Geri

   

 

 

İleri

 

 

6 PEYGAMBERİMİZE VAHİY GELDİĞİ SIRADA ZUHUR EDEN BAZI ALÂMETLER

İbn-i Ebî Dâvûd Kitâbu'l-Mesâhif adlı eserinde Ebû Cafer'den nakleder. O şöyle demiştir: "Ebû Bekir; Cebrâîl'in Peygamberimiz'e nsüdayışuıı işitir fakat kendisini göremezdi..."

Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: Haris bin Hişâm Peygamber Efendimiz'e: "Sana vahiy nasıl geliyor?" diye sordu. Peygamberimiz de buyurdu ki: "Bâzan çıngırak sesi gibi gelir, bana en ağır geleni de budur. Sonra vahiy benden kesilir, ben de bana söyleneni aynen alıp ezberlemiş olurum... Bâzan da melek bana bir insan suretine temessül etmiş olarak gelir ve bana söyler, ben de onun söylediğini aynen bellemiş olurum."

Âişe validemiz, Peygamber Efendimiz'in kendisine gelen vahiy hakkındaki bu sözlerini böylece naklettikten sonra demiştir ki: "Ben, gerçekten Peygamberim iz'e soğuğu şiddetli bir günde vahy geldiğine şahit olmuştum. Vahiy kesildiği zaman şakakları şapır şapır terliyordu..."

Müslim'in Ubâde bin Sâmit'ten nakli de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi, hattâ mübarek yüzünün rengi iyice solardı."

Yine Âişe validemizin bir rivayetinde de: "Peygamberimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi" denilmiştir. Nitekim âyet-i celîlede: "Ey Muhammed, doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız" buyurulmuştur. [1]

Taberânl'nin tesbitine göre de yine Zeyd bin Sabit şöyle demiştir: "Ben, Resûlüllah Efendimiz'in huzurunda vahiy yazıyordum, vahiy geldiği zaman Resûlüllah'ı şiddetli bir sarsıntı kaplar ve şakakları inci daneleri gibi ter dökerdi. Sonra vahiy kesilir, Resûlüllah da açılırdı. Resûlüllah söyler, ben de yazardım. Nazil olan ilâhi vahiy benim üzerimde dahî öylesine bir ağırlık yapardı ki, nazil olan Kur'ân âyetleri sebebiyle ben ayağımın kırıldığım ve bir daha yürüyemeyecek hâle geldiğini sanırdım..."

Ebû Nuaym'in nakline göre İbn-i Abbâs da şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz'e vahiy geldiği zaman mübarek yüzünün ve cesedinin rengi solardı; ashâbtan hiç kimse bu sırada kendisiyle konuşamazdı..."

Ahmed, Taberanî ve Ebû Nuaym İbn-i Amr'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben: Ey Allah'ın Resulü, vahyin gelişini siz hisseder misiniz?" diye sordum. Resûlüllah'ın bana cevabı da şöyle oldu:

"Evet, vahiy bana gelir, ben de onu çıngırak sesi gibi işitirim ve şiddetle sarsılırım. Sonra sarsıntı geçer ve ben sâbitleşir karar kılarım. (Bana söyleneni de aynen alır zaptederim). Bu şekilde (çıngırak sesi şeklinde) gelen vahiy bana o kadar ağır gelir ki, her defasında ben, "muhakkak bu sefer canım çıkacak" zannederim!"

Ebû Nuaym'in Feltân bin Asım'dan rivayeti ise şöyledir: "Vahiy geldiği zaman Peygamber Efendimiz'in her iki gözü açık bir vaziyette dikilir kalırdı. Allah'tan gelen vahyi aynen alıp ezberlemek için kulağim ve kalbini de iyice verirdi..."

Buhârî, Müslim ve Ebû Nuaym, Ya'lâ bin Ümeyye'den rivayet ediyorlar. O şöyle demiştir: "Peygamber Efendimîz'e vahiy geldiği sırada iyice kendisine baktım. O'nun şiddetli bir hırıltı çıkardığim, gözlerinin ve şakaklarimn iyice kızarmış olduğunu gördüm."

Îbn4 Sa'd'ın Devs'li Ebû Erva'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimiz'e vahiy geldiği zaman gördüm, kendisi devesi üzerinde idi. Vahyin ağırlığı sebebiyle devesi sağa sola yalpa yapıyor ve Ön ayaklarim atamaz hâle geliyordu. Bazen dayanamayıp yere çöktüğü,[2]) bazan da ön ayaklarim dikerek ayakta durakladığı oluyordu. Peygamberimiz'in de şakakları şapır şapır ter döküyordu."

Yine bu noktaya temas eden Ahmed ve Beyhekî'nin Âişe'den rivayeti şöyledir: "Resûlullah Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, üzerine bindikleri devesi vahyin ağırlığı sebebiyle yere çökerdi. Peygamberimiz de şakaklarından şapır şapır ter dökerdi. İsterse soğuk bir günde olsun."

Taberânî'nin Esma binti Amis'ten rivayeti ise şöyledir: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerine vahiy indiği zaman, neredeyse bayılacak gibi olurdu."

Ahmed, Taberânî, Beyhekî ve Ebû Nuaym Esma binti Yezid'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Mâide Sûresi Resûlullah'a nazil olduğu zaman, kendileri devesi üzerinde bulunuyorlardı ve devenin yularından ben tutuyordum. Nazil olan sûrenin ağırlığından neredeyse devenin ön ayaklan kırılacak idi."

Yine bu konuda Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Ebû Hüreyre demiştir ki: "Kendilerine vahiy indiği zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in başı şiddetli ağrıdığı için, ağrısı dinsin diye başına kına vurulduğu olurdu."

İbn-i Sa'd İkrime'den rivayet eder. O da şöyle demiştir: "Resûlullah Efendimiz'e vahiy indiği zaman, vahyin şiddetinden neredeyse bayılmış gibi olurdu ve bir müddet böyle kalırdı."

Müslim'in Ebû Hüreyre'den olan rivayetinde de şöyle denilmiştir: "Resûlullah Efendimiz'e vahiy indiği zaman, ashâbdan hiç biri vahiy hali geçinceye kadar Resûlullah'a bakamazdı," [3]

Peygamberimizin Cebrâîl'i Yaratıldığı Surette Görmesi

Ahmed, İbn-i Ebî Hatim ve Ebû'ş-Şeyh İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ediyorlar. O şöyle diyor: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı yaratıldığı şekil ve surette iki defa görmüştür. Bunlardan birincisi: Peygamberimiz ona, kendisini yaratıldığı şekilde göstermesini istemişti de o da göstermişti ve bütün ufku kaplamıştı. Diğeri ise: îsrâ Gecesinde Sidre-i Müntehâ yanında olmuştur."'

Yine Ahmed'in tek başına İbn-i Mes'ud'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i yaratıldığı şekilde gördüğü zaman, ona altı yüz kanadı ile ve bütün ufku kapatmış bir vaziyette ve her bir kanadından renk renk inci ve yakutların döküldüğü bir şekilde görmüştür. Ki bunların çeşit, renk ve miktarim ancak Allah bilirdi."

Yine Ahmed ve Taberânî'nin İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var. O şöyle diyor: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'e kendisini göstermesini istediği zaman, "Allah'a bu hususta dua et!" cevabim almıştı. Peygamberimiz de dua etmişti. Derken doğu ufkundan bir karaltı yükselip yayılmaya ve bütün ufku kaplamağa başladı."

Buhârî ve Müslim Âişe'den şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i yaratıldığı şekil ve surette ancak iki defa görmüştür. Onu, semâdan yere inerken ve bütün semâ ile arz arasını doldurmuş bir vaziyette görmüştür. Çünkü Cebrâîl, çok büyük olarak yaratılmıştır."

İmâm-ı Ahmed'in Âişe'den rivayetinde ise, o bunu, Peygamberimi­zin ağzından naklen şöyle ifâde etmiştir: "Peygamberimiz buyurdu: "Ben Cebrâîl'i gökten yere iner bir vaziyette ve arz ile semâyı tamamen, doldurmuş bir şekilde gördüm. Üzerinde ise inci ve yakutlarla süslenmiş ince ve has ipekten bir elbise vardı."

Ebû'ş-Şeyh'in rivayetinde ise Âişe şöyle demektedir: Peygamberi­miz buyurdu: "Ben, Cebrâîl'e: "Seni yaratıldığın şekilde görmek istiyorum" dedim. Cebrâîl de kanatlarından birini açıverdi. Semânın ufkunu tamamen kapladı. O kadar ki, semadan hiç bir şey görünmüyordu."

Ebû'ş-Şeyh'in bir rivayetinde İbn-i Mes'ud demiş ki: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i gördüğü zaman, Onun üzerinde yeşil renkte bir elbise vardı ve O, yerle gök arasını tamamen kaplamış idi."

Yine Ibjı-i Mes'ud'dan Ebû'ş-Şeyh'in ve İbn-i Merdûye'nin rivayetleri de şu mealdedir: "Peygamber Efendimiz Sidre-i Müntehâ'da Cebrâîl'i iki ayağim Sidre üzerine -atmış bir vaziyette ve üzerinde bitki üzerindeki çığ dâneleri gibi, inciler dizlln+iş bir şekilde görmüştür."

Yine Ebû'ş-Şeyh'in rivayetine göre, Şüreyh bin Ubeyd'in bu husus­taki sözü de şu mealdedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz semaya çıktık­ları zaman Cebrâîl'i yaratıdığı şekilde gördü. Cebrâîl'in kanatlarında bir nûr gibi parlayan zeberced, inci ve yakutlar vardı. Kendileri bu hususta buyurmuştur'ki: "Cebrâîl o kadar büyüktü ki, sanıyorum sadece iki gözü arası bütün ufku kaplamıştı. Ben onu, daha önceleri muhtelif şekillerde görüyordum. En fazla olarak da onu Dıhyetü'l-Kelbi sûresinde görmüştüm. Zaman zaman da onu, bir kimsenin arkadaşim tül perde, arkasından görmesi gibi görüyordum."

İbn-i Sa'd ve Nesai sahih bir sened ile İbn-i Ömer'den şöyle rivayet eder: "Cebrâîl (aleyhisselâm) Peygamber Efendimiz'e Dıyhe el-Keîbi suretinde gelirdi."

Taberânî'nin Enes'ten rivayetinde ise şöyle denilmiştir: "Peygamber Sfedimiz buyurdular ki: "Cebrâîl hana, Dıhye el-Kelbi suretinde geliyordu. Dıkye, yaratılışı güzel bir adamdı."

El-Uceli'nin tarihinde Uuâııe bin Hakemden naklen: "İnsanların en güzeli; vahiy meleği olan Cebrâîl kimin suretinde gelir idiyse İşte. odur" diye kaydedilmiştir." [4]

Ağacın Peygamberimize Doğru Gelişi

İbn-i Ebî Şeybe, Ebû Yûlâ, Baremi, Beyhekî ve Ebû Nuaym el-A'ıneş tarikiyle Ebû Süfyan'dan, O da Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Cebrâîl Peygamber Efendimiz'e geldi, kendileri bu sırada Mekke dışında idi ve Kureyş tarafından kanlrr içinde bırakılmıştı. Cebrâîl: "Bu hal nedir?" diye sordu. Peyga^erimiz de: "Kuroyş beni kanlar içinde bıraktı" dedi. (cebrail Peygamberimize teselli için: "Bir mucize görmek ister misiniz7" diye sordu, Peygamberimi.'! de "Svot" dedi. Cebrâîl: "Şu ağacı çağır" dedi. O da çayırdı. Ağaç.yeri yararak gelip Peygamberimi­zin önünde durdu. Cebrâîl: "Emret de yerine gitsin!" dedi. O da yerine gitmesi için ağaca emretmiş, ağaç da yerine dönmüştür. Bu olay üzerine Peygamberimiz: "Bu kadarı bana yeter" demiştir. [5]

Beyhekî Hasan-ı Basri'den rivayet eder: "Peygamberimiz Kureyş'in kendisini yalanlamaları sebebiyle son derece üzülmüş ve Mekke'den dışarı çıkarak bazı dağ yollarında yürümeye başlamıştı. Bu sırada: "Ey Rabbim, bana teselli olacağını ve kendisiyle üzüntüden kurtulacağım bir şey göster!" diye niyazda bulunmuş. Kendisine, karşısındaki ağacın hangi dalim isterse yanına gelmesi için çağırması hakkında vahiy gelmiş. O da çağırmış. Bunun üzerine dal ağacından ayrılarak O'nun yanına gelmiş. Peygamberimiz o dala yerine gitmesini emretmiş, dal da yeri yararak geri dönmüş ve âit olduğu ağaçla birleşmiştir. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz'in nefsi itmi'nan bulmuş ve Allah'a hamdederek Mekke'ye dönmüştür."

İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Bezzâr, Beyhekî ve Ebû Nuaym güzel bir sened ile Hasan-ı Basri'den, o da Ömer İbn-i'l-Hattâb (radıyallahü anh)'ten rivayet ederler. Şöyle ki: "Peygamber Efendimiz Mekke'den çıkıp Hacûn tarafın­da bulunuyordu, oldukça üzgün idi. Müşriklerin ezalarim hatırlıyor ve: "ilâhi, bugün bana öyle bir ayet göster ki, bir daha üzülmeyecek şekilde kalbim itmi'nana ersin!" diye dua ediyordu. Bu sırada kendisine "Vadideki ağaçlardan birini çağırması" emredildi. O da çağırdı. Ağaç yeri yararak geldi, O'nun önünde durdu ve kendisine selâm verdi. Sonra Peygamber ağaca: "Yerine dönmesini" emretti. Ağaç da geldiği gibi yerine döndü. Bunun üzerine Peygamber (aleyhisselâm): "Bu tecelliden sonra, beni yalanlamalarına hiç de aldırmam!" dedi."

Ebû Nuaym Câbir'den naklediyor, O demiştir ki: "Müşrikler Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet ediyorlardı. Cabrâil gelerek Peygamber'i aldı ve Mekke'nin dışına çıkardı. Ağaçlık bir vadinin kenarından geçerlerken Peygamberimiz'e hitaben: "Ağaçlardan hangisini istersen çağır!" dedi. Peygamberimiz de bir ağacı çağırdı, ağaç geldi ve O'nun önünde durdu. Bunun üzerine Cebrâîl: "Ey Peygamber, gerçekten sen hak üzeresin!" dedi." [6]

Henüz Yaşim Doldurmamış ve Koç Görmemiş Kuzunun Memelerinden Süt Sağması

Tayâlisi, İbn-i Sa'd, İbn-i Ebî Şeybe, Beyhekî ve Ebû Nuaym Îbn4 Mes'ûddan rivayet ediyor. O demiştir ki: "Ben yeni yetişmekte olan bir genç idim ve Mekke'de Ebû Muayt oğlu Ukbe'nin koyunlarim güderdim. Peygamberimiz ve Ebû Bekir, Mekke müşriklerinden kaçarlarken bana uğradılar ve dediler ki: "Ey delikanlı, yanında bize içireceğin süt var mıdır?" Ben ise, "Bir emanetçi olduğumu" bildirerek cevab verdim. Dediler ki: "Güttüğün sürü içinde henüz koç görmemiş ve yaşına basmamış dişi kuzu yok mudur?" Ben: "Vardır" diyerek cevapladım ve kuzuyu onların yanına getirdim. Ebû Bekir kuzuyu bağladı.

Peygamberimiz de kuzunun memesini eline aldı ve dua etti. Kuzunun memesi süt ile doldu... Ebû Bekir içi çukur bir taş bulup getirdi, Peygamberimiz sütü bunun içine sağdı. Sonra sütten Peygamberimiz ve Ebû Bekir içtiler. Bana da içirdiler. Sonra Peygamber Efendimiz kuzunun memesine "sütünü çek" diye seslendi. O da eski hâline geldi." [7]

Hâlid bin Saîdin Gördüğü Rüya

[8]İbn-i Sa'd ve Beyhekî Muhammed bin Abdullah bin Amr'den[9] nakleder:'Hâlid bin Saîd, Islâm'in ilk günlerinde müslüman olmuştu. O'nun müslümanlığı kabul edişi gördüğü bir rüyaya dayanır. Şöyle ki: Rüyasında pek büyük bir ateş görür, babası kendisini bu ateşe itmektedir. Kendisi de bu ateşin kenarında bulunmaktadır. Peygamberimiz ise gelip ateşe düşmesin diye arkasından tutup onu çekmektedir. Ürpererek uykusundan uyanmış ve: "Allah'a yemin ederim ki bu, bir hak rüyadır!" demiş. Derhal Ebû Bekir'e giderek rüyasını anlatmış. Ebû Bekir de: "Bu gerçekten hayırlı bir rüyadır" demiş ve: "Hiç durma, İşte Resûlüllah, hemen gidip kendisine imân et!" tavsiyesinde bulunmuştur. O da hemen Peygamberimiz'e gidip: "Ey Muhammed, sen insanları neye çağırıyorsun?" diye sormuş. Peygamberimiz: "Ben Allah'ın elçesi olarak insanları Allah'ın birliğine, eşi ve benzeri olmadığına, Muhammed1 in de Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna inanmaya çağırıyorum. İşte seni de buna ve putları aradan çıkarıp atmaya çağırıyorum! Elbette ki insan, fayda da, zarar da vermekten âciz bulunan, kendisine ibadet edenle etmiyeni farketmiyen taş parçasına tapınamaz!... buyurmuştur. Bunun üzerine Hâlid müslü­man olmuştur. Durumu öğrenen babası Hâlid'in peşine adam takmış, yakalatıp getirmiş, fena sözler söyleyip doğmuştur. Öfkesini yenemeyip: "Vallahi ey Hâlid, sana bir lokma yiyecek vermeyeceğim!" diyerek haykırmıştır. Hâlid de babasına hitaben: "Eğer sen yiyeceğimi vermezsen, Allah benim rızkımı istediği şekilde verecektir!" diyerek karşılık vermiştir."

İbn-i Sa'd Salih bin Keysân'dan [10]şöyle nakleder; "Hâlid bin Saîd gördüğü rüyayı arılatarak demiştir ki: Peygamberimiz'i gönderilmesinden önce idi. ... Ben, bütün Mekke'yi kaplayan, dağları ve vadileri örten bir karanlık gördüm, rüyamda... Sonra Zemzem tarafın­dan sabah aydınlığı gibi bir nûr çıktı. Büyüdükçe büyüdü ve iyice yukarıya çıktı. îlk önce bu nurun aydınlığında gördüğüm şey Kabe olmuştur. Sonra sırasıyla dağları ve vadileri gördüm... îyice büyüyen ve yükselen bu nûr, o kadar yayılmıştı ki tâ Medine'nin hurmalıklarim aydınlatıyordu. Bu nurun içinden biri şöyle sesleniyordu: "O, münezzehtir, münezzehtir!... Söz tamam olmuş» şirkin bütün yolları kaldırılmıştır! Bu ümmet mutlu olmuş, Peygamberini bulmuştur! Şu karyenin yalanladığı Kitab kemâline ermiştir. Bu karye iki defa azâb görmüş, üçüncüsünde tevbeye gelecektir." Hâlid, bu rüyasını kardeşi Amr'e anlatmış, Amr de demiştir ki: "Gerçekten sen şaşılacak bir şey görmüşsün! Nurun Zemzem'den çıktığim gördüğüne göre, ben derim ki: "Senin bu rüyanın karşılığı, Abdü'l-Muttalib Oğullarından çıksa gerektir..."

Darekutnî ve İbn-i Asâkir Vakıdî tarikiyle nakleder: İbrahim bin Ukbe'nin oğlu İsmail, amcası Mûsâ bin Ukbe'den rivayetle der ki: "Hâlid bir Saîd'in kızı Ümmü Hâlid, babasının bu rüyasını aynen nakleder ve bu esnada babasının "Bu seseble Allah beni îslâm'a hidayet etmiştir" sözüne temasla: "Babam ilk müslüman olan kişidir! O, rüyasını Rasûlüllah'a gidip anlatmış, Resûlüllah Efendimiz de kendisine: "Ey Hâlid, vallahi ben, senin gördüğün bu nurum! Ben, Allah'ın Resulüyüm!" buyurmuş, bunun üzerine babam da derhal müslüman olmuştur" şeklinde ifade etmiştir." [11]

Sa'd bin Ebû Vakkas’ın Rüyası

Îbn-i Ebû'd-Dünyâ ve İbn-i Asâkir Sa'd bin Ebû Vakkâs'tan nakleder. O demiştir ki: "Ben müslüman olmazdan üç gün önce rüyam­da çok büyük bir karanlık gördüm; öyle ki hiçbir şey görünmüyordu. Derken ansızın Ay doğuverdi. Ben bu Ay'a bakıyor ve başka kimlerin bulunduğuna dikkat ediyordum. Baktım ki Zeyd bin Harise ile Ebû Bekir de oradalar, benimle birlikte Ay'ı takib ediyorlar... "Siz buraya ne zaman geldiniz?" diye kendilerine soruyor, onlardan "şimdi geldik" cevabım alıyordum... Uyandığım zaman, Resûlüllah'ın insanları gizlice İslâm'a davet ettiğine dâir duygumu hatırladım ve bu maksatla kendisini görmek istedim. Ciyad taraflarında bir yolda kendisiyle karşılaştığımda: "Ey Muhammed, Sen insanları neye davet ediyorsun?" diye sordum. Resûlüllah da bana: "Allah'tan başka ilâh olmadığı,

bildirilmektedir. Hicretin 140. yılında vefat etmiştir. Zehebi el-Mizân'da onun hakkında: "Ulemâdan iti m ad edilir bir zattır" der. Kaderiyeden olduğu iddia edilmişse de, bunun asılsız

olduğunu bildirir.

Muhammed'in de Allah'ın elçisi bulunduğu hakikatini kabul edip şehâdet getirmeye davet ediyorum! Haydi buna şehadet et de müslüman ol" buyurdu. Ben de derhal şehadet getirerek müslüman oldum." [12]

Büyükçe Bir Yemek Kabından Kırk Kişinin Doyması Mucizesi

İbn-i Sa'd Nâfi tarikiyle Sâlîm'den [13]o da Ali'den nakleder. Şöyle ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hatice'ye bir miktar yemek hazırlamasını emretti, o da hazırladı. Sonra bana: "Ey Ali, haydi Abdü'l-Muttalib Oğullarim çağır" dedi. Ben de çağırdım... Kırk kişi kadar geldiler. Peygamberimiz kendilerine: "Haydi buyurunuz!" diyerek serîd ikram etti. Hepsi de yiyip doydular. Aslında bu yemek, onlardan birinin tek başına yiyebileceği miktarda idi. Sonra kendilerine süt ikram etmemi söylediler. Ben de süt ikram ettim. Hepsi içip süte kandılar. Aslında bu da, onlardan birinin tek başına içebileceği kadardı. Fakat kırk kişi olmalarına rağmen hepsini kandırmıştı. Ebû Leheb derhal söze atılarak: "Gördünüz mü, Muhammed sizleri nasıl da büyüledi!" dedi ve oradakilerin dağılmalarına sebeb oldu... Aradan bir kaç gün geçtikten sonra yine bir miktar yemek hazırlatan Peygamber Efendimiz, bana hitapla: "Ey Ali haydi kavmini topla!" buyurdular. Ben de onları topladım, hepsi gelip yediler ve içtiler. Doyup kandılar... Sonra Peygamberimiz topluluğa hitapla: "Şimdi beni, üzerimde bulunduğum bu dâvada kim destekleyecek?" diye sordu... Ben hemen söze atarak: "Ben destekliyeceğim, ey Allah'ın Resulü! Şu topluluğun en genci de benim!" diyerek karşıladım... Oradakileri bir sükût kapladı, hiç kimseden bir ses çıkmadı. Sonra babama hitapla: "Ey Ebû Tâlib, oğlunun yaptığim görüyor musun?" dediler. Babam da kendilerine: "Bırakın onu, o elinden gelen hiç bir şeyi esirgemeksizin amcası oğlunu desteklemeye devam edecektir" karşlığim verdi..."

Yine Ebû Nuaym İbn-i İshâk tarikiyle Berâ bin Azib'ten nakleder: "Peygamber Efendimiz'e "Ey Muhammed, yakınlarim inzâr et!" mealin­deki âyet indiği zaman, Peygamberimiz Abdü'l Müttalib oğullarim topladı, o gün onlar kırk kişi idiler. Ali'ye, bir koyun budundan bir miktar yemek hazırlamasını emretti. O da hazırlayıp Resûlullah'a takdim etti. Resûlullah bu yemekten bir parça alıp bu parçanın bir kısmim yedi, kalan kısmim da yemek kabimn etrafında dolaştırarak yemeğe dokundurdu. Sonra onar kişi hâlinde gelip yemelerini söyledi. Onlar da onar kişi halinde gelip hepsi bu yemekten yediler ve doydular. Sonra Peygamberimiz süt kabım isteyip eline aldı, bir yudum içtikten sonra onlara verdi: "Buyurunuz sırayla içiniz, bismillah" dedi. Hepsi içtiler ve süte kandılar. Ebû Leheb derhal söze başlayıp: "Hiç bir kimse, bu adamın sizi büyülediği gibi kimseyi büyülemiş değildir!" dedi ve oradakileri dağıttı. Ertesi günü Peygamberimiz onları tekrar çağırtıp topladı. Aynı şekilde bir kişinin yiyebileceği miktardaki bir yemekle hepsini doyurdu, aynı miktardaki sütle de hepsini süte kandırdı. Sonra başkasma fırsat vermeden söze başlayıp kendilerine tebligatim yaptı." [14]

Peygamberimizin Ebû Talib’in İyileşmesi İçin Duası

İbn-i Adiy, Beyhekî ve Ebû Nuaym (zayıf bir senedle) yâni Heysem bin Hammâd tarikiyle Enes'ten rivayet eder. O diyor ki: "Ebû Talib hasta olmuştu. Peygamberimiz kendisini ziyaret etti. Bu sırada Ebû Talib: "Ey kardeşimin oğlu, kendisine ibadet ettiğin Rabbine dua et de bana şifâ versin" ricasında bulundu. Peygamberimiz de: "Allah'ım, amcama şifa ihsan eyle!" diyerek dua etti. Ebû Tâlib de sanki hiç hasta değilmiş gibi iyileşip ayağa kalktı. Peygamberimiz'e hitaben: "Ey kardeşimin oğlu, Senin kendisine ibâdet ettiğin Rabbin, sana itaat edip isteğini yerine getiriyor" dedi. Peygamberimiz de kendisine: "Ey amca, eğer sen Allah'a itaat etsen, elbette O da sana itaat eder!" diyerek karşılık verdi."

(Bu rivayeti tek başına Heysem nakletmiştırve kendisi zayıf bir râvidir -Süyûti-).[15]

Ebû Talib’in Peygamberimizin Hürmetine Yağmurun Yağmasını İstemesi

İbn-i Asâkir'in Târih'inde naklettiğine göre Celheme bin Arfeta demiştir ki: "Ben Mescid-i Haram'a gitmiştim. Kureyş'in dağimk bir vaziyette bulunduğunu, izdiham ve gürültüden geçilmediğini gördüm. Yağmur duası yapıyorlardı. İçlerinden biri: "Lât ve Uzzâ adındaki putlarimzın yanına giderek, onlardan şefaat isteyin!" diye bağırıyordu. Bir başkası da: "Menât'a gidiniz, Menât'a" diyerek haykırıyordu, içlerinden yaşlı birisi bu arada: "Vesını ve Kasını! Yani meşhur ve büyük adam! Güzel yüzlü, tatlı ve haklı sözlü! Size ne oluyor da O'na başvurmuyorsunuz? İbrâhim'in bakiyesi, İsmâil'in sülâlesi sizin

içinizdedir!" dedi. Bu yaşlı kişiye: _"Ebû Talib'i mi kastediyorsun?" diye sordular. O da: "Evet" karşılığim verdi. Hep birlikte kalkıp Ebû Talib'in evine gittiler. Ben de gittim. Kapıyı çaldıklarında Ebû Talib dışarı çıktı ve niçin geldiklerini anlatmaları üzerine de: "Öğle vaktinin girmesini ve rüzgarın esmesini bekleyiniz" dedi. Güneşin zevalinden sonra, yanında sanki buluttan sıyrılan güneş gibi biri bulunduğu halde halkın yanına çıktı. Etrafında başka gençler de vardı. Ebû Talib yanındaki güneş yüzlü gencin elinden tutup Kabe duvarimn dibine ve arkası Kâbeye dayalı bir vaziyette oturttu. O genç de şehadet parmağim yukarı kaldırarak dua edip sığındı. Yanındaki diğer gençler de yalvarıp yakarıyorlardı. Semada ise hiç bulut yoktu. Derken bulutlar görünmeye ve çeşitli taraflardan yükselmeye başladı. Çok geçmedi hava iyice kapandı ve bol bol yağmur yağdı. Vadilerden seller aktı ve her taraf bolluk bereketlik oldu. Ebû Tâlib de bunun üzerine şiir hâlinde şu sözleri söyledi:

"Nûr yüzlü! O'nun yüzüsuyu hürmetine yağmur istenir. Kendisi yetimlerin sığınağı, dulların dayanağıdır.

Her tarafı kıtlık ve kuraklık sarmışken, nimete ve berekete kavuşuldu.

Adalet terazisi bir arpa ağırlığında hatâ etmez. "

Tartıcısı da gerçek ve güvenli olunca, hiçbir haksızlık olmaz!" [16]

Ay'ın Yarılması Mucizesi

Peygamber Efendimiz'in sahih haberlerle sabit bulunan mucizelerinden birisi de, Ay'ın yarılması mûcizesidir ki buna Şakkı-Kamer mucizesi denilmektedir. Üzerinde ittifak edilmiş bulunan sahih hadisler ve haberler, Ay'ın bü-fiil ikiye ayrılmasına şehadet ettiği gibi; ilgili âyet-i kerime de bu hususta sarihtir; açıkça buna delâlet etmektedir. Nitekim Kamer Sûresi'nin birinci âyetinde aynen şöyle buyurulmaktadır:

"Kıyamet saati yaklaştı, Ay yarıldı."

Buhârî ve Müslim de sahihlerinde Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Mekke halkı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kendilerine bir mucize göstermesi­ni istediler. Peygamberimiz de onlara Ay'ın ikiye yarılması mucizesini gösterdi." Yine her iki sahihlerin İbn-i Mes'ud'dan rivayetleri de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında Mekke'de Ay iki parçaya ayrıldı. Peygamber Efendimiz Mekke'lilerin dikkatini bu mucizeye çekerek: "Şahit olunuz" buyurdular.

Buharî ve Müslim'in yine, İbn-i Mes'ud'dan olan diğer bir revâyetleri de şu mealdedir."Mekke de Ay ikiye yarıldığı zaman biz Peygamber Efendimiz'in yanında bulunuyorduk. Ben şahsen bu mucizeye şahit oldum. Ay ikiye ayrıldı, bir parçası dağın öbür tarafında, bir parçası da bu tarafînda oldu. Peygamberimiz Mekke'lilere hitaben: "Şahit olunuz" buyurdular.

Yine İbn-i Mes'ûd'dan sahihlerin bir diğer rivayetinde: "...Ay'ın bir parçası dağın üst kısmında, diğer parçası da beri kısmında idi" denilmiştir.

Yine İbn-i Mes'ûd'dan Beyhekî'nin bir rivayeti var. Bu rivayette ise şöyle denilmektedir: "Ben Mekke'de ayın ikiye ayrılışına bizzat şahit olup kendi gözümle gördüm. Peygamber Efendimiz henüz Mekke'den çıkmamış idi. (Hicretten evvel idi). Mekke'lilerin kendisinden bir mucize göstermesini istemeleri üzerine, Peygamber Efendimiz mub.ârek parmağıyla Ay'a işaret etti ve Ay ikiye ayrıldı. Bir parçası Ebû Kubeys dağimn üzerinde, diğer bir parçası da aşağı tarafta idi. Müşrikler dediler ki: "Muhammed Ay'ı büyüledi" İşte bunun üzerine: "Kıyamet saati yaklaştı, ay ayrıldı" mealindeki ilgili âyet nazil oldu. [17]

Beyhekî ve Ebû Nuaym'in İbn-i Mes'ûd'dan olan rivayetleri de şöyledir: "Mekke kâfirleri Peygamberimizden bir mucize istediler. Peygamberimiz de onlara Ay'ın yanlışı mucizesini gösterdi. Kâfirler bunun üzerine: "Bu bir sihirden ibarettir, Ebû Keşbe'nin oğlu (Muham­med) sizi büyüledi!" dediler. Sonra, seferde olanlar döndüklerinde onlardan bunu sormaya karar verdiler. "Eğer seferde bulunanlar da sizin gördüğünüzü görmüşlerse, Muhammed sözünde sâdıktır, eğer görmemişlerse, burada size sihir yapıldığından hiç şüpheniz olmasm(!)" dediler. Seferde olanlar da dönmeye, çeşitli cihetlerden gelmeye başladılar. Onlar da her gelene soruyor, sorduklarından: "Evet gördük" diye cevab alıyorlardı." [18]

Ay'ın ikiye yarılması mucizesini Buhârî ve Müslim Abdullah İbn-i Abbâs'tan rivayet ettikleri gibi, ayrıca Müslim Abdullah İbn-i Ömer'den de kısaca şöyle nakleder: "Mekke'de Ay'ın ikiye yarılması mucizesi vukua gelmiştir. Ay'ın bir parçası dağın öbür tarafında, bir parçası da beri tarafında idi. Peygamberimiz de bunun üzerine: "Allah'ım şahit ol!" demişti."

Beyhekî ve Ebû Nuaym Cübeyr bin Mut'im'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Mekke'de Ay ikiye ayrıldığı zaman bir Peygamber Efendimiz'in yanında bulunuyorduk. Ay'ın bir parçası şu dağın üzerinde diğer parçası da şu dağın üzerinde idi. insanlar yâni kâfirler: "Muhammed bizi büyüledi!" dedi. İçlerinden birisi de: "Sizi büyüledi ise, bütün insanları da büyüledi değil ya!" diyerek söz attı. Yine Ebû Nuaym'ın Atâ- ve Dahhâk tarikiyle İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var.

Bunda da denilmiştir ki: "Müşrikler toplanıp Peygamberimiz'e geldiler ye: "Ey Muhammed, eğer davanda sâdık isen, bize şu Ay'ı ikiye ayır! Öyle ki bir parçası şu Ebû Kubeys dağimn üzerinde, diğer parçası da şu Kuaykân dağimn üzerinde olsun!" dediler. Vakit gece idi, Ay da aydınlık idi. Resûlüllah Efendimiz Allah'a duâ ettiler, Rabbi'nden müşriklerin kendisinden istedikleri şeyi vermesini dilediler. Bunun üzerine Kamer ikiye ayrıldı. Yarısı Ebû Kubeys dağimn üzerinde, diğer yarısı da Kuaykân dağimn üzerinde oldu... Mucizenin gerçekleşmesi üzerine Peygamber Efendimiz de: "Şahit olunuz!" buyurdular.

(Ebû Nuaym'ın yalnız Dahhâk tarîkinden sevkettiği bir rivayet daha var. Burada ise yine İbn-i Abbâs'ın şöyle dediği kaydedilir: "Ay İki parça oldu. Bir parçası Safa tepesi üzerinde, diğer parçası ise Merve tepesi üzerinde idi. ikindi vaktinden akşam vaktine kadar olan müddet mfEtarmca Ay'ın parçaları bu tepeler üzerinde kaldı. Onlar da buna bakmaya devam ettiler. Sonra Ay battı.)[19]

İslâm âlimleri dediler ki: Ay'ın ikiye ayrılması mucizesi, gerçekten çok büyük bir mucizedir. Diğer Peygamberlere verilen mucizelerden hiç biri, bu büyüklükte bir mucize değildir... Çünkü bu mucize bu âlemde carî bulunan tabiî ve fıtrî kanunların fevkinde olan bir mucize ve tecellîdir... Tamamen semavî ve ulvî bir tecelli ve mucizedir. Tabiatta var olan kânun ve özelliklerin dışında büyük bir harikadır. Tabiî yollardan herhangi biriyle başkasının buna ulaşmasına ve taklîd etmesine asla imkân yoktur. Bu itibarla, bu mucizeyi izhar edenin davasında sâdık olduğuna delâleti de, çok açık ve kesindir. [20]

Cenabı Hakkın Peygamberimizi, İnsanlardan Koruyacağına Dair Vadi İlahisi

Tirmizî, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym'in Âişe'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Önceleri nöbetçiler dikilerek' insanların kendisine bir kötülük yapmasından korunması için bekleniyordu... Nihayet şu âyet nazil oldu:

130- "Ey Muhammed, Allah seni insanlardan koruyacaktır." [21]Bunun üzerine başim kubbeden çıkaran Peygamber nöbetçilere hitaben: "Ey İnsanlar, haydi gidiniz, Allah beni koruyacağim va'd buyurdu" demiştir.

Ahmed, Taberânî, Ebû Nuaym Cude'den naklediyor: "Birgün ben Peygamber Efendimiz'in huzurunda idim. Oraya bir adam getirdiler ve: "Ey Allah'ın Resulü, bu adam sizi öldürmek istedi" dediler. Peygamber Efendimiz de: "Korkuya mahal yok, korkuya gerek yok! Eğer sen beni öldürmek istemişsen bile, Allah bunun için sana fırsat vermeyecektir!" buyurdular. [22]

Allah'ın Peygamberimizi Ebû Cehl’in Zararından Koruması ve Bu Hususta Meydana Gelen Mucizeler

Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet ediyor: "Bir gün Ebû Cehil büyük bir öfkeleyle: "Demek, Muhammed aranızda yüzgösterip istediği gibi ibâdet mi ediyor?" diye bağırdı." Kendisine: "Evet" dediler. Bunun üzerine Ebû Cehl: "Lât ve Uzzâ adındaki putlarımıza yemin ederim ki, eğer Muhammed'in bir daha böyle yaptığim görecek olursam, muhak­kak boynunu çiğneyeceğim! Yahut ta yüzünü yerlere süreceğim!" dedi. Peygamberimiz ise tekrar gelip namaz kılmaya başladı. O'nun boynunu çiğnemek için ilerliyen Ebû Cehl, birden bire geri çekilmeye ve eliyle kendisini korumaya çalışır gibi hareketlere başladı ve oradan derhal uzaklaştı. Kendisine niçin böyle yaptığım sorduklarında: "Muhammed-le benim aramda ateşten bir hendek açıldı. Müthiş korktum. Sonra aramızda birtakım kanatlar da zuhur etti" cevabim verdi. Peygamber efendimiz de bu hususa temasla: "Eğer o bana yaklaşsaydı meleklerin kanadıyla parça parça edilirdi" buyurdular. Cenab-ı Hak da:

"Hayır, gerçekten insan azar. (Rabbi'nin bunca iyiliğine rağmen yine de taşkınlık eder)" mealindeki âyeti ve onu takîb eden diğer âyetleri inzal buyurdu. [23]

İbn-i İshâk, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: "Bir gün Ebû Cehil, Kureyş'e hitaben: "Ey Kureyş topluluğu, bildiğiniz gibi Muhammed dînimizi ayıplıyor, atalarımızı kötüleyip aklımızla alay ediyor! Üstelik ilahlarımıza da hücum ediyor... Ben Allah'a and içiyorum ki, yarın elime bir taş alıp Muhammed'in namaz kıldığı yerin yakimna oturacağım, o namaza durup secdeye varınca, başım taşla ezeceğim! Muhammed Öldükten sonra, onun yakınları olan Abdü Menâf oğulları ne isterlerse yapsınlar!" diyerek öfkesinden kükrüyordu. Derken ertesi günün sabahında Resûlüllah Efendimiz geldi ve namaza durdu. Ebû Cehil elinde taş orada bekliyordu. Kureyş de orada toplanmış merakla bekliyor ve bakıyordu. Peygamberimiz secdeye vardığı zaman Ebû Cehil taşı yüklenerek ilerledi ve Peygamberimiz'e biraz yaklaştığı sırada ansızın geri çekilmeye başladı. Dehşete kapılmış ve rengi solmuş bir vaziyette idi. Sanki eli kurumuş gibiydi. Nihayet taşı elinden indirdi. Kureyş'ten bazı adamlar yanına gelerek: "Sana ne oluyor?" diye bağırdılar. Ebû Cehil'de onlara: "Muhammed'e yaklaştığım zaman büyük bir deve bana hücum etti! Neredeyse beni yiyeyazdı." diye karşılık verdi. Bunu Peygamberimize duyurdukları zaman: "Büyük ve korkunç bir deve suretinde ona hücum eden Cebrâîl idi. Eğer bana biraz daha yaklaşsaydı, onu parçalardı" buyurdular.

Yine İbn-i Abbâs'tan Buharî'nin rivayetinde şöyle denilmektedir: Ebû Cehil: "Eğer Muhammed'in Kabe'de namaz kıldığim görürsem, boynunu çiğneyip onu ezeceğim!" diye haykırmıştı. Bunu Peygamberi­mize haber verdikleri zaman şöyle buyurdular: "Eğer öyle bir şey yapsa, melekler onu gözönünde parçalarlar!"

Diğer bazı kaynaklarında İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var. O da bunu babası Abbâs'tan nakleder. Şöyle ki: "Birgün ben Mescid'de idim. Ebû Cehil dedi ki: "Eğer Muhammed'i burada namaz kılarken görür­sem, secdeye vardığı zaman boynunu çiğneyip ezeceğime dair Allah'a söz veriyorum!" Ben Resûlüllah'a giderek Ebû Cehl'in bu andından haber verdim. Peygamberimiz gadada gelerek yerinden kalktı ve doğruca Mescid'e gitti. Mescid'in kapısından girerken müthiş bir izdiham vardı. Herkes ne olacak diye heyecanlanmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) okumağa başladı: Kur'ân'ın "Yaratan Rabbinin adıyla oku" mealindeki ayeti okudu, sonra bu âyeti takîb eden âyetleri okudu. Nihayet Ebû Cehil hakkındaki "Hayır insanoğlu gerçekten azıp taşkınlık eder!" mealindeki âyeti okuduğu sırada, oradakilerden biri Ebû Cehl'e yanaşarak: "Duyuyor musun, Muhammed neler okuyor, neler diyor?" dedi. Ebû Cehil de o adama cevaben: "Duyuyorum, fakat siz ufukta benim gördüğümü görmüyor musunuz? Vallahi semânın bütün ufku benim aleyhime kuvvetlerle doluverdi" dedi.

Kaynakların Ebû Süfyan el-Sekâfi'den tesbitine göre, o da şöyle demiştir: "Eraş kabilesinden bir adam devesine binerek Mekke'ye geldi. Ebû Cehil bu deveyi bu adamdan satm aldı, fakat parasını vermedi. Adam Kureyş topluluğuna giderek durumu anlattı: Kendisinden bir garip ve yolcu olduğunu söyleyerek, Ebû Cehîl'den hakkimn alınması hususunda kendisine kimin yardım edebileceğini sordu... Onlar da sırf ikisi arasındaki soğukluk ve düşmanlığı bildikleri için; "İşte şu adamı görüyorsun ya, ancak sana o adam yardım edebilir" diyerek Resûlüllah'a işaret ettiler ve: "Haydi ona git!" dediler. Peygamberimiz o sırada Mescid'in bir tarafında idi. Adamcağız Peygamberimiz'e giderek durumu O'na anlattı. Peygamberimiz de bu adamcağızı yanına alarak doğruca Ebû Cehl'in evine gitti ve kapıyı çaldı. İçeriden Ebû Cehl: "Kim o?" diye seslendi. Peygamberimiz de: "Muhammed" diyerek cevap verdi. Dışarı çıkan Ebû Cehl, gerçekten toprak gibi kesilmişti. Peygamberimiz kendisine: "Derhal bu adamın hakkim Öde!" dedi. Ebû Cehl: "Ayrılmayimz, hemen hakkim Ödeyeyim" dedi ve evine girip çıktı. Adamın hakkim ödedi. Efendimiz de o adamla birlikte oradan ayrıldı. Olayı takip edenlerden bâzıları Ebû Cehve hitaben: "Ey Ebû'l-Hakem, doğrusu sen şaşıracak bir şey yaptın, derhal Muhammed'e itaat ettin" dediler. Ebû Cehl onlara verdiği cevapta: "Haklısınız, şaşılacak bir iş yaptım doğrusu... Fakat Allah'a yemin ederim ki, o benim kapımı çaldığı zaman beni müthiş bir korku kapladı, kapıyı açıp baktığım zaman, tepemde bir büyük deve dikiliyordu! Şimdiye kadar hiç böylesini de görmüş değildim. Eğer ben Muhammed'e derhal itaat etmeseydim, muhakkak o deve beni parçalayıp yerdi."

Şimdi de Selâm bin Miskinin anlattığim dinleyelim. Bunu nakleden de Ebû Nuaym'dir: "Bana anlattıklarına göre, adamın birinin Ebû Cehil'de bir miktar alacağı varmış, fakat bir türlü bu alacağim alamıyormuş... Birisi kendisine: "Bu hususta sana kimin yardımcı olabileceğini söyliyeyim mi?" demiş. Kendisinin "Evet" demesi üzerine: "Sen doğruca Muhammed bin Abdullah'a git!" denilmişti, O da bunun üzerine Peygamber Efendimiz'e müracât etmiş... Efendimiz de o adamı yanına alarak doğruca Ebû Cehlin evine gitmiş ve: "Derhal bu adamın hakkim ver!" diye ona emretmiş. O da: "Derhal" diyerek evine girmiş, parayı getirip ödemiş... Bâzıları bu hususta Ebû Cehl'e hitaben: "Bütün bunlar, Muhammed1 den korktuğun için değil mi?" demiş. Ebû Cehil de verdiği cevapta: "Bütün varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki),[24] Muhammed'in yanında, ellerinde kargı birçok adamlar vardı. Eğer o adamın hakkim vermeseydim, muhakkak karnımı yararlardı" demiş. [25]

Peygamberimizin Avra Bint-i Harb’in (Ümmü Cemil) Gözünden Perdelenip Korunması[26]

Yüceler Yücesi Allah buyuruyor:

"Sen Kur'ân okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanların arasına kapalı bir perde çekeriz." [27]

Yine sânı yüce Allah buyuruyor:

"Önlerinden bir sed ve arkalarından bir sed çektik de onları kapattık; artık onlar görmezler." [28]Aralarında Beyhekî ve Ebû Nuaym'in de bulunduğu kaynaklan­imz Ebû Bekir'in kızı Esmâ'dan şu haberi naklederler; O demiştir ki: "Yüceler Yücesi Allah "Ebû Leheb'in iki eli kurusun; zâten kurudu da!" [29]âyetini inzal buyurduğu zaman, Avrâ bint-i Harb büyük bir velvele ve gürültü kopararak geldi, elinde de bir taş vardı. Peygamber Efendimiz de, yanında Ebû Bekir bulunduğu halde Mescid'de idi. Ebû Bekir, Avrâ'nın gelişini görünce: "Ey Allah'ın Resulü, ben onun sizi görmesinden korkuyorum" dedi. Peygamberimiz de: "Ey Ebû Bekir, o asla beni görmeyecek!" buyurdu ve Kur'ân'dan bâzı âyetler okudu... Bunları okuyarak Allah'a sığındı. Avrâ da gelip Ebû Bekir'in başucunda dikildi ve Peygamberimiz1 i göremedi. Ebû Bekir'e hitaben: "Ey Ebû Bekir, bana haber verdiklerine göre senin arkadaşın Muhammed, beni' kötülemiş" dedi. Ebû Bekir de cevaben: "Şu Kabe'nin Rabb'ine yemin ederim ki O senin hakkında hiciv söylememiştir" dedi. Bunun üzerine Avrâ oradan uzaklaştı."

Yine bu hususta Beyhekî'nin Esmadan sevkettiği bir diğer rivayet var. Oradaki ifade de şöyledir: "...Ebû Bekir Avrâ'ya verdiği cevapta: "Vallahi arkadaşım Muhammed şâir değildir, şiir nedir bilmez, de" demiştir. Peygamber Efendimiz Ebû Bekir'e olan kelamında: "Ona sor bakalım, senin yanında başkasını görebiliyor mu? O beni elbette göremiyecektir. buyurmuştur. Ebû Bekir Avrâ'ya bunu sorduğu zaman o sinirlenmiş ve: "Ey Ebû Bekir, benimle alay mı ediyorsun? Vallahi ben senin yanında kimseyi görmüyorum!" diyerek karşılık vermiş ve ordan uzaklaşmıştır."

Bir de bu hususta İbn-i Ebî Şeybe'nin ve Ebû Nuaym'in İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var. Bunda da denilmektedir ki: "Ebû Leheb ve karısı Avrâ ile ilgili olarak Tebbet Sûresi nazil olduğu zaman, Ebû Leheb'in karısı büyük bir öfkeyle geliyordu. Bunun farkına veren Ebû Bekir: "Ey Allah'ın Resulü, ondan saklansanız! Zira bilirsiniz ki o çok - ağır konuşur" demiş... Peygamber Efendimiz de: "Onunla benim arama perde çekilir ve o beni asla göremez" karşılığim vermiştir. O hışımla gelmiş ve: "Ey Ebû Bekir, arkadaşın bizi hicvetmiş" demiş. Ebû Bekir de: "Arkadaşım şiir söylemez ve söylememiştir" demiş. Avrâ da bunu doğru kabul etmiş ve geri dönmüş... Ebû Bekir Peygamberimiz'e hitaben de: "Yâ Resûlallah, o sizi görmedi" demiş. Efendimiz de: "O buradan gidinceye kadar bir melek, beni ondan kanadıyla gizledi" buyurmuştur. [30]

 

6-1 Allah'ın Peygamberimizi Mahzum’lu Kafirlerden Koruyuşu

Beyhekî, Süddî es-Sağîr tarikiyle Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. [31]Şöyle ki: "Cenab-ı Hakk'ın: "Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları kapattık, artık onlar görmezler" mealindeki âyet-i celîlesiyle bize bildirmek istediği kimseler, Kureyş kâfirleridir. Ayette: "...Onları kapattık, artık onlar görmezler" yâni gözlerini perdeledik, artık onlar Peygamber'i görmezler, manası murâd edilmiş, görmeyince de O'na eziyet edemeyecekleri bildirilmiştir. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili olay şöyle olmuştur:

Mahzûm kabilesinden bazı kimseler ki bunlar: Velîd bin Mugîre, Ebû Cehl, Züheyr İbn-i Ebû Ümeyye, Abdullah bin Ümeyye ve Esved bin Abdü'l-Esed idiler. Bunlar Peygamberimiz'i öldürmek için kendi aralarında anlaştılar... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in kalkıp namaza durduğu zaman O'nun okuduğunu duydular. O'nu öldürmesi için aralarından Velîd bin Muğîre'yi yolladılar. Velîd Peygamberimiz'in namaz kıldığı yere geldi. O'nun sesini işitiyor, fakat kendisini göremiyordu. Dönüp öbürlerinin yanına gitti, durumu onlara anlattı. Onlar da hep beraber oraya geldiler. Peygamberimiz'in sesini işitiyor fakat kendisini göremiyorlardı. Tam sese yaklaştıkları zaman, sesin arka tarafdan geldiğini işitiyorlar ve o tarafa gidiyorlardı. Sese yaklaştıklarında yine sesin arka taraflarından geldiğini işitiyor tekrar o tarafa gidiyorlardı. Böyle birkaç defa gidip geldiler, bir türlü sesin sahibini göremediler. Göremiyeceklerini anlayınca da çekip gittiler. İşte yukarıdaki âyet-i celîle de bu sebeple nazil oldu..,"

Beyhekî: "Bu rivayeti te'yîd- eden bir rivayet, İkrime'den nakledilmiştir" der. Derim ki, Beyhekî1 nin bu sözüyle söylemek istediği rivayet, İbn-i Cerîr'in Tefsirinde İkrime'den sevkettiği rivayettir. Bu rivayette denilmiştir ki:

Ebû Cehil büyük bir öfkeyle: "Eğer Muhammed'i görürsem, yemin ediyorum ki O'na şöyle şöyle yapacağım!" diye haykırdı. İşte bunun üzerine Yâsîn Süresindeki ilgili âyetler nazil oldu, tâ; "Onlar artık görmezler" mealindeki âyete kadar... Ebû Cehl'in yanındaki adamlar; "İşte Muhammed" diyerek Peygamber Efendimiz'i gösteriyorlar, Ebû Cehl de: "Hani nerde, hani nerde?" diyordu ve O'nu bir türlü göremiyordu..." [32]

Ebû Nuaym Mu'temir bin Süleyman el-Teymî'den [33]rivayet eder. O da babasından naklen der ki: "Mahzûm kabilesinden biri, eline bir taş alarak Peygamber Efendimiz'in üzerine yürüdü. Peygamberimi­zin yanına geldiği zaman kendisinin namaz kılmakta olduğunu gördü ve elindeki taşıyla O'na vurmak istedi. Elini kaldırıp tam vuracağı sırada eli tutulup kaldı. Bir türlü taşı fırlatamıyordu. Dönüp arkadaşla­rimn yanına gitti. Arkadaşları kendisine: "Sen ondan korktun" dediler. O da: "Hayır, korktuğumdan değil; baksanıza elim kurudu, taş elimde kaldı" diye karşılık verdi. Onlar da bu durum karşısında hayret ettiler ve taş üzerinde kuruyan parmaklarim açarak taşı yere düşürdüler. "Bu doğrusu şaşılacak bir şey ve senin hakkında Allah tarafından irâde edilmiş bir husus" demekten kendilerini alamadılar." [34]

Peygamberimizin Nadr bin El-Haris'in Suikasdından Korunması

Vâkıdî ve Ebû Nuaym Urue bin Zübeyr'den naklediyor. O şöyle diyor: "Nadr bin Haris Peygamber Efendimiz'e zaman zaman eziyet eder, taarruzda bulunurdu. Birgün Peygamberimiz öğle vakti yaklaşırken haceti için Seniyyetü'l-Hacûn tarafına gitti. Adetleri veçhile oldukça uzağa gitti. Bunu gören Nadr: "Böyle bir fırsat ebediyen bir daha elime geçmez, pusuya yatıp ansızın onu öldürmeliyim!" diyerek gidip pusuya yattı... Sonra ansızın müthiş bir korkuya kapılarak geri döndü. Dönüş sırasında Ebû Cehl kendisine "Nereden geldiğini?" sordu. Nadir şu karşılığı verdi: "Muhammed'in peşinden gitmiştim. O'nun yalnız olduğunu görerek hesabım görmek istemiştim. Bu maksatla gidip pusuya yattım, fakat sınısiyah ve korkunç yılanların dişlerini birbirine çarparak ağızlarim açmış bir vaziyette bana hücum ettiklerini gördüm, müthiş korktum ve süratle evime dönüyordum!" Ebû Cehl de kendisine: "Bu, O'nun sihirlerinden birisidir" karşılığım verdi." [35]

Peygamberimizin Hakem’in Suikasdından Korunması

Taberânî, İbn-i Münde ve Ebû Nuaym, Kays bin Hubra tarikiyle Hakem'in kızından şöyle nakleder: "Bana atam dedi ki: Kızını ben sana, nıüslüman olmazdan önce bizzat kendimizin yaşadığı ve gözlerimizin gördüğü bir olay nakledeyim: Bir Resûlüllah'ı yakalayıp öldürmek üzere anlaşmıştık. O'na yaklaştığımız zaman Öyle büyük bir gürültü duyduk ki, Tihame'de parçalanmıyan hiç bir dağ kalmadığim zannettik ve müthiş korktuk... Bulunduğumuz yerde baygın yere düştük... Bu sırada Resülüllah namazını kılıp bitirmiş ve evine dönmüştür... Sonra biz, bir başka günün gecesinde Resûlüllah'ı öldürmek üzere kendi aramızda sözleşmiştik. Bu seferinde de Safa ve Merve tepelerinin üstüste gelerek aramıza girip, O'nu koruduğunu gördük... Vallahi bu seferinde dahi O'na kâ"rşı bir şey yapamadık... Nihayet Allah bizim hakkımızda hidâyet murâd etti ve bize müslüman olmamız için izrı>' verdi. Bizler de müslüman olduk..." [36]

Peygamberimizin Rükane ile Güreşinde Görülen Harikuladelik

Beyhekî İbn-i İshak tarikiyle rivayet eder. O diyor ki: "Babam İshâk bin Yesâr'ın bana anlattığına göre, Hicaz'ın meşhur pehlivanı Rükâne bin Abdü Yezîd'e hitaben Peygamberimiz demiş ki: "Ey Rükâne, İslâm'ı kabul eyle!" Rükâne karşılığında: "Eğer senin söylediğinin hak olduğunu bilmiş olsam, kabul ederim!" demiş. Peygamberimiz de." "Eğer ikimiz güreş tutar ve ben seni bu kadar güçlü olmana rağmen yıkarsam, İslâm'ın hak olduğunu kabul eder misin?" demiş. Rükâne de bu teklifi kabul edip güreşe tutuşmuşlar. Peygamber Efendimiz onu bir hamlede alıp yere indirmiş. Neye uğradığim bilemeyen Rükâne: "Yâ Muhammed, güreşi tekrarlayalım" demiş ve tekrarlamışlar. Bu seferinde de Peygamberimiz onu alıp yere indirmiş... Sonra yerden kalkan Rükâne: "Ben bugüne kadar böyle bir sihir görmedim" diyerek oradan ayrılmış... Bu güreşi anlatırken Rükâne şöyle dermiş: "Vallahi ben, O'nun tarafından yere indirildiğim zaman, kendimde hiç bir şey yapmağa güç

bulamadım![37]"

Yine Beyhekî'nin Rükâne'den rivayetinde şöyle denilmiştir: "Ben ve Hazret-i Peygamber koyun güderdik... Birğün bana Peygamber dedi ki: "Ey Rükâne, benimle güreş tutmayı kabul eder misin?" Ben: "Nesine?" diye sordum. O da: "Bir koyuna" dedi. Ben de kabul ettim ve güreşe tutuştuk. Fakat o beni yıkarak koyunu kazandı ve bana ikinci defa güreşip güreşmeyeceğimi sordu, ben de kabul ettim. Bu seferinde de beni yenerek bir koyun da kazandı. Üçüncü defa güreşmeyi teklif etti ki, ben bunu da kabul ettimse de neticede yine yenildim ve bir koyun daha kaybettim... Gayet üzüntülü ve düşünceli olarak oturuyordum. Bana niçin bu kadar üzüldüğümü sordu, ben de kendisine: "Hem güreşte yenildim, hem de babama döndüğümde üç koyunun hesabim vereceğim!" dedim. Hazret-i Peygamber ki Peygamberliğinin ilk günleri idi, bana dedi ki: "Peki dördüncü defa güreşmek ister misin?" Ben: "Hayır" dedim. Peygamber: "Babana koyunlann hesabim vermene gerek yoktur, zira koyunlar senindir" diyerek üzüntümü azalttı... Çok geçmeden de îslâm Dâvası'nı aşikâre eyledi. Ben de kendisine giderek müslüman oldum. Kendisiyle güreş tuttuğumuz gün, kendi kuvvetiyle değil, kendisine verilen mucizevî bir kuvvetle güreştiğini anlamıştım... Allah'ın bana hidâyet vermesine bunun sebeb olduğu kanâatini taşıyorum." [38]

Osman bin Affan’ın Müslüman Oluşu Hakkında Vukua Gelen Fevkalâdelik

İbn-i Asâkir'in tahricine göre Osman binAffân (radıyallahü anh): "Ben câhiliye zamanında kadına düşkün biriydim... Bir gün ben, Kabe yakimnda Kureyş'le birlikte oturuyordum. Birisi gelip: "Muhammed, kızı Rukiyye'yi amcası Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile nikahladı" diye bir haber getirdi. Ben bu habere üzüldüm, zira Rukiyye çok güzeldi ve ben Utbe'den evvel davranıp onunla evlenmek isterdim. Bu fırsatı kaçırdım. Az sonra evime döndüm. Evde halam oturuyormuş. Kendisi zaman zaman kehânette bulunurdu... Beni görünce şöyle konuşmaya başladı: "Müjde ey Osman! Üç sene yaşıyacak, sonra üç sene daha, sonra bir üç sene daha, ayrıca ilâveten bir sene daha... Yâni on sene daha yaşadıktan sonra sana büyük bir hayır ulaşacak... Temiz ve güzel bir bakire ile evleneceksin, sen de o güne kadar evlenmemiş olacaksın ve aldığın kızın soyu ve şerefi çok büyük olacak..." Ben onun bu sözlerine çok şaştım... Dedim ki: "Ey hala, sen neler söylüyorsun?" Dedi ki: "Ey esman, güzel yüz senin, tatlı söz senin, O bir Peygamberdir ve Peygamberliğini isbât eden mucizesi vardır. O'nu hak Peygamber olarak Deyyân olan Allah gönderilmiştir.'O'na tenzil ve furkân gelmiştir; hiç durma O'na uy! Sakın putlar seni mahvetmesin!" Dedim ki: "Ey hala, sen şu anda hiç söz konusu olmayan bin şeyden bahsediyorsun. Bunu açıklar mısın?" O da dedi ki: "Muhammed bin Abdullah, Allah'ın Resulüdür, kendisine kitap indirilmiştir, O insanları Allah'a çağırır. Sabah aydınlığı gibi bir aydınlık. Tam manası ile kurtuluş yolu olan bir din! Başarılı ve kahraman, muzaffer bir kumandan! Çağırıp bağırmanın yok bir faydası... Kılıç onun elinde, söz onun, kuvvetli olan O..."

Onun bu sözleri gerçekten içime işlemişti. Ben bâzan Ebû Bekir'in meclisine katılır, onları dinlerdim. Kalktım onun yanına gittim. Duyduklarımı kendisine anlattım. O da bana: "Ey Osman, sen akıllı ve tedbirli bir adamsın, hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırdedebilecek durumdasın... Bizını şu kavmimizin tapındığı putlar nedir ki? Konuşmaz, görmez, fayda ve zarar da vermez; taş parçalarından ibaret değil midir?" Ben kendisine: "Yemin ederim ki doğru söylüyorsun" diye karşılık verdim. Ebû Bekir tekrar: "Vallahi halan sana doğru söylemiş, İşte Allah'ın Resulü Muhammed bin Abdullah, gerçekten Allah O'nu elçi olarak göndermiş bulunuyor. Bizzat kendisine gidip O'ndan dinlemeye ne dersin?" dedi. Ben de: "Giderim" dedim ve gittim... Peygamber bana dedi* ki: "Ey Osman, Allah sizleri cennetine çağırıyor, bu daveti kabul etmelisin! Bilesin ki ben Allah'ın sana diğer kullarına gönderdiği elçisiyim." Ben, O'nun bana olan bu davetini kabul etmemezlik edemedim, derhal orada müslüman oldum... Sonra aradan bir zaman geçmemişti ki ben Peygamber'in kızı Rukiyye ile evlendim...

Dillerde söylenen şu idi: "En güzel evlilik, Rukiyye'nin Osman ile evliliğidir." [39]

Ömer bin El-Hattab’ın Müslümanlığı Kabul Edişindeki Fevkalâdelik

İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Hâkim ve Beyhekî'nin Enes'ten tesbitlerine göre, o şöyle demiştir: "Ömer bir gün kılıcim kuşanarak yola çıkmış gidiyordu... Zühre Oğullarından bir adam kendisine rastlayıp: "Nereye yöneldin, yâ Ömer?" diye sormuş. Ömer: "Muhammed'i öldürmeye gidiyorum!" demiş. Adamcağız: Hâşim ve Zühre Oğullarimn elinden nasıl kurtulacaksın yâ Ömer?" demiş... Ömer: "Her halde sen de müslüman olmuşsun!" demiş. Adamcağız: "Daha fazla şaşıracağın bir şey söyleyeyim mi? Kızkardeşin ve enişten bile müslüman olmuş durumdalar" diye karşıiık vermiş. Ömer büyük bir öftkeyle eniştesinin evine gider ve kapıyı çalar... Onun gelişini hisseden Hâbbab hemen saklanır. İçeri giren Ömer: "Birşeyler mırıldanıyordunuz, neydi okuduğunuz?" der. Onlar ise o sırada Tahâ Sûresini okuyorlarimş... Fakat Ömer'den çekindikleri için on"a verdikleri cevapta: "Hiç öyle aramızda konuşuyorduk" demişler. Ömer: "Hayır, siz birşey okuyordu­nuz, siz müslüman olmuşsunuz!" diyerek bağırmış. Eniştesi kendisine: "Ey Ömer, eğer hak senin dîninin dışındaki bir dinde ise, buna ne dersin?" diye karşılık vermiş. Bunun üzerine Ömer, eniştesinin üzerine yürümüş ve onu yere serip ezmeye başlamış. Kızkardeşi gelip Ömer'i iterek kocasını onun altından kurtarmak istemiş. Ömer kardeşinin yüzüne bir yumruk vurarak yüzünü kanlar içinde bırakmış ve: "Okuduğunuz şeyi bana vereceksiniz ve ben ne okuduğunuza bakacağım!" diye ısrar etmiş... Kardeşi kendisine: "Sen pissin, gusül yapmazsın; bizim okuduğumuza ise temiz olmayanlar dokunamaz; kalk yıkan da okuduğumuz şeyi sana verelim" karşılığim vermiş... Ömer de kalkıp yıkanmış ve onların okuduğu şeyi eline alarak okumaya başlamış. Tâhâ Sûresini tâ:

"Gerçekten ben evet Allah'ım; Ben'den başka hiçbir tanrı yoktur! O halde yalnız Bana kulluk et, Beni anmak için namaz kıl!" [40]âyetine kadar okumuş. Derin bir düşünceye dalan Ömer: "Muhamme-din bulunduğu yere beni kılavuzlayın, O'nu görmek istiyorum" demiş. Saklandığı yerde Ömer'in bu sözünü duyan Habbâb saklandığı yerden çıkmış ve: "Ey Ömer, sana müjde ederim! Sevgili Peygamberimiz Perşembe gecesi şu duayı yapıyordu: "Allah'ım, yâ Hattâb'ın oğlu Ömer ile, yahut Hişâm'ın oğlu Amr ile İslâm'ı azız kıl." O'nun bu duasının senin hakkında kabul olduğunu umuyorum!" diyerek kendisini müjdelemiş ve İslâm'a teşvik eylemiştir. Doğruca Peygamberimiz'in bulunduğu yere giden ve O'nunla konuşan Ömer, Peygamberimiz'in huzurunda müslüman olmuştur."

İmâm-ı Ahmed Hazret-i Ömer'den nakleder. O demiştir ki: "Birgün ben dışarı çıkmış Resûlüllah'ın önüne geçmeye çalışmıştım. Hâlâ müslüman olmamıştım... Baktım Resûlüllah beni geçmiş ve benden evvel Mescid'e varmış... Ben O'nun arkasında idim. Kendisi Hakka Sûresini okumaya başladı. Ben onun okuduğunu dinliyor, Kur'ân'ın fesahat ve belâğatine hayran oluyordum. Diyordum ki: "Bu ne kadar güzel bir şiirdir! Nitekim Kureyş de böyle söylemektedir..." Derken Resûlüllah: "Gerçekten o şerefli bir elçinin sözüdür, bir şâirin sözü değildir, ne kadar az inanı­yorsunuz!" mealindeki âyeti okudu. Ben de: "Öyleyse o bir kahindir"

dedim. Peygamber: "O bir kahin sözü de değildir! Ne kadar az düşünüyorsunuz. O âlemlerin Rabbi Allah'ın indinden indirilmedir" âyetini okudu ve sûrenin sonuna kadar devam etti. O gün îslâm sevgisi, bütün kalbimi istilâ etmişti."

İbn-i Sa'd, Ahmed, sahihtir kaydiyle Tirmizî, İbn-i Hibbân ve Beyhekî İbn-i Ömer'den rivayet ediyorlar. O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz dua buyurup: "Allah'ım, şu iki adamdam hangisi sana daha sevimli ise, onlardan biri ile İslâm'ı azız eyle! Ebû Cehiî bin Hişam ile Ömer bin el-Hattâb'dan birine müslümanlık nasib et" diye Cenâb-ı Hakk'a yalvarmıştı."

Bu mealdeki bir hadisi Beyhekî, Enes'ten de rivayet etmektedir, İbn-i Mâce ile Hâkimin Âişe'den olan rivayetinde ise, Resûlüllah Efendimiz'in bu duasında sâdece Ömer'in adının geçtiği kaydedilmiştir. Ayrıca Hâkim'in Enes'ten dahi bir rivayeti olup bu rivayette de sâdece Ömer'in adı geçmektedir.

Taberânî' ve Hâkim İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler: "Gerçekten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'ım, Ömer'e hidâyet vererek İslâmı azız-kıl yahut Ebû Cehl'e hidayet vererek müslümanlığı te'yîd eyle" diyerek dua etmiş; O'nun bu duası Ömer hakkında kabul edilmiştir. Ömer müslüman olmuş ve İslâm mülkünü Allah'ın lütfettiği bu hidayet üzerine bina kılmıştır.[41]

(Buharî'nin rivayetine göre İbn-i Mes'ûd: "Biz Ömer'in müslüman olduğu günden itibaren hep izzetli ve kuvvetli idik" demiştir. Diğer bir rivayete göre de: "Ömer'in müslüman olmasından önce biz, Kabe'de namaz kılamazdık" demiştir.)

Hâkim Huayfe'den şöyle rivayet etmiştir: "Ömer'in zamanında müslümanlık,-devamlı ilerliyen bir adam gibi hep terakki ve teali eylemişti! Ömer'in şehîd edilmesinden sonra ise, hep gerilemiştir."

İbn-i Sa'd Suheyb bin Sinan'dan şöyle nakletmektedir: "Ömer müslüman olunca müslümanlık aşikâre oldu... Açıkça îslâm'a davet devresine girildi. Kabe'nin etrafında halka olup oturduk, Kabe'yi tavaf eyledik, bize kötü sözler sarfedenlere karşı bir nevi intikam aldık..."

Yine İbn-i Sa'd'ın Saîd bin el-Müseyyib'ten bir rivayeti de şöyle: "Ömer müslüman olduğu zaman, kırk birinci olarak İslâm'ı kabul etmiş oldu... On aded de kadın müslüman vardı. Hepsinin sayısı elli bir idi. Ömer'in îslâm'ı kabul etmesi ile müslümanlık açığa çıktı."

Hâkim ve İbn-i Mâce'nin İbn-i:i Abbâs'tan rivayetlerinde ise: "Ömer müslüman olunca, Cebrâîl gelip: "Ömer'in İslâm'ı kabul etmesine bütün gök ehli sevindiler, ey Allah'ın Resulü!" diyerek müjde getirdi" denilmiştir."[42]

Dımad'ın Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelik

Ahmed, Müslim ve Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan rivayeti: İbn-i Abbâs diyor ki: "Bir gün Ezd kabilebinden olan Dımâd Mekke'ye gelmiş, Kureyş'le konuşmuş... Kendisi yel ve benzeri hastalıkları tedaviye çalışırmış... Kureyş'ten bâzı akılsızlar ona: "Muhammed delirdi" demiş­ler. Dımâd da Peygamberimiz'e acıyarak: "Gidip şu adamcağızı tedavi edeyim umulur ki Allah ona benim elimle şifa verir" diye Peygamberi­mizin yanına gelmiş... Demiş ki: "Ey Muhammed, ben, bâzı hastalıkları okuyup tedavi etmeğe çalışırım. Allah da dilediği kuluna, benim elimle şifa verir... İstersen, seni de tedavi etmeğe çalışırım!" Onun bu sözlerine karşılık olacak Peygamber Efendimiz de buyurmuş ki:

"Olanca hamd ü sena gerçekten Allah içindir! Biz yalnız O'na hamdeder, yalnız O'ndan .yardım dileriz... O'na hakkiyle inanır, hakkiyle tevekkül ederiz... Nefislerimizin şerrinden ve yaptıklarımızın kötülüklerinden de yine O'na sığimrız... Bir kimse ki Allah ona hidâyet vermiştir; hiçbir kimse onu bu hidâyetten saptıramaz. Bir kimse ki Allah onu saptırmıştır, kimseler ona hidâyet veremez... Ben, bütün varlığımla şehadet ederim ki: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur! Yine şehadet ederim ki: Muhammed de, gerçekten O'nun kuludur ve Resulüdür!"

Dımâd, bu muhteşem îmân ve tevhtd cümlelerini duyunca hayran olmuş ve demiştir ki: "Ey Muhammed, bu emsalsiz güzellikteki sözleri bana tekrar eder misin?" Peygamber Efendimiz de kendisine bu cümleleri tekrar buyurmuşlar. Bunun üzerine Dımâd: "Ey Muhammed, ben kâhinlerin sözlerini de işittim, sihirbazların, şâirlerin kelamlarim da dinledim. Fakat bunlar kadar güzel sözleri, şimdiye kadar hiç duymuş değilim! Bu cümleler, gerçekten ilim ve hikmet deryasının tâ merkezine ulaşmıştır. Ey Allah'ın elçisi, elini bana uzat da müslümanlı-ğı kabul etmek üzere sana biat edeyim!" demekten kendisini' alamamıştır. Resûlüllah Efendimiz da ona mübarek elini uzatmış, o da müslüman olmak üzere Resûlüllah'a bîatta bulunmuştur." [43]

Amr Bîn Abdttl-Kays’ın Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelikler

İbn-i Şahin Hüseyin bin Muhammed tarikiyle şöyle bir rivayet sevketmiştir: "Bize, Abdü'l-Kays kafilesinin içinde bulunan bâzı kimseler anlattı: aynı kabileden olan Eşec adındaki kişinin, kendisiyle samimiyet kurduğu bir râhib vardı. O bunu, yolculuk esnasında tanımıştı. Râhib, Lübnan'ın bir kasabası olan Dârin'de otururdu. Eşec, her sene gittiği ticaret seferinde mutlaka onunla konuşur, ondan bir şeyler öğrenmeğe çalışırdı. Bir seferinde bu râhib Eşec'e demiş ki: "Yakında Mekke'de bir Peygamber çıkacaktır. Bu Peygamber, hediye olan maldan yer, sadaka olandan yemez. İki omuzu arasında bir işaret bulunur. Getirdiği din, diğer dinlerin üzerine çıkacaktır." Sonra râhib vefat etmiş. Eşec de, kızkardeşinin oğlu olan Amr İbn-i Abdü'l-Kays'ı Mekke'ye göndermiş. Amr, Mekke'ye geldiği zaman hicret yılı imiş. Yine de Mekke'de Peygamberle karşılaşıp görüşmüş. Söylenen alametlerin doğruluğunu görünce müslüman olmuş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine Fatiha Sûresini ve Alalf Sûresini öğretmiş. Ayrıca kendisine: "Kabilene vardığın zaman dayim da İslâm'a davet et! O da Allah'ın bu hak dinini kabul etsin" buyurmuştur

Amr, Mekke'den kabilesine müslüman olarak ve bazı Kur'an Sûrelerini öğrenmiş bulunarak, hem de İslâm'ın bir dâvetcisi olarak dönmüştür. Kabilesine vardığı zaman, dayısı el-Eşec'i de İslama çağırmış ve bu husustaki Peygamberin sözünü kendisine haber vermiştir. El-Eşec de derhal müslüman olmuştur. Fakat duruma göre davranarak müslümanlığim bir müddet gizlemiştir. Sonra yanında onaltı arkadaşıyla birlikte Medine'ye gelmiştir. Bu sırada, henüz onlar gelmeden arkadaşlarimn yanına çıkmış olan Hazret-i Peygamber; "Ashabım, bu gecenin sabahında bir kafile gelecek, şu doğu tarafından. Bunlar müslüman olmaları için hiçbir zorlama görmeksizin, kendi iradeleriyle müslüman olacaklar" buyurmuş; onlar da öylece gelip müslüman olmuşlardır."

(Bunların Mekke'ye gelişinin Mekke'nin fethi yılına rasladığim rivayet edenler varsa da, doğru ve sahih olanı; hicretin dokuzuncu yılında, Resûlullah'ın Tebük Gazvesinden dönüşü sırasında geldikleridir.)[44]

Devs'li Tufeyl bin Amr'in Müslüman Oluşunda Görülen Mucizeler.

Buhârî, Ebû Hüreyre'den nakleder. O demiştir ki: "Devs'li Tufeyl bin Amr, Peygamber Efendimiz'e gelip: "Ey Allah'ın Resulü, şu bizını Devs kabilesinin insanları; Allah'a isyan ediyorlar, İslâm'ı red ediyorlar! Onlar hakkında beddua et" demiştir. Sevgili ve büyük Peygamberimiz de hemen kıbleye dönüp: "Ey Allah'ım, Devs kabilesinin insanlarına hidayet ver, onlara iyilik ve ihsanda bulun" diyerek onlar hakkında hayır duada bulunmuştur."

Beyhekî İbn-i İshak'tan rivayet ediyor: "Devs'li Tufeyl bin Amr kendisi anlatır: Ben Mekke'ye geldiğim zaman Resûlullah henüz oradan hicret etmiş değildi. Benim akıllı, şâir ve şerefli bir adam oluşuma bakarak Kureyş büyükleri etrafımda toplanıp: "Ey Amr, ülkemize hoş geldin, safa getirdin! Bilesin ki Muhammed aramızda yepyeni bir dava ile ortaya çıktı. Birliğimizi bozup işimizi darmadağan eyledi. Onun sözü tıpkı sihir gibi insanları büyülüyor, kişi ile babasının, kişi ile kardeşinin, kişi ile karısının arasım açıyor. Sakın Muhammed seni de büyülemesin! Sonra senin sebebinle kavminin araşma ayrılık gayrılık sokar! Ondan çok sakınmalısın, yâni onu hiç dinlememelisin" diye beni ondan sakındırmaya çalıştılar. O kadar İsrâ'r ettiler ki, ben de vallahi onu hiç dinlememeye kesin olarak karar verdim, ondan hiçbir şey duymamak için kulaklarımı da pamukla tıkadım. Sabahleyin herkes gibi Mescid'e gittim, bir de ne göreyim, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescidi gelmiş, el bağlayıp namaza durmuş, ibâdetini yapmaktadır. Ben her ne kadar O'nu dinlememeğe azmetmişsem de, Allah bana ondan bazı şeyleri duymamı taktir etmiş. Baktım çok güzel şeyler okuyor. Kendi kendime dedim ki: "Sen akıllı, şâir ve edip bir kimsesin! Mücerret bir insanın kelâmim duymuş olmaktan böyle korkmanın bir mânası yoktur. Dinleyip anlarsın, gerçekten güzelse kabul edersin, değilse red edersin." Peygamber orada ibâdetini tamamlayıncaya kadar oturup bekledim. O, oradan ayrılıp evine döndüğü zaman, ben de peşinden gittim, kendisine dedim ki: "Ey Muhammed, senin kavmin senin hakkında bana böyle böyle söylediler. Fakat buna rağmen ben seni dinledim. Gerçekten senin dâvan nedir? Getirdiğin bu yepyeni din nedir? O da bana müslünıanlığı arz etti, Kur'andan bazı ayetler okudu. Allah'a yemin ederim ki, O'nun bana söyledikleri've okudukları, o kadar güzel şeylerdi ki; ben onların bir benzerini görmüş veya işitmiş değilim! Bunlar, son derece güzel, son derece adaletli ve gerçek olan şeylerdir. Ben de hemen oracıkta müslüm anlığı kabul ettim ve dedim ki:

"Ey Allah'ın Resulü, ben kavmim içinde kendisine itibar ve itaat edilen bir adamım. Şimdi ben onlara müslüman olarak döneceğim ve kendilerini İslâma çağıracağım. Allah'a benim hakkımda dua ediver de,

Allah bana Fevkalâdeliği olan bir alâmet ihsan buyursun!" Benim bu ricamı kabul eden Peygamberimiz: "Allah'ım, ona bir alâmet ihsan eyle!" diye dua etti. Ben de yola çıktım. Seniyye-i Kedâ'ya vardığım zaman iki gözümün arasından kandil gibi bir nûr çıkmaya başladı. Bunun kötüye yorul ab ileceğinden endişe ederek: "Allah'ım, bu alâmeti yüzümden başka bir yere nakleyle!" diye dua edip Allah'a sığındım. Bir de ne göreyim, kandil gibi bir nûr, başımdan ışık saçmaktadır. Kavmime vardığımda onları İslama davet ettim. Fakat onlar bunu geciktirdiler. Ben de Resûlullah'a gidip durumdan şikayetçi oldum ve kavmimin aleyhine dua etmesini rica ettim. Fakat Hazret-i Peygamber onların aleyhine değil, lehine dua etti ve şöyle buyurdu: "Ey Allah'ım! Şu Devs kabilesinin insanlarına hidayet ver!" Sonra bana dönüp şu tenbihde bulundu: "Ey Amr, haydi kavmine git, onları İslama davet eyle! Sakın kendilerine katı davranma! Onlara gayet yumuşak ve anlayışlı olarak davran!" [45]

Sonra bana kavmime dönmemi emrettiler. Ben de kavmime döndüm. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Medine'ye hicretlerine kadar, onları İslâm'a davete devam ettim. Bir müddet daha devam ettikten sonra, yanıma yetmiş-seksen kadar müslüman ev halkim alarak Resûlullah'a gittim. O sırada Resûlullah Efendimiz, Hayber Gavzesine gitmişti. Ben de kendisini burada ziyaret ettim."

Ebû'l-Ferec Isfehâni el-Eğâni adlı eserinde, senedi Abbâs bin Hîşâm'a varan bir rivayet sevkeder. Bu rivayette denilmiştir ki: "Devs'li Tufeyl bin Amr Mekke'ye gittiği zaman Resûlullah orada Peygamberli­ğini ilân etmiş, sonra da Medine'ye hicret buyurmuşlardı. Kureyş Amr'i Peygamberimiz'e göndermiş ve kendisine şu teklifi yapmıştı: "Ey «Amr, Medine'ye git, Muhammed'le konuş, O'nun durumunu gözden geçir, dâvasını iyice incele. Sonra gelip bize haber verirsin." Bunun üzerine Amr, Mekke'den ayrılıp Medine'ye gelmiş, Peygamberle görüşmüş. Peygamber kendisine İslâm'ı arz eylemiş, O da Peygamber'e demiş ki: "Ey Muhammed, ben akıllı ve şair bir adamım, şimdi sen benim söyliyeceklerimi dinle!" Amr, böyle söyleyip bazı şiirler okumuş. Peygamber Efendimiz de kendisine:

"Ey Amr, şimdi ben sana bazı şeyler okuyacağım, bunları dikkatle dinlemelisin" buyurup akabinde Eûzü Besmele çekerek: "de ki: "Allah birdir, Allah sameddir" diye İhlâs Sûresinin âyetlerini baştan sona

kadar okumuş. Sonra Kul-eûzü sûrelerini okumuş. Sonra: "Ey Amr, İşte duydun ve anladın, İslâmı kabul et" buyurmuş. Amr da hemen orada müslümanhğı kabul etmiş."

Amr, müslüman olduktan sonra izin alarak kavmine dönmüş, yolda giderken karanlık bir gecede yağmura tutulmuş. Nereye gittiğini, nereye ayak bastığim göremiyormuş. Kılıcimn kenarından kandil gibi bir ışık zuhur edip yolunu aydmlatıyormuş. Bu şekilde kavmine ulaştığı zaman, onun kılıcimn ucundan çıkan ışığı tutup avuçlamak istemişler. Parmaklarimn arasından da bu nurun fışkırmakta olduğunu görmüşler. Amr, babasını ve anasını îslâm'a davet etmiş, babası müslüman olmuş, fakat anası müslümanhğı kabul etmemiş. Sonra bütün kavmini İslama çağırmış, kavminden ilk müslüman olan da Ebû Hüreyre olmuştur. [46]

Tefsir sahibi İbn-i Cerir'in İbn-i'l-Kelbi'den bir rivayeti var. O şöyle demiştir: "Tufeyl bin Amr'ın Zi'n-Nûr diye lakabı vardı. Ona bu lakabın verilmesinin sebebi şu idi: O, Resûlullah'a gidip müslüman olduğu zaman: "Ey Allah'ın Resulü, benim kavmimi îslâm'a davet ederken üzerimde bir alâmet olması lâzını. Bu hususta dua ediver de Allah bana bir alâmet ihsan eylesin" ricasında bulunmuştu. Resûlullah da: "Ey Allah'ım, ona bir nûr ihsan eyle!" diye dua ediverdi. Tufeyl kavmine giderken, iki gözünün arasından kandil gibi bir nûr hasıl oldu. Tufeyl bunun yanlış anlaşılmasından endişe ederek, Cenâb-ı Hakk'tan tebdilini istedi. Cenâb-ı Hak da onu, kılıcimn ucunda kıldı. Tufeyl karanlık gecede yoluna devam ediyor, bu nur da kandil gibi önüne ışık veriyordu."[47]

Osman bin Mazun’un Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelikler

Ahmed ve İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz Mekke'deki evinin yanında oturuyordu. Osman bin Maz'un oradan geçerken, Peygamberimiz'e karşı yüzünü ekşiterek güya tehdid etmek İstediğini gösterdi. Peygamberimiz: "Osman, oturmak istemez misin?" dedi. Osman: "Evet" deyip oturdu. Konuşmaya başladılar. Bu sırada Resûlullah gözünü semaya dikip bakakaldı. Bir müddet böyle kaldıktan sonra gözünü sağ tarafa indirip baktı, sonra g baktığı noktaya geçip oturdu. Başim hareket ettirerek dikkatle dinlemeğe (o sırada gelen vahyi almaya) başladı. Osman da bu durumu iyice gözden geçiriyordu. Sonra Resûlullah, önceki gibi gözünü semaya dikip bir müddet öyle kaldı. Vahiy hali sona ermişti. Sonra Osman'a dönüp yaklaştı. Osman: "Ey Muhammed, hiç daha önce böyle bir şey yaptığim görmemiştim" dedi. Resûlullah: "Ey Osman, sen ne yaptığımı görmüş bulunuyorsun" buyurdu. Osman, gördüğü hali Peygambere haber'verdi. Peygamberimiz de: "Demek ki sen o hali anlamışsın" buyurdu. Osman: "Evet" dedi. Peygamberimiz de: "Ben o hali yaşarken, bana Cebrâîl gelmişti" buyurdu. Osman: "Cebrâîl sana n-e dedi?" diye' sordu. Peygamberimiz de: "Cebrâîl bana şu âyeti getirdi" buyurup nazil olan âyeti okudu: "Allah gerçekten adaleti, ihsanı, akrabaya iyiliği emreder; fuhuştan, münkerden ve hakka tecâvüzden de meneder! Öğüt alasınız diye size böylece öğüt verir!" [48]

Osman diyor ki: "İşte bu ayet nazil olduğu zaman, benim kalbim İslama ısındı ve ben Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) sever oldum." [49]

Cinlerin Müslüman Olması ve Bu Hususta Görülen Mucizeler

Yüce Allah buyuruyor ki:

"Bir zamanlar cinlerden bir gurubu, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde: "Susun dinleyin" dediler. Okuma bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler." [50]

Yüce Allah buyuruyor ki:

"de ki: Bana vahyolundu ki, cinlerden bir topluluk Kur'an dinlediler de şöyle dediler: Biz harikulade bir Kur'an dinledik." [51]

Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Resûlullah Efendimiz ashabından bâzıları ile birlikte meşhur Ukâz panayırına gitmişti. Bu sırada şeytanların semavî haberleri dinlemesi yasaklan­mıştı. Dinlenmeğe kalkışan olursa gönderilen alevlerle dinleme yerlerinden sürülüyorlardı. Şeytanlar kendileri arasında büyük bir toplantı yaparak durumun ne olduğunu görüşmek istemişler. Demişler ki: "Semanın haberiyle bizını aramıza giren şeyin, çok mühim bir olay olduğunda şüphe yoktur. Acaba bu olay, ne olabilir?" Bâzıları bu soruya: "Dünyanın doğusunu batısını, her tarafim kontrol etmemiz gerekir" demiş ve araştırma yapmak üzere dağılmışlar... Tihame taraflarına giden grup, Nahle denilen yere geldiklerinde Resûlüllah Efendimiz'in ashabı ile birlikte namaz kıldıklarim görmüş... Peygamberimizin okuduğu Kur'ânı işitince: "Durun dinleyelim!" demişler. Dikkatle kulak verip dinlemişler ve demişler ki: "Vallahi bizınıle semanın haberi araşma gerilen şey budur! O halde buna inanmamız gerekir."[52]. Böyle deyip Kur'ân'a îmân etmişler ve buradan kavimlerine (diğer cin ve şeytanlara) döndükleri zaman da onlara hitaben demişler ki: "...Ey bizim kavmimiz, biz harikulade bir Kur'ân dinledik. O Kur'an gerçekten doğru yola iletiyor, biz ona îmân ettik. Artık bundan böyle Rabb'imize hiç bir kimseyi ortak koşmayacağız!" [53]

İbn-i Cerir, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Osman el-Hudaî tarikiyle İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ederler, O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz ashabına hitaben buyurdu ki: "Bu gece cinlerin hâlini görmek isteyen benimle gelebilir." Benden başka Peygamberimizle çıkan olmadı. İkimiz birlikte gittik Mekke'nin üst tarafına çıktığımız zaman ayağı ile bir yere çizgi çekti ve bana oraya oturmamı emretti. Sonra kendisi biraz ileri gitti ve Kur'ân okumaya başladı. Sonra üzerini birtakım karaltılar kapladı. Artık O'nu hiç gör emiyordum, sesini de duyamıyordum... Sonra bulut parçaları gibi gitmeye başladılar, ancak içlerinden bir grup kalmıştı. Sonra şafak attı... Peygamberimiz de oradan ayrılarak yanıma geldi. "Hani o grup nerede?" diye seslendi. İşte oradalar dedim. Eline kemik ve tezek parçası alarak onlara vedi, sonra: "Bu ikisi ile istincâ yapmayimz, zira bunlar cin kardeşlerinizin yiyeceğidir" buyurdular. [54]

İbn-i Mes'âd'a âit bir rivayette, o gece toplanıp Kur'ân dinleyen cinlerin sayısı on beş kadardı ve bunlar kardeş çocukları ve amcaoğulları idiler. Yine İbn-i Mes'ûd'a âit bir diğer rivayette, o gece Resûlüllah ile birlikte gittikleri yer el-Hacûn idi. Cinlerin büyüğü Peygamber Efendimiz'e: "Ben bunları sana hiçbir zarar vermeden alıp götürürüm" demişti. Peygamberimiz'in cevabı da: "Allah'tan bana gelecek olan bir zarardan, hiçbir kimse beni kurtaramaz!" olmuştu. Cinlerin büyüğünün adı ise verdân idi.

Ebû Nuaym İbn-i Mes'ûd'dan şöyle tahric etmiştir: "Cinlerden bir grubun Resûlüllah Efendimize çevrildikleri gece, ben O'nun yanında idim. Cinlerden biri, elinde bir alev parçası ile Resûlüllah'ın üzerine yürüdü. Cebrâîl de Peygamberimiz'e: "Yâ Muhammed sana bir dua öğreteyim ve sen bu şekilde dua ederek Allah'a sığın! Bu suretle onun alevi sönecek ve kendisi burnu üstüne yere yuvarlanacaktır. [55]Bir dua öğretti. Peygamberimiz duasını yaptı, Yüce Alah da şeytanları hezınıete uğrattı... Dua şudur:

"de ki: Ben keremi sonsuz Allah'a, O'nun vechine, O'nun kelimâtına (hiç bir kimse o kelimeleri geçemez) sığimrım; semâdan inen ve semâya çıkan şeyin şerrinden, arza giren ve arzdan çıkan şeyin şerrinden, gecenin ve gündüzün şerrinden... (Ancak geceleyin ansızın gelen biri müstesnadır ki, o bana hayırla gelir.) İşte bütün bu serlerden, beni sen koru ey Rahman..."

Taberânl, Ebû Nuaym Ebû Zeyd tarikiyle İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler: "Biz Mekke'de Peygamberimizle birlikte idik. Peygamberimiz ashabına hitaben: "Tam bir ihlâs ve istekle benimle gelmek isteyen varsa, gelebilir" buyurdu. Ben kalkıp kendisiyle beraber yürüdüm, yanıma da bir su kabı aldım. Birlikte yürüyüp Mekke'nin üst tarafına vardık. Ben o sırada bulut gibi bir karaltı gördüm. Peygamberi­miz bana: "Ben gelinceye kadar şurada otur, bekle" buyurdu. Ben de beklemeye koyuldum. Peygamberimiz ileriye vardı, onlar O'na üşüşüyorlardı. Peygamberimiz kendileriyle geç vakte kadar müsâmere-de bulundu. Şafak atarken benim yanıma geldi. Bana: "Buradan hiç ayrılmadın değil mi?" dedi. Ben de: "Ayrılmadım" dedim. Sonra: "Abdest almak için yanında su var mı?" diye sordu. Ben de: "Ey Allah'ın Resulü var" dedim ve su kabim açtım. Fakat içinde nebîz (şerbet) varmış... Ben bunu aldığım zaman, içinde su vardır zanniyle almıştım, fakat nebîz imiş, dedim... Resûlüllah da: "Hurma temizdir, su temizleyicidir; bunun içinde ise bu ikisi vardır" buyurdu ve onunla abdest aldı... Namazına duracağı zaman cinlerden ikisi O'nun yanına gelip: "Ey Allah'ın Resulü, biz Senin bize imam olarak namaz kıldırmanı istiyoruz" dediler. Peygamberimiz de onları saf halinde dizdiler, sonra hepimize birden namaz kıldırdılar... Sonra Mekke'ye dönüşe geçtik. Ben kendisine: "Bunlar kimlerdir, yâ Resûlallah?" diye sordum. Buyurdular ki: "Bunlar, Nusaybin cinleridir. Kendi aralarında vukua gelen bir ihtilafa hakem olmam için bana geldiler. Bana ayrıca ne yiyeceklerini sordular, ben de kendilerine; "Deve ve sığır dışkısını kurumuş hurma olarak bulacaklarim, Allah'ın adiyle boğazlanmış hayvanların kemiklerini de nzık olarak bulacaklarim söyledim..." İşte bu olaydan sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kemik ve tezekle taharetlenmeyi yasakladı."[56]

Yine İbn-i Mes'ûd'dan gelen bir rivayette, onun cinleri beyaz elbiseli siyah adamlar şeklinde gördüğü ve onların tıpkı: "...Hepsi O'nun üzerine üşüşüp nerdeyse keçe gibi birbirine gireceklerdi" [57]mealindeki âyette bildirildiği gibi, O'nun üzerine üşüştükleri bildirilmektedir... Bu sırada İbn-i Mes'ûd diyor ki: "Cinlerin bu izdihamına karşı Resûlüllah'ı korumak istedim, fakat O'nun bana olan tenbihini hatırlayarak yerimden ayrılmadım. Cinlerin oradan ayrılırken Resûlüllah'a: "Yerlerinin uzak olduğunu söylediklerini, yiyeceklerininin ne olacağını" sorup kemik ve tezek olacağı cevabim aldıklarim duydum."

Yine İbn-i Mes'ûd'dan Taberânî ve Ebû Nuaym şöyle rivayet ederler: "...Resûlüllâh bana yerimden hiç ayrılmamamı tenbih ederek sür'âtle dağa doğru gitmişti. Dağların tepelerinden bâzı adamların Resûlüllah'a doğru üşüştüklerini görünce kılıcımı çekip: "Derhal gidip Resûlüllah'ı müdâfa etmeliyim" dedim, fakat Resûlüllah'ın bana olan tenbihini hatırlayarak durakladım... Şafak sökerken yanıma gelen Resûlüllâh bana: "Yerinden hiç ayrılmadın değil mi?" diye sordu. Ben de: "Yâ Resûlallah, ben burada bir ay beklesem, Sen yanıma gelmedikçe yerimden ayrılamam!" dedim... Sonra kendisine, bir ara gördüklerimin te'siriyle kılıcımı çekip kendilerini kurtarmaya gelmeyi niyet ettiğimi, fakat kendilerinin bana olan emirlerini hatırlayarak vazgeçtiğimi anlattım... Buyurdular ki: "Ey İbn-i Mes'ûd, eğer böyle bir şey yapsaydın, kıyamete kadar sen beni, ne ben de seni göremezdik! Sonra parmaklarim parmaklarıma geçirerek buyurdular ki: "Ben, insanlara ve cinlere gönderilmiş bir Peygamberim; bana insanların da, cinlerin de îman edecekleri va'd olunmuştur! Bir insan olarak senin bana îmân ettiğin gibi, cinler de bana îmân etmiştir, nitekim sen bunu gördün..."

(Diğer rivayette, İbn-i Mes'ûd'un cinleri elbisesiz olarak gördüğü fakat onların avret yerlerinin görünmediği; boylarimn uzun olup bedenlerinin zayıf olduğu kaydedilmektedir... Yine bu rivayette, bir ara cinlerin İbn-i Mes'ûd'a iyice yaklaştıkları ve kendisinin onlardan korktuğu, sabahın aydınlığimn belirmesi üzerine dağıldıkları kaydedilmektedir... Yine aynı rivayette, diğer bir grup cinnin beyaz elbiseli oldukları, uzun boylu ve zayıf bedenli bulundukları kaydedilmekte ve bir ara Resûlüllah'ın kendinden geçtiği ve bu sırada etrafındaki cinlerin birbirine, bu hususta bir mesel söylemek gerektiğini belirterek mesel getirdikleri ve te'vilini yaptıkları bildirilmektedir..-. Buna göre bir grup cin: "Bunun meseli şuna benzer: "Bir ulu efendi var, büyük bir bina yaptırmış... Sonra büyük bir ziyafet hazırlatmış... İnsanları bu ziyafete çağırması için de bir dâvetçi göndermiş... Bu dâvetçi insanları bu ziyafete çağırmış... Gelmeyenleri o ulu efendi, azâb edip cezalandırmış..."

Cinlerden bir kısmimn bu darb-i meseline, diğer bir kısmı da te'vil (yorum) getirmiş ve demiş ki: "O ulu efendi; yüceler yücesi Allah'tır ki O, bütün âlemlerin Rabbidir. Yaptırdığı büyük binanın meseli ise îslâmdır!... Hazırlattığı nimetler de cennettir... Gönderdiği dâvetçi ise, şu Peygamberdir. Kim bu dâvetçiye (Muhammed'e) gerçekten uyarsa, ebedî saadet yurdu cenneti kazanır. Uymayanlar da cehennemi hakeder."

Bu darb-i meselden ve onun yorumundan sonra İbn-i Mes'ûd diyor ki: Resûlüllah Efendimiz uyandılar... Bana: "Ey Ümmü Abd'in oğlu, ne gördün?" diye sordu. Ben gördüklerimi O'na anlattım. Buyurdular ki: "Onların söylediklerinden hiçbir şey bana gizli kalmış değildir... Bunlar meleklerden bir gruptur." [58]

Ebû Nuaym Ebû Recâ'dan rivayet eder: O demiş ki: "Biz arkadaşlarla birlikte seferde idik... Bir suyun başına inip çadırlarımızı kurduk. Ben hemen, kuşluk uykusuna uzandım. Birde ne göreyim, çadırıma bir yılan girdi. Dilini çıkarmış adetâ yal varıyordu... Herhalde dedim, bu yılancağız benden su istiyor. Hemen su kabimn -ağzını açıp az az ağzına su serptim, o da içmeye devam etti. İkindi vakti de öldü. Ben heybemden beyaz bir parça çıkararak onu sardım. Bir çukur açarak onu defnettim. Aynı günün akşamından önce oradan ayrıldık. Gece boyunca da yola devam ettik. Sabahleyin yine bir su başına inip çadırlarımızı kurduk. Ben yine kuşluk uykusuna uzanmıştım ki, bâzı sesler: "Ey müslümanlar, sizlere tekrar tekrar selâm olsun! Bir kere, on kere, yüz kere, bin kere değil; daha çok selâmlar olsun!" diyordu... Ben: "Siz kimsiniz?" diye seslendim. Onlar şu karşılığı verdiler: "Biz, cinleriz... Allah'ın bol bereketi senin üzerine olsun! Sen gerçekten bize, bizını sana karşılığim ödeyemeyeceğimiz bir şekilde iyilikte bulundun." Ben: "Neymiş bu yaptığım iyilik?" diye sorduğumda; "O senin^ su verdiğin, ölümünden sonra de defnettiğin yılan; bizden biri idi. Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden cinlerdendi."

Ebû Nuaym Übeyy bin Ka'b'dan rivayet eder. O demiş ki: "Bir grup, hacc için yola çıktıklarında yolu şaşırmışlar, çok yorulup takatsiz düşmüşler. Ölmek üzere olduklarim görüp kefenlerini giymişler ve uzanmışlar... Bu sırada yanlarına bir cinnî gelmiş ve onlara: "Ben, Peygamber Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân eden, Ondan Kur'ân dinleyen cinlerdenim. Ben Peygamberimiz'in bir defasında: "Mü'ınin mü'ıninin kardeşidir, onun gözü ve kılavuzudur! Onu yardımsız bırakmaz!" buyurduğunu duymuştum. Sizler suya yakın bir yerde bulunuyorsunuz, haydi kalkınız, ben sizlere hem suyu, hem yolu göstereceğim" demiş ve onlara kılavuzluk etmiştir."

Beyhekî Üseyde'den şöyle nakleder: "Ömer bin Abdü'l-Azîz Mekke'ye giderken çölden geçiyormuş... Ansızın ölmüş bir yılana rastlamış. "Bana kürek getiriniz" demiş ve oraya açtığı bir çukura yılanı defnetmiş... Kendisini görmedikleri bir ses (hatif); "Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun, ey Serk! Sen Peygamber'in senin hakkında: "Ey Serk, sen çölde öleceksin, ümmetimin en hayırlısının eliyle de defn olunacaksın!" dediğini duymuştun..." Ömer bin Abdü'l-Azîz, bu kendisini görmediği sesin sahibine hitab ederek: "Sen kimsin?" diye sormuş... O da demiş ki: "Ben cinlerdenim, şu defnettiğin de Serk'dir. Resûlüllah'a bîat eden cinlerden sadece ikimiz kalmıştık... Ben şehadet ederim ki, Resûlüllah'a bîat eden cinlerden sadece ikimiz kalmıştık... Ben şehadet ederim ki, Resûlüllah onun ve senin hakkında böyle buyurmuştu, bu sözü söylemişti." [59]

Rumların Kıssası ve Bununla İlgili Mucizeler

Yüce Allah buyuruyor ki: "Elif lâm mîm. Rumlar yenildi, en yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir." [60]

Ahmed, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: Müslümanlar Rumların Farsları yenmesini isterlerdi, zira Rumlar ehl-i kitap idi. Müşrikler de Farsların Rumları yenmesini isterlerdi, çünkü Farslar da kendileri gibi müşrik idi. Müslümanlar bu durumu Ebû Bekir'e, Ebû Bekir de Peygamber'e andı. Peygamberimiz: "Yakında Rumlar Farslan yenecek" buyurdu. Ebû Bekir de bunu müşriklere intikal ettirdi. Müşrikler dediler ki: "Peki aramızda bir müddet tayin et, eğer bu müddet zarfında Rumlar gâlib gelirse, sana şunu şunu verelim. Eğer Farslar gâlib gelirse, biz de senden aynı şeyleri alırız." Ebû Bekir onlarla arasında beş seneyi tayin etti. Bu müddet dolduğu halde Rumların galebesi gerçekleşmedi. Ebû Bekir durumu Peygamberimiz'e anlattı. O da kendisine: "Onlarla on senenin altında anlaşsaydın ya!" dedi. Hakikaten bundan sonra Rumlar, Bedir günü Farslara gâlib geldiler." [61]

Beyhekî'nin İbn-i Şihab'dan rivayeti ise şöyledir: "Müşrikler müslümanlar ile mücadele ediyor ve: "Rumlar da sizin gibi kitap ehlidir, İşte Farslara yenildiler. Siz kendinizin, Peygamberinize indirilen Kitap sebebiyle üstün geleceğinizi iddia ediyorsunuz. Şimdi kitap ehli olan Rumlar nasü Farslara yenildilerse, siz de bize öylece yenik düşeceksiniz" diyordu. İşte bunun üzerine Yüce Allah, şu âyeti inzal buyurdu:

"Elif lâm mîm. Rumlar yenildi: en yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir; birkaç yıl içinde (dokuz seneyi geçmez)." [62]

-İbn-i Şihâb der ki: Bana Ubeydullah bin Abdullah şöyle haber verdi: "Bu iki âyet nazil olduğu zaman Ebû Bekir, müşriklerden bâzıları ile bahis tutuştu. Kumar henüz haram değildi. Bahsin şartı şöyleydi: Eğer yedi sene zarfında Farslar yenilgiye uğramazsa müşrikler kazanacaktı. Peygamberimiz durumu öğrenince; "Niçin yedi sene üzerine şart koştun? On sayısının altındaki her sayı âyette bildirilen "Fî bid'ı Sinîn = Birkaç sene" manâsında dahildir" buyurdu. Farslann Rumlara galebesi dokuz senede idi. Hudeybiye andlaşması zamanında ise Rumlar Farslara üstün geldiler. Müslümanlar bu sebeble sevindiler." [63]

Beyhekî Katâde'den şöyle nakleder: "Allahü teâlâ Rumların yenilgiden sonra yeneceklerine dâir ilgili âyetlerini indirdiği zaman, müsîümanlar hiç tereddüd etmeksizin buna inandılar ve Rumların sonunda üstün geleceğini anladılar ve müşriklerle bahis tutuştular... Aralarında beş sene üzerine ve beş deve şartıyla anlaştılar... Bu andlaşmada müslüman tarafı Ebû Bekir, müşrik tarafı da Übeyy bin Halef temsil ediyordu... Tabiî henüz kumar haram kılınmış da değildi. Beş sene müddet dolduğu halde, Rumların Farslara galebesi gerçekleş­medi. Müşrikler bahsi kazandıklarim söyleyerek beş deveyi taleb ettiler. Müslümanlar da durumu Hazret-i Peygamber'e arz eylediler. O da buyurdu ki: "Müslümanlar, on seneden daha azı üzerinde müddet tayin eylemekte haklı olamazlar! Zira âyetteki "Bid'ı sinîn = Birkaç sene" sözü, üç seneden on seneye kadardır." Müslümanlar da bunun üzerine hem seneyi, hem de devenin sayısını artırdılar... Yüce Allah da dokuzuncu senenin başında Rumları Farslara üstün getirdi. Bu sırada müslümanlar Hudeybiye'den dönmüşlerdi. Ehl-i Kitap olan ramların mecûsîlere galebesi sebebiyle müslümanlar sevindiler. ve bu olay, yüce Allah'ın İslâmı kendisi sebebiyle kuvvetlendirdiği hadiselerden biri oldu."

Yine Beyhakî Zübeyr'den şöyle nakleder: "Ben Farsların Rumları yendiğine, Rumların da Farsları yendiğine şahit olduğum gibi; müslümanların hem Farsları, hem de Rumları yendiğine de şahit olmuşumdur. Bütün bunlar on beş sene içinde gerçekleşmiştir. [64]

Sorular Yönelterek Peygamberimizi İmtihan Etmeleri

İbn-i İshak, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: "Kureyş müşrikleri toplanıp aralarından Nadir bin Haris ile Ukbe bin Ebû Muayt'ı Medine'deki yahûdî âlimlerine bâzı sorular sorup cevaplar getirmeleri için elçi olarak gönderdiler ve bu ikisine hitaben dediler ki: "Yahûdî âlimlerine Muhammed'e âit sıfatları bir bir anlatıktan sonra, O'nun hakkında ne diyeceklerini sorunuz, çünkü onların Peygamberler hakkında bilgileri vardır, onlar kitap ehlidir; bizim ise bu hususlarda bilgimiz yoktur" dediler. Onlar da Medine'ye gelip yahûdî âlimleri ile görüşüp sorularim bunlara yönelttiler. Yahûdî âlimleri de bunlara üç mes'ele öğretip Hazret-i Peygamber'e yolladılar. Bunlar Peygamberimiz'e gelip o üç meseleyi sordular. Sorular şunlardı:

1- Çok önceleri şehirlerini terk ederek bir mağaraya sığman ve şaşılacak durumları olan, o bir avuç genç grup kimlerdir; şaşılacak halleri nedir?

2- Yeryüzünün doğusunu da batısını da dolaşan gezgin adam kimdir ve kendisine ait haberler nedir?

3- Rûh menşei ve mâhiyeti itibariyle nedir? Ruha âit ne gibi bilgiler vardır? (Bunları cevapladığı taktirde kendilerince Peygamberin doğruluğu anlaşılacaktır.)

Medine'deki yahûdî âlimlerinden öğrendikleri bu sorularla Mekke'ye dönen Nadir ve Ukbe, önce Kureyş topluluğunu görerek davayı hail ve fasl edecek olan şeyi öğrenip geldiklerini söylediler, sonra da Hazret-i Peygamber'e gidip sorularim yönelttiler. İşte onların bu sorularına cevab olmak üzere Cebrâîl (aleyhisselâm) Ashâbu'l-Kehf hakkındaki Kehf sûresini, gezgin adam olan Zü'l-Karneyn hakkındaki âyetleri ve ruh hakkındaki sorularına cevap teşkil eden;

"Sana ruhtan sorarlar. de ki: "Rûh Rabbimin emrindendir. Size ilimden az bir şey verilmiştir" âyetini indirmiştir." [65]

Yine İbn-i Abbâs'tan Ahmed, Beyhekî, Nesaî ve Ebû Nuaym'iıı rivayeti de şöyledir: "Kureyş yahudîlere dedi ki: Peygamberliğini ilân eden şu adama karışı yöneltebileceğimiz bâzı şeyleri bize öğretiniz de gidip kendisine soralım!" Yahudiler Kureyş'e: "Gidip ona rûh hakkında sorunuz!" dediler. Kureyş de gidip Hazret-i Peygamber'e bunu sordu... İşte bunun üzerine rûh hakkındaki bu âyet nazil oldu." [66]

Ebû Nuaym Suddî es-Sağîr tarikiyle Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: "Kureyş Medine'ye bir heyet gönderdi. Bu heyet Resûlüllah hakkında yahûdîlerden bilgi alacaktı. Önce yahudîlere Peygamber hakkındaki kendi bilgilerini anlattılar; Hazret-i Peygamber'in Peygamberlik dâva ettiğini, adının Ahmed olduğunu, yetim ve fakir bulunduğunu, iki omuzu arasında bir mühür bulunduğu­nu söylemişler. Yahudiler de kendilerine, bu sıfatları Tevrat'ta okuduk­larim söyleyip: "Eğer sizin O'nun hakkında söyledikleriniz doğru ise; O Peygamberdir, davası haktır" demişler. Fakat kendisine şu üç şeyi sormalarim, birinci ve ikinci soruya cevap verip üçüncü soruya cevap vermezse, hak Peygamber olduğunun iyice anlaşılacağim söyle- misler. Birinci soru: Zü'l-Karneyn, ikinci soru: Ashâb-ı Kehf, üçüncü soru: Rûh imiş. Kureyş gelip bu soruları Peygamberimiz'e yöneltmiş. Peygamberi­miz de Zü'l-Karneyn ile Ashab-ı Kehf hakkında bilgi verip rûh hakkında ise: "Rûh, Rabbimin emrindendir, onun hakikatini Rabbim bilir; bu hususta benim bilgim yoktur" buyurmuştur. Neticeden memnun olmayan Kureyş: "iki sihirbaz, Tevrat ve Kur'ân adiyle birbiriyle yardımlaştılar! Biz her ikisini de inkar ediyoruz" demişlerdir."

Taberânî ve Ebû Nuaym Muhammed bin Hamza'dan, O da Abdullah bir Selâm'ın oğlu Yusuf'tan, bu dâhi babası Abdullah bin Selâm'dan naklederler: O demiştir ki: "Ben bâzı yahûdî hahamlarına hitaben: "Hepimizin atası bulunan İbrahim'in mescidine giderek bir müddet kalacağım" dedim ve Medine'den ayrılarak Mekke'ye geldim. Bu sırada Resülüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de Mekke'de idiler. Fakat ben Mekke'ye vardığım zaman Peygamber Mina'da imiş. Kendileri ile Mina'da buluştum. Etrafım insanlar sarmıştı. Ben de o insanlar arasında yerimi aldım, Peygamber'e bakıyordum... Peygamber (aleyhisselâm) da bana baktı ve: "Sen Abdullah bin Selâm'sm, değil mi?" buyurdu. Ben de "Evet" diyerek cevap verdim. Bana yaklaşmamı emretti, ben de kendisine yaklaştım... Dedi ki: "Ey Abdullah, Allah aşkına doğru söyle, benim Peygamber olduğuma dâir Tevrat'ta bilgi bulmuyor musun?" Ben de kendisine dedim ki: "Bana, Allah'ın sıfatlarim söyler misin yâ Muhammed?" İşte bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) geldi ve insanlara Allah'ı tanıtan Ihlâs Sûresini getirdi ve okudu:

Kur'ân ve ihlâs dîni olan müslümanlığm temeli ve özü bulunan bu sûre; dört âyetten ibarettir ve meali şöyledir: "de ki: Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey, varlığim ve bekasım O'na borçludur, O'na muhtaçtır. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin (ve özellikle inanan kişinin) başvuracağı, yardım dileyip sığınacağı tek varlık O'dur!) Asla doğurmamıştır ve doğurulmamıştır ve hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır!"

Cebrâîl'in getirdiği bu âyetleri, Resülüllah Efendimiz bana tebliğ ettiler. Ben, bu gerçekten Tevhîd ve İhlâs âyetlerini dinleyince derhal müslümanlığı kabul ederek şehâdet getirdim:

"Bütün varlığımla şehâdet ederim ki Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur! Yine şehâdet ederim ki Sen Allah'ın Resulüsün!" dedim... Sonra Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) ayrılarak Medine'ye döndüm. Fakat müslümanlı­ğı kabul ettiğimi gizledim. Hicreti sırasında Peygamberimiz Mekke'den ayrılıp Medine'ye yöneldiği zaman ben, olgunlaşan meyvelerini topla­mak üzere hurma ağacimn üzerinde idim. Peygamberimiz Medine'ye teşrif ettiler. Ben sevinç ve heyecanımın şiddetinden kendimi ağaçtan yere attım... Anacığım bana dedi ki: "Oğlum, Allah seni korusun! Sen ne yapıyorsun? Herhalde Peygamber Mûsâ gelse idi, yine kendini ağaçtan yere atmazdın!" Ben şu karşılığı verdim: "Anacığım, ben vallahi Resûlüllah'ın Medîneye gelişinden, daha fazla sevinmiş durumdayım! Eğer Peygamberimiz Mûsâ çıkıp gelmiş olsaydı, herhalde bu kadar sevinmezdim..."[67]

[1] Muzzemmıl suresi, 5

[17] Kamer suresi, 1

[21] Maide suresi, 67

[23] Alâk suresi, 6-l9

[27] İsrâ' suresi, 45

[28] Yasin suresi, 9

[29] Mesed (Tebbet) suresi, 1

[40] Tâhâ suresi, 14

[48] Nah! suresi, 90

[50] Ahkâf suresi, 29

[51] Cin suresi,

[57] Cin suresi, 19

[60] Rûm suresi, 1-3

[62] Rûm suresi, 1-4

[65] İsrâ' suresi, 84