemânı, emîrül mü’minîn imâm-ı Alînin “radıyallahü anh” vefâtından ve imâm-ı Hasenin “radıyallahü anh” hilâfeti kendinden ayırarak ona verdiği ândan sonra idi. Mu’âviye “radıyallahü anh”, acele ederek, vaktinden önce, Âişe ve Zübeyr ve Talhanın “radıyallahü anhüm”, imâm-ı Alî “radıyallahü anh” ile harb etmelerinden sonra, bu arzûsunu yerine getirmek istedi ki, bunda yanılmışdı. Fekat bu hatâsı, ictihâdda hatâ olduğundan, hiç birşey denemez. Yine o kitâbda diyor ki, Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Bekr ve Ömere “radıyallahü anhümâ” danışdı. İki def’a, (Fikrinizi bana söyleyiniz!) buyurdu. Onlar, (Allahü teâlâ ve Resûlü “sallallahü aleyhi ve sellem” dahâ iyi bilir) dediler. Sonra, Mu’âviyeye “radıyallahü anh” haber gönderdi. Yanlarına gelince: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İşlerinizde Mu’âviyeyi bulundurunuz. Çünki, o kavîdir, emîndir.) Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Yâ Rabbî, Mu’âviyeye hesâbı ve kitâbeti bildir! İslâm memleketlerinde, ona yüksek mevkı’ ve makâm ver! Emrlerinin yapılmasını kolaylaşdır! Onu azâbdan koru!) diye düâ buyurdu. İmâm-ı Ömer “radıyallahü anh”, Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” medh ve senâ edip, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” Şâmı alınca, oraya vâlî yapdığı kardeşi Yezîdin vefâtında onu, kardeşi yerine, vâlî ta’yîn etdi ve halîfe kaldığı on sene içinde vazîfesinden azl etmedi. İmâm-ı Osmân ve imâm-ı Alî “radıyallahü anhümâ” da, halîfe iken Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” Şâm vâlîliğinde bırakıp azl etmediler. O zemân, birçok vilâyetler, -60- vâlîlerinden şikâyet etdikleri hâlde, Mu’âviye “radıyallahü anh” dâimâ sevilmiş, kimse onu şikâyet etmemişdir. Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden ve reîslerinden olan, gavs-i a’zam seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “rahime-hullahü teâlâ” bütün mü’minlere dîni öğretmek ve i’tikâdlarını düzeltmek için yazdığı (Gunyet-üttâlibîn) kitâbının birinci cüz’ünün ellidördüncü sahîfesinde, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî ve Hasen “radıyallahü anhüm” hilâfetlerini uzun uzadıya anlatdıkdan sonra, diyor ki: (İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” vefât edince, imâm-ı Hasen “radıyallahü anh” müslimânların kanı dökülmemesi ve herkesin râhat etmesi için, hilâfeti bırakmak istedi ve Mu’âviyeye “radıyallahü anh” teslîm eyledi ve onun emrlerine tâbi’ oldu. O günden i’tibâren, Mu’âviyenin “radıyallahü anh” hilâfeti hak ve sahîh oldu. Bu sûretle, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” haber vermiş olduğu, (Bu benim oğlum seyyiddir, ya’nî büyükdür. Allahü teâlâ, bunun ile mü’minlerden iki büyük fırka arasını bulur, ya’nî barışdırır) hadîs-i şerîfinin ma’nâsı meydâna çıkdı. Görülüyor ki, imâm-ı Hasenin “radıyallahü anh” tâbi’ olması ile, Mu’âviye “radıyallahü anh”, islâmiyyete uygun halîfe olmuş, böylece müslimânlar arasındaki anlaşmazlık sona ermişdir. Tâbi’în ve Tebe’i tâbi’în ve dünyâdaki bütün müslimânlar Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” halîfe olarak tanımışdır. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh”, (Halîfe olduğun zemân yumuşak ol veyâ güzel idâre et!) buyurdukları gibi, diğer bir hadîs-i şerîfde, (İslâmiyyet değirmeni otuzbeş sene veyâhud otuzyedi sene devâm edecekdir!) buyurmuşdur. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” çarh, ya’nî dolab buyurmasının sebebi, dindeki kuvveti ve sağlamlığı bildirmek içindir. Bu müddetin otuz senesi dört halîfe ve imâm-ı Hasen “radıyallahü anhüm” ile temâmlandıkdan sonra, geri kalan beş veyâ altı veyâ yedi senesi, hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” hilâfeti zemânıdır. Hilâfeti, ondokuz sene ve birkaç ay sürmüşdür.) Gunye kitâbının türkçe tercemesi basılmışdır. Okunması tavsıye olunur. (Mir’ât-ı kâinât) kitâbı, ikinci cild, üçüncü sahîfesinde diyor ki, (Hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” babası, Ebû Süfyân olup, beşinci babası Abdü Menâf, Resûlullahın da “sallallahü aleyhi ve sellem” dedelerinden idi. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh”, hicretden ondokuz sene evvel, dünyâya gelmişdir. Babası ile Mekke-i mükerremenin fethi günü îmâna gelmişdi. Uzun boylu, beyâz yüzlü, güzel, yakışıklı ve heybetli idi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîmi yazan kâtiblerinden olup, çok düâlarını ka- -61- zanmışdı. Halîfe olacağı da, kendisine müjdelenmiş idi. Birgün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hayvana binip, onu da, arkasına bindirmişdi. Konuşurlarken (Yâ Rabbî! Buna çok ilm ve hilm ver!) diye düâ buyurmuşdur. Târîhlerin hepsi diyor ki: Aklı, zekâsı, afvı, cömerdliği, idâresi, yumuşaklığı pek ziyâde olup, dillerde gezerdi. Afvı ve yumuşaklığı hakkında nice hikâyeler vardır ve iki büyük arabî kitâb hâlinde neşr edilmişdir. Arabistânda dört dâhîyetişmişdir. Hazret-i Mu’âviye, Amr ibn-i Âs, Mugîre tebni Şu’be“radıyallahü teâlâ anhümâ” ve Ziyâd bin Ebîhdir. Âlimlerden birçoğu demişdir ki, çok heybetli, cesâretli, tedbirli, gayretli, merhametli olup, her sûretle, sanki idâreci olarak yaratılmışdı. Hattâ, hazret-i Ömer, onu gördükçe “radıyallahü anhümâ” (Bu, bir Îrân şâhıdır) buyururdu. Bir şey isteyeni boş çevirmez, katkat fazlasını verirdi. Birgün, Hasen “radıyallahü anh” borcu olduğunu söyledikde,seksen bin altın vermişdi. Amr ibni Âsı “radıyallahü anh” Mısra vâlî yapıp, iki sene bütün Mısr gelirini, ona bağışlamışdı. Ağabeysi Yezîd, Ömer “radıyallahü anhümâ” tarafından, Şâmda vâlî iken hicretin yirminci senesinde vefât etmiş ve yerine, bunu vekîl ta’yîn etmişdi. Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, asîl olarak vâlî yapdı. Hazret-i Osmân, Alî ve Hasen “radıyallahü anhüm” de, kendisini azl etmediler. Hicretin kırkbirinci senesinde islâmiyyete uygun, sahîh halîfe oldu. Buna, bütün islâm memleketlerinde bulunanlar, râzı olup, bu seneye (âmül-cemâ’a) ismi verildi. Halîfe olunca, Afrikada kâfirlerle cihâda başladı. Bir sene sonra, Abdürrahman isminde bir serdârı [kumandanı] Îrânın şarkında Sicistâna [ya’nî Sistana], bir sene sonra, Sûdana ordu gönderip, oraları kâfirlerden aldı. Kırkdördüncü yılda Kâbil şehrini, sonra Mühelleb kumandasındaki ordusu, Hindistân ve Semerkandı aldı. Mühelleb, dahâ sonraları hâricîlerle çok muhârebeler yaparak yayılmalarını önlemiş büyük bir kahramandır. Kırkbeşde Afrîkıyye [ya’nî Tunus] alındı. 47’de Çinde büyük ve çetin muhârebeler yapıldı ve çok şehîd verildi, kırksekizde Kıbrıs adasına, bizzat gazâya gidip, feth eyledi. Kıbrıs adası, nice zemân müslimânların elinde kaldı. (Ahlâk-ı alâî) kitâbı son kısmı, beşinci sahîfede diyor ki, (Kıbrıs adasında, Eshâb-ı kirâmdan ve Tâbi’în-i izâmdan, çok kimselerin mezârı vardır. Bilhâssa Enes bin Mâlikin “radıyallahü anh” teyzesi Ümm-i Hırâm “radıyallahü anhâ” orada medfûndur). Bir gün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onun evinde uyumuşdu. Gülerek uyandı. Yâ Resûlallah! Niçin güldünüz dedikde, (Yâ Ümm-i Hırâm! Ümmetimden bir kısmını, gemilere binip, kâfirlerle gazâya giderler gördüm!) buyurdu. Ümm-i Hırâm (Yâ Resûlallah! Düâ et, ben de onlardan olayım!) dedi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi -62- ve sellem”, (Yâ Rabbî! Bunu da onlardan eyle!) diye düâ buyurdu.Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” zemânında Ümm-i Hırâm, zevci ile gemilere binip, Kıbrısa gitdi. Kıbrısda atdan düşüp şehîd oldu. Kıbrısın ikinci fâtihi, Mısr sultânı Eşref Tatar olup, 828 [m.1425] de feth etmişdir. Üçüncü fâtihi ikinci Sultân Selîm hân olup, 978 [m. 1570] de almışdı. Berlin muâhedesinden sonra 1295 [m. 1878] de yalnız idâresi İngiltereye bırakılmışdır. Hazret-i Mu’âviye, elli senesinde oğlu Yezîdi, İstanbulu almağa gönderdi. Hâlid ibni Zeyd ebû Eyyûbel ensârî de, bu orduda olup, birçok Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” ile birlikde İstanbulda şehîd oldular. Bizansdan her sene vergi almak üzere sulh yapdılar. Ellidört yılında Ubeydullah ibni Ziyâd [Abbâsî vezîrlerinden, ibni Zeyyâd başkadır] kumandasındaki bir ordusu, Asyada Ceyhûn nehrini develerle geçip Buhâra alındı. Asyada, Afrikada her ân islâmiyyet yayıldı. Kudüs-işerîfi, evvelce Ömer “radıyallahü anh” almış idi ise de, sonra kâfirlerin eline geçmişdi. Mu’âviye “radıyallahü anh” tekrâr aldı. Hülâsa, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ Rabbî! Mu’âviyeyi her yerde hâkim et!) düâsı, yerini bulup, Afrikada Kayrivandan, Asyada Buhârâya kadar ve Yemenden İstanbula kadar bütün memleketlere hâkim oldu. Herkes kendisini sever, hürmet ederdi. Ehl-i islâm, râhat ve bolluk içinde idi. Gâyet güzel giyinir, latîf atlara biner, zevk ile yaşardı. Fekat, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbeti ve hayr düâları sâyesinde, islâmiyyetden ayrılmazdı. Günâh, zulm etmemeğe çok dikkat ederdi. Şâmda, hazret-i Ömer zemânında dört sene, hazret-i Osmân zemânında oniki sene, hazret-i Alî zemânında beş sene, Hasen hilâfetinde altı ay vâlî olup, Hasen “radıyallahü anhüm” hilâfeti bırakınca, bütün islâm memleketlerine şer’an ve sahîh olarak ondokuz sene halîfe oldu. Hicretin altmışıncı senesinde [60] Receb ayında, yetmişdokuz yaşında vefât etdi. Şâmda defn edildi. Vefât edeceği zemân, bereketlenmek için, hurmetle saklamakda olduğu, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin mubârek saçlarından birkaç kılı ve mubârek tırnaklarını, ölünce ağzına ve gözlerine koymalarını vasiyyet etmişdi. Abdürrahmân, Yezîd, Abdüllah isminde üç oğlu ile Hind, Remele, Safiyye ve Âişe isminde dört kızı vardı). Mir’ât-ı kâinâtın yazısı, burada temâm oldu. Mısr ulemâsından imâm-ı Ahmed bin Muhammed Şihâbüddîn-i Kastalânînin “rahime-hullahü teâlâ”, (Mevâhib-i ledünniyye) kitâbının, şâir Mahmûd Abdülbâkî “rahime-hullahü teâlâ” tercemesinde diyor ki, (İbni İshaka göre, Mu’âviye “radıyallahü anh” Şâmda yirmi sene vâlî, yirmi sene de halîfe idi. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve -63- sellem”, ona düâ edip, (Yâ Rabbî! Mu’âviyeye ilm ve hesâb öğret! Onu Cehennemden koru!) buyurdu. Kur’ân-ı kerîmi yazmak vazîfesi ile meşhûrdur.) Muhammed Şemseddîn Sâmî beğ (Kâmûs-ül a’lâm)da diyor ki, (Mu’âviye “radıyallahü anh”, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden idi. Babası Ebû Süfyân, kardeşi Yezîd ve anası Hind ile birlikde, Mekkenin alındığı gün îmâna gelmişdir. Kendisi dahâ evvel müslimân olmuş, babasının korkusundan gizlemişdi. Babası da, kendisi de, hâlis ve sağlam müslimân olup, Huneyn gazâsında, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” önünde harb etmişlerdir. Ebû Süfyânın, Tâif gazâsında bir gözü kör olmuş, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın hilâfeti zemânında, onüç senesindeki Yermük muhârebesinde de diğer gözü çıkmışdı. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh”, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin kâtibliğinde bulunmak şerefine de nâil olmuşdu. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” Şâma asker gönderdikde, ağabeysi Yezîd ile birlikde Hâlid ibni Velid “radıyallahü anh” kumandası altında harb etmişlerdir. Hicretin kırkbirinci [41] senesinde, Kûfede hilâfetle kendisine bî’at olunarak, yirmi sene halîfelik etmişdir. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” fevkalâde akllı, çok zekî, fasîh, tatlı ve te’sîrli söz sâhibi idi. Gâyet sabrlı ve halîm, kerem ve ihsân sâhibi bir zât idi. Şâmda vâlî iken, halîfe Fârûk-ı a’zam “radıyallahü anh”, Romalıları hayretde bırakan ve meşhûr olan, sâde ve mütevâdı’ kıyâfeti ile, Şâmı şereflendirdikde, onun muntazam, zarîf hâlini görünce, (Bu, Îrân şâhları gibidir) buyurmuşdu. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” halîfe iken, dîn-i islâmın, dünyâya yayılmasına ve terakkîsine çok hizmet edip, çok memleketler almışdır. Din âlimlerimiz, kendisinden çok hadîs-i şerîf alarak kitâblara yazmışlardır, [ki bu, büyüklüğünü, i’timâd ve emniyyet olunduğunu gösteren, kuvvetli bir şâhiddir]. Fahr-i kâinât “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, kendisine vermiş olduğu bir gömleğe sarıp; saklamış olduğu Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin tırnak kesiklerini de gözlerine ve ağzına koyarak, defn etmelerini vasiyyet etmişdi). Kâmûs-ül a’lâm yazısı burada bitdi. (Mecelle) ismindeki çok kıymetli kitâbı hâzırlamakla, dîn-i islâma büyük hizmet eden ve en doğru oniki cild Osmânlı târîhini yazmış olan, Lofcalı, meşhûr Ahmed Cevdet Pâşa “rahime-hullahü teâlâ” (Kısas-ı Enbiyâ)sının yedinci cüz’ü, yüzdoksanikinci [192] sahîfesinde diyor ki: Hicretin altmışıncı senesinde Mu’âviye“radıyallahü anh”, hutbe okudukdan sonra, (Ey müslimânlar! Üzerinizde hâkimliğim uzun sürdü. Sizi usandırdım. Ben de sizden usandım. Sizden ayrılmak istemeğe başladım. Siz de benden ayrıl- -64- mak ister oldunuz. Fekat, benden sonra, size benden iyisi halîfe olmaz. Nitekim benden evvelkiler de, benden iyi idiler. Her kim, Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmağı sever. Yâ Rabbî! Sana kavuşmak istiyorum. Sen de benim mülâkatımı irâde buyur! Beni mubârek ve mes’ûd eyle!) dedi. Sonra hasta oldu. Oğlu Yezîdi huzûruna isteyip, dedi ki, (Yavrum! Seni, seferler ile dolaşmakdan kurtardım. Her işini kolaylaşdırdım. Herkesi sana itâ’ate getirdim. Sana kimseye nasîb olmıyan mal bırakıyorum! Hicâz ehâlisini gözet ki, onlar senin aslındır. Sana geleceklerin en muhteremidirler. Irak ehâlisini de gözet! Hergün senden bir me’mûrun azl edilmesini isteseler bile, azl et! Şâm ehâlisini de gözet ki onlar, senin yardımcılarındır. İşleri bitince, bunları, yine Şâma getir. Çünki, başka memleketlerde çok kalırlarsa, ahlâkı bozulur. Sana rakîb olacak üç kişidir. Bunlardan Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” ibâdete düşkündür. Herkes sana bî’at edince, o da eder. Hüseyn bin Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” hafîf bir zâtdır. Kûfeliler, onu, sana karşı ayaklandırabilir. Gâlib gelince, onu afv et! O bize akrabâdır. Üzerimizde çok hakkı vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin torunudur. Abdüllah bin Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhümâ” ise arslan gibidir. Ondan çok korun!) Vefâtına yakın (Ben ölünce, cûd, cömerdlik de berâber ölür. Çok kimselerin ihsân kapıları kapanır. İstiyenlerin elleri boş kalır) dedi ve (Zî Tuvâ köyünde bir Kureyşî olup da keşki halîfe olmasaydım) dedi ve Receb ayında vefât eyledi “radıyallahü anh”. Kendisi uzun boylu, beyâz, heybetli, çok sabrlı ve halîm [yumuşak] idi. Yumuşaklığı, dillerde gezerdi. Birgün, huzûruna bir adam gelip, pek ağır ve çirkin konuşduğu hâlde hiç cevâb vermemişdi. (Buna da mı sabr ve tehammül edeceksiniz?) denildikde, (Biz, mülkümüze te’arruz etmiyenlerin sözüne ilişmeyiz) diyerek, millete verdiği söz hürriyyetini, canlı misâl ile göstermişdi. Millet-i islâmiyyede ictimâ’î teşkilât kuran odur. Hattâ şehrler arası postayı ihdâs etmişdi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” idâresini, fenâ görmeyiniz! Onu gayb ederseniz, başların arkadan zuhûr etdiğini görürsünüz!). Hazret-i Alî “radıyallahü anh” ile muhârebe edenlerden, cesâreti ile, zekâsı ile meşhûr, Amr ibni Âs “radıyallahü anh”, hicretin kırküçüncü [43] senesinde fıtr bayramı gecesi vefât etdi. O gece ağladı. Oğlu Abdüllah (Niçin ağlıyorsun? Ölümden mi korkuyorsun?) dedikde, (Hayır, ölümden korkmam. Fekat, öldükden sonra, başıma geleceklerden korkuyorum. Çünki, üç dürlü hayât geçirdim. Önce, kâfir idim. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” -65- herkesden çok düşmanlık ederdim. O zemân ölseydim, muhakkak Cehenneme gidecekdim. Sonra, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” en çok hayâ eden, ben oldum. O zemân ölseydim, herkes, beni tebrîk ederdi. İslâm olarak şereflendi, hayr üzere öldü derler ve Cennete gitdi bilirlerdi. Dahâ sonra, hâkim oldum, vâlî oldum. Milyonla insanın idâresi, hakkı altına girdim. Şimdi ne hâldeyim, bilmiyorum. Ölünce, bana ağlamayınız! Cenâzemi sessiz götürünüz! Mezârım üstüne taş ve ağaç koymayınız!) dedi. Tevbe ve istiğfâr ederek vefât etdi. Kendisi Mısrın fâtihi olup, hazret-iÖmer “radıyallahü anh” zemânında dört sene, hazret-i Osmân “radıyallahü anh” zemânında da, dört sene ve hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” zemânında iki sene Mısr vâlîsi olmuşdu “radıyallahü anh”. Kısas-ı Enbiyânın yazısı burada temâm oldu. Huccetül islâm imâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ”, fârisî (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, sehâ [cömerdlik] bahsinde, üçyüzotuzbirinci [331] sahîfede buyuruyor ki, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” Medîne-i münevvereye gelmişdi. Sokakda geçerken hazret-i Hasen “radıyallahü anh” arkasından gelip (Borcum var. Bana yardım et!) dedi. O da emr etdi, bir deve yükü altun verdiler ki, seksen bin altun idi. Alî bin Emrullah “rahime-hullahü teâlâ” (Ahlâk-ı Alâî) kitâbı, Îsâr bahsinde diyor ki, îsâr, kendine lâzım olanı, sabr edip, başkasına vermekdir. İslâm cömerdlerinden en meşhûru, Abdüllah bin Ca’fer Tayyâr “radıyallahü anhümâ” idi. Bunu, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” çok severdi. Her sene, kendisine on milyon dirhem gümüş, ma’âş verirdi. Bu paranın hepsini, fakîrlere, muhtâclara, yetîmlere, dullara dağıtır, sene sonunda, borçlanırdı. (Abdüllaha her sene neden bu kadar çok para verip, devletin hazînesini boşuna sarf ediyorsun?) diye Mu’âviye “radıyallahü anh” hazretlerine sorduklarında, (Ben bu malı, Abdüllaha vermiyorum. Medîne-i münevverenin fakîrlerine veriyorum. İsterseniz tedkîk edin!) dedi. Araştırdılar. Hepsini fakîrlere, yetîmlere verip kendinin ve âilesinin tesarruf ile yaşadığını görerek, devlet hazînesinin yerinde sarf edildiğini anladılar. Halîfenin bu tedbîrine, uyanıklığına ve cömerdliğine hayrân oldular. (Eshâb-ı Kirâm) “aleyhimürrıdvân” risâlesinin başından buraya kadar, dinde söz sâhibi olan büyüklerin kitâblarından birkaç şey, kısaca yazıldı. Din büyüklerinin, sözbirliği ile bildirdiği bu hakîkatler karşısında dinden haberi olmıyan, hurûfî tekkeleri döküntülerinin sözlerine ve ba’zı abdestsiz, nemâzsız dervişlerin yazılarına aldırmamalı! Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitâblarında bildirilen, i’tikâd ve ibâdet yollarına sarılarak, -66- sonsuz felâket ve pişmânlıkdan kurtulmalıyız! Evet, islâmiyyeti, i’tikâdı ve ibâdetleri öğrenmek, her erkeğe ve her kıza farzdır, lâzımdır. Fekat, bunları içki masalarında, husûsî maksadlarla yazılan ve din düşmanlarının kitâblarından terceme edilen yazılardan ve sözlerden değil, mezheb imâmlarımızın bildirdiklerinden öğrenmeliyiz. Dedelerimizin yolundan ayrılmamalıyız! Ba’zı kimseler, (Hiçbir müslimân, çocuğuna, Mu’âviye ismini koymamışdır. Bu da, bu ismin ve ism sâhibinin sevilmediğine alâmetdir) diyor. Bu düşünce pek yanlışdır. Câhil bile buna, ancak güler. Büyük Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Şît, Hûd, Şuayb, Elyesa’ gibi ismleri ve imâm-ı Alî “radıyallahü anh” efendimizin torunlarından ve oniki imâmımızdan Bâkır, Hasen Askerî ismleri ve eshâb-ı Bedrden olup Cennet ile müjdeli üçyüzonüç kişiden olan, Bera’, Evs, İyâs, Buhayr, Besbese, Temîm, Sa’lebe, Sekaf, Cebr, Hâris, Hâtıb, Hârise, Hubâb, Haram, Hureys, Hasîn, Hârice, Hâbbab, Hubeyd, Hıras, Hureym, Hallâd, Huneys, Huleyd, Havvât, Havli, Zükeys, Râfi’, Reb’î, Ruhayle, Refâ’a gibi ve dahâ yazamadığımız birçok ismleri, bugün hiçbir müslimân kullanmadığı için bu ismlerin sâhibleri olan, Peygamberler “aleyhimüsselâm” ve Eshâb-ı kirâmın en büyükleri ve kıymetlileri, sevilmez mi diyecekler? Hâlbuki, bu ismlerin sâhiblerinin hepsi, hazret-i Mu’âviyeden “radıyallahü anh” dahâ yüksek oldukları ve Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve bütün müslimânların sevgilileri olduğu, güneş gibi âşikârdır. Hazret-i Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” sevmemek, Onu tanımamak, tehlükeli bir câhillikdir. Fekat, Onu kötülemek, gençleri kandırmak için, böyle çürük ve gülünç düşünceler söylemek, bu câhilliği ve iftirâyı meydâna çıkarmakdan başka, birşeye yaramaz. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” ile muhârebe eden Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” bize hiçbir yakınlığı ve hiçbir tanışıklığı yok. Hattâ bu muhârebeleri, bizi üzüyor, incitiyor. Fekat, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı oldukları için, onları sevmekle emr olunduk. Herbirini incitmekden, Onlara düşmanlık etmekden men’ olunduk. O hâlde, hepsini sevmeğe mecbûruz. Onları, Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” sevdiğimiz için severiz. Onlara düşmanlıkdan ve eziyyet etmekden kaçınırız. Çünki, Onların incitilmesi ve düşmanlığı, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize gider. Yalnız, haklı olanı ve yanılanı söyleriz. Ya’nî hazret-i Emîr “radıyallahü anh” haklı idi. Ona karşı gelenler, hatâ etmiş idi. Bundan fazla birşey söylemek doğru değildir. İsmâ’îl Kemâleddîn Karamânî “rahime-hullahü teâlâ”, (Şerh-i akâ’id) kitâbını açıklarken, yazıyor ki, imâm-ı Alî “kerremallahü -67- vecheh” buyurdu ki, (Kardeşlerimiz bizi dinlemedi. Onlar kâfir değildir. Günâha da girmedi. Çünki, dinden, islâmiyyetden anladıklarını yapıyorlar). İctihâdda yanılmak kabâhat değildir ve birşey söylenemez. Onların Eshâb olduğunu düşünerek, hepsini iyi bilmeliyiz! Allahü teâlâ, hepimizi, doğru yoldan ayırmasın! Din büyüklerinin kitâblarından haberi olmayıp, dînin vesîkalarını, islâmiyyetin delîllerini ve senedlerini işitmeyip de dînini, sonradan meydâna çıkan târîhlerden öğrenenleri ve yalnız hayâl ve inâd ile konuşanları ve yazanları işitmekden, yazılarını okumakdan ve onlara aldanmakdan muhâfaza buyursun! Âmîn. Îmânı olanlar, îmânın tadını tadanlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitâblarından alınan sözlere ve yazılara sarılır. Bunlardan zevk alır. Din adamı geçinen câhillerin, sözlerinden ve yazılarından nefret eder, kaçar. İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” ikinci cildde, otuzaltıncı mektûb sonunda buyuruyor ki, Sahâbe-i kirâmın üstünlüğünü anlatan “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” mektûbu, (Ehl-i beyt-i Resûl)ün “sallallahü aleyhi ve sellem” medh ve senâsı ile bitirelim: Seyyid-i kâinât “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vesselâm” buyurdu ki, (Alîyi “radıyallahü anh” seven, muhakkak, beni sevmişdir. Ona düşmanlık eden, muhakkak bana düşmanlık etmişdir. Onu inciten, muhakkak beni incitmişdir. Beni inciten, muhakkak Allahü teâlâyı incitmiş olur.) Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki, (Allahü teâlâ, bana dört kimseyi sev diye emr etdi. Onları kendisinin de sevdiğini bildirdi). Onların ismlerini bize söyler misiniz, denildikde, (Alî onlardandır, Alî onlardandır, Alî onlardandır, Ebû Zer, Mikdâd ve Selmân) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Alînin “radıyallahü anh” güzel yüzüne, belki mubârek vücûd-i şerîfine severek bakmak ibâdetdir) buyurdu. Berâ’ bin Âzib “radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, birgün oturmuşdu. Buyurdu ki, (Yâ Rabbî! Ben Haseni seviyorum) “radıyallahü anh”. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında imâm-ı Hasen vardı. Bir kerre bize, bir kerre Hasene “radıyallahü anh” bakarak: (Benim buoğlum seyyiddir, efendidir. Ümmîd ederim, beklerim ki, Allahü teâlâ, onun ile, müslimânlardan iki fırkanın arasını bulur). Ya’nî müslimânlardan iki fırka sulh ederler buyurdu. Üsâme bin Zeyd “radıyallahü anh” diyor ki: Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüm. Hasen ve Hüseyn “ra- -68- dıyallahü anhümâ” mubârek kucağında oturuyorlardı. Buyurdu ki: (Bu ikisi, benim oğullarımdır ve kerîmemin oğullarıdır. Yâ Rabbî! Ben bunları seviyorum. Sen de sev ve bunları sevenleri de sev!). Enes “radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beytin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” içinden en çok kimi seviyorsunuz? diye sordular. Buyurdu ki, (Hasen ile Hüseyni) “radıyallahü anhümâ”. Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki, (Fâtıma “radıyallahü anhâ” benim bir cüz’ümdür. [Ya’nî benden bir parçadır.] Onu kızdıran, beni incitir.) Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” diyor ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” imâm-ı Alîye “radıyallahü anh” karşı buyurdu ki, (Fâtıma bana senden dahâ sevgilidir. Sen bana, ondan dahâ azîzsin! [ya’nî kıymetlisin]). Hazret-i Âişeden nakl edildiğine göre, müslimânlar, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” hediyye takdîm etmek istediklerinde, ancak Âişe-i Sıddîkanın “radıyallahü anhâ” hucre-i ismetinde bulundukları zemân getirirlerdi ve bu vâlidemizin tavassut ve delâleti ile Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” rızâsını kazanmağa çalışırlardı. Yine Âişe “radıyallahü anhâ” diyor ki: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Zevcât-ı tâhirâtı iki kısma ayrılmışdı. Bir kısmı ben ve Hafsa ve Safiyye ve Sevde, ikinci kısmı Ümm-i Seleme ve diğerleri idi “radıyallahü anhünne”. Bu ikinci kısmdakiler, kendi aralarında konuşup Eshâb-ı kirâmın, hediyyelerini, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nerede ise, oraya getirmelerini, yalnız Âişe-i Sıddîkanın evine teşrîf edecekleri zemânı beklememelerini istirhâm etmek için, Ümm-i Selemeyi huzûr-i se’âdete gönderdiklerinde, (Bana eziyyet vermeyiniz. Bana vahy ancak Âişenin “radıyallahü anhâ” elbisesi ile örtülü iken geliyor). Ya’nî diğer Ezvâc-ı mütahherâtın yataklarında iken, bana vahy gelmedi. Yalnız Âişenin “radıyallahü anhünne” yatağında iken geldi, buyurdu. Bunu işitince, Ümm-i Seleme “radıyallahü anhâ”: Seni bundan sonra incitmemeğe andım olsun, tevbeler olsun yâ Resûlallah! dedi. Başka bir zemân, yine bunun için, Fâtımat-üzzehrâyı “radıyallahü anhâ” gönderdiklerinde, (Ey kızım! Niçin benim sevdiğimi sevmezsin? Benim mahbûbem, senin dahî mahbûben değil midir?) buyurduklarında, Fâtıma “radıyallahü anhâ”, evet dedi. (Öyle ise, sen de onu sev!) buyurdular. Yine Âişe-i Sıddîka “radıyallahü anhâ” diyor ki: Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” ne zemân Hadîcenin “radıyallahü anhâ” ismini işitsem gayretime dokunurdu. Bununla berâber, Onu görmemişdim. Onu çok sevdikleri için, onun akra- -69- bâsına hediyye gönderirlerdi. Ba’zan latîfe yollu, dünyâda sanki Hadîceden “radıyallahü anhâ” başka kadın yok mu? derdim. (O; şöyle şöyle! Böyle böyle idi ve benim ondan evlâdlarım vardı!) buyururlardı. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” diyor ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Abbâs bendendir ve ben ondanım!). Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki, (Âilem yüzünden beni incitenlere şiddetli azâb vardır!). Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” diyor ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Sizin iyileriniz, benden sonra, Ehl-i beytime iyilik edenlerdir). İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” diyor ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Ehl-i beytime iyilik edenlere, kıyâmet günü şefa’ât ederim!). Yine imâm-ı Alî “radıyallahü anh” diyor ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Sırât köprüsünden ayakları kaymadan geçenler, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı çok sevenlerdir). Yâ Rabbî! Fâtımanın “radıyallahü anhâ” ve oğullarının hâtırı ve hürmetleri için, bize son nefesde îmân ile gitmek nasîb eyle! Âl-i Resûlün “sallallahü aleyhi ve sellem” eteklerine sarılmak bize nasîb et de, düâlarımızı ister kabûl eyle, ister red! Aşağıdaki yazı, (Makâmât-ı Mazheriyye) kitâbındaki onyedinci mektûbun tercemesidir. Bu kitâbı, Hindistândaki hakîkî islâm âlimlerinden büyük velî, Abdüllah Dehlevî yazmışdır. Kendisi 1240 [m. 1824] de Delhîde vefât etmişdir. Üstâdı Mazher Cân-ı Cânânın yanındadır. Bu kitâb, fârisî olup, Mazher Cân-ı Cânânın hayâtını ve yirmidört mektûbunu bildirmekdedir. Mazher Cân-ı Cânân 1195 [m. 1781] de seksendört yaşında vefât etdi. Delhîde, yap-dırdığı mescidin yanındadır “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”: Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri, Eshâb-ı kirâm arasındaki muhârebeleri, Onların yüksek şânlarına yakışacak şeklde anlatmışlardır. Çünki Onlar, (İnsanların en hayrlıları, benimle birlikde yaşayanlardır) hadîs-i şerîfi ile medh olunmuşlardır. Sebebini anlayamadıkları ayrılıklarını da, Allahü teâlânın bilgisine bırakmışlar, bu hayrlı asrın temiz insanlarına dil uzatılmasından sakınmışlardır. Hayrlı oldukları bildirilen ilk üç asrda yetişmiş olan hadîs ve fıkh âlimlerinden hiçbiri, Eshâb-ı kirâmın zemânına çok yakın oldukları ve Onların hâllerini çok iyi bildikleri hâlde ve Alî Mürtezâya “radıyallahü anh” karşı olanların hatâ etdiklerini bildirdikleri hâlde, hiçbirini kötülemek câiz değildir demişlerdir. Evet, Şâm ve Bağdâd askerleri arasında birkaç gün, muhârebe oldu ise -70- de, bu hâlleri ictihâd ayrılığından idi. Birbirlerini kâfir bilmekden değildi. Bu fitne, Emîr-ül-mü’minîn Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” şehîd edilmesi ile başladı. Muhârebe zemânında, Eshâb-ı kirâm üçe ayrılmışdı. Bir kısmı, haklı halîfe olan Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri tarafında idi. İkinci kısmı Şâm emîri tarafında idi. Üçüncü kısmı, iki tarafa da katılmadı. Hadîs âlimleri ve fıkh ilminin müctehidleri, Eshâb-ı kirâmdan hadîs-i şerîfleri toplarlarken, her üç kısmdakileri müsâvî tutmuşlar, hepsinin sözlerininkıymetli, doğru olduğuna inanmışlardır. Üç kısmdan birinde bulunanları kâfir veyâ fâsık bilselerdi, bunların bildirdiklerini kabûl etmezler, bu haberleri, ictihâd için, ahkâm çıkarmak için, menba’ ve sened yapmazlardı. Bu üç kısmdakilerden herhangi biri kötülenirse, dîn-i islâm, içerden yıkılır. Bu büyüklere dil uzatmamak, islâmiyyete hizmet etmek olur ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetine, meclislerine kıymet vermek olur. Eğer (Resûlullahın akrabâsına kıymet vermek çok lâzımdır) denirse, evet öyledir. Fekat, Resûlullahın akrabâsından hiçbiri, kendileri ile harb eden Sahâbîlerden hiçbirine kâfir demedi. Evet, harb edenlerin birbirlerini sevmemeleri, kötülemeleri lâzımdır. Fekat, hadîs-i şerîfler ile medh edilen bu hayrlı insanlar, birbirlerini aslâ kötülememişlerdir. Resûlullahın akrabâsını sevmek, bütün müslimânlara vâcibdir. Onların incinmelerini istemek de, bu sevgiyi bozar. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” birbirleri ile muhârebelerini konuşmak, yazmak doğru değildir. Bu hâle üzülmeli ve susmalıdır. Şî’î denilen ba’zı kimseler, taşkınlık yapıyorlar. Uydurma haberlere aldanarak, o temiz insanları, kendi nefsleri gibi zan ediyorlar. Eshâb-ı kirâma kâfir diyecek kadar taşkınlık yapıyorlar. Hâlbuki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hayâtını, sözlerini bizlere onlar bildirdi. Ömrlerini Resûlullahın sohbetinde geçiren, Onun terbiyesi ve nasîhatleri ile edeblenen, olgunlaşan, mallarını ve canlarını Onun için fedâ eden, Ondan sonra da Onun dînini yaymak için çalışan kimselerin küfrden kurtulamayacakları düşünülebilirmi? Allahü teâlâ, bu hizmetlere, gayretlere, hiç merhamet etmemişmidir? Onlara merhamet edilmezse, sonra gelen bizim gibi günâhkârlar, nasıl afv ve rahmet bekleyebiliriz? Geçmiş Peygamberlerden ve Evliyâdan biri ölünce, ümmetinin, cemâ’atinin hepsinin kâfir oldukları ve Onun evlâdlarına, akrabâsına düşman oldukları, hiç işitilmişmidir? Böyle olsaydı, Allahü teâlânın Peygamber göndermesi, abes olurdu, fâidesiz olurdu. Zemânların en iyisi olarak müjdelenmiş olan zemân, zemânların en kötüsü olurdu. İnsanların en iyileri, en kötüleri olurdu. -71- |