Geri

   

 

 

İleri

 

30 PEYGAMBERİMİZİN VEFATI SIRASINDA GÖRÜLEN MUCİZE VE ÖZELLİKLER

Peygamberimizin vefatim Kendisinin Haber vermesi

Ahmed, Ebû Ya'lâ ve sahih bir senedle Taberani Vasile bin el-Eska'dan rivayet eder. O şöyle der: Birgün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), evinden çıkıp bizını yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: "Sizler zannediyorsunuz ki, ben sizin hepinizden sonra vefat edeceğim! Halbuki ben sizin en evvel vefat edecek olanimzını! Benim peşimden de sizler, bölük bölük gele­ceksiniz! Kiminiz kiminizi helak edecektir."

Buhârî Ebû Hüreyre'den nakleder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her yılın ramazanında on gün itikafa girerdi. vefat ettiği senede ise,-yirmi gün itikafta bulunmuştur. Cebrâîl (aleyhisselâm) her sene kendisine gelir, Kur'an'ı arz ederdi. vefat ettiği senede ise, iki defa arz etmiştir."

Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fâtıma'ya hitaben demiştir ki: "Her sene Cebrâîl gelip Kur'anı bana arz ederek karşılaştırma yaptırırdı. Bu senenin ramazanında ise, iki defa karşılaştırma yaptırdı. Kızını ben bunu, ecelimin yaklaşş ol­ması şeklinde anlıyorum."

Yine Buhârî ve Müslim'in Âişe'den naklettikleri diğer rivayet (biraz lafız farkı ile) şöyledir: "Ölümüyle neticelenen hastalığı sırasında Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Pâtıma'yı çağırıp gizlice birşey söyledi. Fatıma ağlamaya başladı. Sonra gizlice bir şey daha söyledi. Bunun üzerine Patıma güldü. Ben bunun sebebini kendisine sorduğumda şu cevabı aldım: "Babam bana ilk defa, bu hastalığimn, vefatıyla neticeleneceğini söyledi. Bu se­beple ağladım. Sonra, ev halkimn kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı söyledi. Ben de bu sebeble sevinip güldüm."

Taberani ve Beyhekî'nin de Âişe'den bu mealde bir rivayeti bulun­maktadır. Yalnız onun sonundaki ifade biraz farklı ve şöyledir: "Ve ba­bam bana dedi ki: "Kızını, müslüm ani arın kadınları içinde musibeti en büyük olan şüphesiz sensin! Sabrı en az planları da sen olmamalısın!" Bu sırada ayrıca babam bana, Ehl-i Beytinden en evvel kendisine kavu­şanın da ben olacağımı haber verdi ve: "Kızını sen, cennet ehli kadınların seyyidesisin. Ancak Imran kızı Meryem müstesna" buyurdu. Ben de Bunun üzerine sevinip güldüm." [1]

Buhârî, İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle der: Ömer bin el-Hattab bana: îzâcâe nasrullahi ve'l-feth sûresi hakkında sordu." Ben de kendisine cevaben: "Bu, Resûlüllah Efendimiz'in ecelinin yakın oluğunu haber vermektedir" dedim. O da dedi ki: "Ben de bundan başkasını dü­şünmüş değildim."

Buhârî ve Müslim Ebû Said el-Hudri'den rivayet eder. O şöyle der: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanlara bir hutbe irâd etti. Bu hutbesinde dedi ki: "Allah; kullarından birini, dünya hayatı ile kendi indindeki ni­metler arasında muhayyer bıraktı. O kul da Allah'ın yanında olanları tercih etti." Ebû Bekir, bu sözleri duyunca ağlamaya başladı. Biz, Ebû Bekir'in ağlamasına teaccüp ettik. Halbuki Peygamberimiz'in sözünü ettiği kul, kendisi imiş. Peygamberimiz kendisine hitaben buyurdu ki: "Ey Ebû Bekir ağlama! Bilmelisin ki insanlar içinde bana arkadaşlığın­da en güvenilir olan, malim benim yolumda harcamakta en samimi olan, sensin! Eğer ben, Allah'tan başka halil (özel ve biricik dost) edinmiş ol­saydım, muhakkak seni edinirdim. Fakat ey Ebû Bekir, bizını aramız­daki hiç şüphesiz İslâm kardeşliğinden ibarettir. Şu andan itibaren mescid'e açılan kapıların hepsi, Ebû Bekir'in kapısı hariç, kapatılsın!" [2]

Beyhaki Ebû Ya'lâ dan şu haberi nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hutbe okuyup: "Allah, bir kulunu, dilediği kadar dün ada yaşamak ile, Allah'a kavuşmak arasında muhayyer kıldı. O kul da Rabbi'ne ka­vuşmayı tercih etti." Bu sırada Ebû Bekir ağlamaya başladı ve Resûîüllaha hitaben: "Aksine bizler, bütün mallarımızı, canlarımızı ve çocuklarımızı sana feda etmeliyiz, ey Allah'ın Resulü!" dedi.

Ahmed, İbn-i Sa'd, Darimi, Hâkim, Beyhekî ve Taberânî Ebû Mil-veyhibe'den rivayet ederler. O şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin beni uyardı ve dedi ki: "Ey Ebû Müveyhibe, ben gidip şu Medine Kabrista-nındakiler için istiğfar etmekle emrolundum." Ben de, Resûlüllah'ın hizmetinde olan biri olarak derhal kalktım ve O'nunla beraber gittim. Bakî'a vardığımızda, Resûlüllah ellerini kaldırdı ve onlar için istiğfar etti. Sonra buyurdu ki: "Ey toprağın altında yatanlar, sizin durumunuz, toprağın üstündekilere nisbetle daha kolay ve iyidir, İşte fitneler, ka­ranlık gece parçaları gibi gelmektedir. Biri diğerini takibeden bu fitne­lerin, sonuncusu evvelinden daha beter!" Sonra Resûlüllah Efendimiz bana iltifat buyurup: "Ey Ebû Müveyhibe, bana gerçekten dünyanın hazinelerinin anahtarları verildi. Sonra ne kadar istersem o kadar dün­yada yaşamak ile cennet arasında muhayyer kılındım! Şüphesiz ben de, Rabbim'e kavuşmayı tercih eyledim!" Bundan sonra o Baki'den evine döndü. Sabahleyin ise hastalandı ve bu hastalığı, O'nun vefatı ile neti­celendi."

Buhârî'nin Ukbe bin Amir'den rivayetine göre, O şöyle demiştir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün evinden çıkıp Ühud'a gitti. Oradaki şehidle-rin üzerine, cenaze namazı kılar gibi namaz kılıp dua etti. Sonra Mes-cid'ine dönüp minbere çıktı ve şöyle buyurdu: "Ben, içinizden Önce gidenim! Ben, sizin üzerinize şahidim ve şimdi ben, vallahi Havzını'ı görmekteyim! Gerçekten bana dünyanın hazineleri teslim edilmiştir. Vallahi ben, kendimden sonra sizler için, tekrar şirke düşeceğinizden korkuyor değilim. Benim sizin hakkınızdaki korkum; dünya malı ve mülkü üzerinde birbirinizle rekabete düşmenizdir!"

İbn-i Sa'd, İshak bin Râhuye, Yahya bin Cu'deden nakleder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kızı Fatıma'ya hitaben: "Kızını, bir Peygamber; kendinden önceki Peygamberin ömrünün yarısı kadar yaşar! Nitekim Îsâ, kırk sene yaşamıştır" buyurdu.

İbn-i Hacer, Metâlib-i Aliye adlı eserinde der ki: "Bunun manası, Peygamber olarak yaşadığı yaş, kırk senedir demektir." [3]

(İbn-i Sa'd'ın İbrahim el-Nehai'den, Buhârî'nin Tarih'inde Zeyd bin Erkam'dan rivayet ettikleri hadisler de, yukarıdaki hadisin ifadesine uygun düşmektedir.)

Ahmed, İbn-i Sa'd, Ebu Ya'lâ ve Beyhekî Âişe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), odamın önünden her geçişinde, mutlaka gönlümü alacak ve surürlandıracak bir söz söylerdi. Birgün geçti ve hiç bir şey söylemedi. Ben de başımı sarıp yatağıma uzandım. Peygamberimiz geldiğinde: "Âişe neyin var?" diye sordu. Ben de: "Başım ağrıyor" dedim. Peygamberimiz ise: "Âişe, aksine benim başım ağrı­maktadır! Vay başım" buyurdu. Meğer o gün Cebrâîl gelip kendisine, e-celinin yakın olduğunu haber vermiş."

Bezzar'ın rivayetine göre, Peygamber Efendimizin amcası Abbâs bin Abdü'l-Muttalib şöyle demiştir: "Ben bir gün rü'yamda, yeryüzünün yukarıdan sarkıtılmış büyük halatlarla göğe doğru çekilmekte olduğunu gördüm. Bu rü'yamı, gidip Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) arz ettim. Peygamberi­miz ise bunun tâbirinde: "Ey amca, bu, senin kardeşinin oğlunun vefatı günüdür!" buyurdu.[4]

Peygamberimizin vefat Edeceği Günü ve Yeri Haber vermesi

 

İbn-i Asâkir Mekhul tarikiyle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Bilâl'e hitaben şöyle buyurduğunu nakleder: "Ey Bilâl, pazartesi günü orucunu ihmal etme! Çünkü ben pazartesi günü doğdum, pazartesi günü ilâhi vahye mazhar oldum, pazartesi günü hicret ettim, pazartesi günü de vefat e-derim! [5]

Ahmed ve Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan rivayetleri de şöyledir: "Bili­niz ki Peygamberimiz pazartesi günü doğmuştur. Yine aynı günde pey­gamber olmuş, aynı günde hicret etmiş, Medine'ye aynı günde girmiş, Mekke'yi aynı günde fethetmiş ve yine aynı günde vefat etmiştir." [6]

Ebû Nuaym Mâkıl bin Yesâr'dan nakleder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Medine benim hicret yurdumdur, aynı zamanda vefat edeceğim yerdir." [7]

Zübeyr bin Bekkâr Ahbarü'l-Medine adlı kitabında Hasan'dan naklen, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder: "Medine be­nim hicret yurdumdur. Orada vefat eder, oradan haşrolunurum!"

(Atâ bin Yesâr'a ait mürsel haberler arasında da bunun benzeri bir rivayet bulunmaktadır.) [8]

 

Peygamberimize Peygamberlikle Beraber Şehitlik Faziletinin de verilmesi

 

Buhârî ve Beyhekî Âişe'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatıyla neticelenen hastalığı sırasında şöyle buyurdu: "Ben, Hayber'de bana verilen o zehirli yemeğin acısını devamlı duyageldim! İşte şimdi, o zehirin te'siriyle belimin koptuğu andır!" [9]

Hâkim sahihtir kaydıyla Ümmü Bişr'den rivayet eder. O şöyle der: Ben, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana feda olsun, sizin rahatsızlığimz nedir?" dedim. O da buyurdu ki: "Benim rahatsızlığım, Hayber'de bize verilen yemektendir. İşte şimdi, tam te'sirini gösterip belimi koparmaktadır."

İbn-i Sa'd Âişe'den nakleder. O şöyle der: Peygpmber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında, Bişr bin Berâ'nın anası geldi ve eliyle Peygamberi-miz'e dokundu. O'nun ateşler içinde olduğunu anladı. Dedi ki: "Ey Al­lah'ın Resulü, ateşiniz ve acimz çok yüksek!" Peygamberimiz şu karşılığı verdi: "Biz Peygamberlerin ecri ve sevabı büyük olduğu gibi, acı ve sı­kıntıları da büyük olur." Sonra şunu sordu: "Ey Ümmü Bişr, insanlar benim hastalığım hakkında ne diyorlar?" Ümmü Bişr: "Zâtü'l-Cenb hastalığına yakalanmış" diyorlar dedi. Peygamberimiz de: "Allah, böyle bir hastalığın bana yaklaşmasına izin vermez!" buyurdu. Hastalığimn, çektiği acı ve sıkıntıların; Hayber'de kendisine yedirilen zehirli yemek­ten olduğunu bildirdi ve: "Nitekim senin oğlun Bişr de o zehirli yemek­ten yemişti. Ben bunun acısını devamlı olarak duyagelmişimdir. İşte şimdi o zehirin, belimi kopardığı andır!" dedi. Sevgili Peygamberimiz, böylece o zehirin te'siriyle ölüp şehidlik sevap ve faziletini de kazanmış oldu. Resûlüllah, şehid olarak vefat etti.

Ahmed, İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Taberani, Hâkim ve Beyhekî İbn-i Mes'ud'un şöyle dediğini nakleder: "Benim için, "Resûlüllah öldürülme­di" demektense, "Resûlüllah vallahi öldürüldü!" diyerek dokuz defa ye­min etmek daha isabetlidir! Zira Peygamberimiz'i Peygamber edinen Yüce Allah; aynı zamanda O'nu, şehidlik faziletine de kavuşturmuş­tur!"[10]

 

Peygamberimizin Hastalığı Sırasında Vukua Gelenler

 

İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Taberani, Beyhekî ve Ebû Nuaym Fadl bin Abbâs'tan naklederler. O şöye demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Başımı bağlayın. Ben Mescid'e çıkmak istiyorum!" Ben, başim bağla­dım. O da Mescid'e çıktı. Tâ minbere kadar iki kişiye dayanarak gitti. Minbere oturduğu zaman; şu hutbesini irâd etti: "Bundan sonra derim ki: Ey insanlar, benim sizlerden ayrılığım, gerçekten yaklaşş bulun­maktadır. Şimdi ben sizlere diyor ve haber veriyorum! Kimin sırtına vurmuşsam, İşte sırtım, gelip hakkim alsın. Kimin malim almışsam, İşte malım, gelip hakkim alsın! Kime sövüp hakarette bulunmuşsam, İşte haysiyetim ve namusum; gelip aynı şekilde davranarak benden hakkım alsın! Hiç bir kimse, sakın ola ki, "ben, Resûlüllah'a böyle bir şey yap­maktan veya söylemekten korkarım!" diye düşünmesin. Zira hakkim almak isteyen birisine karşı, kızmak veya ona düşmanca davranmak; Allah'ın elçisi olarak benim şanımdan ve ahlakımdan değildir! Bu böy­lece biline."

Sonra Reülüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerine şöyle devam ettiler: "Sizlere ha­ber veriyorum! Kim içinden bir şey duyup söylemek isterse, kimin nef­sinden şikayeti varsa; mutlaka kalkıp söylesin! Ben onun için, Allah'a dua edivereceğim!" Resûlüllahm bu sözü üzerine adamın biri ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Yâ Resûlellah, ben; münafığın ve cimrinin birisi­yim! Aynı zamanda ben; korkak, çok uyuyan ve çok yalan söyleyen biri­siyim! Benim için dua buyurur musunuz?"

Sevgili Resulümüz, o adamın bu sözleri ve ricası üzerine buyurdu­lar ki: "Allah'ım, bu kuluna iman nasib eyle! Onun imanim ve islammı gerçek kıl! Onun nefsindeki çok uyuma, yalan söyleme, cimrilik gibi huyları gider! Onun korkaklığim da, cesaret ve kahramanlığa kalb eyle."

Fadl bin Abbâs der ki: Ben daha sonraları o adamın haline dikkat ederdim. Bir savaşta, halini müşahade ettim. Ondan daha kahramanim, ondan daha sabırlısını, ondan daha az uyuyanim göremedim."

Fadl İbn-i Abbâs; (Peygamberimiz'in Mescid'deki hutbesi sırasında diğer olanları anlatmak üzere) der ki: O sırada kadımın biri ayağa kalkıp parmağı ile dilini göstererek bir işarette bulundu. Onun ne demek iste­diğini çok iyi anlıyan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ey hanım, sen Âişe'nin evine git, benim oraya gelmemi bekle!" buyurdu. Sonra Âişe'nin odasına gitti. Orada kendisini beklemekte olan kadımın başına, elindeki asasını do­kundurup onun için de dua eyledi."

Âişe validemiz bu hususta demiştir ki: "Eğer ben olsaydım, mu­hakkak Resûlüllah'ın o kadın hakkındaki duasını tanır, bellerdim. Eğer benim hakkımda böyle bir dua ve uyarı yapılmış olsaydı, her halde: "Ey Âişe, namazını güzel kıl!" şeklinde olurdu." [11]

İbn-i Sa'd, Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar, ölüm hastalığında çok sıkıntı çeken birisini hiç görme­dim."

Buhârî ve Müslim de Abdullah İbn-i Mes'ud'un şöyle dediğini nak­lederler: "Ben, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında, O'nun yanına girmiştim. O'nun, çok şiddetli bir sıkıntı ve acı çekmekte olduğunu gör­düm ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, acimzın oldukça fazla olduğu an­laşılmaktadır!" Peygamberimiz de şöyle buyurdu: "Evet, ben şu anda, içinizden en az iki kişinin dayanabileceği kadar acı çekmekteyim!" Bunun ü erine ben: "O halde yâ Resûlüllah, ecriniz de iki misli olması la­zını!" dedim. Peygamberimiz de bunu: "Evet, yâ İbn-i Mes'ud!" diyerek karşıladı." [12]

Buhârî ve Müslim Abdullah İbn-i Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: Ben, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna girdiğimde, O'na dokundum ve a-teşinin şiddetinden çok sıkıntı çekmekte olduğunu anladım. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sıkıntınız çok şiddetli herhalde?" O da buyurdu ki: "Evet, çünkü ben, iki adamın çektiği kadar sıkıntı çekmekteyimdir." Dedim ki: "O halde, ecriniz de iki adammki kadar olacaktır." O da: "Evet" buyurdu.

Ahmed de el-Zühd adlı eserinde Ömer bin el-Hattâb'tan şöyle nak­leder: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında, O'nun huzuruna girdi­ğimde, elimi elbisesinin üzerine koydum. Ateşini elbisesinin üzerinden duydum. Dedim ki: "Ey Allah'ın resulü, ateşi seninkinden daha yüksek olan bir hastaya rastlamıştım!" O da cevaben şöyle buyurdu:

"Bizim sevâb ve ecrimiz de böyle fazla olur. Bilinsin ki, insanların en şiddetli belâlara uğrayanları Peygamberler, sonra sâlih kullardır!"

Buhârî ve Müslim Ebû Mûsa'dan şöyle rivayet eder: Peygamberi­miz hastalığı iyice arttığı sırada: "Ebû Bekir'e söyleyin, namazı kıldır­sın!" buyurdu. Âişe: "O, yufka yüreklidir! Senin makamına durduğu zaman, namaz kıldırmaya güç yetiremez!" dedi. Peygamberimiz: "Ebû Bekr'e emrediniz, insanlara namazı kıldırsın!" diyerek emrini tekrarla­dı. Âişe yine: "O buna güç yetiremez" dedi. Peygamberimiz de: "Ebû Bekr'e emrediniz, insanlara namazı kıldırsın" buyurdu ve "Siz kadınlar, Yusufun arkadaşlarısınız! Yâni bir sözü söyler, fakat o Özle başka mânâyı kasdedersiniz!" diyerek sözünü bitirdi. Elçi gidip Ebû Bekir'e Peygamberimiz'in emrini bildirdi. Ebû Bekir de, Peygamberimiz'in sağlığında insanlara namaz kıldırdı."

Buhârî'nin Âişe validemizin o sıradaki sözüyle ilgili olarak nak­lettiğine göre, bizzat Âişe validemiz şöyle demiştir: "Ben, bu husustaki sözümü tekrarlıyarak, Resûlüllah'a karşı koymak istememiştim. Ben, sadece Rasulullah'tan sonra, O'nun makamına geçen bir adamı insan­ların iyi görmeyeceğinden korkarak öyle söylemiştim... Ben, Resûlüllah'ın makamına geçen birisini insanların uğursuz sayacaklarim zannediyordum... ve istemiştim ki, Resûlüllah Ebû Bekr'in yerine bir başkasını görevlendirsin..."

İbn-i Sa'd'ın Muhammed bin İbrahim'den rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında buyurdu ki: "Ebû Bekr insanlara namaz kıldırsın!" Bir ara kendisinde hafiflik hisseden Resûlüllah Efen­dimiz, namaza çıktı. Bu sırada Ebû, Bekr, namazı kıldırmakta idi ve Resûlüllah'ın geldiğini farketmemişti. Resûlüllah eliyle onun omzuna dokundu. Ebû Bekr de geri çekildi. Peygamberimiz onun sağına oturdu ve namazı onun arkasında kıldı. Namazı yine Ebû Bekir kıldırmış oldu. Namaz kılındıktan sonra Peygamberimiz buyurdu ki: "Hiç bir peygam­ber ümmetinden birinin arkasında namaz kılmadan vefat etmemiştir!" [13]

Beyhakî'nin rivayetine göre de Âişe validemiz şöyle demiştir: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatıyla neticelenen hastalığı sırasında, Ebû Bekir'in arkasında ve oturduğu yerden namazını kıldı." [14]

Yine Beyhekî Enes'ten rivayet ediyor: Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) cemaatla kıldığı son namaz; bir kat elbiseye sarınarak gelip Ebû Bekir'in arkasında kıldığı namaz olmuştur."

Beyhekî, Enes'ten naklettiği bu rivayetle ilgili olarak der ki: "Bu namaz, Peygamber Efendimiz'in vefat ettiği Pazartesi günü kıldığı Sa­bah Namazıdır." [15]

Taberânî Şeddâd bin Evs'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ederken yanında idim... Bana hitaben buyurdu ki: "Ey Seddâd, senin neyin var?" Ben de: "Dünyâ başıma dar geldi!" de­dim... Buyurdu ki: "Ey Şeddâd, böyle söyleme ve unutma ki yakında Şam fethedilecektir, Kudüs fethedilecektir. Sen ve evlâdın, orada müs-lümanların önderlerinden olacaksınız, inşâallah!"

İbn-i Sa'd, Ömer bin Ali'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk hastalandığı gün, Çarşamba günü idi. Hastalığı, vefat edinceye kadar tam on üç gün devam etti." [16]

 

Peygamberimizin vefatından Önce Vukua Gelen Mucizeler ve Bazı Özellikler

 

Buhârî ve Müslim'in rivayetine göre, Âişe şöyle demiştir: Peygam­ber (sallallahü aleyhi ve sellem), hasta olmazdan Önce: "Bir Peygamber, vefat ettikten sonra gideceği cenneti görüpde muhayyer bırakılmadıkça vefat etmez!" buyu­rurdu. Nitekim hastalığı ağırlaştığı sırada, ben O'nu kucağımda tut­makta idim. Bir ara kendisine bir ağırlık gelip bayıldı. Sonra kendisine gelip gözlerini açtı... Sonra gözlerini odanın tavanına dikerek: "Ey Al­lah'un, refîk-i â'lâ'ya" dedi. Hatırladım ve bildim ki, bu O'nun bize daha evvel haber verip söylediği şeydir."

Yine Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Biz, kendi aramızda Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), dünyâ ile âhiret arasında muhay­yer bırakılmadan vefat etmeyeceğini konuşur dururduk... O'nun vefatıyla neticelenen hastalığı başladığı zaman, sesinde bir kısıklık oldu. O, o haliyle şöyle diyordu: "...Allah'ın müstesna nimetlere erdirdiği pey­gamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraber. Onlar gerçekten ne güzel arkadaştırlar!" [17]

Âişe'den Beyhekî'nin rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ba­yıldığı sırada, O'nun mübarek başı benim kucağımdaydı. Ben, O'nun yüzünü siliyor ve kendisine şifa bulması için de dua ediyordum... Bir ara kendisine gelip dedi ki: "Bilakis yâ Âişe, artık ben Rafîk-i Alâ ve Es'ad'a gidiyorum! Cibril'in, Mîkâîl ve israfil'in arkadaşlığı ne güzel­dir!"

Ahmed, İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym sahih bir senedle Âişe'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Peygamberlerden her biri, vefat etmezden önce muhakkak muhayyer bırakılır. O da âhireti seçer de ondan sonra vefat eder." Ben, Peygamberimiz'in bu sözünü iyi akhmda tutuyordum. Hastalandığı sırada da O'nun başı benim kucağımda idi

İbn-i Sa'd, Câbir bin Abdullah'tan şöyle nakleder: Ka'bü'l-Ahbâr, Ömer zamanında gelip Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından önce, en son o-larak söylediği şeyin ne olduğunu sordu. Ömer de kendisine: "Bunu gi­dip Ali'ye sormalısın" karşılığım verdi. O da gidip Ali'ye sordu ve ondan şu cevabı aldı: "O'nun son sözü: "Namaz'a dikkat ediniz, Namaz'a!" ol­muştur.

Buhârî ve Müslim'in Enes'ten rivayetleri ise şöyledir: Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) en son vasiyeti şöyle olmuştur:

"Namaza dikkat ediniz, namaza! Bir de elinizin altındakilerin hukukuna!" Evet, Sevgili Peygamberimiz'in nefesi çıktığı ve dili döndü­ğü müddetçe söyleyip durduğu ve tekrarladığı son sözü ve vasiyeti, İşte böyle olmuştur!" [18]

 

Peygamberimizin Ruhu Şeriflerinin Çıktığı Sırada Vukua Gelenler

 

Bezzâr ve Beyhekî sahih bir senedle Âişe'nin şöyle dediğini nakle­der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mübarek başı kucağımda olduğu halde vefat etti... Mübarek ruhu çıktığı zaman, etrafa öylesine hoş bir koku yayıldı ki, ben o âna kadar o kadar güzel bir koku duymamıştım...

Beyhekî'nin rivayetine göre de Urve şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman, Ebû Bekir gelip Peygamberimizi öptü ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü, hayatta iken ne kadar temiz ve hoştunuz! vefat ettiğinizde de ne kadar temiz ve hoşsunuz."

(Beyhekî ve İbn-i Sa'd, benzeri bir rivayeti Saîd bin el-Müseyyeb'ten de nakletmişlerdir.)

Beyhekî ve Ebû Nuaym el-Vâkıdî tarikiyle onun şeyhlerinden şöyle rivayet ederler: Peygamberimiz vefat ettiği zaman, O'nun gerçekten ve­fat edip etmediğinde şüpheye düştüler. Bâzıları: "Evet O, vefat etmiştir" dedi. Bâzıları ise: "Hayır, henüz vefat etmedi" dediler. Bu sırada orada bulunmakta olan Esma binti Umeys, elini Peygamberimiz'in mübarek omzuna koydu ve: "Gerçekten vefat etmiştir! Zira omzundaki nübüvvet mührü kaybolmuştur" dedi. İşte bu suretle, Peygamberimiz'in gerçekten vefat etmiş olduğunu anladılar." [19]

 

Peygamberimizin Mubabek Cesedi Yıkanırken Vukua Gelen Fevkalâdelikler

 

İbn-i Sa'd, Ebû Dâvud, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Âişe'den naklederler, O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde, O'nu nasıl gasledeceklerini bilemediler ve: "Vallahi biz, O'nu nasıl gasledeceğimizi bilemiyoruz! Acaba elbisesini çıkararak mı, yoksa çıkarmaksızın mı gasledeceğiz?" dediler. Bu sırada Allah kendilerine derin bir uyku verdi. Herkes çenesini göğsüne dayamış uyuyordu. Sonra birisi konuştu ve: "Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem), elbisesi üzerindeyken gaslediniz" diye bir ni­dada bulundu. Evden gelen bu sesin, kime âit olduğunu ise farkedemediler." [20]

(Yine bu mealde, Büreyde ve İbn-i Abbâs'tan nakledilmiş diğer rivayetler de bulunmaktadır.)

İbn-i Sa'd, Beyhekî el-Şâ'bî'den şöyle dediğini naklederler: Pey­gamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali yıkadı ve O'nu yıkarken şöyle diyordu: "Ey Alla'ın elçisi, anam babam sana feda olsun! Sen, gerçekten temiz ve hoş olarak yaşadın, temiz ve hoş olarak vefat ettin!"

Ebû Dâvud, Hâkim, Beyhekî ve İbn-i Sa'd'ın Saîd bin el-Müseyyeb tarikiyle Ali'den naklettikleri rivayet de şöyledir: "Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) ben yıkadım. O'nu yıkarken dikkat ettim, diğer vefat eden insanlarda görülen şey, O'nda hiç görülmedi. Zaten O, yaşarken de tertemiz idi, ve­fat ettiği zaman da tertemiz idi!"

(İmâm-ı Ahmed'in İbn-i Abbâs'tan naklettiği bir rivayete göre de, Ali bu hususta böyle demiştir.)

Beyhekî'nin Ebû Maşer'den, onun da Muhammed bin Kays'tan rivayetine göre de Ali şöyle demiştir: "Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) gaslettiğimiz sırada, O'nun azasını yıkamak için tutup kaldırmak istediğimde sanki kendiliğinden kalkıyormuş gibiydi."

 (Diğer bir rivayette ise, Ali'nin şunu da ifade ettiği kaydedilir: "O sırada etrafa ve semâya öylesine bir güzel koku yayıldı ki, o âna kadar o kadar güzel bir kokuyu ben hiç duymamıştım. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana feda olsun! Sen, gerçekten tertemiz yaşadın, tertemiz olarak vefat ettin!")

İbn-i Sa'd, Abdül-Vahid bin Ebû Avn'den rivayet eder. O şöyle de­miştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'ye hitaben buyurdu: "Ey Ali, ben vefat et­tiğim zaman, beni sen yıkayacaksın!" Ali de dedi ki: "Ey Allah'ın Rasulü, ben hiç cenaze yıkamadım." Peygamberimiz: "Yâ Ali, hiç çekinme! Bunu sana Allah kolay kılacaktır!" buyurdu. Ali, bunu anlatmak üzere sonra demiştir ki: "Ben, Peygamberimiz'i gaslederken, bunu bana Allah kolay eyledi. Resûlüllah'ın hangi azasını yıkamak üzere tutsam, kendiliğinden kalkıyormuş gibi bana çok hafif geldi. Bana bu sırada yardım etmekte bulunan Fadl ise: "Yâ Ali, çabuk ol! Neredeyse belim kırılacak!" diyor­du."[21]

 

30-1 Peygamberimizin Bir Özelliği de Cenaze Namazının İmamsız Kılınışı İdi

Evet, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de O'nun cenaze namazının kılınışının O'na has bir şekilde olması idi. Şöyle ki Maslümanlar O'nun cenaze namazını, önlerinde bir imam olmaksızın ve bili­nen cenaze duasını da okumaksızm, teker teker, grub grub kılmışlardır. Bu sırada da bazı Fevkalâdelikler vukua gelmiştir. Nitekim bu hususta müteaddid rivayetler bulunmaktadır. Önce İbn-i İshak ile Beyhekî'nin rivayetini görelim. Bunların rivayetine göre İbn-i Abbâs şöyle demiştir:

"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman, önce erkekler gelip grub grub O'nun namazını kıldılar. Önlerinde imam yoktu. Erkekler bitirdiği zaman, kadınlar gelip onlar da önlerinde bir imam bulunmaksızın O'nun namazını kıldılar. Sonra çocuklar gelip kıldılar. Sonra köleler gelip kıl­dılar ve hiçbirinde, hiç bir kimse kendilerine imam olmadı." [22]

İbn-i Sa'd ile Beyhekî'nin, Sehl bin Sa'd'dan rivayeti de şöyledir: Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) cenaze namazını müslümanlar, önlerinde bir imam olmaksızın kıldılar. O'nun gaslini tamamlayıp kefenledikten sonra, serir üzerine koydular, sonra bu seriri kabrin kenarına bıraktılar. Sonra grub grub gelip O'nun üzerine namaza durdular."

İbn-i Sa'd, İbn-i Meni, Hâkim, Beyhekî ve Taberani İbn-i Mes'ud'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hastalanıp iyice ağırlaştığı zaman, biz kendisine: "Vefatınız halinde sizi kim yıkayacak, Ey Allah'ın Resulü?" diyerek sorduk.

O şöyle buyurdu: "Beni, ehl-i bey­timden bana en yakın olanlar yıkayacaktır. Fakat sizlerin göremeyece­ğiniz pek çok melekler de bulunacaktır!" Bundan sonra kendisine: "Namazını kim kıldıracak?" diye sorduk. O da: "Siz beni yıkayıp kefeni­me koyduktan ve güzelce kokuladıktan sonra, seririm üzerine koyunuz! Sonra seririmi kabrimin kenarına bırakınız. Sonra yanımdan çıkıp bir müddet bekleyiniz. Zira o sırada üzerime ilk namaz kılacak olan Cebrâîl olacaktır. Sonra Mîkâîl, sonra İsrâ'fil, sonra da Azrail olacaktır. Bunların her birinin yanında meleklerden cemaatleri de olacaktır. Sonra sizler­den ilk olarak ehl-i beytim gelip namazımı kılsınlar. Sonra grub grub veya ferd ferd gelip namazımı kılarsınız." Biz, Peygamberimizin bu sözlerini böylece dinledikten sonra: "Peki Ey Allah'ın Resulü, sizi kabri­nize kim koyacak?" diye de sorduk. O da buyurdu ki: "Beni kabrime, ehlim koyacaktır ve bu sırada bir çok melekler de bulunur, onlar sizleri görür amma, sizler onları göremezsiniz."

Bu rivayetle ilgili olarak Beyhekî der ki: "Bunu, sadece Selâm el-Tavil rivayet etmiştir." İbn-i Hacer ise onun bu sözüne itiraz ederek şöyle demiştir: "Bunu, aynı tarikten Müslime bin Salih de rivayet etmiştir ve onun bu rivayeti Selâm el-Tavil'in rivayetini desteklemektedir." (Bunu ayrıca Hafız Bezzâr da, bir başka tarik ile İbn-i Mes'ud'dan rivayette bulunmuştur.)

İbn-i Sa'd'ın Ali'den rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şeriri üzerine konulduğu zaman ben insanlara dedim ki: "O'nun cenaze na­mazını kılarken, hiç biriniz insanlara imam olamaz! O, sağken de, vefatı halinde de sizin imamımzdır! Grub grub içeri giriniz, saf saf durunuz ve O'nun namazını kılimz." Onlar da grub grub gelip böyle yaptılar. Bilinen cenaze duasını da okumadılar. Tekbir aldıktan sonra sâdece: "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllahi ve berekâtühü." "Ey Allah'ın Peygamberi, Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun!" diyerek selamladılar ve sonra da: "Allah'ım bizler şahitlik ederiz ki, se­nin Peygamberin senin O'na indirdiğin kitabim tebliğ etmiştir! Ümme­tine hakkıyla yol gösterip nasîhatta bulunmuştur, senin yolunda hakkıyla cihâd etmiştir! Tâ senin dînin izzet ve kuvvet bulup yerleşin-ceye kadar, nasihat ve cihâdında devam etmiştir. Allah'ım, sen bizleri O'na indirdiğin Kitâb'a hakkıyla uyanlardan eyle ve bizlere dînimizde sebat ver! Bizi yarın âhirette O'na kavuştur!" İşte bâzıları böyle dua e-diyor, bâzıları da bu duaya amîn diyordu. Erkekler bu şekildeki cenaze namazlarim bitirdikten sonra kadınlar, sonra da sabiler edâ ettiler."

(İbn-i Sa'd ile Beyhekî'nin Muhammed bin İbrâhîm el-Teymî'den olan rivayeti de bu şekildedir.)

İbn-i Sa'd, Ebû Hazını el-Medenî'den rivayet eder. O şöyle diyor: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettikleri zaman, O'nun cenaze namazını ilk o-larak muhacirler edâ ettiler. Sonra ensâr. Bölük bölük gelip namazını kılıyor, sonra çıkıyorlardı. Sonra Medine ehli kıldı. Böylece erkekler edâ ettikten sonra kadınlar edâ ettiler. Kadınlar, âdetleri veçhile feryâd ve figân ediyorlardı. Ansızın büyük bir gürültü duyuldu. Bundan korkan kadınlar sustular. Birisi bu sırada şöyle demekteydi: "Her bir musibetin ve kaybın, Allah tarafından verilecek bir karşılığı ve bedeli vardır. Ek­siğini, Allah'ın vereceği ecir ve sevâb ile gidenlere ne mutlu! Asıl musibete uğrayan ise, sevaptan mahrum kalandır!"[23]

 

Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, Onun vefat Ettiği Yere Defnedilmesi ve Cenaze Namazının Üç Gün Sürmesidir

 

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, O'nun vefat ettiği yere defnedilmesi ve cenaze namazının üç gün sürmesidir. Keza kabrine ka­dife yayılması da O'nun bir özeliği idi.

İbn-i Sa'd İkrime'den şöyle nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatından sonra kabrinin kenarına konuldu ve üzerine namaz kılındı. vefat günü Pazartesi idi. Kabrine defnedildiği vakit ise, ertesi günün gecesridi."

Beyhekî'nin İkrime kanalıyla İbn-i Abbâs'tan rivayeti de şöyledir: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) cenazesi hazırlanıp kabrinin kenarına, Pazartesi gününün öğle vakitlerinde konulmuştu... Salı günü Güneş battığında ise, hâlâ insanlar O'nun namazını kılmakta idiler."

İbn-i Sa'd'ın Sehl bin Sa'd el-Sâidî'den rivayeti ise şöyledir: "Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Pazartesi günü vefat etti... Pazartesi günü, Salı günü namazı kılınmaya devam edildi. Nihayet Çarşamba günü defnedildi." [24]

Beyhekî'nin Mekhûl'dan nakli de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatından sonra, üç gün kabrine defnedilemedi. İnsanların onun üzeri­ne kıldıkları cenaze namazı üç gün sürdü... İnsanlar; bölük bölük gelip namazını edâ ediyorlardı. Saf tutmuyorlar ve bir imama da uymuyor­lardı."

Yine Beyhekî ile İbn-i Sa'd'ın İbn-i Abbâs'tan rivayetleri de şöyledir: "Peygamber1 in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından sonra, nereye defnedileceği hususunda ihtilâfa düşüldü... Bâzıları: "O'nu, Mescid'e defnedelim!" dediler. Bâzıları: "Medine Kabristanına defnedelim!" dedi. Ebû Bekir de: "Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinden duydum! O, bu hususta şöyle buyurmuştu: "Hiç bir Peygamber, vefat ettiği yerden başka bir yere defnedil-memiştir!" İşte Ebû Bekir'in bu sözü üzerine Peygamberimiz'in üzerinde vefat ettiği yatak kaldırıldı, bu yatağın serildiği yere O'nun kabri kazıldı ve O buraya defnedildi."

(Bu rivayetin, mevsûl ve mürsel başka tarikleri de bulunmakta­dır.) [25]

İbn-i Sa'd, İbn-i Ebû Müleyke'den nakleder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: "Allah'ın vefat ettirdiği her bir Peygamber, ancak vefat ettiği yere defnedilmiş tir."

Beyhekî, Salim bin Ubeyd'den nakleder. Salim bin Ubeyd, Askâb-ı Suffe'den olan bir zâttır ve şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat et­tiği zaman, Ebû Bekir gelip içeri girdi. Sonra dışarı çıktı... Bu sırada kendisine: "Resûlüîlah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etti mi?" diye soruldu. O da: "Evet" diye cevâb verdi. Onun bu cevâbı ile, Peygamberimiz'in artık vefat etmiş olduğunu anladılar. Sonra kendisine: "Peki O'nun namazını nasıl kıla­cağız?" diye soruldu. O da: "Önümüzde bir imam bulunmaksızın, bölük bölük girip O'nun üzerine namazını kılacaksınız" dedi. Onlar da onun dediği gibi yaptılar. Onlar daha sonra: "Peygamberimiz defnedilecek midir?" dediler. O da: "Evet" dedi. "Nereye defnedilecek?" diye sordular. O da: "Vefat ettiği yere" karşılığim verdi. Onlar da, bunun böyle yapıl­ması gerektiğini anladılar ve öyle yaptılar."

(Ebû Ya'lâ'nın rivayetine göre, Âişe, bu husustaki ihtilâf sırasında, Ali'nin dahi bu şekilde söylediğini ifâde etmiştir.)

Ahmed, İbn-i Sa'd ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: O şöyle demiştir: "Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından sonra, O'nun kabrini kazmayı mûrad ettikleri sırada, bu işi kimin yapacağım müzâkerede bulundular. Bu sırada Medine'de müslümanların kabrini kazan iki kişi vardı. Bunlardan biri Ebû Ubeyde, diğeri de Ebû Talha idi. Ebû Ubey-de'nin usûlü şakk, Ebû Talha'nın usûlü da lahd idi. Peygamberimiz'in amcası Abbâs, iki adam çağırıp bunlardan birini Ebû Ubeyde'ye, diğerini de Ebû Talha'ya yolladı. Hangisi erken gelirse, Resûllüllah'ın kabrinin ona göre olmasını istedi ve: "Ey Allah'ım, sevgili Peygamberimiz için sen, hangisi hayırlı olacaksa, onu nasîb eyle!" diyerek de istihare, yâni ha­yırlısını Allah'tan isteme şeklinde bir duada bulundu. Ebû Talha erken bulunup erken oraya geldi ve Resûlüllah'ın kabri de böylece, lahd usûlüne göre kazılmış oldu." [26]

İbn-i Sa'd, Hâkim ve Beyhekî Âişe'den nakleder. O şöyle demiştir: "Ben rü'yâmda üç Ay görmüştüm... Bu üç Ay, semâdan kucağıma düş­tü... Babam Ebû Bekir'e bu rüyamın tâbirini sordum. O da dedi ki: "Yeryüzünün en hayırlı üç insanı senin odana defnedilecektir." Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettikten sonra benim odama defnedildi. Babam da bana dedi ki: "Ey Âişe, İşte senin rüyanda gördüğün üç Ay'dan birincisi ve en hayırlısı! Senin odana defnedilmiş bulunmaktadır."

İbn-i Sa'd, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kabrine defnedilin e zden ve konulmazdan önce, altına kırmızı renkli bir kadife serildi. Sonra bunun üzerine konuldu." İşte İbn-i Abbas'ın bu rivâyetiyle ilgili olarak vekî' der ki: "Bu, sâdece Peygamberi-miz'e hâs idi. O'nun bir özelliği idi."

(Bu hadîsi, vekî'in bu sözü olmaksızın Müslim dahî rivayet etmiş­tir.) [27]

İbn-i Sa'd, Hasanın da şöyle dediğini nakletmiştir: "Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir hadîslerinde: "Benim kabrim de lahdim açıldığı zaman, altıma şu kadifemi seriniz! Biliniz ki yeryüzü, Peygamberin ce­sedine, musallat olamaz..."

Bezzâr, sahih bir senedle İbn-i Saîd'den şöyle rivayette bulunur: Biz, Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kabrine defnettikten sonra, aradan henüz fazla bir zaman geçmeden, kalbi erimizin çok değiştiğini hissettik..."

İbn-i Sa'd, Hâkim ve Beyhekî'nin Enes'ten rivayetleri de şöyledir: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği gün, sanki Medine'nin üzerine koyu bir zulmet çökmüştü!... Her şey, kapkaranlık idi. O'nun kabrine defnedilip ellerimizin toprağim silkeleyerek hayâta döndük... Aradan çok zaman geçmeden, kalblerimizde çok değişiklik oldu."

(Yine Hâkim ile Beyhekî'nin Enes'ten diğer bir rivayetleri de, buna yakın bir mealdedir.)[28]

 

Peygamberimizin Taziyesi Hususunda Görülen Fevkalâdelikler

 

Sahihtir kay diy leHâkim ve Beyhekî, Câbir'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman melekler taziyede bulundular. Ashab-ı kiram, kendilerine taziyede bulunan me­leklerin sesini duyuyor ve fakat kendilerini göremiyorlardı. Taziyede bulunan meleklerin sözleri şöyle idi. Yâni onlar dediler ki: "Ey Peygam-ber'in ev halkı! Allah'ın selâmı, rahmeti ve berakâtı sizlerin üzerinize olsun! Biliniz ve unutmayimz ki Allah'ın indinde, her bir musibetin bir karşılığı ve ecri vardır! Herkes, sabrı ve Allah'a olan tevekkül ve tesli­miyeti nisbetinde ecir ve sevaba erecektir. O halde Allah'a sığimp O'ndan yardım dileyiniz! O'na dayanıp güveniniz!... O'ndan ecir ve sevap umunuz!... Biliniz ki, esas mahrum kişi; ecir ve sevaptan mahrum ka­landır. Haydi sabrediniz! Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi hepinizin üzerine olsun!"   .

İbn-i Sa'd ile İbn-i Ebî Şeybe'nin, keza Ebû Ya'lâ'nın ve güzel bir senedle Taberânî'nin Sehl bin Sa'd'dan rivayetleri şu merkezdedir:Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde şöyle buyurdular: "insanlar, benim ve­fatımdan sonra, bana olan taziye sebebiyle, birbirlerine taziyede bulunacaklardır." İnsanlar, Peygamberimiz'in bu sözünü iyi anlayama­mışlar ve: "Acaba bunun mânâ ve mâhiyeti nedir?" demişlerdi; Ne za­man ki Peygamberimiz vefat etti, insanlar da birbirlerine olan taziyelerinde, O'nu kaybetmiş olmanın en büyük musibet olduğunu ha­tırlatarak (kendi kayıplarimn bunun yanında küçük kaldığim düşün­dürerek) taziyede ve tesellide bulunur oldular." [29]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kabri Üzerine Namaz Kılmanın Haram Oluşudur

 

Evet, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) pek çok özelliklerinden biri de, O'nun kabri üzerine namaz kılmanın haram oluşudur. Nitekim Buhârî ve Müslim, Âişe'nin şöyle dediğini ittifakla rivayet ederler: "Ben, Peygam­berin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatıyla neticelenen hastalığı sırasında (vefatından birkaç gün önce), O'nun şöyle buyurduğuna şâhid oldum:

"Allah, Peygamberlerin kabirlerini mescid edinen yahûdî ve nasârâya lanet etsin!"

Âişe validemiz, bu hadîsi rivayet ettikten sonra da şöyle demiştir: Eğer Peygamberimiz'in bu şiddetli yasağı olmasaydı, O'nun kabri mey­danda olurdu ve insanlar O'nun kabrini mescid edimlerdi. Fakat Pey­gamberimiz, kabrinin bir mescid (put) hâline getirilmesinden korktuğu için, bunu şiddetle yasaklamıştır!" [30]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Cesedinin Çürümemesidir

 

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, mübarek cesedinin kabrinde çürümemesidir. Nitekim İbn-i Mâce, Ebû Nuaym, Evs bin Evs el-Sekaft'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Günle­rinizin en faziletlisi, Cuma günüdür! Bu mübarek günde bana salât ü selâmı çok getiriniz! Çünkü sizin salât ü selâmimz bana arz edilir." Ashâb dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, Sen kabrinde çürüyüp gittiğin halde, bizını salât ü selâmlarımız sana nasıl arz olunur?" Peygamberi­miz de şu karşılığı verdi: "Allah, toprağa, Peygamberin cesedini yiyip çürütmeyi haram kılmıştır!" [31]

Zübeyr bin Bekkâr Hasan'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cebrâîl'in kendisiyle konuştuğu bir Peygamberin, ölü­münden sonra bedenini yiyip çürütmesini; Allah toprağa haram kılmış­tır!"

Yine Zübeyr ile Beyhekî Ebû 7-Aliye'den rivayet ederler. O da şöyle demiştir: "Toprak, Peygamberlerin cesedini çürütmez... Yırtıcı hayvan­lar da yemez..."[32]

Peygamberimizin Kabrinde Diri Olması ve Namaz Kılması

 

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kabrinde diri olup namaz kılmaktadır. Aynı zamanda O'nun kabrinde, ümmetinin kendisine olan salât ü selâmlarım tebliğ etmekle mükellef ve müvekkel bir melek bulunmaktadır. Bu suretle Peygamberimiz de kendisine salât ü selâmda bulunanlara mukabelede bulunmaktadır.

El-Esbehânî'nin Terğîb'teki Ebû Hüreyre'den rivayetinde şöyle de­nilmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Her kim bana, kabrimin başında salât ü selâm ederse, o bana teblîğ edilir" buyurdu. [33]

Ahmed, Nesâî, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî ve Bezzâr; İbn-i *Mes'ûd'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyur­du: "Allah'ın, yeryüzünde dolaşmakta olan birtakım melekleri bulun­maktadır.   Bunların  vazifeleri,   ümmetimden bana  salât  ü  selâm edenlerin salât ve selâmlarim bana ulaştırmaktadır." (İbn-i Adiyy de İbn-i Abbâs'tan bunun bir benzerini rivayet etmiş­tir.)

Kâdî îsmâîl, "Peygamberimiz'e salât ü selâm'ın fazileti" hakkın­daki eserinde Ali'den şöyle rivayet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Sizler, nerede bulunursanız bulunun, bana salât ü selam ediniz! Zira sizin salât ü selâmlarimz bana tebliğ olunur." [34]

Kâdî Îsmâîl, Eyyûb'tan şu rivayeti nakletmiştir: "Bana ulaşan bir habere göre, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) getirilen salât ü selamları, O'na ulaş­tırmakla mükellef ve müvekkel bir melek bulunmaktadır."

İbn-i Râhâye İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: "Ümmet-i Mu-hammed'den her kim Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) salât ü selâm gönderirse, bu buna müvekkel olan melek tarafından mutlaka Peygamber Efendimize: "Senin ümmetinden falan kişinin sana olan salât ve selâmıdır!" diyerek tebliğ olunur."

Ebû Dâvud, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ümmetimden herhangi bir kimse bana sâlât ü selâm getirdiği zaman, Allah mutlaka ruhumu bana iade eder de ben o kimse­nin salât ü selâmına karşılık veririm![35]

Ebû Nuaym, Saîd bin el-Müseyyeb'in şöyle dediğini nakleder: Ben, Harra Gününün gecelerinde Resûlüllah'ın Mescidi'nde kaldığım zaman, bu Mescid'de benden başka kimse yoktu. Ben ise, her namaz vakti gel­diğinde, Resûlüllah'ın kabrinden ezan sesi duyardım." [36]

(Zübeyr bin Bekkâr'ın Saîd'den rivayeti de bu merkezdedir.)

Ebû Ya'lâ ile Beyhekî'nin Enes'ten rivayetleri ise şöyledir: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle buyurdular: "Peygamberler, ka­birlerinde diridirler ve namaz kılarlar." [37]

İbn-i Sa'd, el-Vakıdî tarikiyle Şebel bin Aladan rivayet eder. O da babasından, şöyle demiştir: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Fatıma'ya hitaben buyurmuştur ki: "Kızını, ben vefat ettiğim zaman; "Innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn!" diyerek istircâda bulun. Zira Allah'ın indinde her bir musibetin karşılığı, ecir ve sevabı vardır..."

İbn-i Sa'd'ınAta bin Ebû Rebâh'tan rivayeti de şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir defasında buyurdu ki: "Sizden biriniz bir musibetle karşılaş­tığı zaman, benim hakkımdaki musibetini hatırlasın! (Benim için "Pey-gamberimiz'i kaybetmiş olmaktan daha büyük musibet mi olur?" diyerek, musibetinin acısını hafifletmeye çalışsın...) Zira bir müslüma-nın en büyük musibeti, beni kaybetmiş olması sebebiyle uğradığı musibettir."

Beyhekî ise Ümmü Seleme den nakleder: O, bir gün, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) kaybetmiş olmayı hatırlar ve: "Bışımıza çöken, ne büyük bir musibettir, hey!... Biz, Peygamberimiz'i kaybettikten sonra, başımıza gelen musibetlerin her biri, bize çok hafif gelmiştir. Zira, o sırada biz, esas musibetimiz olan Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) kaybetmiş olduğumuzu ha­tırlar, böylece diğer musibetler gözümüzde küçülür giderdi." demiştir.[38]

Peygamberimizin vefatim Müteakib Vukua Gelen Fevkalâdelikler

 

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatim müteâkıb, ashâb-ı kirâm'ın savaşla­rında ve diğer benzeri yerlerde de birtakım fevkalâde olaylar vukua gelmiştir. Buna daîr çeşitli haber ve rivayetler bulunmaktadır. Şimdi bunları sırayla zikredelim:

Ebû Nuaym'in rivayetine göre; Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ben, Alâ bin el-Hadramî ile birlikte sefere çıktım. Bu seferimiz esnasında kendisinden öyle şaşılacak fevkalâdelikler gördüm ki, bunların hangisi diğerinden daha üstün idi bilemem... Dicle kıyısına vardığımız zaman, karşı tarafa geçmek için gemimiz yoktu... O bu sırada dedi ki: "Haydi, besmele çekip yüce Allah'ın adım anarak, develerimiz üzerinde karşı tarafa geçiyoruz!" O, bu enirini verdi. Bizler de ona uyarak "Bismillah!" deyip develerimizi suyun üzerine sürdük. Salimen karşı tarafa geçtik... Baktık ki, sâdece develerimizin ayaklarimn altı ıslanmıştı... Seferden dönüş sırasındaydı. Çölde gidiyorduk... Suyumuz kalmamıştı. Kendisi­ne durumu haber verdik... O hemen iki rek'at namaz kılıp dua etmeye başladı. Derken kalkan büyüklüğünde bir bulut belirdi. Sonra kırbadan dökülürcesine yağmur yağdı. Biz de hem suya kandık, hem de bütün su kablarımızı doldurduk... Hayvanlarımızı da bir güzel suya kandırdık... Derken Alâ bin el-Hadramî vefat etti... Biz de onun namazını kılıp def­nettik. Sonra yolumuza devam etmeye başladık... Derken, yırtıcı hay­vanların gelip onun kumsaldaki kabrini deşerler ve cesedini yerler diye endişe edip geri döndük... Ne kadar aradıksa da onun kabrini bulama­dık..."

 (İbn-i Sa'd'ın rivayetinde de Ebû Hüreyre'nin: "Aradık fakat kabri­nin yerini bulamadık" dediği kaydedilmiştir.)

Ebû Nuaym İbn-i'd-Dakîl'den nakleder. O şöyle der: îslâm başku­mandanı Sa'd İbn-i Ebî'l-Vakkâs, trân fütuhatına giriştiği zaman, Nehreşîr'e vardığında karşı tarafa geçebilmeleri için gemi bulamadı. Emir verdi ise de, hiç bir gemi te'ınîn edilemedi. Safer ayimn bâzı günlerini beklemekle geçirdiler, Birgün rü'yâsında İslâm askerinin atlarimn Dicle suyu üzerinden karşı tarafa geçtiklerini gördü... Dicle'de o günlerde büyük bir medd olayı yaşanmakta idi. Suyu çok kabarmıştı... Sa'd, gör­düğü rü'yâ üzerine hayli düşündü. Sonra askerlerini toplayıp onlara dedi ki: "Ben, bu nehrin üzerinden geçmeye kesin karar verdim! İnşâallah salimen nehri geçip Medâin'i fethedeceğiz!" Askerlerin ileri gelenleri de onun bu kararim iyi ve yerinde buldular. Bütün askerlere ilân edildi ve denildi ki:

"Haydi hepiniz, "Allah'a sığimp O'na tevekkül ettik! Allah bize kâfidir! ve O, ne güzel vekildir!... Bütün güç ve kuvvet, sâdece ve sâdece yüce ve büyük olan Allah iledir" deyiniz."

Bütün askerler; böyle diyerek Allah'a sığimp tevekkül ettiler. Sonra atlarim Dicle'nin azmış ve kabarmış suyuna sürdüler. Sanki on­lar, atlarına değil de kabaran ve coşan dalgalara binmişlerdi. Dalgalar, etrafa köpük saçıyordu. Suyun yüzü, koyu karanlık idi. Müslümanlar ise, sanki karada gidiyorlarimş gibi, birbirleriyle konuşup şakalaşarak, neşe ve huzur içinde karşıya geçiyorlardı ve geçmişlerdi bile... Tabiî karşı tarafın hesabında böyle bir şey yoktu... Netice İslâm askerlerinin kesin zaferiydi. Tek ve kesin bir hamle ile Medâin'i ele geçirmişlerdi. Iran kralimn (Kisrâ) Sîrîn'in ve daha sonrakilerin köşklerindeki bütün mallar, müslümanların ganimeti oluvermişti. Artık, Kisrâ'nın başşehri diye bir Medâin yoktu... İşte müslümanlar, Sa^d'ın kumandasında bu şekilde bu şehri; hicretin on altıncı yılında, Safer ayı içinde fethetmiş o-luyorlardı. [39]

Ebû Nuaym, Ebû Osman en-Nehdî'den, Sa'd'ın, askerlerini atları­nı suya sürerek Dicle'yi geçmeye davet edişiyle ilgili olarak şöyle nakle­der: "Atlarımızı ve bütün hayvanlarımızı Sa'd'ın daveti (emri) üzerine Dicle suyuna sürdük. Dicle'nin yüzünü öylesine kapladık ki, bu taraftan öbür tarafa kadar asker dolu idi. Hiç kimse suyun yüzünü göremiyordu. Öbür tarafa geçtiğimiz zaman, atlarımız yelelerini silkeliyor, kişneyerek karşı tarafa ses veriyordu. Bunu gören İranlılar, hiç arkalarına dönüp bakmadan kaçıyorlardı. Biz bu şekilde Dicle'den geçerken, hiç bir zâyiât da vermedik... Sâdece askerin birinin su kabı, bağı koparak düşmüştü... Aynı asker, suyun Öbür tarafına çıktığı zaman, su kabim kenarda gör­müş ve eğilip almıştır..."

Ebû Nuaym'ın, Ebû Bekir bin Hafs bin Ömer'den rivayeti de şöy­ledir: Biz bu şekilde Dicle'nin karşı tarafına geçerken, komutanımız Sa'd'ın yanında Selmân gitmekteydi. Sa'd şöyle diyordu: "Hasbünallahü ve ni'ınelvekîl! Allah bize yeter, O ne güzel vekîl'dir! Vallahi, Allah kendi dostlarına yardım edecek, kendi dînini muzaffer kılacak, düşmanı hezimete uğratacaktır!... Eğer, bu orduda, sevablanmıza baskın çıkan günahlar yoksa, muhakkak bu böyle olacaktır!... Sa'd'ın bu sözünden sonra Selmân da şöyle diyordu: "Vallahi, Allah'ın bu dostları (evliyası) için, denizlerin bu şekilde itaat etmesi kadar lâyık ve güzel bir şey ola­maz! Baksanıza, deniz kendilerine bir kara parçası gibi itaat etmekte­dir" İşte onlar; böylece karşıya geçtiler. Salimen öbür yakaya çıkıp hiç bir zâyiât vermediler. Suyun yüzünden geçerken konuşup şakalaşmaları da, karada giderken yaptıkları konuşmalardan hiç de az değildi..."

Yine Ebû Nuaym, Umeyr el-Sâidî'den şu nakilde bulunur: "Müs­lümanlar komutanları Sa'd'ın emriyle, atlarim suya sürdüler. Selmân, Sa'd'ın yambaşmda idi. Sa'd: "Bu, hiç şüphesiz, Azîz ve Alîm olan Al­lah'ın bir takdiridir!" diyordu. Dicle ise, son derece coşkun, dolup taş­makta idi. Atlarımız ise elbette yoruluyordu. Dalgalar sanki küçük tepecikler gibiydi. Yorulan atım da, sanki kara parçasında topraktan bir tepecik üzerinde dinlenircesine bu dalgalar üzerinde istirahat ediyor, sonra yüzmeye başlıyordu. İşte bizim Medâin seferimizde; bundan daha hayret verici bir Fevkalâdelik olmamıştır. Bu sebeptendir ki, bizını bu seferimize ve günümüze "Yevmü'l-Cerâsîm" denilmiştir ki bununla, Dicle'nin kabaran dalgaları anlatılmak istenilmiştir. Zira yorulan atla­rımız, sanki önlerine çıkan bir küçük tepe üzerinde dinleniyor, sonra yüzmeye devam ediyordu..."

Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Habîb bin Sahbân da bir noktayı belirtmek üzere şöyle demiştir: "İslâm askerinin Medâin seferi sırasında, atlarim suya sürerek Dicle'nin öbür yakasına geçtiklerini gören iran­lı'lar; gördüklerine inanamayıp şaşırmışlar ve: "Bunlar, insan değildir! Olsa olsa cinler ve perilerdir" demekten kendilerini alamamışlardır..."

Ahmed el-Zühd adlı kitabında, Beyhekî sahihtir kaydıyle Sü­leyman bin Mugîra'dan şöyle rivayet ederler: "Humeyd'in dediğine göre, Ebû Müslim el-Havlânî Dicle'ye geldiği zaman, Dicle'nin suyu kabarmış, dalgalar odun taşımakta ve atmakta imiş... Buna rağmen Ebû Müslim suyun üzerinden geçip gitmiş... Ahmed'in rivâyetindeki ifâde şöyledir: "Dicle'nin kenarına geldiği zaman durup Allah'a ham'd ü senada bulun­muş ve Allah'ı zikretmiş... Sonra Isrâîl Oğullarimn denizi geçmelerini Allah'ın nasıl kolaylaştırdığım yâdetmiş... Sonra hayvanim suya süre­rek selâmetle karşı tarafa geçmiştir.... Tabiî arkasındaki insanlar da ona tabî olarak hayvanlarim Dicle'ye sürmüşler ve onunla birlikte geçmislerdir. Karşıya geçildiği sırada Ebû Müslim, arkadaşlarına dönmüş ve demiştir ki: "Bir şeyiniz zayi olduysa söyleyiniz: Allah'a dua edeyim de neyiniz kayıpsa iade etsin."

Ebû Ya'lâ, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû's-Sefer'den şöyle nakleder­ler: Hâlid bin Velîd, el-Hîra'yı ele geçirdiği zaman, kendisine: "Sakın buranın ânında insanı öldüren zehirleriyle düşmanlar, bir hilesini yapıp seni Öldürmesinler!" şeklinde bir uyarıda bulundular. Hâlid: "Peki siz şimdi bana, o dediğiniz zehirden getiriniz!" dedi. Getirdiler. Halid zehiri eline aldı ve: "Bismillah!" diyerek içti... Zehirin ona hiç bir zararı do­kunmadı."

(Bu haberi, Ebû Nuaym, diğer vecihlerden de rivayet etmiştir.)

Yine Ebû Nuaym'ın çıkardığı bir habere göre, el-Kelbl şöyle demiş­tir: "Hâlid bin Velîd, Ebû Bekr'in halifeliği zamanında el-Hîra'yı fethet­mek üzere yürüdüğü zaman, Hıra'lılar Abdü'l-Mesîh adındaki adamı ona elçi olarak gönderdiler. Abdü'l-Mesîh yanında, insanı ânında öldü­ren zehir taşıyordu. Halîd'i bu hususta uyarıp dikkatli olmaya çağır­mışlardı. Hâlid ona: "Yanında, insanı ânında öldüren zehirden var mı?" dedi. Abdü'l-Mesîh de "evet" karşılığim verdi. Hâlid: "Peki onu bana ver bakayım!" dedi. O da verdi. Hâlid, ondan aldığı zehire baktı, sonra "Bis­millah" diyerek o zehiri içti... "Bismillah!" diyerek Allah'a sığınan bir kimseye, Allah'ın adıyla birlikte hiç bir şeyin zarar veremeyeceğini de söyledi. Baktılar ki, Hâlid'e içtiği bu zehir, hiç bir zarar vermedi. Bunu böylece ve şaşkınlıkla izleyen Abdü'l-Mesîh, derhal kavminin yanına döndü ve onlara hitaben şöyle dedi: "Ey kavmim, sizin beni elçi olarak gönderdiğiniz müsllümanlann lideri ve sahih adamları; bizce meşhur olan o ânında adamı öldüren zehiri alıp içti de, kendisine hiç bir zarar vermedi!... Bu, onlara bahşedilmiş Fevkalâde bir şey değil midir?"

İbn-i Ebü'd-Dünyâ da sahih bir senedle Hayseme'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Adamın biri Hâlid bin velid'in yanına geldi. Adamın yanında şArap tulumu vardı. Hâlid adama hitaben: "Tulumunda ne var?" dedi. Adam: "Sirke var" dedi. Hâlid de: "Allah onu gerçekten sirke kılsın!" dedi. Açıp baktılar, hakîkaten içindeki sirke olmuştu... Halbuki o, sirke değil, şArap idi." (Bir defasında da birinin şarabı, Halid'in duası ile bala dönüşmüştü.)

Muharib bin Disâr'dan İbn-i Sa'd'ın naklettiği haber de şöyledir: "Bir gün şikâyeti olanlardan biri Halid bin velid'e gelip: "Senin askeri­nin içinde şArap içen var!" dedi. Bunun üzerine Hâlid, derhal askerin i-çine teftişe çıktı... Dolaşırken, tulumunda şArap olan birinin yanına geldi. Ona dedi ki: "Senin şu tulumunun içinde ne var?" Adam: "Bunun içinde sirke var" cevabim verdi. Hâlid de dedi ki: "Ey Allah'ım, şu kulunu yalancı çıkarma! Tulumun içindekini sirke eyle." Halid'in bu duasından sonra, tulumun içinde ne olduğuna baktılar. îçindekinin sirke olduğunu gördüler. Tulumun sahibi dedi ki: "Bu, Hâlid'in duasının neticesidir..."

Ebû Nuaym Haris bin Abdullah el-Ezdî'den naklediyor. O şöyle diyor: "Ebû Ubeydetü'bnül-Cerrâh Yermûk'e indiği zaman, Rum askeri­nin komutanı, kendi adamlarimn sayılılarından birini ona gönderdi. Gönderilen bu adamın adı Cercîr idi. Ebû Ubeyde'ye geldiği zaman dedi ki: "Ben, Rum Kralı'nın Samdaki Valisi tarafından sana gönderilmiş bir elçiyim. Beni sana elçi olarak gönderen der ki: "Bana, akıllılarimzdan bir adam gönder. Ben onunla konuşayım ve sizin ne istediğinizi ondan öğ­reneyim?'1 Bunun üzerine Ebû Ubeyde, Hâlid'e hitaben: "Hâlid, ona elçi olarak sen git" dedi. Hâlid de: "Sabah olunca erkenden giderim!" dedi. Namaz vakti olduğu için, müslümanlar namazlarım kıldılar. Rumların elçisi Cercîr ise, müslümanlann namaz kılışlarım hayranlık ve dikkatle izliyordu. Namaz kılimp, dua edildikten sonra Cercîr, Ebû Ubeyde'ye:'Yirmi küsur sene oldu. Kimimiz, Peygamberimizin davetinin ilk yılla­rında, kimimiz de son yıllarında müslümanlığı kabul etmiştir" diye ce-vablandırdı. Cercîr: "Peki, Peygamberiniz kendisinden sonra Peygamber geleceğini de haber verdi mi?" diye sordu. Ebû Ubeyd ise şu cevabı verdi: "Hayır, böyle bir şey demedi. Bilakis, kendisinden sonra bir daha pey­gamber gelmeyeceğini haber verdi. Aynı zamanda Îsâ İbn-i Meryem'in, kendisinin geleceğini kavmine bildirmiş olduğunu da bize haber verdi..." Rûm elçisi bunun üzerine dedi ki: "Ben buna, candan şehâdet ederim. Evet, Îsa (aleyhisselâm), bize Râkib-i Cemel'in (deveye binen bir Peygamberin) geleceğini haber vermiştir. Ben bunun, sizin Peygamberiniz olduğunu zannediyorum. Eğer Peygamberiniz Îsâ hakkında bir şey söylemişse, onu bana haber veriniz! Hem müslümanlar olarak sizin Îsâ hakkındaki sözünüz nedir? Ben bunu da sizden duymak istiyorum..." Bunun üzerine Ebû Ubeyde dedi ki: "Bizim Îsâ hakkındaki sözümüz, Allah'ın bu hu­sustaki âyetlerinin haber verdiği şeylerdir. Onlardan bâzılarim sana haber vereyim: Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurur: "Şüphesiz Allah indinde isa'nın meseli, Âdem'in meseli gibidir. O onu, topraktan yarat­mıştır." [40] Yüce Allah, bir âyetinde de şöyle buyurur: "de ki: "Ey kitâb ehli olanlar! Sakın dîninizde aşırılığa gitmeyiniz..." [41]

Ebû Ubeyde'nin bu söylediklerini tercüman; Rum'un elçisi Cercîr'e Rumca'ya aktararak anlattı... Cercîr bunun üzerine çok duygulandı ve hemen şöyle dedi: "Ben, bunun gerçekten isa'nın sıfatım haber verdiğine inanıyorum ve ben hiç tereddüde yer vermeksizin sizin Peygamberinizin doğruluğunu da tasdik ediyorum! ve O, gerçekten bizim Peygamberimiz isa'nın bize haber verdiği Peygamberdir!" Cercîr, İşte bunları söyledik­ten sonra orada, müslümanlığı kabul etti..."

Ebû Ya'lânın Amr bin el-Âs'tan rivayeti ise şöyledir: "Başlarında ben olmak üzere, bir miktar İslâm askeri yola çıktık ve iskenderiye'ye geldik. Buranın büyüklerinden biri dedi ki: "Kendisiyle konuşmak üzere, akıllılarimzdan birini bana elçi olarak gönderiniz..." Ben de bunun üze­rine, onunla konuşmak üzere gittim. Kendisine dedim ki: "Biz, Arabız ve Allah'ın evi olan Kabe'nin adamlarıyız... Bizını arazîmiz çok dar, geliri­miz de pek az idi. Mecburen leş ve kan yiyorduk... Bâzan da birbirimize baskınlar yapıp elimize ne geçerse yağmalıyorduk... Derken bizını içi­mizden bir adam çıktı. Bu adam, zengin birisi değildi. Fakat kendisinin Peygamber olduğunu îlân etti... Bize, o zamana kadar bizını bilmediği­miz şeyler emderiyor ve bâzı şeyleri de bize yasaklıyordu. Bizını ve a-talanmızın üzerinde bulunduğumuz puta tapıcılığı da, çok açık bir şekilde menediyordu. Biz, bu sebeble kendisine karşı koyduk ve O'nun bize söylediklerini kabule yanaşmadık... Fakat başkaları O'na inandı ve arka çıktı... O'na inananlar dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz seni, bü­tün söylediklerinde tasdik ediyoruz! Sana inanıyor ve tâbi oluyoruz! Seni ve senin dînini, malımız ve canımızla koruyacağımıza kesin olarak söz veriyoruz." Bunun üzerine O da, bizden ayrılıp onlara katıldı. (Onların şehri olan Medine'ye göç etti...) Biz de kendisiyle savaştık... Fakat O bize gâlib geldi ve Beytüllah'ın bulunduğu Mekke'yi fethetti... Biz de sonunda hepimiz müslümanhğı kabul ettik ve şimdi de müslümanlık uğrunda savaşmaya başladık..." O, benim bu sözlerimi dikkatle dinledi ve bana dedi ki: "Evet, Allah'ın Resulü sizlere hep doğruyu söylemiştir. Bizim Peygamberlerimiz de, hep bunları tebliğ etmişlerdir, aslında... Fakat bizını aramızdan iki adam çıkıp, bizim dînimizin aslım bozarak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde insanları sevketmişlerdir. Eğer sizler, başkalarimn te'sîrinde kalmadan, aynen Peygamberinizin gös­terdiği yoldan giderseniz, mücâdelelerinizde sizi kimse mağlûb ede­mez... Eğer siz de sonradan hevâ ve hevesinize uyar, Peygamberinizin yolundan ayrıhrsanız, sayimz ne kadar çok da olsa, yine sonunda perişan olursunuz..."

Buhârî ve Beyhekî Enes'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Ömer bin el-Hattâb, kıtlık ve kuraklık sebebiyle yağmur duasına çıkıldığı za­man, Peygamberimiz'in amcası Abbâs ile istiskâda bulunurdu. Onu öne geçirip dua ettirerek, yağmur yağdırması için Allah'a tevessül ederdi. İşte birgün böyle yağmur duasına çıkıldığında, şöyle dedi:

"Allah'ım, bizler Sana, Peygamberimiz ile tevessül ederdik de Sen bize yağmurunu indirerek lutufda bulunurdun! İşte şimdi ise, Peygam­berimiz'in amcası ile Sana tevessülde bulunuyoruz! Ey Allah'ım, bize bugün dahî yağmurunu yağdırmakla ihsanda bulun!..." ve bunun üze­rine yağmur yağdı..."

İbn-i Sa'd ve Beyhekî Sabit el-Benânî'den şöyle rivayet ederler: Enes bin Mâlik'in arazisine bakan adamı gelip dedi ki: "Ey Enes, arazîn yağ-mursuzluktan kurumuştur." Bunun üzerine Enes, kalkıp namaz kıldı ve Yüce Allah'a dua ve niyazda bulundu. Derken bulutlar belirmeye başla­dı. Çok geçmeden de yağmur yağmaya başladı. O kadar bol yağdı ki, Enes'in büyük su havuzu dahi dolmuştu... Enes, durumu görüp sevindi ve adamlarından birini göndererek yağmurun nerelere kadar yağmış olduğunu anlamak istedi. Fakat adamın getirdiği haber çok hayret verici idi. Zira Enes'in adamı kontroldan döndüğünde dedi ki: "Yağan yağmur, senin arazînin sınırından dışarı düşmemiştir!"[42]

(Bu mealdeki bir rivayeti de İbn-i Sa'd, Sümâme bin Abdullah'tan nakletmiş tir.)

İbn-i Sa'd, İbn-i Ömer'in âzadlısı Nafi' ile Zeyd bin Eşlemden şu haberi nakletmiştir: "Bir Cuma günü, Ömer bin el-Hattâb hutbesini o-kumakta iken:

"Ey Sariye bin Zenîm! Dağa dikkat et dağa! (dağa tırmanimz ve kurtulunuz!) Bilesin ki, sürünün başına çoban diye kurtları bırakan bi­risi, gerçekten de zulmetmiş olur" diye bir söz söyledi. Sonra hutbesine kaldığı yerden devam ederek tamamladı. Oradakiler ise, bu-arada söy­lenen sözden bir şey anhyamadılar. Nihayet Sâriye seferinden dönüp Medine'ye geldi ve gidip Ömer'i gördü... O'na dedi ki: "Ey mü'ıninlerin emiri, ben askerlerimle birlikte düşmanı muhasara ettiğim bir sırada, dağın eteğinde bulunuyorduk. Bulunduğumuz yer de biraz çukur idi. Düşman ise, kalenin içindeydi. Kale oldukça yüksekte idi. İşte tam bu sırada ben bir ses duydum! Duyduğum ses bağırarak diyordu ki: "Yâ Sâriye bin Zenim, dağa tırman» dağa!" Ben de arkadaşlarımla birlikte dağın zirvesine doğru tırmanışa geçtim... Sonra aradan fazla bir zaman geçmeden, o kal'anın fethini Yüce Allah bize müyesser kıldı..."

Bir ara Ömer'e soruldu: "Senin o Cuma hutbesi esnasında, "Ey Sâriye!..." diye söylediğin söz ne idi?" Ömer de şu karşılığı verdi: "Val­lahi ben o sözü, düşünüp hazırhyarak söylemiş değilim! Öyle.bir söz İşte... Dilime geldi, ben de söyleyiverdim." [43]

Bârûdl ve İbn-i Seken İbn-i Ömer'den rivayet eder: O şöyle demiştir: Halife Osman minberde hutbe okumakta iken, Cahcâh el-Gıfârî ayağa kalkarak halîfe Osman'ın yanına gitti. Onun asâsmı elinden alıp dizleri üzerine vurarak kırdı. Bir sene geçmemişti ki Cahcah'ın elinde uyuz hastalığı çıkıp eli dökülmeye başladı. Hastalık ilerledi. Senesi dolmadan da bu yüzden ölüp gitti..."

(Yine İbn-i Sekenin Füleyh bin Selimden nakline göre, Füleyh'in babası ve amcası bu olayda hazır bulunmuşlardır ve şöyle anlatmışlar­dır: "O gün Cahcah Hazret-i Osman'ın elinden asâsmı alıp kırdı, insanlar şaşkınlıkla bağırdılar. Cenâb-ı Allah, Cahcâh'ın dizlerine ve eline bir uyuz hastalığı verdi. Senesini doldurmadan bu yüzden Ölüp gitti...) [44]

Beyhekî'nin nakline göre, Hubeyb bin Mesleme, kendi başından geçen bir ola şöyle anlatmıştır: "Ben, bir grup askerin komutanı olarak gazaya çıkmıştım... Düşmanla karşılaştığımızda, Sevgili Peygamberi­mizin bir hadîsini hatırladım. Peygamberimiz bu hadîslerinde şöyle buyuruyorlardı:

"Bazı müslümanlar bir araya toplanır, içlerinden biri dua eder, diğerleri de bu duaya âmîn derlerse; Allah teâla onların bu duasını mu­hakkak kabul buyurur." Ben de buna göre dua etmek üzere Yüce. Allah'a hamd ü senada bulundum ve şöyle dua ettim: "Ey Allah'ım, biz müslü-man kullarimn kanlarim sen muhafaza eyle! Bizi öldürmeleri için düş­mana fırsat verme! Bununla birlikte bize yine şehid sevabı ver." Biz bu durumda, gerçekten büyük bir tehlike ile karşı karşıya idik... Sonra baktık, düşman askerlerinin komutanı atından inip çadırına girdi ve bize saldırmaktan vazgeçti..."

İbn-i Ebi'd-dünyâ ve Beyhekî, yine Hubeyb'den şöyle rivayet eder­ler: Ben bir defasında bir kaleyi kuşatmış fethe çalışıyordum... Düşman da bütün gücüyle dayanıp mukavemet ediyordu. Ben de bütün îmân ve ruhumla: "Lâ havle vela kuvvete illa billahi" diyerek, güç ve kuvvetin ancak Allah ile olduğunu dile getirdim... Bütün askerin de böyle söylemelerini emrettim. Onlar da bunu söylediler. Bu şekilde hep beraber Allah'a sığındıktan sonra, bir hamle daha yaptık, kale yerle bir oluver­di..."

Ebû Nuaym'in rivayetine göre Enes şöyle demiştir: "Ebû Talha, gazaya çıkmıştı... Denizde giderken hastalanıp öldü... Arkadaşları bir kara parçası veya adaya rastladıklarında cenazesini defnetmek üzere yola devam ettiler. Fakat yedi gün gittikleri halde, bir adaya rastlama­dılar. Bu müddet zarfında Ebû Talha'nın cesedi hiç bozulmadı. Onu, ancak yedi gün sonra defnedebildiler..."[45]

 

Peygamberimiz Zamanından Beri Devam Edip Gelmiş Bulunan Bir Mucize

 

Ebû Nuaym İbn-i Ömer'den şöyle rivayet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Hacc ibâdeti kabul olunan bir kimsenin, Cemreler'e attığı taşlar, semâya ref olunur."

(Ebû Nuaym ile Beyhekî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den sevkettikîeri rivayet de bu mealdedir.)

Bir de bu hususta Ebû Nuaym ile Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan rivayetleri var, O şöyle demiştir: "Atılan taşların kabul edilenleri semâya kaldırılmaktadır. Böyle olmasaydı, dağ gibi yığılırdı..." Ebû Nuaym da, bunun üzerine şöyle demektedir: "İşte bu, Peyganıber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) pey­gamberliğinin sıhhatine ve Onun şerîatinin haca vâcib kılışına, büyük bir alâmet ve mucize teşkil eder..."[46]

[17] Nisa suresi, 69

[31] Bunu, Hâkim, İbn-i Hıbban ve Nesaİ de rivayet etmişlerdir.

[40] Al-i Imran suresi, 59

[41] Maide suresi, 77